Monday, May 30, 2011

Hani yaz gelmişti?

Baharı zaten geçtim de hani yaz gelmişti hava artık tiril tirildi, endişelenmemize gerek yoktu? Şu yukardaki Rio ve Ipanema Plajı önü beni her baktığımda öldürüyor, mutlulukla iç geçirme arasında gidip geliyorum. Müziği de insanı coğrafyası da kahvesi de güzel yer Brezilya. İnsan güzelliği için de sadece fiziksel bir güzellikten bahsetmiyorum; müzisyenleri, mimarları, edebiyatçıları ile güzel...

Bugün de İstanbul kapalı ama 25 derece olacakmış...30 Mayıs. Şahane.

Saturday, May 28, 2011

R.I.P Gil Scott- Heron

Gil Scott-Heron, nisan 1949 - mayıs 2011




***

Teklif

İki gün önce gelen bir teklif bu. Bilmiyorum, henüz bir şey demedim. Bilemedim. Aslında bir yanım pek bir istese de diğer tarafım bu denli kurallı belli bir şeyi ne kadar yaşayabilir, bilemedim. İlk seferi için sanki biraz zor, biraz fazla by myself geldi. Daha bilmiyorum.

Günün anlam ve ehemmiyetine


Aslında dünü anlatan motto'dur ama koymak bugüne düştü...Dünün belki de geçtiğimiz 2 haftanın belki de önümüzdeki haftaların (tahminimce birkaç ay ama daha fazla değil) olması gereken motto'sudur. Yapılması gerekendir. life's a bitch, right...

Friday, May 27, 2011

Gereksiz # 4

Ya mümkünse türk televizyon kanalları Behzat Ç. sonrası emmeli gömmeli, sürekli küfreden, alkol tüketen "marazlı" sivil polislerin ne denli kool olduğunu gösteren diziler yapmaktan vazgeçsinler. Zaten bir tane var ve ilk olarak çıktığında da olay yarattı ve de seviliyor beğeniliyor farklılığı ile kendisini diğerlerinden ayırıyor. O halde neden zaten varolan ve beğenilen olanı neredeyse birebir taklit eder ki insanlar? Neden farklılık yaratmayı tercih etmezler ki? Bu kadar mı yaratcılıktan yoksunuz? Herhalde öyle. Milka'yı aynen kopya eden Ülker çikolataları gibi, Behzat Ç.'yi kopyalayan bir başka güzide televizyon kanalı Show TV'deki Karakol dizisi gibi. Bu kadar televizyon izlemiyorum deyip, modern türk kadının akşam yemek sonrası elinde çekirdek ile Tuna Kiremitçi veya İclal Aydın kitaplarına gömülmeden en sevdiği Aşk-ı Memnu, Behlül, Kıvanç, Muhteşem Yüzyıl beğenisinden kaçmış olup böylesine kötü bir diziyi izlemiş olmam asıl bombadır ama işte ne yaparsın basit bir teknik bir sorun diyeyim yorgunluk bittinlik ve telefondaki müşteri hizmetleri görevlisini öldürme hissini ekrana büyülenmiş şekilde bakarak geçirme niyeti diyeyim.

Bu taklit emmeli gömmeli sivil polis dizileri ile tahammülümü zorlayan şey ise "zıtların birlikteliği" tadındaki gerizekalı çift odaklı beyaz eşya reklamları. Neden böylesine sahte böylesine yapmacık bir görüntü çizilmek istenir ki? Cidden yüreğim sıkışıyor bu zeytinyağlı yemek seven kız ile etobur erkek birlikteliğinin mide bulandıran hareketlerini görünce. Ya bir şey de olduğu gibi gözüksün doğal olsun...

(you make me feel like) a natural woman....lütfen....

Thursday, May 26, 2011

Orada bir yer

take me down to the paradise city, where the grass is green and the girls are pretty...

Tuesday, May 24, 2011

Bir temenni bir dilek

İstanbullulara bir temenni: İnşallah iş hayatında hiçbir şekilde Ankaralı özellikle de TED'lilerle (kaymaklısı olsun o halde ve ted üstü odtü olsun) karşılaşmazlar, onlarla çalışmak zorunda kalmazlar.

Özel hayata diyeceğim olamaz ama iş hayatında- İstanbul'da kurulan bir iş hayatından bahsediyorum. Ankara'daki veya başka bir yerdeki beni ilgilendirmiyor- Ankaralılar ile çalışmak hiç kimse için dileyeceğim bir şey olamaz. Ya da belki de sadece Ankaralıların kendisi için dileyebilirim ki zaten onlar da öyle yapmaya çalışıyorlar. Bu İstanbul'da başaracağım çabası/hırsı/inadı o kadar manasız ki bizim için, umursamıyoruz zaten. Ama "başarıcam" yolunda biraz zarafet, biraz görgü, biraz aile eğitimi iyi olabilir ya. Böyle de her şey Makyavelist bir anlayış ile işlenmemeli. Bir değil, iki değil, kaçıncı örnektir bu.

p.s. istisnaları var, biliyorum, tanıyorum ve bayağı da seviyorum. ama kaç tane? 100'de 2 mi? o yüzden "ama istisnalar.." diye vik vik ötmenin alemi yok.

Sunday, May 22, 2011

Never on sunday # 7


Uzun zamandır never on sunday ruhunu hafifliğini hissetmiyordum. Oysa her şeyin feci karışık, müthiş varoş olduğu bugünlerde, birazdan yine çıkıp işe gideceğim şu saatte nedense never on sunday hissettirdi kendini. Kalıcı olacağını düşünüyorum. Umuyorum. Ama sanıyorum artık bu saatten sonra gider böyle...never on sunday' e yakışmayan varoşluk ise insanın hiç mi hiç dert etmemesi gereken profesyonel hayatın gelip geçici bir parçası. İnsan yaşarken çok şey öğreniyormuş. Ne kadar üzülürdüm paniğe kapılırdım blogun hemen öncesi dönemde, oysa o kiyafetsiz muhteristen neler neler öğrenmişim de bugün böyle yaşıyormuşum. Ama tabii yine bir İstanbul'da yırtma hırsı ile çırpınan bir Ankara'lı, yaşını hafifçe almış bir kadın, gözden ve çaptan düşmüş yırtmaya çalışan bir medya maymunu. Umrumda mı? Değil! Savaş Sanatı! O yüzden keyifle ve mutlulukla never on sunday...

Friday, May 20, 2011

All I need


all i need is a little time,
to get behind this sun and cast my weight,
all I need is a peace of this mind,
then I can celebrate.
air, 1998

Thursday, May 19, 2011

Yüz okuma sanatı

Keşke birisi bana yüz okusa, yüzlerinden akanı söylese...Ama şunu bilir şunu söylerim insanın içi neyse yüzüne de o yansır.

p.s. ayrıca bu kadar glamour bir blogda ara ara yeralan çirkinlikler için özür dilemem gerek sanıyorum.

Madem çalışıyor emekçi


Bütün glamour, never on sunday, bling bling, dolce vita hallerime rağmen resmi tatil günü çalışıyorum. O halde bari güzel olsun, kool olsun, keyifli olsun. Allah'tan en sevdiğim etkinliklerden. Bu yıl genel olarak biraz daha kılım ama dün farkettim gerçekten de organizasyondan, düzenlemekten, yönetmekten ve bir de bilgiden yani knowledge olan bilgiden, öğrenmekten büyük haz duyuyorum o yüzden de umursamıyorum. Dosyaları taşımaktan, düzenlemekten, sabahın köründe kalkıp çalışmaktan...Ama yine de ruhum Breakfast At Tiffany's olsun daimi ...

Monday, May 16, 2011

Görgü

Görgüyü nasıl bilirsiniz, nasıl tanırsınız? Zor değil mi bir anda düşününce? Hem de herkesin pek bir zarif, pek bir kibar, pek bir elit, pek bir medeni, tuvalete lavabo veya kadına bayan dediğinde incelik gösterdiğini sanan vaziyette olduğundan görgü de zor ifade edilen, hissedilen hale bürünüyor her geçen gün. Aslında herkes görgüden kırılacak vaziyette de kimsenin görgülü davrandığı yok. Hani gerçek zenginlerin aslında ceplerinde pek öyle para taşımayıp, sonradan zengin olmuş görgüsüzlerin cebinde tomarla bankot taşıması ve bunu ortalık yerde göstermesi gibi. Misal Ali Ağaoğlu.

Geçen gün yeni işe başlayan mükemmel bir insana mükemmel bir tebrikler çiçeği geldi. Çiçek ben dahil çoğu insanın pek sevdiği orkide. Buraya kadar çok güzel çok hoş çok zarif. Gel gör ki normalde küçük bir saksıda gelen orkide çiçeği-malum narin bir çiçek- bu sefer resmen bütün masayı kaplayan bir küveti andıran saksı içerisinde en az 5 adet. İmkan ihtimal yok böylesine zarif bir çiçeğin böylesine hayvani çirkinlikte gözükmesi. Tamam, para ile ilgili bir şey, şöyle hoş gösterişli bir şey yapın denmiş ama görgü diye bir şey. Eski çiçekçiler hep söyler "şimdi bize ters geliyor anlamıyoruz ama müşteri istiyor diye çeşit çeşit kağıtlara fantastik renklere sarıyoruz güzelim buketleri demetleri. oysa çiçek en güzel düz açık renk jelatine sarılınca durur" diye. Haklılar. Ama müşteri isteyince ne diyebilirsin ki? Müşteri de istemiş işte; şöyle gösterişli, makamına yaraşır ama tabii hanımefendi çizgiden sapmayan bir çiçek. Müşteri de paralı, makamlı, iktidar sahibi, sarışın, delikanlı ama feminen görünüşlü, asla kimseye güvenmeyen, kimseye açık vermeyen, kimseye yüzünü belli etmeyen ve bunu da aileden görmüş biri.

Her şey nasıl da değişiyor, nasıl da değişecek. Bir şeyler yapmak lazım. Yaparken de savaş sanatını unutmamak lazım. Tepki yok!

Sunday, May 15, 2011

Never on sunday: "internetime dokunma"


Herhalde en bombası yanımda bir anda teknoloji sevgisi artan, ipad'e benden fazla hayran olan, sürekli maillerini kontrol eden ve gönderdiğim bütün sitelere itina ile girip keyifle okuyan J.A. 'nın da olmas ve beraber yürümemizdi. Hem de sözlük'ün kortejinde.

Saturday, May 14, 2011

gece (çıkmadan önce) # 2


dünkü beklenmedik şekilde eğlenceli ve seviyesiz yemek/bira/patates/kanata gecesini atlatmak, bir yanda ajans, bir yanda prodüksiyon ekibi, bir yanda bir anda dağılan ciddiyetle kurulmuş iş ilişkisinin sonu, "iyi ki sona gelmiş bu ciddi iş ilişkisi" deyip keyfini çıkarmak, daha doğrusu iş ilişkisinin hazırladığı gecikmiş doğumgünü yemeğinin keyfini çıkarmak, "aaa senin kız arkadaşın değil mi? aa", mavi gözlükler, yanan mavi gözlükler;
bu geceye hazırlanmak, aslında sürpriz olan ama sürprizliği geçen gece münferit'te açıklanan geceye hazırlanmak, yine kutlama demek, yanımda gey kapılım z. olacak demek, onunla aynı gün doğmuşuz demek, keyif demek, hazırlanmak demek, giyinmek demek, giyinmem gerek, geç kalmamam gerek but the nite is young so are we.

Gereksiz # 3

Şu hayatta herkes için gereksiz şeyler, nesneler, hareketler, insanlar, ilişkiler vardır. Gereksizler içerisinde herhalde en gereksiz olanları edilen laflar olsa gerek. Hani tanıdık tanımadık insanların boş laflar etmesi, mallıklarını iyice belli etmesi gibi. Şu son zamanlarda arka arkaya duyduğum belli tematik laflar var ki, herhalde insanların işi gücü yok, küçük zekaları ile kurdukları küçük dünyalarında büyükmüş gibi yaşıyorlar diye düşünüyorum.

# 1 digitürk hadisesi: klasik arayan digitürk müşteri hizmetleri, "siz çok eski müşterimizsiniz, özel indirim yapalım sizlere, hd yayınları şöyle bedava seyredin, şöyle ucuz seyredin, özel kampanyamızdan yararlanın" lafları üzerine "ha iyiymiş, televizyonum hd değil, olunca ararım sağolun" cevabım üzerine call center'da kim bilir hangi şartlarda, hangi maaşla, hangi temelle çalışan müşteri temsilcisinin kısa suskunluğu ve ardından "ama nasıl yani sizin televizyonunuz hd değil mi? ciddi misiniz?" cümlesi. Hey yarabbim! hd yayın yapan kaç kanal kaç program kaç şirket var ki ben mükemmel görüntüye ulaşamamanın hüsranını ve azabını çekeyim? Ama evet doğru, görüntü her şey olduğu için, toplumda statü bu şekilde sağlandığı için 9m2lik kapıcı daireleri de evin neredeyse tüm duvarını kaplayan televizyonlarla dolu. üstlerinde dantel örtüsü ile beraber.

# 2 araba hadisesi: Araba kullanmak benim için yeni ve ayrıca da gereksiz bir şeydir. J.A. da F.A. da bilmez ama gel gör ki beni resmen zorunlu tuttular, 2007'de zorla araba aldılar. Anlamadığım ve zerre ilgilenmediğim bir şey olduğu için de kriterlerim "sağlam olsun ve asla ve asla kız arabası olmasın" idi. İkisine uygun olanı seçtim, gittim aldım, zorunlu olarak da kullanıyorum bir şekilde. Geçenlerde laf oldu konuşuyoruz karşıdan gelen laf: "aaa senin araban a3 değil mi?" "yoo neden?" "hayır seninki çok doktor arabası gibi, senden a3 beklerdim şu andakini kullanacağına" . Peki bu nedir? İltifat mı yoksa, adıma üzülmek mi yoksa beyinsizlik mi?

# 3 ipad hadisesi: Malum ipad patladı, herkes kullanıyor, çok harika çok şahane, çok mükemmel ama benim umrumda değil. İlk ilk çıktığında İ.D. getirtmişti New York'tan, çok eğlenceli tamam da yani, olsa da olur olmasa da olur hayatımda. Sevenleri sevsin, kullananları da kullansın, çok müthiş, peki. Ama ben ilgilenmiyorum. Yine geçenlerde biri kendi ipad'i ile ilgili sorunlarını anlatıyor şöyle oldu böyle takıldı filan "ee sende de oluyor mu bu durumlar" diye sordu. Ben de "ipad'im yok ki benim" deyince karşı taraf yine şokta "aaa nasıl yani senin ipad'in yok mu? ama ama nasıl olur?" Of ki of. Peki anlıyorum görünüşe aldanıp "kesin bu her şeyin en son modeline sahiptir" diye düşünülüyor ama ben trendleri seven uygulayan biri değilim ki. Umrumda değil, ilgilenmiyorum. İlgilensem herhalde edinirim bir tane şu ana kadar ama cidden superflu şeyler bunlar benim için. Yani şu televizyon, telefon, araba, ipad nesneleri o kadar sıradan geliyor ki bana. Öyle reddetmek filan da değil, gayet de seviyorum ama sahip olmak bir şey ifade etmiyor. Ya da bana ettiği ile toplumun geri kalanına ettiği ile aynı değil. Bir de bu lafları duymakla yorulmasam...

Sanıyorum


Emin olmasam da sanıyorum %90 16eme'deki Victor Hugo durağı. Virginie & Roberto'ya giderken çıktığım duraktı. Sanılanın aksine 16eme favori semtim değil, bizimkilerin de değildi. Yeni taşındılar. 17'ye. Bir sonraki sefer oradayım, "y a ta chambre dans cet appart" dediler. Sanıyorum özlemim bitmedi. Bitecek gibi de durmuyor. Ama şanslıyım yine de. Gidebileceğimi, rahatça kalabileceğimi biliyorum. O halde pas de probleme.

Thursday, May 12, 2011

gece # 4

uzun zamandır sadece fantastik 4'lü olarak buluşamayan fantastik 4'lünün pöti ama bir o kadar şahane bir doğumgünü kutlaması, münferit, ilk kadehi beraber içmeye gelen j.a., bizi ara ara şaşkınlıkla izleyen j.a., gerçekten çok ama çok doğru bir hediye seçimi-ama herhalde böylesi olamazdı-, isveçli' nin hazırladığı "poster", eski sevgilim büyük c.e.o. b.'nin "bana kızdıkça buzdolabının üstüne bakarsın" kartı, minik ama güzel yemekler, telefondaki julius sezar'ın "bir porsiyon pirzola orada 41 lira. paylaşarak yiyin" lafı, içilenler yenilenler derken aslında evet yukarda avluda oturabilirmişiz diyerek yukarıya çıkıp rahatlamamız (gerçekten de münferit'te oturulacak yer avludur, dışarısı da değil, avlu), rahatlamamızla beraber gecenin sonuna doğru başlayan "ciddi politik konuşmaları" ve her zamanki gibi birbirine bağırıp çağırıp "sen herhalde delirdin bu lafınla" diye konuşan 4 tane kız çocuğu ve ayrılırkenki tarifi zor duygunun hissettirdiği güven...

p.s. herhalde 4'ümüzün gittiği hiçbir yerden normal insan gibi kalkamıyoruz. her yemeğin sonuna doğru birbirinden bin başka 4 insan birbirine giriyor, ayrılırken de her şey çok doğal vaziyette sarılıp öpüşüyor.

p.s. 2 isveçli m. artık hümanisttir bizim için. hümanist m. bence jim morrison'ın pamela'sı olmak isterdi ya, hadi neyse.

p.s. 3 r.'nin londra kreasyon elbisesini, ceo'nun da "senin için topuklular" deyip babetle gelip beni göreceği an topuklu giymesi.

p.s. 4 40 gün 40 geceymiş zaten de sürprizmiş aslında ama sonra değişmiş ama yine de bu hikayenin arkası yarını var. cumartesi akşamı bizi bekleyen. ayrıca paketten çıkan bir çift sürpriz kanat var boynumu şu an süsleyen...pek şanslıyım sanki. ama yine de dili ısırmak lazım değil mi? başkalarına fazla anlatmamak, güvenmemek lazım değil mi? evet evet kesinlikle, ben sen bizim oğlan bizim çocuklar kalmalıyız. hele hele çok sevdiğini, "senin için her şeyin en iyisini dilerim"cilerin saklı maskesine dikkat etmek lazım. o halde "şşşşşttt"


Wednesday, May 11, 2011

Cannes ne demek?

İsveçli M. ve başka takipçilerin heyecanla blogda beklediği "tiril tiril" lafı nasıl yazın baharın gelmesini çağrıştırıyorsa benim için de mayıs ayındaki Cannes Film Festivali aynı duyguyu çağrıştırıyor. Cannes demek yaz demek, eteklerin fora olması demek, glamour demek, güney sahilleri demek, Nice, Montecarlo demek, a la française olduğu kadar a la niçoise demek, kısacası tiril tiril ruh hali, hafiflik demek. Hele hele doğumgünüm sonrası yaşanıyor olması ayrıca güzel bir durum. Bu yıl bize bahar gelmedi. Ne ruhumuza, ne de kıyafetlerimize. Sanki hala her şey soğuk her şey kış gibi. Ruhumuz da kıyafetlerimiz de. Herhalde en son kalın yün ceketli vaziyette doğumgününümü kutladığımda Strasbourg'daydım. Epey soğuktu, ilk yılımdı, çin lokantasına gitmiştik, üzerimde de siyah R.'nin iyi hatırladığı siyah kaşmir paltom vardı (lisede aramızda pek dalga konusuydu bu kaşmir hadisesi, zikretmemin sebebi de bu). Pazartesi Virginie ve Géraldine ile konuştuğumda havanın Paris'te de, Brüksel'de de, Nice'de de şahane olduğunu öğrenince iyice bunalıma girdim. Ama gelecekmiş. Bahar da yaz da. Zaten herhalde bahar gelmeden bir anda 35 derece ile yaz gelecek nefret edeceğiz bir anda. Ama bu akşam Fantastik 4'lü yemeğine giderken üstüm kalın olacak, falan filan.

Ama Cannes başlıyor bugün - 11-22 mayıs-. Croisiere'i göreceğiz, beğeneceğiz, biraz okyanus koklayacağız ve her şeyin çok daha iyi olacağını umacağız çünkü olacak, çünkü hiçbir şey aynı kalmaz. Cannes, je respire et j'attends que ça le printemps arrive...

Bu yıl président Robert de Nero. uuuu....

Friday, May 6, 2011

Özlem

Bize hala gelen giden yok. Ele bahar gelmiş, yaz gelecek neredeyse ama bizde hiçbir şey yok.
6 Mayıs ve hala hava soğuk.
J.A.'nın kutulara koyup getirmesinden biliyoruz ki mor salkımlar Bodrum'da açmış ama bizde erguvanlarda hareket yok.
Kendimizi eğliyor kendimizi kandırıyoruz sürekli. Avutuyoruz da, "her şey daha iyi olacak" diye. Belki bireysel eğlenceler, mutluluklar, keyifler olacak ama hala bu kadar yasağın, bu kadar baskının, bu kadar ev basmaların olduğu bir yerde hangi daimi keyif daimi mutluluk...?

Tuesday, May 3, 2011

Kara günlerin arifesi


Kara Ormanlarda, Foret Noir 'da, Montenegro 'da değiliz. Yani karanlığın, kapalılığın, kısıtlanmışlığın rengi siyah tınılı bir coğrafyada değiliz. Ama buradayız. Tarihin beşiği, medeniyetin doğduğu, geliştiği yerde yani Anadolu'da. Hitit, Likya, Lidya, İyon, Anadolu Selçuklu medeniyetlerinin yaşadığı, topraklarında beslendiği, hiçbir zaman tamamen gelinmeyen son noktada ise doğanın gereği olarak yokolduklarında ise arkalarında yüzyıllarca etkisi sürecek çok büyük zenginliklerin bırakıldığı bir yerdeyiz. Tüm bunlara sahip olduğumuz, bu ruhu toprağı hissettiğimiz, kim bilir belki de onlardan bir parça taşıdığımız için ne kadar şanslıyız değil mi? Kesinlikle.
Ya da şanslıydık. En azından bugünlere, şu içinde bulunduğumuz günlere değin.
Ya da çok nankörüz çünkü şansımızı inkar ediyoruz, minnet duymuyoruz. Oysa her şeyi bizim adımıza denetleyen, internette hangi sayfalara girip giremeceğimize, bize neyin zararlı olup olmayacağına, bizim için neyin doğru olup olmadığına, neyi okuyup neyi okuyamayacağımıza, neyi yazıp neyi yazamayacağımıza, internetten neyi hangi meblağda hangi sıklıkla satın alıp alamayacağımıza, alkolü kaç yaşında nerede nasıl tüketip tüketemeyeceğimize, çocuklarımızın gece kaçta uyuması gerektiğine karar veren ve bunu televizyondaki zorunlu duyurularla bizlere hatırlatan (şimdilik!) bir devlete sahip olduğumuz için sinirlenmek, tepki göstermek, lanet etmek, mide bulantısı hissetmek, çekip gitmek istemek yerine şükretmeliyiz. Ne kadar da nankörüz...

*

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun (BTK) şubat sonunda onayladığı "İnternetin Güvenli Kullanımına Dair Usul ve Esaslar Taslağı" eskiden sadece internet kafelerin kullanması zorunlu tutulan filtreleme programlarının tüm internet kullanıcılarına yaygınlaştırılmasını öngörüyor.

bianet'in dün (13 Nisan) Danıştay'a taşıdığı taslak, Danıştay tarafından "yürütmeyi durdurma kararı" verilmemesi durumunda 22 Ağustos'ta yasalaşarak yürürlüğe girecek.

Bu durumda her internet kullanıcısı, aile paketi, çocuk paketi, yurtiçi paketi veya standart paket abonesi olmak zorunda kalacak. Herhangi bir pakete üye olmayanlar ise otomatik olarak standart paket üyesi olarak kabul edilecek.

BTK'nın almış olduğu bu karar ile Türkiye'nin sansür altyapısı kurulmaya çalışılıyor.

Her ne kadar bu bir güvenli internet paketi olarak sunulsa da kullanıcıları koruma adı altında ortaya çıkmış bir sansür sistemi. Filtreleme sistemleri yeni değil. Ancak hükümet odaklı olarak ve tüm kullanıcıları kapsayan, bağlayıcı bir sistem Avrupa Birliği (AB) veya Avrupa Komisyonu dahilinde görülmüş bir sistem değil.

AB ve Avrupa Komisyonu, çocukları korumak amaçlı hükümet merkezli filtreleme sistemi olamayacağını söylüyor. Okullarda, internet kafelerde, evlerde yöneticiler veya aileler filtreleme sistemi kullanabilir. Ancak herkese bunu kullanmaya zorlayacak bir sistem olmaz.

Sistem, aile paketi, çocuk paketi, yurtiçi paketi ve standart paket olarak karşımıza çıkıyor. Yani siz, "ben filtreleme kullanmak istemiyorum" dediğiniz zaman otomatik olarak standart paket üyesi oluyorsunuz. Kullanıcı adı ve şifreniz olacak ve standart paketi kullanmak zorunda olacaksınız.

Bu standart paket altında ne gibi uygulamalar yapılacağı belli değil. Hangi siteler serbest olacak, hangileri filtrelenecek bilmiyoruz. Buna devlet karar verecek.

Bir evde farklı yaşlardan 4-5 kişi kaldığını düşünecek olursanız ve farklı filtreleme sistemleri kullanmak isterseniz, sistem buna izin vermiyor. Evdeki tek bağlantıya tek filtreleme zorunlu oluyor. Bu da çok sayıda kullanıcıyı aile paketini kullanmaya zorunlu tutacaktır.

Aile paketinin detaylarına baktığınız zaman da burada bir kara liste oluşturulması söz konusu. Mevcut mevzuatın dışında, hangi standarda göre bu kara liste oluşturulacak belli değil.

BTK kararı diyor ki, isterse servis sağlayıcıları bu kara listeyi daha da genişletebilir. Hiçbir standart olmadan, o internet paketi altından "güvenli" internet servisi verme adı altında sansürleme yapılacaktır.

Alınmış olan kararda bunu hangi kriter ve standartlara göre yapacakları açıklanmamış. Kesinlikle keyfi bir uygulama olacak. Bianet gibi alternatif haber kaynaklarından, sivil toplum örgütlerinin sitelerine kadar pek çok internet sitesini bu tip kara listelere almaları mümkün olacak. Bunun sonu yok.

Filtreleme sistemini geliştirilip ailelere bedava dağıtılabilir. Çocukların, ailelerin ya da bireylerin kendi filtrelerini oluşturmalarına saygı duyarım ama siz benim internet kullanımıma karışamazsınız. Ben bir yetişkinim, çocuk değilim ve hükümetin böyle bir sorumluluğu yok.

Ben bir suç işlersem gelirsin beni dava edersin ama o siteye girmek yasak diyemez bana devlet.

via bianet




to whom it may concern # 11




guess who's back? - rakim, 1997

Sunday, May 1, 2011

Çocukluğumun "vuruş" sesi

Benim çocukluğumun sesi budur. Büyük ölçüde. Önce Marmara Sitesi 'nde alt kattaki çalışma odasından gelen, sonra da Andelip Sokak 'taki salonun bir ucundan duyulan. F.A.'nın daktilo vuruş sesleri. Epey küçükken herkesin evinde daktilo olduğunu düşünür ve tabii herkesin daktiloda yazmayı bildiğini sanırdım. Aynen ilkokulda kahramanları Beethoven ve Goethe 'nin olduğu bir fıkra anlatınca sınıftakilerin neden Goethe'nin okunuşuna güldüklerini anlamadığım, Beethoven 'ı bilmemelerine şaşırdığım gibi bir durumdu. Sonradan öğrendim ki çoğunluk dünyada daktilo herkesin evinde yokmuş, Goethe yazılana Göte demek çok komik bir şeymiş, Beethoven de diğer evlerin fon müziği değilmiş.
Fabrikaları kapanmış. Artık yılda sadece 180 tane satılıyormuş. Dünyada. Bugünkü Milliyet'teki haberde "asla vazgeçmem" diyenlerden olmadığı için F.A. daktiloda yazmıyor, evdeki daktilo da herhalde bir yerlerdedir ama kullanılmıyor artık. Bizimkisi yani en sonuncusu aynen resimdeki beyaz Brother markaydı. Ha, bir de masasında bir sürü tipex vardı, yanlışları onlarla beyazlatırdı (k), ben de tabii gerzek çocukluk/ergen hareketlerimi yapıp tipexleri parmaklarıma sürer beyaz ojeli dolaşırdım. Müthiş bir parlak zeka örneği yani... Çocukluğumun bir diğer sesi ise radyoda - yani bizim için radyo TRT 3'tü- TRT3 'te saat başı ingilizce-fransızca-almanca haberleri okuyan spikerlerden fransızca haberleri okuyan erkek spikerin kalın ve tok sesi.

Tarihin tekerrürü

Dedikleri gibi tarih tekerrür ediyor. Ediyor da aynı kalmadan, değişerek ediyor. Aynı gibi gözükse de mutlak değişiklikler oluyor. Hem de hiç farkına varmadan, derinden hissettirmeden.

mayıs 2006, büyük değişikliklerin arifesi ile yeşilköy'den boyadan gelip cihangir'de sadece uçlarından diye düşünürken tamamen değiştirmek. mayıs 2011, yine büyük değişikliklerin arifesi ile kendiliğinden uyanan, farkına varmadan hissettiren büyük değişim arzusu, dürtüsü ile yine.

Belki aynı gibi gözükse de, aslında hiç değil. Ne ben aynı ben, ne arzu aynı arzu, ne içindeki ruh hali aynı ruh hali. Sadece komik bir tesadüf. Olabilir yani böyle şeyler. İnsan farkında olmadan benzer şeyler benzer dönemlerde yapabiliyordur. Fena da değil aslında. İyi şey birbirine benzeyen değişiklikler yapmak. Değişiklik zaten iyi bir şey. Nefes almasını sağlıyor insanın. Tamamdır. Oldu bu iş.

40 gün 40 gece kutlama


Benimkisi değil de Sekvotka 'nınki bu sefer 40 gün 40 gece şeklinde oldu. Perşembeden başlayan parti hali, gidememe hasta halim, sekvotka: "şurada 200 kişi var ama aslında 4 kişi";
cuma gecesi, doğumgünü gecesi, "şehir meyhanesi", "biz", fantastik 4'lü+ sevdiğimiz insan kool şahsiyet k., çirkin ama karizmatik erkek b., julius sezar, herkes gelmeden önce masada "sultanım, o halde şerefe", güzel gece, eğlenceli gece;
günleri ve saatleri karıştıran isviçre insanları a. & s. ile cumartesi gecesi, "juno", adana pavyonlarından ankara pavyonlarına terfi etmem, "oo çok güzel başladık", a.'nın durdurulamayan sesi, insanların yanımızdan kaçması, hepimizin çirkinliği, ahtapot carpaccio=arpatiyo, "yerde phone bulmuş", "mingle single", derken işte 40 gün 40 gece süren sekvotka 'nın doğumgünü şenlikleri.