Wednesday, April 30, 2008

Sonuç:"gece hayatı sizden mahrum kalacak, mademoiselle"

Oysa her şey ne kadar güzeldi...

Dün gece, bir anda karar verilen çıkma programı, buluşma, "touchdown, koridor" , mutluluk, keyif, eğlence derken...

Reflü, şeker, alerji vs sahibi bir bünye olarak reflünün sonucu ufak çaplı bir süründürmenin akabinde farkettiğim "boğazda yumru" hissi ile apar topar gidilen hastane, doktorun önce franjit deyip sonrasında test sonuçlarını görünce "testlerin tamamını yapmadım ama sanki bir ihtimal mononukleoz var gibi gözüküyor. rapor yazıyorum pazartesiye kadar adımını atmayacaksın evden". Ben şok hali içerisindeyim. O havalı isimli hastalık halk arasındaki öpücük hastalığı oluyor ve feci bir şey. Geçmesi sadece ve sadece dinlenme ile oluyor, ilaç filan bir yere kadar ama asıl karaciğer ve dalak çom zayıflıyor, içki yok, çok yorulmak yok, of yani yok da yok. Bu manasız hastalıktan 3 ay bile yatılıyormuş ki ben bu ihtimali düşünemiyorum bile. Herhalde pencereyi açıp denize uçarmışım gibi geliyor.

Neden bu tip garip şeyler beni buluyor ki? 30 yaşında rapor almak ne demek ya? Okuldayken muhteşem bir şey de çalışırken sıkıcı yani. Of ya 5 gün. "adımını dışarıya atmayacaksın" dedi. 5 gün. Bittim tükendim ben yemin ediyorum.

P.S. Başlıktaki cümleyi kıçımdan sallamadım, doktor da bizim okuldan çıktı, karşılıklı francophonie dayanışması yapınca söylediği laf da böyle oldu.

Tuesday, April 29, 2008

Yaz elbisesi


Bence müthiş güzel bir elbise. Jil Sander 2008 bahar/yaz koleksiyonundan. Hava biraz ısınıp bahar gelince insan kendisini kaybediyor coşkuda. Çok beğendim. Kendime de yakıştırdım. Uzun uzun rahat omuzları açık altına havainas. Tamamdır.
Kendime hediyem olsun.
Yalnız manken feci çirkin. Evet çok zayıf evet çok uzun ama yok yani hem çocuk daha hem de ... Bilmiyorum şaşalı değil. Ben sönük insan sevmem de. Ne erkeğini ne kadınını ...

Samimi duygular

Samimiyetin tanımına filan hiç girişmeyeceğim, öyle bir niyetle atmadım başlığı. Belki de başlık "samimiyet sorgusu" olmalıydı onu da yazarken düşünemedim, değiştirmeye üşendim.

Pazar günü telefonda çok eğlenceli, çok samimi konuşmaların ardından gecesi samimiyet sorgusuna dönüştü. Üzücü bir şey bence insanın sonsuz samimiyet hissettiği ve teklifsizlik içerisinde yaşadığı birine karşı bu duyguları sorgulamaya gitmesi.

*
O gece de maşallah benim samimiyetim sorgulandı da sorgulandı. Galiba bu maç bilmem ne mevzularında kızların samimiyetle sevinip aynı samimiyetle üzülebileceklerine ihtimal verilmiyor karşı cins tarafından. Nedense hep bir "hadi lan ne kadar üzülebilir? ilgisi dağılır zaten" veya kız kısmının zaten erkek ile şekillendiği düşünüldüğü için artık erkekle beraber ne kadar olursa ne kadar yaşanırsa diye bekleniyor. Ben zaten yıkılmışım, çökmüşüm oturduğum yere, telefonlar mesajlar susmak bilmemiş bir de üstüne üstlük mutsuzluktan çıkmayan neredeyse çocuk sesimle "mutsuzum şu an" dememe "hadi lenn oradan" denilmiş, yine bir samimiyet sorgusuna girilmiş. Yani elalemden, ondan bundan beklerdim böyle laflar da, lafı edenden beklemezdim. Nerede teklifsizlik, nerede samimiyet, nerede büyük tanışıklık?

whatever...

Kısacası pazar gecesi üzerime kabus gibi çöktü. Yenilgi, yenilgi ile gelen mutsuzluk, huysuzluk, samimiyet sorgusu, bölünen uyku ve uykusuzluk hali. Bari Şamdan'a gitseydim... Gerçi galibiyet sarhoşu halinde telefonda ciyak ciyak bağıran M. "gitsek mi? hadi gidelim, galibiyet eğlencesi diye düşünme sen, eğleniriz" demişti de ben yüreğim daralır o bağıran anıran taraftarlar, o deri koltuklar filan üstüme gelir diye itibar etmedim teklife. Etseymişim.

P.S. Asıl bomba laflar elbette F.A.'dan ertesi gün geldi.

anotherstar- ya baba, ben gerçekten üzüldüm. içim acıdı resmen.
f.a.- acımasın. oynamadınız çünkü. ben biliyordum sizi yeneceğimizi, herkese de söyledim futbol okumaktır bu.
anotherstar- aaaa. ne yapayım içim acıdı diyorum.
f.a.-yaa böyledir bu işler. bizim yıllardır acıyordu, gülüyordunuz. asıl ben kutlama yemeği vereceğim haftaya orhan abi ile konuştum, gelirsin sen de..
anotherstar- ha ha tabii gelirim sizin kutlama yemeğinize
f.a.- gel kızım gel bu yol doğru yol değil, camia ile kucaklaşırsın.

Monday, April 28, 2008

Sesin gücü

Kim ne derse desin Sergio Leone çok büyük yönetmen Ennio Morricone de çok büyük müzisyendir. Çoğu insanın western diye burun kıvırdığı "İyi kötü ve çirkin", "Bir avuç dolar için", ve "Birkaç dolar için" üçlemesinden sonra gelen "Bir zamanlar batı" ve en son yönettiği "Bir zamanlar Amerika " muhteşem filmlerdendir. Hele "Bir zamanlar Amerika"...

Ennio Morricone insanı coşku ve hüzün arasında gel-gitler yaşatan müzik insanıdır. Belki de en güzel örneği 1966 tarihli "İyi kötü ve çirkin" filminin o çok bilindik hafızalara kazınmış jenerik müziğinden sonra en çok bilinen kısmı olan "Ecstasy of gold"dur. Orijinal bestede ve özellikle buradaki sopranonun sesi insanın içini titretir. Yükselen coşku ve heyecan derken hemen ardından gelen düşüş bir arada hissedilir. Müzikte insan sesinin güçlü etkisi. Nefret eden nefret eder ama opera denilen şey işte bu yüzden sözlerini zerre anlamayanları bile ağlatabilecek güçtedir.

Smokin içerisinde bir Ennio Morricone 2006 yılında Münih Radyo Orkestra ve Korosunu yönetiyor. İnsanın içini titreten sesli soprano ise Susanna Rigacci. Hatta konserin dvdsi çıkmış "Ennio conducts Ennio" adı altında. Dinleyecekler sesini açsın. Hem de sonuna kadar. Böylece müziği içinde hissedebilir insan.

En attendant

Beklemek zaten sevmediğim bir şey. Ama hayat bu insan çeşitli ortamlarda, çeşitli durumlarda bekliyor, beklemek durumunda kalıyor ve bekliyor. Kimi Sue Ellen gibi elinde viski bardağı ile JR'ını bekler, kimi Fransız Kültür'ün önünde elinde çiçekle bekler, kimi bir kafede tanımayıp da bir o kadar iyi tanıdığını elinde çevirdiği cd ile bekler, kimi ise tuttuğu renklere sarınmış şekilde stadın kapısında içeri girebilmeyi, kimi karşı renklere sarınmış olanlar da artık boşalmış tribünlerden çıkabilmeyi bekler. En sevimsizi ise -bence-evde beklemektir. Ne beklemeyi, ne de bekleteni severim.

Sunday, April 27, 2008

Kıysından es geçmek

Öyle "mutlaka desteklemeliyiz" veya "her şeyin korsanını alırım ama türk filminin illa orijinalini alırım" diyenlerden türk filmi destekleyicisi veya seyircisi değilimdir. Benim için "Gemide" veya "Mayıs Sıkıntısı"gibi birkaç film vardır, arada eklenenler olsa da bunlar her daim aklımda kalanlardır. Fatih Akın'nın filmleri de bu kategoridedir. Daha Duvara Karşı'dan çok önce 1999 yılında sanki Roll'daki bir röportajdan tesadüfen Arte'de seyredişimi hatırlıyorum. Sonra da ilgim devam etmiş. Kısacası beğenirim. Geçen seneki filmini yeni seyrettim ben. Yaşamın Kıyısında. Neden beğenmediğime, neden etkileyici olmadığına dair uzun bir liste sıralayabilirim ama yapmayacağım. Beğendiğim tek yerin -yine- hayattaki tesadüflerin ne kadar etkileyici ama bir o kadar da "kıyısından es geçebileceğini" göstermesi olduğunu söyleyebilirim. Tesadüflerin hayata renk katması, hayatı zenginleştirmesi müthiş keyifli ama kıyısından es geçmesi bir o kadar iç acıtan bir durum. Burada iç acıtmış ama yine de tam duyguyu vermemiş. En azından bana.
En güzel tesadüf kurgulu film Amores Perros'tur. 2000 tarihli. Gayet acıklı ve şiddet içerir ama çok güzeldir. Yaz tatiline geldiğimde F.A. ile seyretmiştim. Kaç yıl olmuş.
Bir de türk oyuncular ingilizce konuşmasın filmlerde. O aksan, o vurgu, o telaffuz olmuyor. Olması da gerekmiyor belki ama yapmasınlar işte.

Neyse never on sunday. Hele bugün....Günün sonu çok güzel olacak bana. Bu arada dünden beri arayan arayana, laf eden edene. Teker teker gelin lan, zaten şurada tek kişiyim yapayalnızım o renklere karşı. Darbe oldu taraftarları coştu valla.

Saturday, April 26, 2008

Gerçek mi fantazi mi?

Gerçek mi yoksa fantazi mi ? İşte asıl soru bu? Bu sayfada yazılanlar, söylenenler, dile getirilenler, gösterilenler tam olarak gerçeği mi yoksa engin bir fantaziyi mi temsil ediyor? Bence her ikisinden de harmanlanmış bir ifade burası ama sadece gerçek/sadece fantazi değil. Bir nevi evin arka bahçesi, çocuğun oyun bahçesi (çocuk da ben oluyorum haliyle). Bir oyun bahçem daha var ama o daha bir kalabalık daha bir kurallı kaideli ama orada olmaktan da memnunum, eğleniyorum.

Kelimelerin önemine, ağırlıklarına çok inanırım ben. Sırf bu yüzden hissetmediğimi, yaşamadığımı, düşünmediğimi telaffuz etmemeye çalışırım aynı şekilde karşımda edildiğinde de inanırım, benim gibi olduğunu düşünürüm.

Ama burası dediğim gibi biraz oyun bahçesi gibi; kaydırak var salıncak var, şekerleme ve dondurma var, büyükler için de kahve var. İçerdeyken elimde dondurma ile kaydıraktan kayıp her türlü şekilde ona buna sallıyorum, istediğimi söylüyorum, sevdiklerimle salıncağa biniyorum. Cümleler bitip de her şeyi söyleyip son noktayı koyunca da kalkıp kahve içiyorum, oyun bahçesindeki büyük oluyorum ama içimdeki gitmediği için laf edenlere gülerek dil çıkartıyorum.

Epey fantastik ifadeli bir fantazi oldu ama gerçek budur, fellas.

P.S. Nescafé ve türevleri asla ve asla gerçek kahve değildir. İçilmez içene de kahve sever denilmez. Bilmek isteyenlere duyurulur.

Friday, April 25, 2008

Part II



Dayanamadım yıllar sonraki bir Pink Floyd konserinden live versiyonunu koydum. Roger Waters yok bu konserde. 80li yıllarda gruptan ayrılıyor. Seveni müzisyenler hariç azdır. Genelde herkes önce Syd Barrett'ı sonra da David Gilmore'u sever. Hele David Gilmore'un eski hali bayağı bir etkileyici de uyuşturucu alkol görülebileceği gibi bayağı çökertmiş kendisini.

whatever... Pink Floyd insanı değilimdir, hele hele The Wall albümü de filmi de çocukluğumun kabusudur (çocuklara böyle filmler seyrettirmemek lazım). Ama gelsinler koşa koşa giderim konsere hatta eminim J.A. & F.A. da gelir, çıkışta da köfte ekmek yeriz.

Özlemi dile getirmişken



Yıl 1975...
Pink Floyd belki de en güzel albümü olan "Wish You Were Here" albümünü, gideli epey zaman olmuş olmasına rağmen Syd Barret'a ithaf ediyor. Uzun sayılabilecek şarkılardan oluşan kısa bir albümdür. Kasetini bulmuştum 10 küsür yıl önce ve bir dönem sadece bu albümü dinliyordum. Sony walkman'ım vardı iğrenç turuncu köpük kulaklıklı. Ve başa alıp sadece Wish You Were Here'ı.
Sözleri de güzeldir, müziği de...Hele ilk girişi, ilk 60 saniye.

so, so you think you can tell
heaven from hell, blue skies from pain.
can you tell a green field from a cold steel rail?
a smile from a veil? do you think you can tell?
and did they get you to trade your heroes for ghosts?
hot ashes for trees?
hot air for a cool breeze?
cold comfort for change?
and did you exchange a walk on part in the war for a lead role in a cage?
how I wish, how I wish you were here.
we're just two lost souls swimming in a fish bowl,
year after year, running over the same old ground.
what have we found?
the same old fears.
wish you were here


Son dakika cuma eğlencesi raporu

Akşam ne güzel disko planları varken, şıkıdım şıkıdım giyinip çıkacakken gidemiyoruz. M. ile. Ne kadar keyifliydik; önce yemek, sonra jameson, sonra şamdan diye...

Bizim yüzümüzden mi? Değil ama çok konuştuk, çok anlattık herkese eğlencemizi, haftamızı, coşkumuzu. Cuma eğlencesi tam eğlence olacaktı ki bu akşam yalan oldu... Yani bir şekilde yine çıkılır da bizim istediğimiz şekli ile değil. Aman!

Cuma eğlencesi # 17

Bahar derken hava yine söndü, karardı. Ama eğlence günü geldi, bugün cuma!

NYC'de davetler geceler bitmediğinden cuma eğlencesi de bitmiyor. Kadın kim bilmiyorum ama elbise Yves Saint Laurent. Çok beğendim! Rengini, boyunu, kesimini ve özellikle de göğüs kısmını. Bulsam şu elbiseyi alırım, akşama da giyer çıkarım, sabaha kadar eve dönmem oradan oraya gezmekten.



Yine aynı geceden ve yine YSL. Güzel ama kırmızı-bordo elbise kadar güzel değil açıkcası. Ama rengi güzel ki şu anda boynumda o renk bir fular var. Kız ise ismini bilmediğim ünlülerden, oyuncu filan ama pek beğenmiyorum ben. Fazla koyu renkli, fazla patlak dudak patlak gözlü hatta fazla pornocu kılıklı. Ama beğeneni çok biliyorum.

Bu sefer Hana Soukupova güzel insan olduğunu daha bir layığıyla göstermiş (hala saçlarının daha sarı olması gerektiğini savunuyorum). Elbise vintage bir şeymiş ama güzel elbise. Hele hele göğüs kısmı müthiş (olsa kesin giyer çıkarım). İşte ben böyle geceler olsun istiyorum. Yani kimsenin neyi ne kadar açtığına bakılmayan, güzelin güzel olduğu. Yandaki kızın elbisesi de kendisi de kötü hele kırmızı ruj...İnce dudaklı kadınlar kırmızı ruj sürmesinler hatta ruj değil de gloss sürsünler çünkü ruj olmuyor ince dudakta.
Güzelden sonra biraz çirkin oldu galiba. Ne kendisini ne de müziğini severim. Atlayan zıplayan rock ile hip-hop arası garip gruplardan Limp Bizkit'in solisti bu adam. Eskiden gayet yapılı, Tony Soprano'dan hallice bir haldeyken zayıfladı, adonis kasları yaptı ve hatta bunları klibinde gösterdi ama müzik işini pek yapamadı. Gerçi 11 Eylül sonrası bir albüm için galiba wish you were here'ı güzel yorumlamışlıkları vardır ama şarkı güzel zaten ne yapsan oluyor. Neyse seks kaseti ile yakalanmış kendisi yakın zamanlarda. Bilmiyorum nasıl olduğunu seyretmedim, niyetim de yok (baştan söyleyeyim de). Bu adam zamanında ona buna çok bok atardı, yok Eminem yok Britney yok çoluk çocuk diye de kendisi de çocukla çocuk olurdu-kendisi biraz yaşlı bile sayılır. Neyse önüme çıktı bu resim bugün, bok atacağım bir şeyler olsun diye de koymak istedim; beğenimden filan değil.

Kahve hali

Sabah yeni yapılmış kahve kokusuyla uyanmak neredeyse en büyük özlemim oldu. Galiba sonuçlanacak. Merit/ithalatçı firma derken yeni bir tane vereceklermiş ama aynı marka değil, ama aynı fonksiyonlarla filan. Bilmiyorum göreceğim dükkana gelince çağıracaklarmış bir de kahve ikram edeceklermiş.

Gerçekten kahve kokusuyla uyanmak istiyorum. Ayrıca evet "good things happen over coffee" . İnanıyorum ben buna. Elimde kahve, tiril tiril elbisem üzerimde, ona anlata anlata yürüyorum.

Thursday, April 24, 2008

Fani

Baktım ki pek ciddi yazmışım, ne gerek var, bahar geldi-geliyor, hava bir sıcak bir soğuk, şuursuzca giyindiğim için ince etekler rüzgardan başıma çıkıyor. Evet rüzgar esiyor şehirde ama en kısa zamanda meltem olmasını diliyoruz. Fani hayat bu değer mi gereksiz insanlara gereksiz ehemmiyet vermeye...Meltemler alsın götürsün seni hakan şükür...(seni de cemaatini de)

Summer breeze olsun...

Isley Brothers soul müzik tarihinin en önemli ve yine şarkıları hip hop djlerince en çok sample olarak kullanılmış gruplardandır. Bu şarkı ise gruba ait değil bir seals & crofs cover'ı. Isley Brothers şarkıyı 1973 yılında 3+3 albümünde piyasaya sürüyor. Ben severim, iyi hissettirir, bahar ama daha çok yazı hissettirir.

see the curtains hangin' in the window
in the evening on a friday night
a little light-a-shinin' through the window
lets me know everything's all right

Düşünce ve düşünce ile sürükleme

Bazı insanların temennileri güzeldir, duydukça kişiyi mutlu eder, "benim için, bizim için ne güzel şeyler düşünmüş" duygusu hissettirir. Neticede iyi niyetin göstergesidir temenni-çoğunlukla.

*
İyi topçu olmasına, yetenekli olmasına hiç itirazım yok ama şahsiyetine itirazım var. Hem de çok ağır. Sevmiyorum kendisini. Sevmeme hissi de o takımdaki diğer sevmediklerimle benzeş değil. Onları sevmiyorum çünkü hal tavırlarına, hırslarına sinir oluyorum ama günün sonunda çok da önemsemiyorum, summer breeze misali gelip geçiyor sevmeme halim. Ancak bu adam söz konusu olunca sevmeme hissim nedense onun kötü niyeti ile birleşiyor, beynimde onu çağrıştırıyor. Hele hele son yaptığı kutlu doğum açıklaması ile yaptığı darbe sonrasındaki gücünü bir kez daha ortaya çıkardı benim gözümde.

Haftasonuna daha doğrusu pazar gününe dair pek bir heyecanlı heyecanlı, pek bir coşkulu olsam da çok okumuyorum, seyretmiyorum, gereksiz konulara kavgalara girmeden tebessüm ediyorum heyecanımı pazar günün saat 19'a saklıyorum. Ve de elbette benim renklerimin kazanması temennisi dışında her şey oyun gibi olsun, futbol olsun, heyecanlı olsun diye düşünürken, dilerken sırf bu aptalca ve kötü niyetli açıklama yüzünden maçta olay çıksın, kutlu doğum haftasına uygun olmayan şekilde oynansın istiyorum. Pislik!

P.S. 2002 yılında Türkiye dünya kupasında 3. olunca Fransız Elle dergisi kupada öne çıkan favori oyuncuları kadın okuyucularına tanıtmıştı. İsimler malum, David Beckham, Hierro, Pires filan ve isimlerin altlarına da "şöyle çekici, şöyle seksi, şöyle yetenekli" gibi laflar derken bizi temsilen de onun resmini koyup "biraz fernandel'e benziyor" ifadesini yazmışlardı altına. Ki Fernandel'i pek severim hele hele canlandırdığı Don Camillo karakterine bayılırım ama Hakan Şükür'den zerre hazzetmem. Pislik! Hiç de aklımda dellenmek yoktu halbuki...

Şahsi kadın mevzusu


Aslında olay olalı oluyor da üstünde durmadım, durmayacağım da ama bir iki kişiye anlattığım için yazayım dedim.

Dedikodu denilen şey çok üzerinde durulmaması gereken, bizim gibi komiklik duygusu ile yapılmış halinin dışında çoğunlukla kıskançlık ve hasetlik duyguları ile yapılan yalan yanlış anlatımlar oluyor. Hakkımdakileri pek önemsemem ve de engellemek için bir çaba sarfetmem çünkü sarfetsem onların oyununu oynamış olacağım.

whatever ...

Dedikodu almış yürümüş. Biliyorum da, duyuyorum da ve hiçbir şey yapmayıp sadece gülüp geçiyorum çünkü söylenilen şey gerçek değil. Haliyle bir şey gerçek olmadıktan sonra gerçekmişcesine ehemmiyet vermenin bir manası yok bence. Ne var ki kadınlar boş durmuyormuş, beni listelerine yazıyorlarmış (bunlardan çok var benim yörüngemde. tanımam etmem ama nedense bir hakkımda konuşma hali var ki bence çok gereksiz hareket).

Geçen gece partide kıçının kılları ağarmış olan bir tanesi sözde beni bozmak istemiş ama ben gayet saf ve iyi niyetle yaklaştığım için üzerime alınmadan konuşmaya devam ettiğim, onun güzelliğini övdüğüm, onu yücelttiğim için (ki hiç taktiksel bir şey değil tamamen içimden gelen samimiyetle söylediklerimdi) iyice kötü hissetti, beni bozacağına bozuldu, azar işitti, rezil oldu, rakı kadehlerini devirip sarhoş oldu, gerginliğinden yüzündeki makyaj aktı ve yüreginin o donuk buz rengi çıktı, ne kadar talihsiz ki ayrılırken özür dilemek zorunda kaldı. Ve ben yine "aaa hiç üzerime alınmadım ki, şahsi olduğunu düşünmedim" dediğim için gözlerindeki donuk buz rengi siyaha dönüştü.

Ben ki insanlara acıma duygusu duymaktan nefret ederim, acıma hissettim ona karşı. Eski hikayesi hala rahatsız ediyormuş, içinde acı kalmış, kendisinden 10 küsür yaş küçük hemcinsi ile aşık atma çabasına girmiş. Ne kadar kötü, ne kadar acıklı hatta ezik. Bir de dedikodu gerçek olsa içim yanmayacak ama değil. Gerçek olmayan bir lafın uğruna kendini küçük düşürmek için insanın şahsi bir mevzusu olması gerekir, şahsiyeti ile sorun olması gerekir.

P.S. kool ötesi bir insan olan olan j.a. bunu duyunca "aaa ne kadar acı, boşver çocuğum bunlardan daha çok göreceksin, en iyisi hiç görmemek" yorumuyla zaten doğru olduğuna inandığım yolu iyice çizdi. "bakıp görmemek" de benim birisiyle başıma gelen çok kötü bir şeydir, çok iyi yaparım: gerçekten de bir insana bakıp onu görmem. kendiliğinden öyle oluyor ama ne gerek var değil mi
P.S.(2) ama gerçekten iyi bir insanım galiba ben. ancak biraz da Godiva'yım ama. Sanki bu dedikodular bu godiva halimden gelişiyor ama umrumda değil.

Ne balon ne şekerleme hani 23 nisan


güzel hava, kötü çin yemeği, asmalı, galata, anemon oteli ve gayet geyik terası, robinson, man ray, nietzsche, dedikodu, bomba, vazo içinde gelen dondurma, nişantaş, gün ortası uyku, m., fotoğraf makinesi şarjı...

Ama ne balon aldı bana, ne de şekerleme... Sözde benim bayramımdı kutlayamadım bile. Enginarla kandırdı beni. Ben muzırlık yapacakken şekerlemelere, çikolatalara, tuzlu fıstıklara boğulacakken önüme enginarı koydu, uykudan kalkmıştım huysuzdum tepki bile veremedim. Ayrıca "masayı kurmuyorsun tembelsin" dedi. Tembel miyim? Galiba evet ama sadece bazı konularda.
Olsun ne balon aldı ne de şekerleme...

Wednesday, April 23, 2008

İngilizler

Alemlerde gezsem de bir yerlerde mekanlarda maça rastladığımda kafamı uzatıp baktığım için dün çok sevdiğim Liverpool'un zerre hazzetmediğim Chelsea ile beraber kaldığını öğrendim (hemen üşüşülmesin "neden" "neden" diye: sevmeme sebebim bizi yenmeleri değil. eskiden beri sevmem, toplama takım işte). F.A. da maç bitiminde biricik evladını aramış ama bulamadığından yorumu sabah yaptı "bu işler böyle kızım, bak koskoca takım son dakikada kendi kalesine attı. bu arada sana güzel bir sürprizim var. haftasonu sana da bilet buldum gelir misin?". Ben şok halindeyim tabii bu lafa. Dedim hayatta o maçta oraya gelmem, yensek de gelmem. küfürlerden filan değil ama o maçta o stada ayağımı atmam, yanımda seninle ve bütün o takımınla orada olmam. Gerçekten ilginç bir insan kendisi. Sen bulma bulma git bu pazar günkü maça yer ayarla. Ne kadar ince bir hareket!

Neyse ingilizler demişken beğeniyorum Joe Cole'u. East London'lu kendisi. Yani biraz varoş oluyor; bizimkiler gibi. Galiba topçu takımı biraz böyle-genele vurulduğunda. Ama nedense bizde böyleleri pek çıkmıyor, hep bir ayı, hep bir çirkin hakim.

Bayramımı kutlamaya çıkacağım birazdan, ingilizlerin şerefine Cantona tişörtümü de giyerim eteğimin üzerine. Yalnız sanki biraz dar! İngiliz kızlarının göğüs kısmı pek yok galiba. Keşke m isteseydim.

Eski insanlar eski zamanlar

Gece alemleri ilginçtir. Çok kalabalık olsa da, her daim yeni insanlar yeni yüzler gelse de bir şekilde insanlar birbirlerini tanırlar. Özellikle de birbirlerini tanımasalar da tanırlar.

Dün, aslında sevdiğimiz ama dün ayrı bir şekilde kalabalık olan mekanda bir çift gördüm ki...bu kadar mı sinir olabilirim, olabiliriz. Genelde huysuz olan benimdir ama bu sefer hemfikiriz ikimiz de. Kız zaten büyük kokainman mankenlerden, çocuk da eskinin tıfıl baleti bugünün maço erkeği. Çocuğu çok eskiden tanırım. Herhalde 15 yıl önce. Benim elimde şişe ile dolaştığım günlerden. Daha o zaman böyle erkeksi değildi, tıfıl bir oğlan çocuğu idi. Hadi o tıfıllık vs başka insan büyür gelişir ama o zamanlar böyle "maço" ve "sadece pozdan oluşan sert erkek" tavırlı değil aksine iyi ve eğlenceli bir tipti. Kız zaten o zamanlar buralarda, alemlerde mekanlarda değil, doğup büyüdüğü küçük şehirde ilk gençliğini geçiriyordu. Kız sonra buralara gelince kendisini kaybetti, keşfedilince de feci çirkef bir tavırla alemlerde boy göstermeye başladı.

Dışardan "girerim ben buna" vs gibi dursam da toplum içerisinde öyle kolay kolay olay çıkartmam, kavga etmem, skandal yaratmam kısacası ilgilenmem olaylarla. Dün de benzer bir şey oldu. Olayı geçiyorum-gereksiz- ama ayrı ayrı çirkin beraber de çirkin insanlar vardır. İşte bu ikisi onlardan. Kız gerçek anlamıyla çirkin değil elbette ama çirkin işte. Çocuk hele...Ve beraber nasıl çirkinler ve daha da çirkinleşiyorlar. İşte gece alemlerinin çirkin yüzlerinden birkaç sima daha.

whatever... ben tanıdığım bu çocuğa selam vermem-gereksiz çünkü. Ama tanıyıp da selam vermediğim insan pek yoktur, nadirdir, böyle bir hareket yapanı da ayrı gereksiz bulurum.

P.S. Her şeyden ayrı bugün benim bayramım. 23 nisan.....çok güzel.....

Tuesday, April 22, 2008

Gün ortası

Miller ne kadar kötü bir bira. Of of. Bence gerçek bira tadı Efes ve türevleridir (guinness hariç bu arada) . Yani bière blonde da denilebilir. Öyle Corona, Miller filan hiç sevmem.

Burası ilginç yer, kimi zaman gün ortasında içkili toplantı, gün ortasından geceye uzayan ofislerden lokantalarda devam eden toplantılar filan...

Dediğim gibi Miller bira değildir, sevmem, seveni de sevmem valla.

Lakap


Az önce telefonu kahkahalarla kapatıp yeni lakabımı düşündüm. Benim kadar çok çalışan, çok katı mesai saatlerine sahip olan, hele hele aynen benim gibi hiç kaytarmayan pek sevgili arkadaşım M. bana bundan sonra Godiva lakabını uygun görmüş. Hemen şımarıkça sordum "çikolata gibi tatlı olduğum için mi?. Kahkahalarla "tabii o da olabilir de başka bir şey, sadece seni iyi tanıyanların anlayabileceği bir şey bu. Sesli harfleri de düşüreceksin öncelikle işte oradan anlaşılıyor ama tanıyan anlar".
Ben beğendim, çok da uygun sanki ama bilene...

Sabah konuşmaları

Bu varoşun ortasındaki yere geçtiğimizden beri odada yalnız olmadığım için sabah konuşmalarım biraz daha edepli, seviyeli olsa da bazen olmuyor tabii. Bu hafta bizim haftamız ya, M. ile başladık plan program uygulamaya. Bu gece ilk gece (içimden sıcak bir su aktı), her şey ayarlandı. Ancak kendisi çok yorulmuş benim med cezir ruh halimden (vay vay med cezir ruh hali filan, bir nevi jack kerouac), ayrıca beni ofiste bu kadar erken de beklemiyormuş maşallah erken gelmişim filan filan.

Diğer dedikoduları da yazardım ancak çok yoğun bir insan olarak toplantıya gitmem lazım.

P.S. Ben ve med cezir ruh hali? Hiç de öyle değil....

Monday, April 21, 2008

Sabaha kadar


Sabaha kadar yapılanlar muhtelif. İş, ders, seks, hesap, kavga, güvenlik, keyif, müzik, deniz, yüzmek vs...

Bilmem kaçbin dönümlük arazide ufak gruba verilmiş kutlama yemeği sonrası eve dönüşte havanın güzelliği ve hafifliği sebebiyle nedense sabaha kadar sözde çalışmaları hatırladım; ertesi gün sınav varmışcasına bahar aylarında pencere açık okuduğumu, tekrar not aldığımı, radyoda f.i.p. dinlediğimi vs.

Tembel bir öğrenci olduğum ve hiçbir zaman günü gününe çalışanlardan veya çalışıp da çalışmıyormuş gibi yapanlardan olmadığım için yumurta kapıya dayandığında gece çalışırdım.,

Güzel şeydir gece çalışmak. Gecenin zaten kendisi güzel ama nedense bahar-yaz geceleri esen meltem ile daha bir başka. Bir de alışkanlık galiba gece çalışma huyu. J.A. değil belki ama F.A. hiçbir zaman 08:00-17:00 arası çalışan bir insan olmadığı için ondan gördüm herhalde. Kendisi gece de çalışır, pazar da çalışır, hele hele İletişim zamanı sabaha kadar işte kalınır ve çalışılır. Muhtemelen böyle gördüğüm için de gece çalışmak bana garip gelmez aksine doğrusu buymuş gibi gelir.

Dışardaki havanın bana pencereler açık halde içeriyi anımsatması ilginç ama duyularla hatırlamak böyle bir şey olsa gerek. Hava çok güzel, çok hafif, çok tiril tiril. Uzun zamandır da ne gece çalıştım, ne de pencereler açık evde notları okuma sonrası sınava gittim. Ancak erken gelen bahar havası birden eskiyi anımsattı, biraz burayı ama daha çok orayı (çünkü burada hiç ders çalışmazdım. orada ise biraz da olsa çalıştım, tez filan yazdım). Galiba en çok baharda özlüyorum orayı. Merde...

Siyah

La Perla zaten muhteşem bir marka bir de La Perla Black Label diye bir şey yapmış ki akıllara ziyan. Aman derim ben, mümkünse görmeyeyim, bir mağazada alışveriş merkezinde çıkmasın karşıma. Ayrıca fiyonk güzel şey iç çamaşırında...


Nedense siyah bir ağırlık bir haysiyet katıyor markalara. Herkes, her marka bir black label yaratma peşinde.

Viskide de black label daha bir haysiyetlidir (blend viski için elbette). Onu da seviyoruz, seveni seviyoruz.

Hissiyat

Hissiyat ne kadar önemli şey. Tesadüf ile hissiyat birleşince tam benim sevdiğim yaşam biçimi çıkıyor ortaya. Tesadüfler, karşılıklı hissiyatlar, onu bilmek, onun beni bilmesi, söylemeden hissetmek filan...eğlenceli, güzel şeyler bunlar.

Günlerdir aklımdaydı, technics 1210 için onu aramayı düşünüyordum ama üşengeçlik filan kalmıştı öyle. Az önce telefon çaldı, kocaman bir Boogie Boy yazısı (yeni telefonda eşşek gibi kocaman görüyorum arayanları, mesajlar da öyle ama o çok iyi bir şey değil tabii). Fotoğraf çekmeye gelmiş, mekan bakıyormuş...Hemen uçtum yanına pembe satin babetlerimle. Keşke başka bir şey isteseymişim, dileseymişim. Neyse hem technics 1210 talebimi söyledim, hem de hasret giderdim.

* " plus on prête attention aux coincidences plus elles se produisent ".

v. nabokov

Bugün, bu hafta

Ofise yeni gelen bir insan olarak gayet rahat gayet tiril tiril bir halet-i ruhiye içerisindeyim. Bahar gelmiş, bu hafta 23 nisan var en sevdiğim bayram, mutluluk hali hakim.

Bugün, bu hafta ayrıca güzel çünkü burası tatil 1 hafta boyunca. Bize tatil değil ama ben kendime tatil yapmaya çalışacağım elbette, kim tutar beni ofiste, tatilse herkese tatil (gerçekten bir gün kapının önüne koyacaklar).

Bu hafta yine çok güzel çünkü B. & R. iş seyahatlerine gittiği için M. ile müthiş programlar yaptık: rakı olur, disko olur, beyaz lalelerle ev olur, kahvaltı olur, olur da olur, her şey olur bu hafta...

Çok da güzel pek de güzel...

Sunday, April 20, 2008

Never on sunday # 4

Rock-punk-indie'den sıyrılıp 70lerin soul-funk diyarına düşmem 2000 yılına denk düşer. Sıyrılmak demek sevmemek değil sadece artık başka şeylere doğru ilerleyebilmekti. Müthiş bir vaha gibiydi. Oyuncak dükkanındaki çocuk gibiydim. 2000-2002 arası zaten fevkalede eğlenceli geçiyorken orada bir de müzik açısından neredeyse delirdiğim dönemlerdi. C'était trop bien...

1976 yılı...Vibrafon sanatçısı Roy Ayers "Everybody loves the sunshine" adlı albümü artık İngiltere dışında yeni sanatçıya albüm basmayan 70lerde Polydor'dan albümü çıkartıyor. Bence albümün her şarkısı bu kadar etkileyici değil ama soul müzik tarihinin önemli albümlerinden. şarkı da-everybody loves the sunshine- herhalde James Brown'nın The Boss adlı şarkısından sonra en çok sample olarak kullanılan şarkı olarak geçer. Bugüne uygun şarkıdır Everybody loves the sunshine. Kısaca never on sunday- kaldığımız yerden.


Son veda

Hemen herkes kendi ölümünü düşünür. Veya hayatının bir döneminde düşünmüştür ki bu genelde "ergen" döneminde olur, ölüm üzerine senaryolar yazılır, yok tören şöyle olsun, acaba bu gelir mi o gelmez mi diye düşünülür. Sonra da hayatın içine girdikçe, hayat hayatı yaşamakla geçmeye başlayınca o düşünce de geçer gider insanın aklından. Ta ki yaş bir yerlere gelip kayıplar başlayınca...

Dün Pippa'nın cenazesi kendi şehrinde yapılmış, yeşiller içerisinde, ona uygun onun istediği şekilde, şerefine kadehler kaldırılarak. Ben de öyle isterdim, arkamdan güzelce eğlenilsin, kadehler kaldırılsın, güzel müzikler dinlensin çalınsın. Biz öyle yapmıştık, yıllar önce ailecek çok sevdğimiz, J.A. & F.A.'nın 30 yıllık arkadaşına veda ettiğimizde Bence çok güzeldi, çok sevilen birinin hiç istenmeyen vedasını kabullenmek zordu ama veda ediş biçimi ona uygundu, onun isteyeceği şekildeydi. Sanırım bu biraz da insanın hayatı nasıl gördüğü nasıl yaşadığı ile ilgili. Hayata duyulan bağ, tutku ile ilgili.

whatever...Bugün pazar; bunlar da ağır değir aksine hayata duyulan bağ ile ilgili konular. Amaç üzüntü hüzün olmadığına göre her şey bir şekilde hafif-ama gerçek.

Saturday, April 19, 2008

P.S. # 5

Neredeyse 500 saatlik bir uykunun üzerine halen süren bir halsizlik...Bilmiyorum ne olduğunu ama ben yoruldum yorgun ve halsiz olmaktan. Belki de ölümcül bir hastalığın pençesindeyimdir.

whatever...

Söylenerek değil çok gülerek kalktım bu sabah. Muhtemelen halsizliğim devam edecek ve ne yapacağımı bilemiyorum ama komik rüyalarla uyandım (o kadar uyumak istemişim ki sabaha karşı gelen çirkin ama karizmatik erkek b.'nin "gelip alayım seni" telefonunu bile "uyuyacağım ben" diyerek kapatmışım).

Bir de kalkıp spora gitsem...

Bir de herkes beni çok iyi tanıyormuş gibi karakter ve yaşam tahlillerinde bulunmasa... Gerçekten çok sıkılıyorum bu beni çok iyi tanıyormuş, tüm hayatımı biliyormuş gibi düşünen, yorumlayan insanların hareketlerinden.

whatever*2 hava güzel sanki, bir de spora gitsem müthiş olacak.

Friday, April 18, 2008

Cuma eğlencesi # 16

Cuma günü, bahar günü, telefonda laubali laubali B. ve M. ile konuşmalar derken açılışı yapayım. Kendileri şu müthiş zengin müthiş people müthiş people ikizlerden bir tanesi. Üzerinde vintage bir Missoni elbise ki çok güzel bir elbise, çok harika bir marka ancak ve ancak o kafanın üzerine takılan nedir anlayabilmiş değilim herhalde anlayamacağım da. Feci gülünç. Kötü filan demiyorum gülünç, ridicule, grotesque artık neyse ne. Gerçekten yorumlayamadım o yüzden geçiyorum ama elbiseyi alıyorum, pek beğendim.





Çirkin bir kadın ama tarzı olan bir kadın (müzisyenliğini, yeteneğini zaten geçiyorum). Barcelona'da aynen böyle giyinen kızlar vardı sokaklarda geceleri. Çocuk kendisinin ve hapiste olan kocasının değil bir arkadaşınınmış ama bu kadın o adamdan, öyle arıza bir ilişkiden çocuk yapar mı? Bence yapar. Kadınların vardır böyle halleri; çocuk doğurarak adama dair her türlü kontrolü ele geçireceğini düşünür ama çocuğa yazık olur mu olmaz mı pek ilgilenmez açıkcası. Hep söylerim kadınların böyle tehlikeli halleri vardır. Farkedilmez ama vardır. Övünülecek bir şey midir? bence hayır ama hırs, intikam, cehalet başka şeyler tabii.





Fantastik 4'lünün benden geri kalanı pek beğenir ama bence "çocuk" tipli bir şeydir bu adam. Ne erkeksi bir hal, ne şöyle haysiyetli ağır bir duruş hiçbir şey yoktur, bebek yüzlü işte. Kısacası beğenmem. Koymamın sebebi resmin gereksizliği. Bir insan kim olursa olsun neden eli ayağı tutabiliyorken, yaşlı ve sakat değilken güneşten neden şemsiyesini başkasına taşıtır, hem de arkadasından gelecek şekilde. Bir Puff Daddy gibi bir görgüsüz yapar, görmüştüm vakti zamanında ama ondan bekliyoruz böyle ucuz ve "paramla satın alırım" hareketlerini. Ancak NY doğumlu, oyuncu bir aileden gelmiş, hali vakti yerinde, puff daddy gibi yokluk içerisinde büyümemiş, yale male gibi ivy league okullarına gitmiş bir insan neden yaptırtır ki böyle bir hareketi? Neyi ispattır bu? Bırak o kahveyi de şemsiyeni taşı diyesi geliyor insanın. Büyük hayal kırıklığıdır şu hareket.

New York'ta Gap gece yapmış herkes gitmiş Anna Wintour gitmiş olay olmuş. Gap gibi orta orta bir markanın gecesinde koskoca Anna Wintour. Chanel tweed set ve kürkü ile her zamanki haliyle dolanıyor diyelim ama o çizmeler olmamış. Anladık hayvanları öldürüp boğazına sardığı kürkün rengi ile uyum istemiş ve o rengi seçmiş ama çizmenin şekli, topuğun boyu rengi filan bir şekilde fazla durmuş. Ama yine Anna Wintour Anna Wintour'dur.





Bu hafta herkes geri dönmüş alemlere. Hana Soukupova da. Burada çok güzel değil. Saçı başı sıradan. Öncelikle gögsü yok o yüzden böyle elbiseler göğüs kısmını boş gösteriyor şişirmiyor düz duruyor. Ayrıca muhteşem bacaklarını kapamış. Benim elbiselerime benziyor. Diz kapağına kadar. Bacaklarım kendisininki gibi muhteşem olsa herhalde kıçıma kadar açarım. Ama herkes kendinde güzel olanı açmalı bence. Ve yine bir ayakkabı sorunu var kendisinin, ayrıca bir tanesinin bantı sıkışmış. Sıradan ama kendisi güzel kontenjanından olduğu için geçer sınıfı yoksa giyinip sonra da poz filan vermesin.

Sabah keyfi # 5

Garip bir bahar sabahı bu sabah. Ne sıcak yani tiril tiril giyinme sanşı veriyor ne de soğuk, kapanmaya gerek duyuyor insan. Oysa ben kahve eşliğinde keyifli olmak istiyorum sabahları. Müzik dinleyip öyle çıkmak istiyorum evden.Bir de tiril tiril giyinmek istiyorum-öyle çok sıcak olmadan.



1963 yılına gitmek istedim bu sabah.Hem de Ipanema plajına.

Caz çağı

waldorf-astria, manhattan new york, 1899

1800'lerin sonunda kardeşler arasıdaki para mevzuları sebebiyle iki ayrı otel olarak açılıyor ama sonra birleşiyor. 1930'da Schultz-Weaver isimli mimarlar otele art-deco dokunuşu yapıyorlar ve tarihi güzelliğine kavuşuyor. Caz çağında ise belki de en glamour günlerini yaşıyor. Tres luxe, tres elegant (aksanları unuttuğum düşünülmesin, sadece bu bilgisayarda nerede olduğunu bulamıyorum)

Caz çağı...nasıl da uygun bana.


Thursday, April 17, 2008

Motto # 14

f. s. fitzgerald, 1925

* " it takes two to make an accident", the great gatsby, chapter 3


Gerçekten en sevdiğim yazarlardandır. F.S.Fitzgerald. Sırf onun yüzünden eğer üniversiteye okyanusun oraya gitmeyi düşünseydim Princeton'a gitmeyi düşünürdüm. Acıklıdır ama güzeldir. Jazz Age de öyle. Hepsi aslında. Çocuğum olsa okuma yazmayı söküp biraz bir şeylerden anlamaya başlayınca önüne koyacağımdır. W. Faulkner, O. Henry, M. Proust ile beraber. Ya çocukken okuma alışkanlığı elde edersin ya da eksikliğini dahi duymazsın.

Motto # 13

"All good writing is swimming under water and holding your breath"
F.S. Fitzgerald

"carb" meselesi


Günlerdir ülke sanki kıtlığa girmişcesine "pirinç" meselesini konuşuluyor. Fiyatı yükselmiş, kıtlık geliyormuş ama eğer "birkaç gün pirinç pilavı değil de bulgur pilavı yersek sorun giderilirmiş" hatta sabahın 5'nde pirinç için kuyruğa giren insanlar televizyonlara "aç kalmak istemiyoruz" diye konuşmuşlar. Pirinç ne kadar önemli bir besin kaynağıymış...Hoş türkler için hep "eğer yemekte ekmek yoksa türkler doyduklarına inanmazlar" dendiğini duymuştum ama bu kadar da karbonhidrat düşkünü olduğumuz anlamamışım.
Ateşinde sürekli pilav-et, makarna-et pişen bir evde yetişmediğim bana oldukça garip geliyor yoğun karbonhidrat tüketimi. Karbonhidrat denilen şey insanı mutlu ediyor ve kimi zaman en güzel, en keyifli yemekler domates soslu bir makarnanın etrafında şekillenenler oluyor. Ancak yoğun tüketimi o kadar da sağlıklı değil.
Garip bir ilgi ile izliyorum olacakları. Dünyada gerçekleşecek kuraklığa akabinde gerçekleşecek yoksunluğa, fiyatların tavan yapmasına filan elbette duyarsız yaklaşmıyorum ama bir aile ne kadar pilav yiyebilir ki? Nedir bu kadar üzülünen, kaygı duyulan (kuraklık, yoksunluk, fiyat gibi konuların dışında) ?
Dediğim gibi yaz-kış dolabı açtığımda zeytinyağlı gördüm; pilavı da eskiden güzel yapardım, artık hemen hiç pişirmediğim için beceremiyorum, hele tereyağlı pilav... aman diyeyim, almayayım. Ancak domatesli olabilir. Tam pirinçli domatesli pilav. Normal şartlarda hiçbir şekilde beyaz un, beyaz şeker yememem gerekiyor ama işte karbonhidrat bu, kimi zaman insan kendini zaptedemiyor. Sabahın 5inde pirinç kuyruğu. Ekmek, un olsa yine anlayacağım ama pirinç ya...

Wednesday, April 16, 2008

Graffiti

"Benim dinlediğimi o da dinlesin, duysun" diye önce toplama kasetler, sonra toplama cdler hediye edilirdi. Ben galiba hala ediyorum. Seviyorum da hediye etmeyi. Hmm gayet iyi bir insanım galiba.

Eski şarkılarla hep beraber


İstanbul belki çok büyük bir şehir ama bir o kadar da küçük bir şehir. Herkes bir şekilde, bir yerlerden tanıdık, gidilen yerler hep aynı, hep bilindik. Her yıl festivaller oluyor, dünyanın en pahalı en ünlü şarkıcıları, müzisyenleri konsere geliyor, biletler satışa çıktığı an tükeniyor vs. Demek ki böyle bir kitle var, böylesine bir talebi yapan var. Ancak yine bazı eksiklikler var. Mesela koskoca şehirde bir tane doğru düzgün kulüp yok. Elbette tek tük bir şekilde işleyen, dolup taşan yerler var, elbette underground gençliğin eğlendiği yerler var ama ne gerçek anlamıyla bir kulüp ve onunla beraber gelişen bir kulüp kültürü hatta gece hayatı kültürü yok.


Müzik garip bir şey. Salt sanatın bir dalı olmasından öte hayatı, gündeliği etkileyen anlatılması çok da kolay olmayan bir olgu aynı zaman da. Hal böyle iken şu şehirde güzel müzik çalan kaç yer var? Yok. Hep aynı şeyler, elektronikse elektronik, rock ise rock ama iyi müzik çalan iyi gece kulübü yok. Mekanlarda konserler var, ses düzenin olmadığı yerlerde sırf time out ödülü aldı diye dj geceleri var. Kısacası şehre yakışan bir yer yok. Olmadığı gibi onu takip edecek insanlar da yok çünkü çoğunluk müziğin peşinde değil de, bir modanın bir akımın peşinde olan müzik bilmeyen, müzikten anlamayan insanlar.


O yüzden her seferinde çıkıldığında gidilen yerlerde hem tanıdık mekan, tanıdık insanlar faktörü bir de bilindik şarkılarla süslenince ortaya 90lar seattle, 80ler londra, biraz 70ler new york karışımı bir dinleti çıkıyor. Hepsine katılıyoruz, sevdiğimiz şarkıları ezbere söylüyoruz ama müzik dinlemek bu değil. Hayır, gece çıktığımızda müzik dinlemiyoruz, sadece eğleniyoruz. Ama müzik dinlemek istiyoruz. Ya da en azından ben istiyorum. Belki de bu yüzden evinde eşşek gibi plazma/lcd ne boksa televizyonundan öte müzik sistemi olanları kendime, kendiminkine yakın görüyorum, hele bir de ortada plaklar varsa mümkünse orada yaşamak istiyorum. Vive la musique deyip epey bir klişe ifade ile bitireyim.
Yine gece, yine eğlence ve yine aynı müzikler...dün gece.

Tuesday, April 15, 2008

Sabah keyfi # 4


Sabah sabah yaşamak istediğim sahne (portakal suyu hariç, sabah içemem midem bulanır). Bahar güzeldir Fransa'da. Özellikle de sabahın erken saatleri. Bütün kafeler doludur, çoğunlukla da bizdeki gibi illa ki 2 ve + olarak değil tek kişi masaları işgal eder; işe giderken, okula giderken, evinden çıkıp mahallesindeki kafeye uğramış insanlardır. Kahvesini içerek croissant'ını yer ve gazetesini okur. Unutmadan, sigarayı da eklemek lazım. Ya cebinden paketi çıkarır ya da kendisi tütün sarar.

Gerçekten sabahın erken saatleri çok güzeldir bazı yerlerde. Burada da güzel ama burada kimse sabah erken dükkan açmıyor. Hele bizim mahallede, hiçbir şekilde 10dan önce güleryüzlü garson, açık mekan veya sıcak taze poğaça bulmak mümkün değil. O yüzden sabahın erken saatleri sonradan gelişmiş -patlamış- kafe kültürü açısından kabus.

whatever... Kahve, croissant ve le monde. Bu sabah isteğim olsun.

Monday, April 14, 2008

Günümüz ingiliz işçi sınıfı


1997 yılında çekmiş olduğu Nil by Mouth adlı filmin kendi hayatından kareler taşıdığını söylemiş Gary Oldman. Filmde de çok çalışan çok yorulan fabrika işçisi bir anne, sürünen çocuklar, alkolik ve işsiz bir baba, sosyal konutlarda yaşanan hayatlar Gary Oldman'nın güney Londra'da alkolik bir baba ve evi geçindirmeye çalışan bir anne ve kardeşlerle geçen hayatından çok da farklı değil. Belki bu yüzden de çok iyi bir film. Çok gerçek. Abartısı veya süsü yok. Aynen olduğu gibi. Oralarda working class hero yok, her şey siyah, her şey kasvetli. İngilizlerin dediği gibi reality hurts. Seyrettiğimde çok beğenmiştim. Uzun zaman oldu. DVDsini bulsam alacağım. Bir de korsan almamak gibi bir takıntım var ki hiçbir şey bulup da alamıyorum.

Haftasonunda İngiltere'deyiz


Yeni reklam serisiymiş. Enjoy England. Bizim için haftasonu şöyle bir gidip gelmek çok kolay değil; vizesi var, uçağı, havaalanı var, vergisi var ama komşuları için İngiltere'ye gitmek epey kolay. Hele Paris'ten, pıt hızlı trene biniliyor, denizin altından geçilip london'a varılıyor.
Dediğim gibi sömürge durumu ve İrlanda olayı hariç ingilizleri severim. Müziğini, futbolunu, edebiyatını (ama dünya kupasında filan asla ingiltere'yi tutmam. aynen almanya'yı tutmadığım gibi) . Yemekleri tartışılır da çok da dert değil, multi-kulti yer orası her millet her milletin yemeği de mevcut, o yüzden yenilir illa ki bir şeyler. Ancak ingiliz orta sınıf altı, işçi sınıfının vahim bir durumda olduğunu kabul etmek gerekir. Ortada öyle Working Class Hero durumu pek yoktur. İlla ki bir yerlerden, bir şekilde çıkar ama genel olarak Gary Oldman'nın yönettiği Nil by Mouth filmi gibidir.
Ancak reklamın dediği gibi Enjoy England.

Sunday, April 13, 2008

Şarkı isteme saati # 2

* Idiot Prayer, Nick Cave, The Boatman's Call, 1997

Beni vuran şarkılardandır. Belki artık eskisi kadar sık dinlemiyorum, belki artık elimde şarap şişesi evin içinde dolaşmıyorum ama etkisi her daim olduğum yere çivileyendir.

Kadim dostum yarın gidiyor. Son bir kez göreceğimi sanıp göremedim, sokak ortasında sarılıp öptüğümle kaldım. Belki çok uzun değil, kısa dönem ama yine de uzun geldi bana, bize. Daha öncesinde uzakta ve uzak kaldık ama insan yaşlandıkça dostlarını kaybetmek, onlardan uzakta olmayı istemiyor, sahip olduklarına daha çok tutunmak istiyor. Zor şey dostluk denilen şey. Kimi zaman kavgalı, kimi zaman duyarsız, kimi zaman tepkisel olunsa da bu insani bir şey, herkesin kendi hayatı kendi dertleri kendi bencillikleri oluyor. Ancak önemli olan zaten sahip olunan "dostluk" için çaba sarfetmek, özen göstermek. Gerisi geliyor zaten.

whatever...

Yarın sabah gidecek olan Sekvotka'yadır bu şarkı. Daha fazlasını yazmaya gerek yok, biliyoruz işte. Ama içimden geldi.

Uğur ve uğurlu insan

Bazı insanlar uğurludur, uğur getirirler. İnanırım ben bu çocuksu düşünceye ama daha geçen gün aklımdan geçip de gerçekleşince inanmaya devam etmeye karar verdim.
Cuma geceki rakı masasından sonra F.A. dünkü maça beni de götürmek istediğini söyledi. O takım, o stat filan ben pek rahat değilim, heyecanlı hiç değilim elbette ama karşımda çok heyecanlı, çok coşkulu bir F.A. olduğu için de bir şey demedim, olur ama yanımda kim olursa olsun, nerede olursam olayım hayatta alkışlamam, hayatta tebrik etmem, karşı takımı tutarım dedim.

Dün öğlene kadar gidiyorum diye düşünüyor, ona buna söyleyip bir de "hehehe bakarsın uğursuz gelir, yenilmelerini sağlarım" diyordum. Demek ki erken konuşmamak lazımmış. Öğleden sonra maçtan 2 saat önce F.A. beni arayıp "ya sen gelme şimdi, kaybederiz filan, başka maça gelirsin" deyip beni ekti. Söylediğine göre sonra çok üzülmüş ama daha sonra gidermişiz, ben sevmezmişim zaten öyle şeref tribününde filan oturmayı, sinir olurmuşum yanımdaki ayılara... Hani doğrudur da yenmiş olmalarına filan sinir olduğum için şimdi her şey bir yana inattan gitmek istiyorum. Gidip uğursuzluk getirmeyi istiyorum... (yazıyorum da böyle umarsızca keşke kimi zaman yazdığım kadar kötü biri olsam. ben giderim farklı kazanırlar filan ben iyice yıkılırım).

Bu arada takıma da maşallah; kıçlarını kaldırmayanların, milyon dolarlar alıp oynamayanların hepsi aslan kesildi adamı göndermeyi başarınca. Demek derin topçu gücü böyle oluyormuş. Hadi bakalım.

Neyse pazar pazar eleştirilerime başlamadan bitireyim. Never on sunday diyeyim. Hani bahar havası gelmişti, sıcaklık artacaktı, tiril tiril olacaktık? Neyse yine de never on sunday...

Gece X

Aslında A. ailesi yemeği olacak iken J.A.'nın hastalığı sebebiyle baba-kız yemeğine dönüşen akşam yemeği, asmalı cavit, yeni rakı, F.A.'nın mekanı beğenmesi, geceye Sekvotka'nın son vedalarından birine devam, urban, babylon lounge, açılan Henkel marka şampanyalar, rakının üzerine şampanya, yan, herkesin beni Sekvotka ile beraber olduğumuzu sanma talihsizliğinin ve yanılgısının ortaya çıkması ve bunun üzerine kutlama shotlarının ikramı, saat 5:00, eve dönüş.

Fantastik anlar:

* Asmalı Cavit'e J.A. ile çeşitli kereler gitmiş olsam da F.A. hiç becerememişti programını ayarlamayı ama gün meğer dünmüş. Dükkan sanki benimmiş gibi sahibinden garsonuna herkesle tanıştırma faslından sonra en ilginç olay insanların gelip F.A. 'ya " ne kadar şanslısınız baba-kız rakı içiyorsunuz" demesiydi. Gerçekten neyin bu kadar ilginç geldiğini anlamadım.

* Meğer herkes beni kadim dostum Sekvotka ile beraber sanıyormuş ki...bu bence en fantastik anlardan biriydi benim için. Yani çok samimiyiz, çok yakınız, çok seviyesiziz de ama bu arkadaşlık olamaz mı? Kadın erkek illa "ilişki" mi yaşayacak? Belki çoğunlukla öyle ama arada bir çıkıyor istisnalar. Bizimki de bayağı şahane bir istisna. Ama kısmetimi kapatıyor mu? Muhtemelen, karşılıklı kapatıyoruz. Gidiyor. Askere. Pazartesi. Üzgünüm. Hem de çok.

Friday, April 11, 2008

Panayır yeri

Şu an burası tam anlamıyla kasabanın ortasına kurulan panayır yeri gibi...

Bir yanda bugün başlayan festivalin kurulumu, soundcheck için gelen müzisyenler, eyüp belediyesinin varoş break dansçıları, sucuk ekmek tezgahları, bir yanda ülkeyi ziyarete gelmiş komisyon başkanı portekizli politikacı, haliyle peşinden gelen polis, koruma, vs ordusu, bir yanda kozmetik markası ödül töreni hazırlığı derken burası bitmiş vaziyette.

Yemin ediyorum asıl kaçmam gereken gün buymuş ama o kadar çok kaçtım ki şu ana kadar bugün hiç kaçamam. Talihsizlik... Ve bugün cuma!

Eklemeyi unutmuşum: Portekizli adam geldi, korumalar ve polislerin yanı sıra bir de televizyon kanalları ve protestolar da geldi. Demokratik bir yerdeyiz valla, adam içerde konferansta çocuklar dışarda protestoda. no pasaran diye de yazmışlar.

Cuma eğlencesi # 15

Yenilebilir sepetin tadı güzel de resmi o kadar sevimsiz web tasarımı görünümlü ki haysiyet ve zarafet yüklü sayfamın tam ortasında durmasını istemediğimden cuma eğlencesine hemen başlıyorum.Hemen herkesin beğendiği kadındır. Şimdi ben "çok özellikli bulmuyorum" diyeceğim olay olacak. Evet kendisi sarışın (ama gerçek değil. aslında kumral kendisi ve sonradan yapma sarışın), evet mavi gözlü, evet uzun ince, evet meleksi bir yanı var ama o kadar işte (meleksi ile beraber domez, mıymıy hatta neredeyse ezik bir bakışı, görüntüsü var). Bir artısı yok. Ve giyinmeyi bilmiyor. Yıllarca kendisini bir ikon yapma sevdasında olan modacılar artık vazgeçtiler bu sevdadan. Şu kıyafetle her şey ortada zaten. Nereden, kaç paraya alınmış olması farketmez, bir şey olmamışsa olmamıştır. O elbise bizim Beyoğlu'ndaki pasajlardan alınmış gündelik bir wrap dress bozması elbise gibi duruyor (ki belki d.von furstenberg imzalıdır ama yazmamışlar bilemedim). Renkler kötü, uyum kötü, saç kötü ayakkabılar ise facia. Buradan çok belli olmuyor ama inanılmaz çirkin. Kim olduklarına dair bir fikrim yok ama yer NYC, bunlar da birileri işte. Buraya koyma sebebim "poz". Birden ben ve çekilen resimler gibi düşündüm. Bunlarınki biraz daha farklı sanki ama benim klasik pozumdur, elimi omzuna atar yanağindan öperek poz veririm (yalnız farkettim hafif sapık bir görüntü veriyor bu poz. hemen toparlanayım diyeceğim ama yalannn). Kızın ojeleri de kırmıza ya, sanki déjà vu'msü bir resim karesi oldu.

Bugün Anna Wintour yok (ki sabah gidip anna wintour olmuşum. gerçekten kapının önüne koyacaklar beni. gerçekten atacaklar bir gün ), Hana Soukupova geceleri çıkmamış; o da yok, o halde güzel çift ile bitireyim.

Adam zaten irlanda kökenli, Queens'li muhteşem insan. Edward Burns. Yönetmendir, filmlerinde de oynar, sesi kısıktır, kısık kısık konuşur, karısı da malum top modeller zamanı 90lardan top model. Kadın da güzel adam da güzel, nadirdir böyle güzel çift. Bazıları güzeldir ama ruhsuzdur, bazılarında biri güzelken diğer dünya çirkinidir, bazıları beraber güzeldir. Bunlar ayrı ayrı da beraber de güzel.

Yenilebilir, dikkat!


Muhteşem şekersiz sütsüz kahveden sonra pek zarif bir görüntü değil ama dün ilk defa böyle bir şey ile karşılaştım. Pötit operasyon geçiren M.'ye bizden Fantastik 4'lünün geri kalanlarıdan gitti. Çok eğlenceli, çok zevkli. Bayıldım resmen. Bana gelse herhalde tutamam kendimi, hepsini yerim. Sabah eğlencesi olsun bari. Hatta en üstteki çikolataya batırılmış çilekleri ben şampanya ile yerim.

My sweet black friend

Güzelmiş fincan. Tabağıyla beraber. Tam diner/café fincanlarından. Bayılıyorum. Halen kahve makinem arızalı. Bugün dananın kuyruğu kopacak Merit ile (eğer aksi bir şey olursa bugün o akmerkez patlar, patlatırım ). Yılan hikayesi oldu resmen. Bir bu kahve makinesi, bir de yemek. Aman yarabbim, ne çetrefilli oldu, altı üstü bir kahve makinesi, altı üstü bir yemek. Şiştim.

Ama bugün gayet formumdayım, gün devam eder.

Thursday, April 10, 2008

Geldi!

Nisan-mayıs-haziran benim aylarımdır. Gerisi çok sıcak gelir, dayanamam, bayılırım filan ama şu 3 ay muhteşem keyif ayıdır benim için. İlkbahar gelmiştir, tiril tiril olunmaya başlanır, doğum günleri kutlanır, evde pencere sürekli açıktır, gece hava geç kararır, sokaklar insan doludur, vs...

Nisan geldi ama ben hastalıktan kurtulamadım, süründüm. Ancak hem bugün daha iyiyim, toparlandım sayılır (ama gerçekten sayılır-daha fazlası değil) hem de gemiler geldi. Artık havanın ısındığının, baharı geldiğinin habercisi olan "aşk gemisi" geldi....Işıklarını yakmış, öylecene duruyor. Daha tabii hava çok sıcak olmadığı için güvertede eğlenceler yapılmıyor ama gelmiş olması bile gelmiş olması dahi eğlenceli ve tiril tiril geçecek bahar günlerinin habercisi.

Nayır! Nolamaz

Gerçekten şu resmi görmeden önce bilmem kaç bin hektarlık arazide, yeşil çimenlerde sosyolojik gözlem yaparken "şu iğrenç beyaz çerçeveli gözlükler kaldırılmalı" ve etrafta gördüğüm sakallı kaba sakal karşı cins sebebiyle de "her erkeğe yakışmıyor sakal" diye düşünüp bir de üzerine bu resmi görmemle yarınki eğlenceyi beklemedim.

Kız zaten güzel, beğeniyoruz. Saçları uzamış -ki kısa saçlı bence daha güzeldi-filan ama o adam nedir? Hadi olabilir, çirkin beğeniyor olabilir ( şu sekvotka'ya birini beğendiremedim beğendiklerim içerisinde, ona yanarım ben), iç güzelliğine önem veriyor olabilir vs ama bu ne uyumsuzluk? Ya zaten kötü o facia beyaz gözlüklerle daha da kötü olmuş. Kızın gözünde gözlük olmasa diyeceğim ki dalgasına kızınkini takmış, komiklik yapıyor...Ama öyle değil ciddi ciddi takmış.
Lütfen sakalın yakışmadığı erkekler sakal bırakmasın (misal şu eskinin iyi çocuğu bugünün racon kurtlar vadisi kabadayısı) bir de eğer işleri moda filan değilse böyle fantazi aksesuarlar kullanmasınlar.

Ama sakal yakışanlar bıraksın...Çok beğeniyoruz.

Kılık kıyafet

Havaların bir nebze olsun ısınmasıyla kılık kıyafetler de hafifler gibi oldu. Ve benim gözüme takılmaya başladı. Burada gençlerin çoğu, kız/erkek farketmez, eşofman altı giyip okula geliyorlar. Ortaya tabii fecii bir görüntü çıkıyor.
Eşofman altının gündelik bir kıyafet gibi giyilip ortalık yere çıkılmasına karşıyım. Bizim de var, biz de giyiyoruz. Hem de yandan 3 çizgili, hem de en havalı olanlarından ama sokağa bununla çıkmıyoruz. Gittiğimiz yer spor salonu. Oraya kadar gidilmesi bir şey değil, dönüşte alışveriş yaparken giymek, pazar sabahı gazete ekmek sucuk peşinde koşarken sorun değil ama eşofman altının üzerine takıp takıştırıp insan içine çıkmak, arabaya binip bir yerlere gitmek, günü öylecene geçirmek ayrı bir şey.

İşte buradakilerin hepsi böyle: altta bir eşofman altı, üzerinde tişört. Eğer kız ise, üzerinde bir askılı, küpe, kolye, bilezik, elde bavul gibi bir çanta, kafada da iğrenç bir kasket. Ancak çoğunlukla erkekler tercih ediyor bu tarzı. Bence erkek -saydığım durumlar hariç- sokaklara eşofman altı ile çıkmamalı.

P.S. Hemen belirteyim; spora giderken giydiğim ayrı, spor yaparken giydiğim ayrı. Yani her tarafa aynı şeyi giymiyorum, amaçlarını karıştırmıyorum. Ama ikisi de 3 çizgili.

Nedense

Nedense hayvanat bahçeleri ve büyük akvaryumlar bayıldığım şeylerdir. Sabah haberlerde seyrettim, Almanya'da bir kutup ayısı 4 aylık olmuş ve ziyaretçiler hayvanat bahçesine akın etmeye başlamış. Çocukluğumdan beri çok severim. Hele hele yurtdışındaki devasa hayvanat bahçelerine hayranımdır. Biliyorum birçok havyan sevenler derneği hayvanat bahçesi fikrine sıcak bakmıyor ama ben yine de çok seviyorum.
Barcelona'da ne akvaryuma ne de hayvanat bahçesine gidemedim. Sabah haberi görünce aklıma geldi. "Bir sonraki sefere" diyeceğim çünkü galiba ben çok sevmişim bu şehri, yani bir daha giderim.
P.S. Bizde bir Gülhane Parkı var ki...Of ki of.

Wednesday, April 9, 2008

Sol taraftaki acı

Bir nebze daha iyi olsam da işe gitmekle pek iyi bir şey yapmamışım anlaşılan. Erken çıkıp dönmeme rağmen var gibi ağırlık, bitkinlik, yorgunluk. O kadar ki çok sevdiğim K.'nin mini doğum günü yemeğine bile gidemiyorum. Oysa ne güzel olacaktı, biz Fantastik 4'lü ve K. Ama öksürmekten göğüs kafesimi bile incittiğim için sırtımın sol tarafı acıyor. Ağrı değil. Resmen acı. Konuşurken, derin nefes alırken hele hele öksürürken bayağı acıtıyor.
Of neyse tatsız ve bir an önce bitsin istiyorum ben bu eziyet.

K. demişken...Cidden severim kendisini. R.'nin hayatını paylaştığı adam olduğu için değil, içimden geldiği için. Bazen beni "moda sayfalarına çeviriyorsun blogu sinir oluyorum" diye eleştirdiği olsa severim kendisini.

Esnerken bile acır mı yahu?

Eski vukuat

İşte bu da Diana Ross'un çıkarttığı olay sonrası 5 saatlik gözaltına gidişi. Concorde'a binecekmiş kendisi (demek ki çok eski değil. concorde'un geçen sene göklerden silindiği düşünülürse). Yani hem efsanevi Diana Ross ol, hem Concorde gibi bir uçak ile uçuk paralara uç, hem de ingilizler üstünü aramaya kalksın (aslında üst arama olayından zerre hoşlanmam. bayağı elleyen kadın polisi itmişliğim vardır ama muhtemelen concorde yoluna doğru ilerleyen diana'yı bizdeki gibi aramamışlardır. ayrıca oralarda böyle bir şey olduğunda hemen "insan hakları", "ırkçılık", "ayrımcılık" deyince geri çekilirler). Genelde pek sevmesem de bu tip davranışlar ingilizlere sempatimi arttırıyor.
Sevmeme sebebim de çok basit: sömürge ve irlanda meselesi. Yoksa gayet iyiler.

Yassak

Büyük arıza insanlardandır. Ne beğenirim, ne severim, itici sevimsiz bulurum tahammül edemem. Beraber çalıştıklarına şiddet eğilimi vardır; yok bir gün çalışanın kafasına cep telefonu atar, bir gün blackberry atar. En son British Airways'deki bir hostesi tartaklamış, British Airways de bunun üzerine kendisini yasaklılar listesine almış. Bundan böyle Naomi Campbell B.A. uçaklarına binemeyecek. Şahane olmuş. Haysiyetli davranan kurumları seviyorum. Bizde olsa, yani manken/şarkıcı/türkücü/oyuncu/futbolcu böyle bir davranışta bulunsa şirket muhtemelen çalışanı suçlu bulur, yapanın da kıçını yalar.

Ayrıca şu yasaklılar listesini görebilmeyi isterdim. Zamanında da Diana Ross'un Heathrow Havaalanı'nda olay çıkartmışlığı ve sonra tutuklanması vukuatı vardır "benim üstümü nasıl aramaya cüret edersin?" diye. Anlaşılıyor ki ingilizler bu celebrity havalarını pek takmıyorlar, iyi da yapıyorlar.

"Onlar" ve "biz"

Zaten hastayım zaten dışarı çıkamıyorum ama en azından maç var diye sevinirken şu spikerlere tahammül edemediğimi bir kez daha anladım.

Maçın sonucuna üzüldüm haliyle ama asıl bu insanların hallerine, konuşmalarına, laflarına, bir de üstüne üstlük itibar görmelerine üzüldüm. İsimlerini bilmiyorum, bilsem şuradan ismini yazarak söylenirdim ama haftasonu tiplerini gördüm gazetelerden birinin ekinde. Hele jöleli saçlarını arka taramış parlak koyu gri takımlar giyen adama resmen "hasta oldum". Galiba İlker Yasin ile anlatan da o. Feci bir tip. Aynı şekilde feci konuşmalar, feci laflar, feci cümleler. Sürekli şehitler, sürekli "onlar", sürekli "biz", sürekli takıma bir acıma hali. Bütün maçı piç etti. F.A. sesini kısmış öyle seyretmiş.
Zevzek herifler...Bunların bir alternatifi yok mu? Bağımsız, bu kadar cahil olmayanları yok mu? İşte üzücü bir manzara daha.

P.S. Okumayacağım diyorum yine de girdiğim sitede karşıma dana gibi çıkınca gözüm takılıyor, okuyorum. Bu Ercan Saatçi gerizekalı. Hem de katıksız olanlarından. Bir de bu adama para veriyorlar, itibar ediyorlar.

Tuesday, April 8, 2008

Wish list

Nedenini bilmiyorum ama şu anda canım istedi. Belki de iyileşiyorumdur, ağzım tat almaya başlıyor, midem yemek talep ediyordur. Patates kızartması. Hem de evde yapılmış olandan. Keşke...

Dergi kapağı

1892'de yayına başlayan Vogue dergisine ilk kez 1974'de bir zenci manken kapak olabiliyor. Beverly Johnson. Neredeyse 100 yıl sonra. Bravo.

Ne modayı, ne Vogue'u, ne de bazı kavramları (mesela futbol) çok ciddiye almamak lazım. Her ay Vogue alıyorum, buradan da sallayıp duruyorum ama çoğunlukla eğlence olarak görüyorum. Bu konulara fazla ehemmiyet vermemek gerekir. Eğlence olsun, komik olsun, dozunda yaşansın.

Renk kompleksi

Gerçekten eleştirel bir şey yazmaya halim yoktu ama tuvalette ülkenin en çok satan gazetesinin magazin ekini okuyunca dayanamadım, tutmak istemedim kendimi.
*
Güneye inildikça toplumlarda bir başka bir ruh hali, başka bir ifade şekli oluşmaya başlar. İtalya'nın güneyine "işe yaramaz ve tembel", Fransa'nın güneyi "sayfiye ve kokoş", Amerika'nın güneyine "ırkçı", Meksika'nın güneyine "ayrılıkçı zapatistler", Amerika kıtasının toptan şekilde güneyine "Meksika'dan sonrasını atacaksın" denir. Belki bunlara fark oluşturan az sayıdaki örnekten biri İngiltere'dir çünkü hem başkent, hem de dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Londra ülkenin güneyindedir.
Yine güneye inildikçe sorgular artmaya başlar: aidiyet duygusu sorgulanır, kuzey ile aradaki zenginlik farkı sorgulanır, modernite ve modern yaşam sorgulanır. Sorgulananlardan biri de güzellik kavramıdır.

Güzellik denilen şey, bugün artık tek bir kavram içeriyor. Uzun, ince, genç (yaşlansa bile kırışıklıklar belli olmayacak, kilo alınmayacak, genç kalmanın mutlaka çaresi bulunacak) çoğunlukla beyaz ırka mensup (ama yine de bazı diğer ırklar varolabilir) tercihen mavi/yeşil gözlü, sarı saçlı insanlar. Bu görüntü bütün moda dergilerinin, reklam kampanyalarının dayattığı bizim de tükettiğimiz "yegane" güzel kavramıdır. Biz de türk milleti olarak renk kompleksi yaşayan bir milletiz. Belki ilk bakışta göze çarptığı şekilde zenci veya çinli, japon vs. değiliz ama ten rengimiz beyaz ırkın olması gerektiği kadar beyaz değil. Hatta bayağı koyu sayılır. Saçlarımız genelde siyah, koyu kahverengi, kalın telli ve kabarık, en kötüsü de kıvırcık. Hele hele en acıklısı göz rengimiz yine siyah ve kahverengi arasında değişiyor. Yani bir şekilde sunulan güzel kavramına karşı sınıfta kalıyoruz. O halde açılmaya gidiyoruz. Aynen yunanlıların, ispanyolların, italyanların, lübnanlıların yaptığı gibi önce saçlarımızdan başlayarak kendimizi bırakıp olması gereken güzele doğru ilerlemeye çalışıyoruz. Kiminde oluyor, kiminde olmuyor, kiminde olmasa da mutlaka oluyor çünkü sarışın olmak önemli bir şey. Neticede ortaya bütün saydığım güney akdeniz ülkelerinde birbirine benzeyen insanlar, çoğunlukla da kadınlar çıkıyor (güzellik kavramı kadınları daha çok hedef aldığı, erkeklerin çirkin olmaya hakları olduğu için).
Yine de türk insanında bu tiplemeye doğuştan sahip insanlar var. Beyaz ten, mavi/yeşil ve kumral veya sarışın saç rengi. Buraya kadar hiçbir şeye itirazım yok. Herkes ne istiyorsa onu yapar, onu dener, onu giyer vs.
İtirazım olan şey insanların renk kompleksi içerisinde olup "türk'e benziyor muyum" veya "brad pitt benim türk olduğuma inanmadı" gibi aslında kendilerini küçültücü laflar sarfmeleri ve bunu bir iltifatmışcasına ifade etmeleri.
Hiçbir şekilde sinemadan anladığını düşünmediğim hatta külliyen cahil ve sığ oldugunu düşündüğüm, zekasının ise yazdıklarından, hareketlerinden limité (fransızcadaki güzel bir ifadedir: birisi için un peu limité denir. işte tam budur-limitli) olduğunu gördüğüm, gazetede bir köşesinin olmasını bile yadırgadığım Ömür Gedik'e Claudia Cardinale "aa sarışın yeşil gözlü ve bu kadar modern. hiç türke benzemiyorsunuz" demiş ve bizimkisi alenen ifade etmese de bir gururla bundan bahsetmiş. Daha önce de Deniz Akkaya yaptığı röportaj sonrasında Brad Pitt'in kendisine hiç türke benzemediğini söylemesinei büyük bir gurur ifadesi ile haber etmişti gazetelere.
Oysa bu ifadeler şuursuzluk ve pasif ırkçılık göstergesidir. Algıdaki kısır ve çizilmiş düşüncelerdir. 6 yıl oralarda hatta siyah ve beyazın kimi zaman kendisini çok etkili gösterdiği yerde yaşadım ve bu "aaa hiç türke benzemiyorsun" lafını çok duydum. Bunun söylenmiş olması bir gurur değil aksine üzücü bir şeydir. Ne yazik ki lafı eden bunu bir iltifatcasına söylüyor ve tepki verince de şaşırıyordu çünkü o "koyu tenli, barbar görünüşlü, zarafetten uzak" milletten gelen birine "onlara benzemediğini, kendisine benzediğini söylerek iltifat ediyordu" . Ne kadar ayıp! Ne kadar kaba! Şu türkler de hiç anlamıyor iltifattan...

P.S. Merak ediyorum bu ömür gedik denilen kadın, buraya nasıl geldi? Bu kadar cahil bu kadar sığ bir insan nasıl ulaşabiliyor, ahkam kesebilecek bir konuma getirilebiliyor? Bilen varsa aydınlatsın beni...