Showing posts with label Music. Show all posts
Showing posts with label Music. Show all posts

Sunday, March 10, 2019

"Never Look Back In Anger, Always Look Forward In Hope"

Festivalde seyretmiş, bayılmıştım. Şimdi televizyonlara düşmüş, tam olmuş, ilaç gibi gelmiş.

Muhtemelen belgesel sevmeyenler için pek bir şey ifade etmeyecektir. Neticede aksiyon yok, hareket yok, aşk hikayesi filan ya da abartılı renk oyunları gibi gerzomat şeyler yok. Benim gibi belgeselciler için ise, tek kelimeyle şahane. İçinde müzik var, popüler kültür var, moda var, 70ler kadar bayılmasam da 60lı yıllar var ve tabii hayatın kendisi, her an değişen dinamikler, sosyoloji var. Ve tabii en inandığım şey; "dün bugün bugün de yarın" var. Aslında her şey bu kadar basit. Bir de Michael Caine'in dediği gibi: "Never look back in anger, always look forward in hope. 



Thursday, August 16, 2018

Wednesday, January 31, 2018

Cool in the air ...


Bir şeyler hafif olmalı değil mi? 

Hafifliğe, keyife, mutluluğa, sevinçlere ihtiyacımız var. 

Müzik... Evet, kesinlikle.
Edebiyat...Net, kesinlikle. 

Ha evet, gerzek "All You Need Is Love" durumu değil belki ama yine de biraz kıymet, biraz saygı, biraz özen her şeyi daha kolaylaştırabilir. 

Sunday, December 24, 2017

Vol. - X ( veya hatırlanamayan)





Muhtemelen 10 yıl oldu ilk partiden bu yana. Ve o günden beri neler neler değişti, evrildi veya sonlandı. Bu yılki de efsane şekilde yaşandı bitti. Yani biz yine yeni yıla girdik. Şimdi ayın 31'inde tüm dünya ile bir kez daha girmemiz gerekiyor ama bizim cephede her sene olduğu gibi pre-yılbaşı partisi her türlü kalabalığı, eğlencesi, coşkusu, mutluluğu, diskosu, müziği, şampanyası ve tabii leşliği ile gerçekleşti...

Mutluyuz, gururluyuz, canım İstanbul'un parti günü saat 3'te başlayan ve ertesi gün yine öğleden sonra 3'e kadar yani 24 saat süren su kesintisine her şey olabileceğinin en iyisiydi. 

# Mutluluk... Şurası kesin ki bu yıl, 2016'nın iğrençliğinden pisliğinden sonra insanlar nisbeten daha hafif, daha keyifli daha umutlu daha mutluydu. Hemen herkesin hissiyati bu yönde bu çizgide olunca ortaya çıkan da mutluluk oluyor. 

# Payet... Zorunlu hiç değildi ama isteyene Studio 54'e gider gibi gelsin demiştim. Elbette kızlar için eğlenceli oldu, şahane oldu. İyi ki oldu. 

Evet, mümkünse yenisi bugünleri aradığımız değil, aydınlığın güzelliğin yılı olsun.... Şampanya hep olsun. 

Not: Her yerde Moet&Chandon fotoları paylaşımları var da, Moet bildiğin vasat bir şampanya. Bayağı sıradan. Onu içeceğine iyi bir Venedik prosecco'su iç daha iyi. Daha lezzetli, daha anlamlı daha ucuz. Ama Veuve-Clicquot, Louis Roederer (ki malum Cristal bu markanın), Ruinart, Dom Perignon gibi markaları mümkünse hep içelim, hep içme fırsatı bulalım.


Monday, November 20, 2017

Bazı ölülerin arkasından ağlamaya gerek yok : Charles Manson




Hem de hiç değil...

Daha dün, pazar pazar Filiz'e gidebilmek için uzun metro yolunda tesadüfen kulağıma düşmüştü Bono'nun sesiyle Helter Skelter ve bir anda Charles Manson'ı düşünmüştüm. Bu sabah ölmüş. Üzücü mü? Hayır. Kötü, bilerek kötü yapan ve yaptıran bir insanın ölümü. Kayıp mı? Asla. Aksine iyiler erken giderken kötülüğün uzun yıllar yaşadığının kanıtıydı. Bugün de ölümlülüğün herkes için geçerli olduğunu bir kez daha gördük. 

İlk '90 yazında muhtemelen Küçükkuyu'daki tatilde kulağımda walkman ile duymuştum Charles Manson ismini. U2'nın Rattle and Hum albümünün girişindeydi elimde de o tatilde çok iyi hatırlıyorum Maureen Freely'nin Eğlence Bitti kitabı vardı. Sainte Pulchérie'nin azabında Robert Kolej'e gidemediğime yanıyordum. Anlamadığım ingilizce ile bütün bir yaz kulağımdan çıkartmamıştım, şarkılar beynime kazınmıştı. Helter Skelter da, Desire da, All I Want Is You da, aradaki B.B. King'in sesi de...

Bugün o gerizekalı Charles Manson ölmüş. Geç kalınmış bir ölüm neticede ama işte, yapacak bir şey yok...


(This is a song Charles Manson stole from the Beatles
We're stealing it back
)
When you get to the bottom
You go back to the top of the slide
And you stop and you turn
And you go for a ride
Then you get to the bottom
Then you see me again



P.S. Evet, Charles Manson iğrenç, orası net de öldürülen Sharon Tate'in halen hayattaki 13 yaşındaki genç kıza tecavüz eden ve bunu kabul eden Roman Polanski de bir o kadar iğrenç değil mi? Hala gerizekalı karısı Emmanuelle Seigner ile beraber Fransa'da rahatça yaşıyor. 


Tuesday, July 4, 2017

Arada Yaşananlar # 5


Hayat her zamanki gibi yaşanıp gidiyor; 10 yıl da geçse 20 yıl da geçse henüz "günü durdurmanın", "güneşin doğuşunun engellemenin" formülünü bulamadı insanoğlu. Ama belli olmaz, içindeki kötülüğe inanan, kötülüğünden beslenen bir varlık olan insanoğlu belki bunun da peşindedir. Neden olmasın; daha fazla azap daha fazla cezalandırmak, daha fazla iktidar adına her şeyi yapabilen bir canlı neticede.

whatever.

Biz güzelliklerden, elimizde kalan, elden alınması-henüz- pek de mümkün olmayan güzelliklerden bahsedelim değil mi? Güneşten, havadan, müzikten, seksten, filmden, edebiyattan, arkadaşlıktan, keyiften, yemekten, alkolden...
Hayatımızın rotası yörüngesi bu olmalı bu saatten sonra çünkü neticede diğer taraf Dante'nin Cehennemi'nin ön provası gibi de içindekiler farkında değil. 

Haziran boyunca ısınmayan havalar, gelmeyen yaz mevsimi, F.A.'nın ameliyatı, bir şekilde dedikodu kazanı olan işyerinin yeni fantastik dedikoduları, trafiksiz sabah yolu, eğlenceli sabah yolu, işyerinin değişen dinamikleri, değişen ilişkileri, değişen duyguları derken biten giden okul yılı, bitmeyecekmiş gibi gelen Ramazan ayı, arada D.'nin doğumgünü ve bayram ve Kıprıs ve mutluluk... #8

#1 Benim kutsal üç aylarım Nisan-Mayıs-Haziran hep bir keyif, hep bir kutlama, hep bir doğumgünü ayları. Havaların güzelleştiği, tiril tirilliğin ön plana çıktığı, hafif ceketlerin, kimonaların giyildiği, elde kadehlerin mutluluk verdiği, tüttürülen sigaraların, dinlenen müziklerin, okunan metinlerin keyifle yaşandığı dönemler. Dili ısırmak lazım deyip ısırsalım o halde. 




# 2  Kimono şahane bir şey... Uzun zamandır giydiğim, hele hele bugünkü gibi varoş seviyede moda değilken, evde/sokakta giyip çıktığım müthiş kıyafet. Evde sabahlık olarak yaşattığı keyif sokağa da taşınınca ne isteyebilirsin ki? Herhalde o kolların geniş anvelop dökümlü hali beni mutlu ediyor. Şimdi hatırladım; M.'nin 2 yıl önceki doğumgünü yemeğine giymiştim kimonomu. Muhtemelen henüz moda olmadığı, Zara piyasaya sürmediği için masadakilere garip gelmiştir de bu gayet önemsiz bir detay. Neticede kalıpların insanı, ehliliğin örneği olmak da böyle şey. 

# 3 Kıbrıs... Ne güzel yer, ne keyifli hayatlar. Yerleşir yaşarım, gözlerimle gördüğüm 43 derece sıcağı yaşarım umrumda olmaz. Ne de olsa deniz var, pıt diye üstündekini çıkar denize gir. O kadar şahane yer. Elbette adanın güzelliği Türkiye'den gidenlerin değil de Kıbrıslı türklerin, Kıbrıs'ın gerçek sahiplerinden geliyor. Biz ise her şeye imzamızı atıyoruz; Kilroy Was Here misali. Adada her şey medeni ve güzelken, nüfusu Sancaktepe'nin nüfusuna ulaşmayan yere uzaydan görülebilecek büyüklükte cami yapmak da tabii bizim marifetimiz. Cemaat yok, camiye o kadar giden yok, cami ihtiyacı ise hiç yok ama yol belli, amaç belli değil mi? Kötülük o kadar sıradan ki elini sallaman kafi. 

# 4 Soulshine ... Bu aralar ciddi ciddi şahane program yapıyorum. Bir de şu mikrofon  olayını halledebilsem... O da olur belki olmuyorsa da salla. 




Sunday, May 21, 2017

- Chris Cornell





Artık Prince 'den sonra saymayı bıraktım sevdiğim sanatçıların ölümlerini. 

Etrafımda, çevremde, yaşadığım ülkedeki ölümleri ise saymakla takip edemediğim gibi, yüreğimin sıkışması, kötülüğün üzerimdeki ağırlığı ile kalıyorum. 

Chris Cornell 'i değil sevmek, bayılırdım. Soundgarden'nın o zamanlar Türkiye'ye gelmeyen albümlerden Badmotorfinger filan deli gibi dinler hele hele Singles'i durmaksızın seyrederdim-manasızca. Filmin efsane soundtrack'ini zaten geçiyorum...

Soldaki, en yakışıklı bir o kadar harikulade ses sahip Chris Cornell garip bir ilaç intiharı ile bize veda edenlerden. Eskiden intihar edenlerde dalga geçerdim, insanların nasıl bu sürece geldiklerini hiçbir şekilde anlayamazdım. Şimdi ise, özellikle geçtiğimiz yazdan beri, o kadar iyi anlıyorum ki... 

Kötülerin hâlâ bokum gibi geniş geniş yaşadıkları hayattan yine bir iyi, bir güzel gitti, bize de ardından üzülmek kaldı. 

Allah'tan müzik o kadar müthiş bir şey ki hiçbir zaman silinemiyor...Hayat herkese fani olduğu için muktedirin dönemsel gaza gelip ortalık yerlere diktirdiği heykeller, binalar, saraylar başkasının dönemi geldiğinde yıkılsa da veya Kaddafi'nin ölümünden sonra olduğu gibi millet gelip sarayın ortasına sıçsa da, müzisyen (sanatçı, bilim insanı) öldüğünde "fani" olmuyor, eserleri kaybolmuyor ve sonsuza dek yaşıyor. 








Friday, December 30, 2016

Her şeye rağmen "parti"






Sıkıcı ve karanlık gündem, dinmeyen patlamalar, kapanmayan yaralar, bitmeyen acılar, sönmeyen yangınlar derken hiçbir şey hayatın devam etmesini engelleyemiyor, güneşin doğması ve her gün yeni bir güne başlanması ertelenemiyor... Ne yaparsak yapalım hayat devam ediyor; bebekler doğuyor, cenazeler kalkıyor, insanlar işe, çocuklar okula gidiyor ve her an her şeyin olabileceği hissiyatını bir hissedip bir unutuyoruz...

Bu boklukta eğlenmeyi, gülmeyi, hafifliği, kahkaha atmayı, tiril tiril ruh halinde yaşamayı da unutuyoruz. Unutturuluyoruz. Yüzlerimizde çirkin bir ifade ile ciddi vaziyette oturuyor, her an umudu kaybedecek şekilde oturduğumuz koltuğa tırnaklarımızı geçirerek bekliyoruz. 

whatever...

Her şeye ama her şeye rağmen bu yılki partiyi özellikle yapmak istedim. Doğru, artık iyice kalabalık, masraflı, yorucu, sağlam hazırlık gerektiren bir parti haline dönüştü ama yine de beni mutlu ediyor, insanları mutlu ediyor ama en çok da insanların mutlu olması şahane. 

Bu yıl yapmak istememin en büyük sebebi de herkesin böyle bir eğlenceye duyduğu özlemdi. Yalan değil, hepimiz biraz olsun hafiflemek, eğlenebilmek, gülmek, dans etmek, flört etmek, sarhoş olmak arzusu içerisindeyiz. O halde neden olmasın, her şeye rağmen güzel bir pre-yılbaşı partisi. En sevdiğimiz, en ihtiyacımız olan...

tam 23 aralık günü, cuma günü, büyük hazırlık, güzel yemekler, güzel içkiler, güzel kalabalık, güzel insanlar, güzel müzik, güzel ilişkiler, güzel gece, güzel parti ve biraz olsun mutluluk biraz olsun "oh be" hali... elbette mutluluğun şampanya halinin güzelliğini hep hatırlamalıyız, değil mi?

Sunday, June 26, 2016

Never On Sunday






Gerçekten böyle bir gün oldu. Uzun ama çok uzun zaman sonra. 

Hava ise sanki yağacakmış gibi tiril tiril bir vaziyette. 

Telefon, müzik, gazete, dergi, kitap, yemek ve nudist vaziyette geçen bir ruh hali. 

Dışarda kim bilir neler oluyor ama çok uzun zaman sonra kapıyı çalan bu tiril tiril ruh hali için mutlu olmak lazım, keyiflenmek lazım. 

Son olarak; Marilyn cidden çok güzelsin...

Arada Yaşananlar, II



Yılın neredeyse 6. ayı bitecek ortadan ilerlemeye başlayacağız sona doğru dükkanda henüz bu yıla ait bir "arada yaşananlar" yazılmamış, "cuma eğlencesi" zaten 1 yılı aşkın süredir sallanmış , dükkan sanki başka bir dünyaya gitmiş, hiç uğranılmıyor gibi. 

Ama kolay da değil bu ülkede yaşayıp da sağlıklı kalabilmek, gülmeye eğlenceye mutluluğa devam edebilmek. Hep çaba istiyor. Hem de her zamankinden de fazla. 

En son her şeye ve herkese rağmen şahane doğumgünü kutlamaları derken artık listesini bile tutamadığımız kötülükler ve ölümler neticesinde bırakıvermişim yine...Olur öyle. Geri dönüşlerin olduğu gibi. Bu da ondan olsun.

Canım Cenevre seyahati... Kısa bir kaçamak ile (ne yazık ki without # 8) belki de sevdiğim yegane İsviçre kenti ve pek sevdiğim Buquicchio Ailesi ve tabii Virginie ve tabii kilise defterlerine geçmiş resmi olarak görülebilen vaftiz oğlum Carlo ve tabii eğlence ve tabii spa day ve tabii kahkaha ve tabii özgürlük. Sadece dört gün bile buranın ağırlığını silebiliyor. 

Minderde paralandığım hafta içleri gidemeyip cumartesileri ise morluklar içerisinde eklemlerimi kımıldatamayacak şekilde eve döndüğüm BJJ...Brazilian Jiu - Jitsu. Hafta içi gidebilsem her şey 500 katı daha güzel olacak da biraz korkumdan biraz ergen çekincelerimden ama her şeyden öte saatinin uyumsuzluğundan her şey cumartesiye kalıyor. Ama qui sait, tatilde öğlenleri gidebilirim. İşte o zaman oss bebeğim ...

Ramazan...Bir şekilde son birkaç yıldır bizde olmasa da bizde. Ama yine de her şey cool. 

"Bir türlü gelmeyen yaz" deyip deyip bir anda kıçımdan terler akıtan yaz. 

Radyo günlerinin mutlulukla devam etmesi, neredeyse 2 yılı geçmesi. 

Sabahattin'ten, Cavit'ten, Şehir Meyhanesi'nden, Karaköy Lokantası'dan hatta 70'lik'ten sonra uzak hem de deli gibi uzak olsa da gönlümü fetheden rakı mekanı Filiz. Aman aman aman...Ama çok uzak bana, orası öyle. 

Ada 'nın bitişi...Daha doğrusu son haline getirilişi, J.A., F.A ve halamı filan müthiş mutlu edişi. Korkunç bir evlat olarak henüz gitmişliğim yok ama bakalım belki bayramda, belki eski günlere dönmüş bir A. Ailesi olarak gidebilirim.

Bunun dışındaki ülkedeki leşlikleri, yalanları geçiyorum, güzel günlere geri dönülsün istiyorum. Gerzeklik ama yine de ...

Thursday, April 21, 2016

- Prince

Ulan ne boktan yılmış bu 2016.  

David Bowie ile başladı, Umberto Eco ile devam etti daha yılın 4. ayı dolmadı Prince'in haberi geldi (arada Güneydoğu'da veya sokakta ölen yüzlerce insanı sayamıyorum tabii). 

Daha gidecektik Prince'i canlı seyredecektik. Hatta şahane insan #8'in "tamam, ben gönderiyorum seni nerede çalıyorsa git seyret" sözü de vardı. Noldu? Aldık elimize, iyi mi? Peki bütün kötüler, sığırlar, mallar, cahiller, hıyarlar domuz gibi yaşamaya - devam ederken, teker teker iyilerin, hayatta iz bırakan, dünya tarihine katkı yapmış, insanlara iyi yönde dokunmuş olanların gitmesi çok ama çok boktan bir durum. 

Uzun zamandır bu kadar üzülememiştim. Daha bu haftaki programda "canım Prince" deyip bunu çalmıştım. Az önce haberi geldi. 

 

 

Monday, January 11, 2016

- 1 David Bowie "time takes a cigarette..."



Biz burada ölümlere, erken ölümlerine, çocuk ölümlerine, genç ölümlerine ne yazık ki alıştık ama büyüklerin, güzellerin ölmesi gerçekten bir haksızlık. 

Özellikle de çirkinler ve leşler domuz gibi semirmiş vaziyette hayata devam ederken ...

Canım David Bowie ...Tam da bu sabah dinlemiş, "ya yeni albümü alayım yine ben" demiştim ki haberi düştü ... Üzüntüm dev, kendisi zaten dev. Bir o kadar genç. Daha konsere de gelecekti ki ben bugüne kadar Rock n' Coke manasızlığına gitmemiş biri olarak, onu görmeye gidecektim. 

Canım David Bowie ...


Modern Love, Rock N' Roll Suicide, Rebel Rebel, Young Americans, Heroes, Wild Is The Wind, This Is Not America, Ziggy Stardust, Space Oddity, China Girl, Ashes to Ashes çalsın hep...Ama özellikle de This is not America. Veya Heroes. ya da Modern Love. Ya da birçok insana attığım maillerin başlığını oluşturan Ground Control To Major Tom

Ulan bütün kötüler, çapsızlar hala hayatta iyiler de her geçen gün azalıyor. Dünyanın sonu geliyor herhalde ...

Tuesday, January 5, 2016

Ve Nihayet Futebol ...



O kadar uzun zamandır futbolla daha doğrusu Türkiye'deki çirkin futbolla, futbol insanları ile ilgilenmiyorum ki şahane Zidane haberini okuyana kadar futbolu özlediğimi farketmemiştim. Gerçi hala Türkiye'deki hiçbir şey ile ilgilenmek ilgimi çekmiyor. Başından sonuna her şeyi ve herkesi ile epey gerzek bir durumda futbol. 

Ancak... Zidane, güzeller güzeli insan şahane futbolcu Real Madrid'in teknik direktörü olmuş! Bu haber ile bir anda kendimi tekrardan futbol ile ilgilenir, L'Equipe sayfalarını karıştırır buldum. Real Madrid'i zerre sevmesem de güzel futbol seyretmek müthiş bir şey. Bir takımı desteklemek de öyle. Keyif aldığın mutlu olduğun bir şey. 

Zidane'lı Real Madrid güzel olacaktır, İspanyollar şanslı, Madridliler daha da şanslı. 

Biz de işte burada abuk subuk tiplerin tüpçülerin olduğu bir ligde embesil ötesi bir oyun çıkartıp adına da futbol demeye devam ediyoruz. 

that's life bebeğim. 

P.S. Neredeyse 9 yıl olmuş... Dükkanın ilk açıldığı zaman yani 2007'nin ilk günlerinde Zidane'nin belgeseli festivalde gösterilmişti ve F.A. ile Le Carré Vert filmine beraber gitmiştik. Film güzeldi, Mogwai'nin müzikleri güzeldi, F.A. güzeldi, Türkiye kesinlikle çok daha güzeldi. Ama işte bugün buradayız, nereden nereye? Neler değişmiş, neler gitmiş, neler gelmiş 9 yılda? Güzel de var çirkin de. Çirkinlikler tamamen gitsin de sadece güzellikler kalsın... Dükkanda böyle olur da Türkiye'de biraz zor bi 10 yıl daha çirkinlikler diyarındayız. 

Ama nihayet futebol, değil mi? Naysss...

Sunday, November 1, 2015

Never on sunday # 3

Hiçbir şey aynı kalmıyor. Hiçbir şey yerinde kalmıyor. Doğası gereği, olması gerektiği gibi. Bir şeyler değişecek. İlla ki. Bugün? Muhtelemen hayır. Daha doğrusu bizim istediğimiz, ümit ettiğimiz gibi bir değişim bugün olmayacak. Bir şeyler değişecek ama yine de o büyük değişim, tokat etkisi yapacak değişim olmayacak. Ancak o da bir gün olacak. Bir gün, kendi zamanı geldiğinde "evet, artık hiçbir şey aynı değil" diyeceğiz. O güne kadar da inatla, direnerek ve hiçbir şekilde yılmadan hayata devam edeceğiz. Belki üzücü ama zaten iyice sıyırdığımız için o güne kadar "kimin kim olduğunu, nerede kimin yanında yer aldığını da hiç unutmayacağız". 

A Change Is Gonna Come








Wednesday, March 18, 2015

Memory Lane

Doğumgünüm için Veronica'dan gelen bir Cézanne kitabının gönderildiği orta büyüklükte sarı zarfın üzerinde yazılıydı "coup de foudre" hikayesi. İsmini, oturduğu daireyi ve telefon numarasını silmiş olsa da zarfın üzerine uzun uzun beni gördüğünü, "flashé sur toi" olduğunu filan anlatıyordu. Gerçekten fantastikti. O dönemler kendi çapımda nihilist olduğum için değil tanımak varlığının dahi farkında olmadığım bir komşudan gelen bu hareket ile pek ilgilenmemiş, üzerine düşmemiştim ama çok eğlenceli bulmuştum. Bugünkü coolluğum olsaydı her şey belki daha da eğlenceli olurdu ama dediğim gibi kendimce nihilisttim, haliyle her şeyi reddediyordum. 

Geçenlerde hiç beklemediğim bir anda vurdu beni Memory Lane. Hayır, Minnie Ripperton'nun Memory Lane ile değil, gayet korkunç 90'lar ve Morcheeba ve Blindfold ile. Aman Allah'ım! Bütün bir '98 yılı bahar mevsimim bunu dinleyerek geçti. Albüm kötüydü ve albümü değil de maxi aldığım için çok mutluydum ama şarkı bir şekilde şahaneydi. Tarifi zor bir hafiflik, bir rahatlık, bir tiril tiril hali vardı ve tam da o günlerin hissiyatına uyuyordu. Bahar gelmişti, kıyafetler hafiflemişti, hava soğuk kış mevsiminden sonra ılımanlaşmıştı, okul daha rahat daha estival bir havaya bürünmüştü filan. 


İşte geçenlerde A.Ç. ile Karaköy mekanlarında oturmuşken muhtemelen '98'te yeni doğmuş bir garsonun çalıştığı mekanda çalmasıyla memory lane kapıları açılıverdi. Cidden bir anda Strasbourg'a gitmiş gibi oldum, Rue de l'Argonne, evim, sonraki evim, daha sonraki evim, okul, sokaklar, barlar, lokantalar, geceler, insanlar, o insanlardan hala hayatımda kalanlar filan derken epey bir garip beş altı dakika geçmiş oldu.


Ancak bitmedi. 

Bambaşka bir yerde bambaşka bir insan ile bambaşka bir eylemin içerisinde iken yanıma gelen ve " siz şu değil misiniz, hani M.'nin arkadaşı, hani sadece kırmızı oje sürdüren?" sorusunu soran, kendisini hatırlamakta zorlandığım ama yine arka arkaya anıların aktığı dönemi ise hatırlamakta hiç zorlanmadığım an. Hemen M.'ye mesaj atıp sorduğumda ise elbette karşımdan "şok şok şok" tepkisi alırken yine "kaç yıl oldu" soruları dolaştı. 2008 Londra seyahati sonrasıydı. Burası bile ne kadar renkli, ne kadar leş, ne kadar komik, ne kadar hafifti. Evet, burası vardı, blog gayet yoğun çalışıyordu, işinde gücünde yazdıkça yazıyordu. Sahiden de neler yaşanmış, neler bitmiş, gerçekten de kimler gelmiş kimler gitmiş hayattan, hayatlardan ... 

Açıkcası hiç öyle aynaya bakıp "ne kadar yaşlandım, ne kadar zaman geçti, hayat geçip gidiyor" diye düşünenlerden değilim. Geçip gidiyor ama doğal olan da bu değil mi? Ve öyle olanlardan da çok sıkılıyorum. Özellikle kadınlardan. Sürekli  "yaşlandım artık çizgilerimi görebiliyorum" veya "artık vücudum eskisi gibi hızlı zayıflamıyor" lafları edenleri. Erkeklerde ise olay daha fantastik çünkü onlar yaşlandıkça "öğreten adam"a dönüşüp neredeyse haddini aşan vaziyette "sen gelirken biz dönüyorduk" laflarına dönüyor ki bu da diğeri kadar sıkıcı. 

Memory Lane'e geri dönersek...2010'da her şey bir hızlandı ama benim şahsi döngümde 2012'den itibaren hiçbir şey aynı kalmadı, her şeyin yeri değişti, her taş yerinden oynadı. Gidişat daha mı hızlı, daha mı yavaş bilmiyorum ama benim için olması gerektiği gibi gittiği kesin. Su akıp gidiyor kendi yolunu çiziyor işte. Manasızca hiçbir şeyine dahil olmadan, elini dahi sokmadan suyun akıp gittiğine baka da bilirsin ya da o akıp giderken içine girip oynayabilirsin. Bu kadar basit. 

Blindfold da yıllar sonra şahaneydi. İyi ki, iyi ki, iyi ki her şey olması gerektiği gibi olmuş, geride güzellikler kalmış. 

İ.K.'ya dediğim gibi "dün bugün, bugün de yarın". 

Monday, February 23, 2015

Oscar sebepli (erken) Cuma eğlencesi # 3

 Yalan değil, yaşadığımız iğrenç yerdeki çirkinlik, çirkeflik, şahsiyetsizlik, adaletsizlik yüklü döngü içerisinde biraz olsun nefes almaya, iyi hissetmeye, kendimize eğlence bulmaya, hayatlarımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. İnsanoğlu işte, bir şekilde hayata sarılıyor, devam etmeye ve her şeyden öte umuda inanmaya çalışıyor. Kendi çapında. Artık olduğu kadar. Olmadığı yerde de oldurmayanlar utansın diyeceğim de utanan kalmamış ki memlekette...

whatever

Kar ardından gelen güneşli İstanbul günleri derken, Los Angeles da doğu komşusu kar altında nefes almaya çalışan NYC 'a inat en güzel bahar havalarını yaşarken gerçekleştirilen Oscar Ödül Töreni. 87.siymiş bu yıl ki. Maşallah demek lazım. Bizde 87 yıldır devam eden ne var acaba? Doğru, aslında hiç de azımsanmayacak bir cumhuriyet var 92 yıldır devam eden de ona da yakında "100 yıllık yalnızlık" filan derler aşağılamak, küçümsemek için. Neyse, hiç sinirlenmeden gerilmeden içimdeki bütün nefreti Oscar'a yönlendirerek başlıyorum. Ve ne yazık ki çirkinle başlıyorum. İşte hem çirkin hem tarzsız. Amerikan eğlence kanalı sunucularından, geniş alınlı, koyu ötesi solaryum tenli ve bir de bunun üstüne kıpkırımızı ruj ve kıpkırmızı elbise ile çıkınca mevsimi geçmiş pörsümüş domates gibi olmuş. Saçları filan her şey fiyasko. Tamam, elbise değil ama o da bir zahmet olmasın.



Yukardakinin sahne arkadaşı, Ozzy Osbourne'nın forever çılgın forever ergen olma kaygısını artık iyice büyümesine rağmen hala gururla taşıyan embesil kızı. Hayır hem embesil, hem de bütün o Dazed &Confused (hem filmden hem de dergiden bahsediyorum, Led Zeppelin şarkısından değil) görünme çabaları içerisinde müthiş sıkıcı. Çılgınlık saç kazıtmakla, saçı mora boyatmakla, 800 tane dövme yaptırmakla olmuyor ama işte moron her yerde moron.


Nihayet! Nihayet ! Belki fazla sade belki fazla siyah ama o turkuazlarla ve Cate Blanchett'in şahane duruşu ile her şey daha bir güzel. Elbise Maison Margiela'ymış yani moda dünyasından yaptığı ırkçı yorumlar sebebiyle dışlanan John Galliano'nun yeni evi. Mücevherler de Tiffany & Co 'i ki on dirait pas ...
 Korkunç. Yani Marchesa elbise değil de kendisi elbiseyle beraber korkunç. O saçlar, o kaşlar...Hani elbise de öyle matah bir şey değil de belki daha sürekli kendisini ortalıklarda göstermek istediği anlamsız kıyafetlerle gelseydi daha etkileyici olurdu. Böyle hiç olmamış Rita Ora zaten olmamış, bildiğin davetlere katılan haute couture elbiseler giymeyi seven sıradan zengin bir hispanik kadın olmuş.
 Armani Privé elbise aslında güzel de fazla riskli fazla duvar görünümünde. Sanırsın Naomi Watts bir Another Brick In The Wall entalasyonu temsil ediyor. Yoksa kendisi gayet güzel yaş alanlardan, gençliğindeki sıradanlığını olgunluğunda anlama döndürenlerden de talihsiz bir kıyafet seçimi.
 Help filminin başrolündeki oyuncu ve şahane elbisesi. Saçları güzel, Zac Posen elbisesinin rengi, kumaşı, kesimi her şeyi çok güzel. Şaşırtıcı veya afallatıcı değil belki ama gayet güzel.
Müthiş antipatik çift. Herif Maroon 5'in kendisini dünyanın en yakışıklı en yetenekli en harikulade erkeği sanan solisti karısı da Victoria's Secret mankenlerinden biri. İkisi de Armani giymiş de ortaya hiçbir şey çıkmamış. Yaydıkları herhangi bir elektrikleri olmadığı gibi, sürekli aynada kendilerine hayran hayran bakıp sonra dellendiklerinde kırışıklıklarına, yağlarına, selülitlerine bakıp kafayı yiyen insanlarmış duygusu veriyorlar. Tanısam merhaba demem o kadar iticiler.  
 Hollywood'un ismi az siması daha kolay hatırlanan kadın oyuncularından Laura Dern. Babasıyla ve ortaçağ askerlerinin zırhını anımsatan Alberta Ferretti elbisesi ile gelmiş. Yani. Kötü değil. Güzel de değil. Oscar'a giderken herhalde daha güzel bir şey seçmek çok zor olmasa gerek. Kendisi hakkındaki ilginç detaylardan biri de kendisinin geçtiğimiz yıla kadar Ben Harper 'in eski karısı olması ve daha yıllar yıllar önce henüz Brangelina devri dahi başlamadan önce Billy Bob Thorton ile kendisi beraberken bir gün adamın evden gidip Angelina Jolie ile evlenmesi ve bir daha haber vermemesidir. Cidden hayat dediğin şey ilginç.
 Kendisi de, botokslu ifadesiz yüzü de, sıradanlıktan patlamak üzere olan Louis Vuitton elbisesi de çok sıkıcı. Hem hala film filan çekiyor mu ki Nicole Kidman.

 Oooo arka arkaya en sevdiklerim...Sadece rengi güzel olan elbisesinin sıradanlığını geçiyorum da asıl şunu merak ediyorum Oscar öncesi Gwyneth Paltrow kaç gün yemek yememiştir veya Nasa teknolojili bakım yaptırmıştır? Kukusunu steam clean denilen şey ile yıkatıp bir de bunu spastik sitesinde tavsiye eden biri olarak herhalde Oscar gecesi için sıradan diyetler, fitness programları, juice cleanseler filan ile uğraşmayacaktır. Ne de olsa ettiği "I am who I am. I can’t pretend to be somebody who makes $25,000 a year" gibi laflarla kendisini biz fakirlerden ayıran bir insan.


Çok sıkıcı, çok sıradan. Kendisinin aday olması, elbisenin Tom Ford olması bunları kapatmıyor ne yazık ki.
 Hem çok güzel olup çok güzel giyinen bir insanken nasıl bu kadar geleneksel olunur. Jessica Chastain ve Givenchy Haute Couture. Olsa da olur olmasa da. O kadar.
Hiçbir şeyi ile beğenmediğim Jennifer Lopez ve Elie Saab Haute Couture elbisesi. Elbise çok güzel rengi çok sönük, ten rengi ile içiçe girmiş. 

Olması gerektiği gibi hiç risksiz tam Oscar elbisesi. Atelier Versace. Ne az ne fazla.


Keşke daha güzel bir elbise ile gelseydi Julianne Moore. Tamam Chanel Haute Couture ve duyduğumuza göre Karl Lagerfeld elleri ile dikmiş elbiseyi de..Yani. Daha güzel daha etkileyici olabilirdi. Çünkü güzel bir kadın. O saçlarla öğretmen gibi olmuş.


Güzel kız, güzel Saint Laurent elbise. Ama heyecansız. Bu kadar genç insanın bu kadar sıradan bir elbisesi seçmesi büyük talihsizlik.

 Önden ayrı korkunç arkadan ayrı korkunç. Dior Haute Couture olması, Marion Cotillard'in hoş bir insan olması da hiçbir şeyi değiştirmiyor. Feci.

Ve çok güzel bir insan çok güzel bir elbise. O kadar ki iki resim koydum. Lupita Nyong'o ve custom Calvin Klein elbisesi. Boncuklarla incilerle işli. Her türlü çok güzel, kızın şahane sırtında ise inanılmaz güzel.



 Home wrecker damgası yiyip kaybettiği belki de hiçbir zaman güzelliğinin dışında başlamadığı oyunculuk kariyerine nihayet yaptığı çocuk ile geri dönüş günlerini yaşayan Sienna Miller ve edepli Oscar de la Renta elbisesi ve ne yazık ki kendisini çok çirkin gösteren contour makyajı. Aman yarabbim. Gerçekten de özellikle beyaz ve açık tenlilerde müthiş bir hata bu Kardashian ailesinin contour makyajı.
 Gecenin en güzeli en şıkı Emma Stone ve Elie Saab Haute Couture elbisesi. Bayağı güzel.

Off gitgide sıkılmaya başlıyorum, yazmak istemiyorum. Gone Girl'ün oyuncusu ve kırmızı elbisesi de bence kız da güzel değil Givenchy Haute Couture elbise de. Bilmiyorum ama bir şeyler çok sıkıcı. Belki yüzü ifadesi belki belinin sıkılığı.

Scarlett'ciğimi benden başka beğenen yok herhalde de sevgilisini de kendisinden başka beğenen olduğunu zannetmiyorum. En azından dün gece o smokinin içerisinde. Atelier Versace elbisesi, saçları, elbisenin rengi filan. Dediğim gibi ben çok beğeniyorum da o kadar sanki...
 Gecenin en ama en güzellerinden Margot bir şey ve şahane Saint Laurent elbisesi ve şahane dekoltesi, şahane duruşu, şahane kırmızı ruju ile cidden en güzellerden. 

Ve noktayı, geceyi hem ödülü hem de yaptığı konuşma ile kapatan Patricia Arquette ile koyup sıkıntıma son veriyorum. Nedense çok beğenirim kendisini. Ta True Romance filminden beri. Yanındaki de Toto'nun efsane Rosanna şarkısına ilham veren ablası Rosanna Arquette. Ailede herkes iyi hoş bir şekilde oyuncu da korkunç giyinen bir erkek kardeşleri var ki hiç girmek istemiyorum. Kıyafeti güzel, öyle gülünç filan hiç değil, kendisi zaten güzel ve ortaya çıkan 46 yaşında güzel başarılı bir kadın işte. "Daha ne" deyip biter gider bu erken oscar kaçak cuma eğlencesi...



Thursday, February 12, 2015

Tanıştırayım, "arkadaşım" ...

Arkadaşlık ciddi bir mevzu. Hem de gayet ciddi bir mevzu. Kimin arkadaşın olduğu, arkadaşlığın tanımı, arkadaşlığın sınırları, paylaşımı, mahremiyeti, samimiyeti, gerçekliği, güveni, desteği o kadar önemli ki belki de her şey olması gerekenden sırf bu yüzden daha karmaşık hal alıyor. Belki de çok daha basit (basit derken ucuz değil) ilerlemeli işler, ilişkiler. Çok abartılı sıfatlar yüklemeden, çok büyük beklentiler taşımadan ve hatta yaşanan sevinçlere, kızgınlıklara dair iddialı, büyük laflar etmemek lazım. Arkadaşlık nasıl bir şey ise kendi yolunu buluyor, ya devam ediyor ya da bitiyor. Her ilişki gibi. Elbette bu ilişkilerin seviyesi, yoğunluğu da arkadaşlığın kendisi kadar önemli ama işte su yolunu buluyor. 

Hiç sevmediğim ama belki gittiği İspanya'da bir nebze olsun göreceği yeni dünya sayesinde bilgelik veya şahsiyet kazanır diye düşündüğüm müthiş yetenek bir o kadar müthiş açıklamalar yapmış. Hem arkadaşlık, hem de Gezi olayları üzerine. Yani kendisini kat be kat aşan konulara değinmiş, büyük büyük laflar etmiş. Bayılıyorum böyle insanlara...Dünkü çocukların bugünün kanaat önderi olması haline. Ne kadar şanslıyım ki güzel ülkem Türkiye bana bunları gani gani sunuyor. 850 kere din ve inanış değiştirip beraber olduğu erkeğe göre şekillenen boyun ağrılarından namaz ile kurtulan Tuğçe Kazaz mı istersin, koca koca göbekli hayatta belli bir yaşa gelmiş adamların çapsızlığını mi istersin yoksa son günlerin bombası topçu Arda'yı mı ? Saçmalardan seç beğen al. Ama yalan değil, son noktayı koyan Arda oldu. "Arkadaşım gibi" dedi. Arkadaşım gibi. Dediği insan cumhurbaşkanı.

Çok yazmayacağım da sadece kendi arkadaşlık ilişkilerimde öğrendiklerimi sıralayıp bitireceğim bu sıkıcı konuyu. 

İnsan arkadaşım dediğinin yanında hazırola geçmez, kendisini rahatsız hissetmez aksine onun kendisine güveni hisseder ve canını yakmayacağını bilir, yine onun yanında başka arkadaşlarının yanında olduğu halinden farklı davranmaz, yapmacık veya sahte ifadelerde bulunmaz ya da düğününde o çok sevdiği arkadaşım dediği insanın katılımı esnasında alkol servisini durdurup o gidince alkolün dibine vurmaz...

Arkadaşlık güzel hatta şahane bir şeydir. Kıymetlidir de. Çıkar ilişkisi genelde azdır ya da az olması beklenir. Ha bir de dikkat edilmesi gereken bazı ince noktalar vardır, mesela kimse kimsenin çöp tenekesi değildir ve kimsenin bir diğerine kötü veya hoyrat davranması kabul edilmez. O yüzden de özenli ve güzel davranmak gerekir. Ve elbette arkadaşın kim olduğu çok ama çok önemlidir çünkü insanın yanında arkadaşım diye tanıştırdığı, beraber dolaştığı, evine gittiği, (rakı) masasına oturduğu insan bir şekilde onun da kim olduğunun göstergesidir

Yukarda görüldüğü gibi Ray Charles Ronald Reagan ile poz vermiş, tarihe resim böyle geçmiş. Ray Charles'in bir siyah olarak Ronald Reagan gibi ırkçı ve daha da vahimi mensubu olduğu cemaati hedef alan neo-liberal bir politikacı olan birisiyle aynı karede yer alması o kadar talihsiz ki. Özellikle de Amerika'daki zenci cemaate yönelik baskı ve ekonomi politikalarını düşünürsek. Belki arkadaştırlar, belki birbirlerine ihtiyaçları vardı ve o yüzden arkadaş gözüküyorlardı. Olabililir. Hayatta her şey var. Ama yine de insan yarın hayat doğal olarak değiştiğinde kendi yüzüne bakabilmek için kiminle arkadaşlık ettiğine, kimin evine gittiğine, kiminle aynı resim karesine girdiğine iyi dikkat etmeli. Çünkü bir şekilde o evine gittiği arkadaş, o beraber vakit geçirdiği arkadaş, o aynı fotoğrafta poz verdiği arkadaş aslında kendisinin de yansımasıdır. Biz aslında kendisiyle bir kez daha tanışıyoruz. Aynen The Rolling Stones 'ın dediği gibi.

Pleased to meet you. 
Hope you guess my name, Sympathy for the Devil,

Biz de bir kez daha tanışmış olduk Arda ile (ve daha niceleri ile). Arkadaşları vesilesiyle ... 

Hızlı okuma: neo-liberalizm nedir?

Sunday, February 1, 2015

Never On Sunday # whiplash

Günlerin kapanmışlığı, kelimeleri, sayfaları derken, neredeyse haftalardır sinemaya gidemeyip daha doğrusu gidip de sinema kapılarında kalış derken nihayet nihayet hakkında pek konuşulan pek merak edilen Whiplash'li geçen bir never on sunday...

Güzel film, psikolojik şiddet ve mobbing nedir gösteren gayet başarılı örneklerle dolu bir film. Ama hayır, Whiplash bir müzik filmi değil. Cazdan bahseden bir film hiç ama hiç değil. Yetenekli, hırslı, çevresinden, ailesinden ve tabii çok yukarılara koyduğu hocasından takdir görmek isteyen, asosyal kendi yaşıtları ile ilişkide zorlanan genç bir müzisyen (adayı), (muhtemelen) kendi beceremediği istisnai ve müthiş caz müzisyeni kariyerine hoca olarak devam edip öğrencilerini aşağılayarak onları eğittiğini sanan ve bu acımasızlıktan zevk alan ruh hastası bir hoca hikayesi. Çocuğun deli gibi saatlerce  davul çalıştığı, ellerinin değil çizilip kanaması, kanlar içerisinde kaldığı ama hala hocasını tatmin edemediği acıklı sahneler dışında filmden kalan tek şey aslında mobbing denilen şeyin ne kadar tehlikeli olduğunun göstergesi. Öyle ama. Zamanında belki 19 değil ama 25 yaşlarında gayet net ve korkunç bir mobbing deneyimi yaşamış biri olarak, evet filmin seyredilmesi sadece bu açıdan önemli. İnsanlar özellikle de çok genç insanlar böyle tecrübeler yaşamamak için bu filmi seyretmeli. En azından akıllarında kalır, başlarına geldiğinde ki mutlaka bir şekilde gelecektir, neyi nasıl yapmaları gerektiğini, mobbing uygulayanın aslında (filmde de söylediği gibi) iyi niyetlerle, yeteneğini, becerisini, aklını takdir ettiği için sert (veya acımasız) olmayı seçmediğini; aksine kendi eksiklikleri, kendine güvensizliği, kıskançlıkları (veya sadece psikopatlığı) olduğu için karşısındakinin canını acıtmak ve bunu bir güç gösterisi haline getirdiği gerçeğini görebilirler. 

Bu psikolojik savaşın nasıl bir şey olduğunu gösteren bir film. Ama müzik filmi değil, caz filan yok bebeğim, hiç ilgisi yok. O yüzden de çocuğun hayran olduğu davulcu belki istisnai teknikleriyle insanı afallatan Buddy Rich. Cazda çığır açmış, davul gibi bir aletinin müzikteki yerini başka bir yere taşımış caz davulcuları  Tony Williams, Elvin Jones, Max Roach değil. 

P.S. Elbette evin içinde saatlerce davul çalan birini görünce aklıma hemen U. geldi. Okuldan çıkıp onlara giderdik, biz içerde o da davulun başında. Saatlerce çalardı. Değişen bir şey yok, hala da çalıyor. Filmden hemen sonra aradığımda "evet ya, bugün 2 saat çaldım. şimdi gidip 1 saat daha çalışırım herhalde. kanar, kanar ellerin de yani, işte film çok abartıymış, o kadar biraz zor ama kanar" dedi. 

Buddy Rich değil de bari Billy Cobham gelsin o halde Never On Sunday pazarına. Hani şu, Massive Attack'in meşhur Safe From Harm'ına sample olmuş parçasıyla 1973 tarihli Stratus. Ooo, kesin çalarım bu hafta programda. Davul mavul cidden havalı. Oldu bu iş!

 








 

 

Saturday, January 10, 2015

Nedense

Nedense günlerdir ruhumun istediği bu. Sadece bunu dinlemek istiyorum. Belki kendime gelirim umuduyla.

P.S. Küçükken Karajan fotoğraflı cdler çok ürkütücü gelirdi. Belki de kendisinin hep çok zor, korkutucu derecede disiplinli bir şef olduğu bilgisi yüzünden. Ama en azından bu korkutucu hali gerçek bir dehayı barındıyor, arkasında saygın bir tarih bırakıyor. En azından bu korkutucu ifade harikulade eserlere imza atıyor. Bizdekiler veya bizim muhatap olmak zorunda kaldığımız çirkin kötüler gibi ortalığın içine edip bir de üstüne korktukları için kendi arkalarından dünyayı batırmaya çalışmıyor. Aradaki fark işte tarihe bıraktığın. Bazıları Beethoven bırakıyor, Karajan bırakıyor, biz ise arka arkaya çirkinlikler ve aptallıklar serisi...

Cidden her şeyiyle çok ama çok çirkin bir coğrafya burası. Evet, her şeyiyle...

Wednesday, December 31, 2014

Bring it on, bebeğim !

Yalan değil, birçok açıdan oldukça boktan bir yıldın ama salla. Yapacak bir şey pek yok! İnadına yaşamak, hem de güzel yaşamak dışında. En azından denemek lazım. İnadına keyif, inadına kahkaha, inadına glamour, inadına bling bling, inadına mutluluk, inadına içki, inadına şampanya, inadına hayat, inadına direniş ...

O yüzden bring it on !!! Nick Cave'in dediği gibi hem de, oh beybi...