Tuesday, February 28, 2012

yine, yeniden " tombe la neige"

Cidden şenlikli oldu bu kış. Garip ve şenlikli. Güzel şenlikli; kabus şenlikli değil. Kar da şenliğin bir kısmı oldu. Aynen Portofino veya Positano 'ya kar yağması gibi, tombe la neige... Topkapı'nın üzerindeki karlar gibi.

Monday, February 27, 2012

nefret, medeniyet ve Umberto Eco

..." halka umut vermek için düşman gereklidir. birileri yurtseverliğin ayaktakımının son sığınağı olduğunu söyledi: ahlaksal ilkeleri olmayanlar genellikle bir bayrağa sarınırlar, soysuzlar da daima ırklarının saflığı ile övünürler. ulusal kimlik, mirastan yoksun kalanların son pınarıdır. şimdi kimliğin anlamı nefreti üzerinde temelleniyor, aynı olmayana duyulan nefret üzerine. nefreti uygar bir tutku olarak beslemek gerekir. düşmanı, halkların dostudur. insanın kendi sefilliğine mazeret bulabilmesi için nefret edecek birisine gereksinmesi vardır. nefret insanın en kadim tutkusudur. anormal olan durum sevgidir. isa bu nedenle öldürüldü: doğaya karşı olan bir şeyden söz ediyordu. insan birini, bütün bir ömrü boyunca sevemez, bu olanaksız umuttan zina, ana katli, dosta ihanet doğar...oysa insan ömür boyu birinden nefret edebilir. yeter ki nefretimizi körüklesin. nefret yüreği ısıtır."...

umberto eco, prag mezarlığı, s:383

korkunç kötü bir tercüme ama güzel roman

Sunday, February 26, 2012

the "most boring" nite

Gerçekten de uzun zamandır geçirdiğim en sıkıcı ama gerçekten en sıkıcı geceydi. Hem de çok sevilen çok eğlenilen insanlarla. Doğru, olur böyle ara ara, insan en yakınlarıyla bile daralabilir, kendini camdan atmak isteyebilir sıkıntıdan. Kimsenin suçu yok. Olur işte böyle ara ara, üzerinde de durulmaz devam edilir, her şey zaten yoluna girer. Ama o kadar sıkıldım ki... "ben demiştim" demek kötü bir şey ama ben demiştim; " çok yorgunum, çok bitkinim hiç çıkmak, rakı içmek, herhangi bir şey içmek istemiyorum" diye söylemiş "yok yok geliyorsun" cevabını almıştım. Sonuç ortada. Cidden ama ortada. Ben yine bir kez daha kendime dair öğrenmiş oldum ki "istemediğimi, içimden gelmeyeni yapmamalı, sadece içimdeki sesi dinlemeliyim" ve başkaları için de "eğer suratsızsam yorgunsam bir süre kendi halime bırakılmalıyım, hiçbir şekilde bulaşılmamalıyım".
Uzun zamandur yaşadığım en sıkıcı geceydi. Özellikle de bir önceki gecenin fantastik ötesi dream on'nun ardından. oy oy oy! Kendime gelebilmiş değilken birden sıkıntı içine düştüm. Geçti gitti ama Fuket, ama o tamamdir, sıkıntım da geçti, bugün pazar, güneşli, Ankara bitti gitti, never on sunday ruhu yakındır...

Thursday, February 23, 2012

Dream on # 6


anlamı var. derinden ve dipten de. bu saatte ayakta olmamın anlamı ise yok. blame it on turkish airlines. iptal olan uçuşa hazırlık için uyunan birisi iki saat sonrası için uyuyabilir mi? hayır. fantastik rüyasını irdelemek, freudyen açıklamalar yapmak ile uğraşır, kahve içer, sonra da yeni uçuşa gider. aklında dream on , dilinde onlar küfür ile. ayrıca gittiği yer de matah bir şey olsa...

Wednesday, February 22, 2012

Dream on # 5

havuz, eğlenceli havuz halleri, galatasaray insanları, tribün çocukları, kafama taktığım çiçekli yaşlı teyze bonesi.

şıp şıp ayaklarımı sallandırdığım havuzu mavuzu bir de kafama geçirdiğim o fantastik çiçekli böcekli yaşlı teyze bonesini bilmem de galatasaray'ı görmemin sebebi cantona'nın looking for istanbul'u seyretmem olduğu kesin. allah'ım büyüksün, neden o renkler, neden o kulağımın dibinde böğüren coşkulu insanlar ? neyse rüya işte, geçti gitti.

Tuesday, February 21, 2012

Orası. Orada.

Sağda. Sağ orta, biraz da genişce. Elis, " Tom ", Joao, Sergio, Astrud, Baden, Oscar...'ın toprağı, bazıları için ise tatil güzergahı. pr moi, hepsinin birlikteliği. Bir de garip bir rahatlığın yaşam hali. Her türlü kaotik yapısına rağmen.

Monday, February 20, 2012

1993 ve ilerisi # 2

artık sonlara gelindiğinde, birçok şey bittiğinde, tam da yenileri başlayacakken, 2000'e girilecek 31 aralık gecesi havai fişekler vs patlatılırken, fuket e.'den gelen " roxy'e mesaj atsana biz yeni yıla girdik siz hala girmediniz mi orada?" cümlesinin hiç unutulmaması, roxy'nin plakları, onlarca yüzlerce plak, hip hop diye emeklerken, internet telefon üzerinden yavaş yavaş bağlanırken, çoktan hip hop'u geride bırakıp drum n' bass diye coşan 2009'daki the roots ... ha bugün drum n' bass nerede, o zamanlar sıkılmaya başladığım hala sıkıldığım rock nerede?

if you were worried 'bout where
I been or who i saw or
what club I went to with my homies
baby don't worry you know that you got me


Sunday, February 19, 2012

1993 ve ilerisi

Fantastik yıllardan '93 yılı. Gerçi 90lar sanıyorum bana tümden fantastik geçmiş de farkında değilmişim gibi. Ya da hep içimde bir özlemle kalmış, ara ara geri dönüş yapıyorum. Hele havalar açınca güneş çıkınca iyice '93 ruh hali iyice çıkıyor, hissettiriyor, o günlerin yaşam biçimine geri götürüyor. nays. Hiç itirazım yok bu duruma Free 'den da gelebilir All Right now dinleyek yaşayabilirim. Zamanı. Şimdiyi.

Saturday, February 18, 2012

Free as the morning sun

Kar ve tipi denip de yine bir kış gününün ertesinde güneşin tepede olması güzel şey. Muhtemelen sürmeyecek ama yine de free as the morning sun mutluluğu. Free as the morning sun da demişken 2001 tarihli Mr. Hermano albümünü ve şarkısı da mümkünse geçilmesin, hep çalsın, dans ettirsin. Henüz şubatta olduğumuz düşünülürse daha "tiril tiril" ruh haline epey var ama uçuşan eteklerden önce yüreğimizin tiril tiril olmasında hiç bir engel yok.- böyle de sevgi dolu, "kendine iyi davran" diyen insanlardanım (yarılarak gülüyorum şu an)...

p.s. ayrıca kış güneşi lafından da, şarkısından da zerre hazzetmiyorum.

Friday, February 17, 2012

Cuma eğlencesi

Değil uzun zamandır, neredeyse yılı aşkın süredir yazmadıklarımdan biri cuma eğlencesi. Gerçi kasımda yazmışım ama ilk iki, üç yıla baktığımda o kadar az ki... Madem kar yağacak sokağa çıkma korkusu, madem Fuket'ten "neredesin" soruları geldi, o halde neden olmasın, beautiful people'a gitsin benden...
Güzelle başlamayı herkes ister de mümkün olmadı Vogue sayfalarında. Linda Evangelista ve neredeyse farkedilmeyecek kadar silik hali. O ki 90ların başında her saç renginin ve kesiminin yakıştığı efsane top modellerden iken kötü bir saç boyu, rengi ve daha da vahimi kötü fönü ile NY'ta charity gecelerinden birine katılmış. Fön zor iş, farkındayım. Özellikle de bizde. Anlatamazsın, "hayır kafamda motor kaskı geçirilmiş gibi kabarık bir şey istemiyorum" diyemezsin, desen de anlamaz, inat eder kendi bildiğini okur ve o en yüksek derecede çalışan saç kurutma makinesine saçın köküne fırça üzerinden yapıştırır ve sonuç olduğundan 5 yaş yaşlı gösteren ve asıl orduevinde 5 çayına inmiş general karısı saçı kabarıklığındadır. Gerçi yurtdışında öyle bizdeki gibi "gidip şu yukardaki kuaföre 10 lira 20 liraya fön çektireyim" hadisesi olmadığından her şey zaten daha bir doğal oluyor. Ayrıca Linda Evangelista'nın saçına herhalde daha doğru düzgün bir şeyler yapmak isteyen çıkacaktır etrafında ama belki de yüzünün botokstan patlayacak, ifadesiz hali böyle bir şekil gerektirmiştir. Saçı geçiyorum ve üzerindeki o smoking takıma bakıyorum da daha fazla yazabileceğimi düşünmeyip geçiyorum. O kadar sıradan ki...

Neden ki? Gossip Girl kızlarından. Zaten genç. Ama neden o bukle bukle saç, neden o kürklü baldır Louis Vuitton elbisesi? Hayır, cidden neden? Güzel desen güzel değil, tasarım desen, bilmiyorum sıkıcı sadece.

Louis Vuitton demişken tasarımcısı Marc Jacobs elindeki kadın el çantasıyla pek bir angélique vaziyette poz vermiş. Bazen ben de deniyorum böyle ellerimi önde çanta ile tutarak hafif müstehzi ifade ile gülümsemeyi ama nedense anjelik Marc Jacobs gibi başarılı olamıyorum. Aynen asla plajda kumların üzerine devasa boyutlardaki renk renk Birkinlerle yayılamayacağım gibi (gerçekten de el yapımı birkinlere yazık kumların üzerinde güneşin altında) Gerçi kendisinin eski Woody Allen sarsaklığındaki hali düşünüldüğünde şu hali epey sansasyonel de yine de İskoçlar dışında etek giyen erkekler, kadın çantası taşıyan erkekler, Birkinli erkekler beni aşabiliyor.

Genç olup da genç gözükmeyenlerden Lindsay Lohan. Aslında aşağıdaki görüntüsü, 100ccc olan silikonlu göğüsleri, dağılmış ve çökmüş ruh halinin dışa yansıması, göreceli vaziyette parasız kalması sebebiyle Playboy'a soyunması vs üzücü çünkü bu kız kendisi bir şey olamamış annesinin hırslı hareketleri sonucu olarak buralarda olan biri. Doğal, çilli kızıllardan. Oysa şimdi vivid yıldızları gibi; trashy'den hallice. Üzerindeki beyaz elbise güzel aslında ama o gri püsküllü kürkümsü kollu şey alakasız ve gereksiz.

Demek ki Sienna Miller 'in gücü aynen Samson gibi saçlarındaymış. Hepimiz biliyoruz ki kendisi güzel bir insan. Ama o kadar. Öyle aykırı bir çekiciliği vs hiçbir şeyi yok; sadece yüzü gözü ağzı saçları filan çok güzel, çok düzgün, çok bebeksi. Kısa saçlı da güzel olanlardan ama genelde hep beline kadar sarı saçlarıyla salınan bir insan. Burada toplatmış ve olmamış. Olmamasını geçiyorum kim olduğu yazmasa tanınmayacak kadar sıradan olmuş. Samson gibi, saçlar gidince gücü de gitmiş ortaya sadece güzel derli toplu bir siyah elbise içerisindeki sarışın bebeksi güzellikte sıradan bir kadın kalmış.


Yani Olivier Zahm'ın her daim daracık deri ceketli, pilot gözlüklü Michael Hutchence imajından ben sıkıldım kendisi sıkılmadı. Ama demek ki var bildiği ki istikrarlı şekilde sürdürüyor.
Nihayet güzellerdeyiz. Anja Rubik. Daha kısa saçlı bence daha güzeldi ama yine de başka bir şeyi var, sıradan sarışın değil, öyle çok bebeksi değil. Üzerinde de işte 1920'ler, Caz Çağı veya yine Hollywood üzerinden The Great Gatsby keşfi sonucu çıkmış püsküller, grafik desenler. Kız güzel elbise güzel, elbise kıza zaten güzel, tamamdır.
Ve Elisa Sednaoui...Her şekilde beğeniyorum. Özellikle de başkasında muhtemelen hiç olmayacak kıyafetleri kendi üzerinde, hiç zorlanmadan ve "tarz olacağım" zorlaması olmadan çok doğalmışcasına taşımasına bayılıyorum. Budur; ve biter ve a bientot canım...Bakalım ne zaman bir daha cuma eğlencesi yazacağım üşenmeden ve sıkılmadan?

Motto # 2

Aynen. Falling ve failure birbirini andıran ama aslında çok ince çizgiyle ayrılan bambaşka şeyler. Görmek için gözükenin ardına biraz dikkatlice bakmak gerekiyor. Bakmak ise her zaman görmeyi sağlamıyor.



Şubatta hayatta kalma rehberi


Kar sevmek, hafifçe, insanı şöyle kendine getirecek şekilde üşümekten zevk duymak şubat ayını sevmeyi gerektirmiyor (mart ayını zaten gereksiz olduğu için geçiyorum). Her şey olması gerektiği hatta daha bir iyi, daha bir keyifli, daha bir hafif ve mutlu gitse de dış faktörler diye bir şey var. Engellenemeyen, engellemek istendiğinde daha bir ağırlığını hissettiren. Mesela mevsim, mesela hava şartları, mesela havanın erken kararması, mesela kuşların sabahları ötmemesi, mesela yağmur, mesela soğuğun etkisiyle daralma ve kapanma hissinin halet-i ruhiyedeki etkisi vs...Yapacak pek bir şey olmadığından eldekilerle yetinmek biraz sabretmek gerekiyor. O da ancak bazı karışımlarla, çabayla oluyor. Ama nasıl olsa nisan-mayıs gelecek...

february rescue kit:

* kahve- espressodan filtre kahve/uzun çekim double espresso
* dalwhinnie yoksa jameson
* müzik* müzik*müzik*
* kitap (elbette şu evrenden torpilliyim gibi gerzek şeyler değil. gerçek romanlardan kitaplardan bahsediyorum)* kitap* kitap
* new york/brezilya/ irlanda hayalleri kurmak
* pubda saatlerce oturmak, ipanema'dan denize yürümek, bossa nova dinlemek, nolita'da yemek
* boş işlerle uğraşma özgürlüğü, eğlenceli hayallere dalmak, onu düşünüp onda kalmak
* eğlenceli çaba gerektirmeyecek filmler, dergiler, bloglar
* sanılanın aksine vogue sayfaları herkesin karnını doyurmadığı ve herkes skinny olma arzusu taşımadığı için güzel yemek; yahni, steak tartare- patates kızartması, brie, grana, camembert
* şampanya - louis roederer
* denize bakmak
* işe yaramayanı, ağırlık yapanı, güven vermeyeni, mutluluğu paylaşmayını bırakmak
* misery loves company/schadenfreude insanından uzak durmak
* şimdinin bir şekilde keyfini çıkartmak, en azından denemek
* hiçbir şeyin gözüktüğü gibi olmadığı gerçeğini görebilmek

Ve ayrıca "çok da fifi, yemişim rescue kit'i" ! Olursa olur olmazsa olmaz pek de üstünde durmaya gerek yok da şu son dört madde daimi bence. Günler geçip gidiyor ve nasıl olsa yarın, yine yarın oluyor. Uyandığımda kendimi kandırmış olmayayım yeter, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün son cümlesini sarfeden Halit Ayarcı gibi "ben aldandığımı anladım" diye düşünmeyeyim kafi. whatever. "can I have some remedy (black crowes)" diye mırıldanayım; oh beybi!



Wednesday, February 8, 2012

Yaşayan görür

Bilinir mi, sevilir mi o kadar emin değilim ama O. Henry kısa olduğu kadar sürprizlerle dolu hikayelerinde sanki gözüken hiçbir şeyin gözüktüğü gibi olmadığı gerçek hayatın kendisini anlatıyor. Biliyorum ki Kurt Cobain B. sevmiyor, muhtemelen Topkek M. de sevmiyordur. Oysa ben sıradanmış gibi gözüken her şeyin basitce ama sürprizlerle dolu bambaşka bir yön çizmesine bayılıyorum. Süslü kelimeler, süslü sıfatlar, büyük ve çarpıcı tanımlar, insanı afallatacak kadar yüce adlandırmalar bana inanılmaz sıkıcı geldiği gibi, samimi hiç gelmiyor. Nedense basit olanın cazibesi tav ediyor. Her şeyde. whatever.
"Yaşayan Görür
" ve "yaşayan görür". Hem Varlık 'tan cep kitabı olarak çıkmış O.Henry kitabının özel ismi olarak hem de sıradan bir cümle olarak, hayat dersi olarak. Herkes bir şeylerden ders alıyordur, ders aldıklarını kendisinde uyguluyordur veya unutuyordur. Uzun zamandır benim için anlamlı olanı var; bugün aslında dün yarın da aslında bugün; veya ne ekersen onu biçersin. O yüzden evet tamam, Ölü Ozanlar Derneği'ni seyredip 12 yaşındaki kafamıza kazınan carpe diem harika bir şey de bugün her zaman bugün olarak kalmıyor, hayat hızla dönüp akıyor ve bir anda baktığımızda bugün'ün bittiği yerde yarın'ın doğduğunu ve onun da bugünde yaptıklarımızla oluştuğunu görebiliyoruz. Ve işte o zaman da hayatın bugündeki gibi "güzel" kalmadığı gerçeği ile karşılaşıp "keşke"leri sıraladığımızda çoğunlukla geç oluyor.

Her gün daha da çirkinleşen ve çirkinleşecek İstanbul'un gitgide çirkinleştiği yağmurlu bugünden hayat dersi. Keşke dememek için...

Tuesday, February 7, 2012

Normal

Aslında dün sabahtan beri, dünün dream onlarından beri her şey yeniden normale dönmeye başladı. Zaten bekliyorduk dönüşün gerçekleşmesini ve dün itibariyle tamamdır, her şey kendi akışı ile dönüyor. Hafifletici bir şey. Birinin gidişi, diğerini gelişi ve dünyanın düzeni, işte. İnsan rasyonalize ediyor. Beklenmedik, ani, kabusa çeviren bir sürpriz şeklinde olmadığı sürece. En komiği de yaşadıkça insan, bugüne dek söylenmiş tüm sözlerin doğruluğunu görüyor; sıralı olsun. Aynen sıralı olsun. Gündeliğe geri dönüşün keyfi...

p.s. bu "normal" de beni ayrı güldüren bir laf. efsane'nin hiç ilgim olmayan ama işte nezaketen yapılması gereken muhabbetlerinden ötürü zeka özürlü şımarık kızkardeşine "naber nasılsın" diye sorup aldığım cevaptı "normal". bu ifadesiz cevaba afalladığımı hatırlıyorum da gençken insan fazla nazik fazla özenli oluyor onu da hatırlıyorum. yok sevgilinin kızkardeşi yok yakın arkadaşı vs diye gereksiz samimiyet dolu hareketler. karşındaki öküzse o öküzlük baki, zaten senin için iyi düşünmüyor, sen neden yorulasın ki? gençlik ilişkileri denilen şey de ayrıca hatalar zincir galiba herkesin hayatında. bugün dönüp baktığında olur mu? şaka herhalde! gerçekten de büyük hatalardan dönülmüş. aman derim! fool me once shame on you, fool me twice shame on me! hiç gerek yok. ıyk!

Sunday, February 5, 2012

Never on sunday: guinness peşinden

gayet uzak bir yer için oldukça güzel bir cenaze töreni, ilan verilmeyen ama yaşlı biri için kalabalık cenaze töreni, kar yağışının durması, her şeyin güzel olması, gelebilen herkesin gelebilmesi, orkidelerle "çocuklarından ve torunlarından", cenaze sonrası asıl rahatlatıcı buluşma, k. sisters'ın büyük olanı, e. olanı, topkek m., kurt cobain b., sekvotka ve gey kapılım z., e.k.'den muhteşem john coltrane "efkar hediyem", ve yine e.k.'den "bu gece guinness ile biter" düşüncesi ile sanki irlanda cenazelerindeymişcesine guinness peşinde arayışlar, guinness peşinde dolanmalar, guinness peşindeki diğer guinness insanlarını toplama, klasik "gece" hareketleri, klasik "gece" eğlenceleri; ertesi gündeki yorgunluğu; biri ölürken bir diğerinin hayata başlaması ile hayatın umutla devam etmesi, kool insan pıııır'dan minik ötesi eliz ve güneşli günde eliz ziyareti, biraz r., biraz d. aka louboutin, bolca hafiflik ve "bugün dündür, yarın ise bugün" yani never on sunday , yani guinness ruhu ...

Thursday, February 2, 2012

Ardından hatırlananlar

Çok ilginç biriydi. Dedem de öyle olsa da anneannem herhalde onu ilginçlik, nevi şahsına münhasırlık söz konusu olduğunda kat be kat katlardı. İkisi de ilginç insanlardı. Rumelilerdi. Garip bir gurur takıntıları, iradeleri, güçleri vardı. Dik yürürlerdi, kimse onlara acısın onlara acıyarak yaklaşsın istemezlerdi. Bravo, cidden hepsi de bana geçmiş, şimdi dönüp bakınca nasıl olduklarını benim nasıl geliştiğimi onlara nasıl da benzediğimi görüp gülümsüyorum.
20 yıl önce geçirdiği beyin kanaması öncesi pek süslü pek şıktı. Çok güzel kocaman broşları vardı, elmas yüzükleri hep parmağındaydı. Çok çocukken, daha nihilist bir rockçı ya da gerzek ergen halimden önce, süslenişini, pudra kutusundan beyaz pudrasını yüzüne sürüşünü hayranlıkla seyrederdim . Çok ısrar edince verirdi yüzüklerini ben de takayım diye veya çok hafifce pudrasının süngerini yüzüme gezdirirdi. J.A. müthiş tarz sahibi olsa da anneannem gibi değildi ( aslında bugün daha çok ona benziyor ama eskiden herhalde '68 ruhunun hala içinde tazelikle yaşıyor olması sebebiyle birçok şeyi elinin tersiyle reddetmesi sonucu tarzı hiç ona benzemese de içinde onun bir yanı hep vardı, çıkmak için de belki zamanın gelmesini bekliyordu). Dün bir kutunun içinden 1967 tarihli E. Çubukcıyan isimli kuyumcudan alınmış gerdanlığının faturasını bulunca bendeki bazı hadiselerinin kaynağını iyice anlamış oldum. Ama asıl yine dün hatırladığım bir anısı hem bendeki ama hem kendi kızındaki bazı davranış biçimlerinin şekillenişinin belki de en güzel göstergesi oldu : bir gün bize geliyordu, 80lerin ortaları bir dönemde ben ilkokuldayım ve migros'ta büyük genel grev vardı. bizim yeşilköy'deki migros grev sebebiyle uzun süre kapalıydı ve önünde de grevciler çadırımsı bir şeyin altında deli soğuğa rağmen birlikte bekliyorlar, direniyorlardı. bize gelmek için çarşı'dan faytona binmek üzere migros'a gelen anneannem o migros grevcilerini görüp benim için yaptığı iki kavanoz çilek reçelini " sizin daha çok ihtiyacınız vardır buna çocuğum, sakın vazgeçmeyin" diyerek onlara veriyordu ve bize gelip de "size reçel yapmıştım ama grevcilerin kısmetiymiş, onların daha çok ihtiyacı var, siz alırsınız" demişti.

Tatlı sevmem, reçel filan da yemem ama işte bir çilek reçeli. Ha bir de çiğ börek yapardı ki, mutfak tezgahın kenarına iliştirilmiş elmas, mekik yüzüğü ile...

Wednesday, February 1, 2012

Ve son.

Bekliyorduk. Bugün de beklenen oldu. Bu sabah değil, öğlen de değil, akşamüstüne doğru bir saatlerde. Zaten J.A. arayıp da o yumuşak sesi ile "sen bir bana muayenehaneye uğrasana bir kahve içip konuşalım" dediğinde biliyordum ne olduğunu. Çok çekmedi ve ne hale düştüğünün de farkına varmadı. Aslında güzel bir gündü bugün, ayrılışı da güzel oldu. Ölümlerin ardından "o şimdi gökyüzünde güneş oldu, yıldız oldu, kuş oldu " gibi söylemler o kadar antipatik geliyor ki anlatamam. Hele hele bunları koca koca kadınlardan duymak- en azından benim için- tüyler ürpertici. whatever. Ben anneannesi ve dedesi tarafından çok şımartılan bir torundum, bugün itibariyle artık torunluk sıfatım kalmadı... Ve ne olursa olsun ben anneannesini çok seven bir torundum, bu durum ise hep böyle kalacak.

p.s. j.a. ise her daim kahramanım. bir kadının annesinin ölümü kendisi kaç yaşında olursa olsun yaşanması çok ağır bir durum olmasına rağmen kendi annesinin ölümünü kendi kızına bir insan bu kadar mı yumuşak bir tonla söyleyebilir, ifade ile yaklaşabilir? işte j.a.

Sanki böyle bir şey


Gerçekten de İstanbul'un 30 yıl sonra yaşadığı karlı günlerin görüntüsü Nordik ülke manzaraları gibi olmasa da verdiği hissiyat buna yakın. En azından sevenlerine. 1987 kışını hatırlayanlar, okulların tatil olmasıyla mahallede kar topu savaşı yapanlar, kendilerini sokağa atanlar, oradan buradan aptal aptal kayıp kızakçılık oynayanlar mesela. Karşı görünmüyor bile. Pencereden bakınca sadece kocaman büyük ve yüksek bir beyaz ışık. Kar işte, ya sevilir, ya nefret edilir.