Showing posts with label lire. Show all posts
Showing posts with label lire. Show all posts

Monday, November 20, 2017

Bazı ölülerin arkasından ağlamaya gerek yok : Charles Manson




Hem de hiç değil...

Daha dün, pazar pazar Filiz'e gidebilmek için uzun metro yolunda tesadüfen kulağıma düşmüştü Bono'nun sesiyle Helter Skelter ve bir anda Charles Manson'ı düşünmüştüm. Bu sabah ölmüş. Üzücü mü? Hayır. Kötü, bilerek kötü yapan ve yaptıran bir insanın ölümü. Kayıp mı? Asla. Aksine iyiler erken giderken kötülüğün uzun yıllar yaşadığının kanıtıydı. Bugün de ölümlülüğün herkes için geçerli olduğunu bir kez daha gördük. 

İlk '90 yazında muhtemelen Küçükkuyu'daki tatilde kulağımda walkman ile duymuştum Charles Manson ismini. U2'nın Rattle and Hum albümünün girişindeydi elimde de o tatilde çok iyi hatırlıyorum Maureen Freely'nin Eğlence Bitti kitabı vardı. Sainte Pulchérie'nin azabında Robert Kolej'e gidemediğime yanıyordum. Anlamadığım ingilizce ile bütün bir yaz kulağımdan çıkartmamıştım, şarkılar beynime kazınmıştı. Helter Skelter da, Desire da, All I Want Is You da, aradaki B.B. King'in sesi de...

Bugün o gerizekalı Charles Manson ölmüş. Geç kalınmış bir ölüm neticede ama işte, yapacak bir şey yok...


(This is a song Charles Manson stole from the Beatles
We're stealing it back
)
When you get to the bottom
You go back to the top of the slide
And you stop and you turn
And you go for a ride
Then you get to the bottom
Then you see me again



P.S. Evet, Charles Manson iğrenç, orası net de öldürülen Sharon Tate'in halen hayattaki 13 yaşındaki genç kıza tecavüz eden ve bunu kabul eden Roman Polanski de bir o kadar iğrenç değil mi? Hala gerizekalı karısı Emmanuelle Seigner ile beraber Fransa'da rahatça yaşıyor. 


Saturday, September 30, 2017

Dream On


Nereden nereye değil mi? 

Yıllar boyunca güzeller güzeli blogum fani ve eğlenceli konularla coşarken birden kendi isteğimiz dışında ve başkalarının kötülükleri neticesinde cehennemin boklu katlarına düştük. Öyle ki Dante'nin Cehennem'i neredeyse halt edecek...Hayat kalitemiz, ruhumuz, coşkumuz hep demir çitin ardında, engellerin gerisinde. 

Ancak insanoğlu da çirkinliğinin yanında sürekli yaşamaya programlı varlık. Yani sürekli yaşamak için devam ediyoruz. Kötülükleri, çaresizlikleri kısa süreliğine bile olsa unutuyoruz.

Şarkıdaki gibi "bir gece ansızın gelebilirim" ve rüyana girebilirim. 

Kennedy...  

Wednesday, March 15, 2017

Bugün: The Ides of March

                             by vincenzo camuccini


İnsanoğlu her gün yeni bir şey öğreniyor. Bugün de Ides of March'i öğrenme günüymüş. Shakespeare sevdalısı olmadığım hele hele ingilizceden okumadığım için Ides of March ve bunun Sezar ile olan ilgisini öğrenmem bugüneymiş. 

Hiç beklenmedik bir anda her şey değişebilirmiş. 

 

Thursday, January 12, 2017

Fransız İhtiliali Üzerinden Türkiye'yi Anlamaya Çalışmak

Aslında bloga sayfalarla yazmak isteyip de her zamanki gibi önüme çıkan manasız teknik sorunlarla yazamadığım, yeni yılın ilk günlerinden beri yapmaya çalıştığım sınırlı sayıda aktiviteden bir tanesi de okumak ve okumak. Her şey çalkantılı, itiş kakışlı olunca yapılan aktiviteler de istikrarsız, birbirini takip etmeyen olabiliyor.  Bir yanda Grand Livre de l'histoire de France varken diğer tarafta canım Don Camillo
 
whatever.

"Neden" sorusuna cevap da Fransız İhtilali sonrası önce cumhuriyet ondan sonra tekrar imparatorluğun geri dönüşü olduğu için. İşte genelde burası işin bilinmeyen kısmı çünkü bize öğretilen tarih kitaplarında 1789 tarihi söylenir öğretilir gerisi sallanır. Asıl gerisi daha önemli çünkü özgürlük denilen şey öyle hemen bir günde gelmiyor. Yani köylüler, sans culottes'lar Bastille'e gidiyor insan hakları beyannamesi okunuyor da her yeri işgal edip cumhuriyeti yönetim rejimi olarak seçiyorlar, her şey yolunda sen sağ ben selamet gitmiyor. İmparatorluğa gelene kadar 1789 sonrası 1799'da 18 Brumaire darbesiyle konsüllük rejimi geliyor, her şey bir istibdata dönüşüyor, 1802'de yapılan referandum ile Napoléon her şeyin tepesindeki, her şeye karar veren yüce konsül ünvanına bir de ölene kadar Konsül seçiliyor. Her şey Napoléon'nun verdiği kararlar çerçevesinde ilerliyor, özgürlükler kaldırıyor, sanatçılar saray için üretmeye başlıyor, din yeniden önem kazanıyor. Toplum bu dönemde zenginliğe ve ünvana göre ayrılıyor; liyakata göre değil. Nihayetinde 1804'de imparatorluk ilan ediliyor ve Napoléon bütün fransızların imparatoru oluyor. Ardında Waterloo, imparatorluğun çöküşü, Restauration dönemi ve yine bir Napoléon, önce cumhurbaşkanı derken 2 yıl sonra yine halk oylaması ile fransızların imparatoru oluyor. Arada yaşananlar onlarca yüzlerce olay direniş savaş derken Paris Komünü, cumhuriyetin yeniden ilanı ve bugün artık 5. Cumhuriyet. 

Uzun ve fazlasıyla karışık.

Uzun ve fazlasıyla karışık olmayan tek bir şey var; o da insanoğlunun güç karşısındaki acizliği ve gücü elde ettiğindeki "tek" olma arzusu. 

O yüzden hiçbir özgürlük tabakta verilmiyor veya mücadele etmeden süreklilik sağlanmıyor. Çok sıkıcı ama öyle. 

Hep böyle olmuş. Bundan sonra da böyle olacak. 

O yüzden Fransız İhtilali ve gerisi üzerinden belki bugünü anlamak biraz olsun mümkün olabilir. Manalı mı? Hayır. Ama en azından ne olacağını görebilmek iyi bir şey. İnsan belki kendini koruyabilir.

       

Tuesday, July 26, 2016

Hayat


"İntihar etmeyeceksek içelim bari" ...

Adalet Ağaoğlu "Bir Düğün Gecesi"ne böyle, bu cümle ile başlıyor. Ne kadar çarpıcı bir giriş cümlesi değil mi? Zaten Adalet Ağaoğlu'nun romanları öyle değil mi? Tatsız olan, boktan olan o romanlarda anlatılanların neredeyse bizim hayatlarımızı anlatıyor olması. Yoksa kurgu olarak gayet güzel de, anlatılanların neredeyse gerçek olması bizler açısından yıpratıcı.

Bu harikulade giriş cümlesi bizim bugünkü hayatlarımızı gayet güzel özetliyor.  

Ne yapalım? Aynen öyle yaptık. Yapmaya da devam ediyoruz. Şampanya, rakı, single malt dışında en sevdiğim, yaz gecelerinde, kış gecelerinde en en bayıldığım şey cin tonik. 

#8 yaptı, ben içtim. #8 yaptı, ben içtim. Günlere yayılan vaziyette ama son günlerin aktivitesi bu oldu. Cin Tonik.

Kahpe kader utansın ne diyeyim ki daha...



 

Thursday, April 21, 2016

- Prince

Ulan ne boktan yılmış bu 2016.  

David Bowie ile başladı, Umberto Eco ile devam etti daha yılın 4. ayı dolmadı Prince'in haberi geldi (arada Güneydoğu'da veya sokakta ölen yüzlerce insanı sayamıyorum tabii). 

Daha gidecektik Prince'i canlı seyredecektik. Hatta şahane insan #8'in "tamam, ben gönderiyorum seni nerede çalıyorsa git seyret" sözü de vardı. Noldu? Aldık elimize, iyi mi? Peki bütün kötüler, sığırlar, mallar, cahiller, hıyarlar domuz gibi yaşamaya - devam ederken, teker teker iyilerin, hayatta iz bırakan, dünya tarihine katkı yapmış, insanlara iyi yönde dokunmuş olanların gitmesi çok ama çok boktan bir durum. 

Uzun zamandır bu kadar üzülememiştim. Daha bu haftaki programda "canım Prince" deyip bunu çalmıştım. Az önce haberi geldi. 

 

 

Saturday, January 23, 2016

Gülmek=Sarhoşluk=Ayıp=Yeni Türkiye




Mevzunun iyiden bir üç haftası var da maşallah 2016 sağlı sollu ölümlerle başladığı için ne yazmaya, ne oturmaya, ne keyiflenmeye zaman bıraktı. En acısı da ölenlerin bir şekilde iyiler kontenjanından olup, leşlere bi bok olmaması. Maşallah, hepsi de semirmiş domuz gibi, g.tlerini sallayarak dolaşıyorlar etrafta. 

whatever . Yine bir ölümle, cenaze ile geçen haftasonundayız ama tamam artık biraz başka şeylerden bahsedilsin. 

Karasal yayın başka bir şeymiş, öğrenmiş olduk. Hani evet internet de çok etkili ama insanların hala karasal radyo dinlemesi güzel bir şey, en azından benim çok sevdiğim. O yüzden yaptığım işe de bayılıyorum. Ve tabii karasal yayında daha çok insana ulaşıp ulaştığın gibi daha çok insan da senden haberdar oluyor. Oradan buradan "aaa duyduk, dinledik, çok beğendik veya hiç beğenmedik" gibi laflar geliyor, eğlenceli ya da "amaaan" deyip geçip gidiyorsun. 

Açıkcası her lafı iyi veya kötü kaale almak gereksiz bir durum. Aksine üzerinde durmamak yürüyüp gitmek lazım. Özellikle de Türkiye gibi manasız şekilde herkesin her şeyi bildiği, her şeyden haberdar olduğu, her şeye hakkı olduğunu düşündüğü, herkesin en zengin, en bilgili, en v.i.p, en dahi, en güzel, en yakışıklı, en ahlaklı, en saygıdeğer insan olarak varolma çabası sergilediği bir yerde. 

Program gayet şahane, eh neredeyse 2 yıl oldu, artık karasal marasal, mutluluk derken pek eğlenceli, bol kahkahalı yılbaşı programının üzerine karının teki üşenmiyor mesaj atıyor "dj anotherstar sarhoş mu" diye ... Bir de yanına gülücük işaretleri koymuş sempatik olmuş. Barthez usturupluca cevabını verse de tabii kadının mesajı kendisi açısından oldukça acıklı hatta zavallı bir durumun ifadesi. Öyle ki "bir insan eğer bu kadar çok gülüyorsa kesin sarhoştur" ifadesini sürekli kullanması, "ama hayır, şaşırdım yani, tek başıma da değildim, 4-5 dinliyorduk, hepimiz sarhoş olduğunu düşündük, şaşırdık, bir insan böyle gülemez" gibi cümleleri tekrarlayışı filan ...

Yazık... Öylesine acıklı ve üzücü durumda ki :

# 1 Üşenmemiş gitmiş radyonun sayfasından mesaj atmış. 
# 2 Gelen usturuplu mesajın üzerine yine üşenmemiş bir paragraf daha yazmış, "hayır ama, nasıl yani? neden bu kadar gülüyor ki " gibi kendi acıklı durumunu daha da derinleştirmiş.
# 3 Gülmenin sadece ve sadece gülmenin mutsuzlar için ne kadar korkutucu, gülenler için ise ne kadar güçlü bir eylem olduğunu bir kez daha biz "sağlıklı" olanlara göstermiş. We got the power! 
# 4 Sarhoşluğun ise gülmekten de beter, ayıp bir eylem olduğunu ifade etmek istemiş ama ima etmiş, kınamaya çalışmş. Bu her ne kadar kendisini ve kendisi gibi düşünenlerin gülünç durumunu bizlere gösterse de bu zeka ve kapasi sahipleri ile gidilecek yolun çok zahmetli olduğunu ortaya koymuş.
# 5 Gülmeyi ve eğlenmeyi kendi hayatı içerisinde unutmuş. Ki açıkcası bu durumla hiç ilgilenmiyorum. 
# 6 Aynı şekilde bu ülkenin %90'ı ile ilgilenmemek, kaale almamak lazım. Gereksiz çaba. 
 # 7 Ama daha önce de dediğim gibi, heriflere bravo! Koskoca ülkeden bir kötülük ve gerzeklik abidesi yarattılar. 

Peki bu durum, ülkenin içindeki, insanların bu acıklı gülmekten korkan gülmeyi kınayan halleri Gülün Adı 'nı hatırlatmıyor mu? Orada da işlenen cinayetler Hz.  İsa'nın güldüğünü anlatan kitaplara ulaşmanın peşindeki rahiplere olmuyor muydu? Nedense güç sahipleri hep ciddiyetle, suratsızlıkla saygı uyandıracaklarını ama sonuçta ellerinde patladıklarını görmüyor mu? Kilise, rahipler, hıristiyan dini bunu yüzyıllarca yaptı, şimdi yumuşadı, kendisine bağlamak için yumuşamak zorunda kaldı. Bizde ise hala gerek din, gerek toplumsal baskı her türlü ciddiyeti savunan, kahkahadan, mizahtan, gülmekten uzak bir dünya algısını oturtmaya çalışıyor. Boşa kürek çektiğinin farkında değil. Yazık. Ama evet, yüzyıllar sürebilir geleceğin gelmesi.

P.S. Peki Umberto Eco 'nun ne kadar ama ne kadar büyük bir yazar-düşünce insanı olduğunu bir kez daha görmüyor muyuz? 

P. S. (2) Bu saatten sonra tanımam etmem seyretmem de ama Saba Tümer'ı sadece kahkahalarından ötürü sonuna kadar destekliyorum. Kendini bi bok sanan ciddi suratlı sevimsizlerin yanında. 

Tuesday, July 14, 2015

Hakim ruh




... " Margaritalar hazırlandı. Avokado soslu guacomole yapıldı. Bu ilk haftasonu buluşmasına çoktan niyetlenilmiş bir heyecandan, dost olma kararlılığından ve keşfetme azminden oluşan bir ruh hali egemendi "... Joan Didion, Mavi Geceler, s. 129

Gerçekten de "kitaptan al haberi" gibi bir durum söz konusu. Bazı yerleri duygusal olarak zorlayıcı, bazı yerleri şaşırtıcı ama güzel bir kitap Mavi Geceler.

Paragrafı okuyunca kendi kendime bayağı güldüm. Ama biraz müstehzi bir ifade ile, yalan değil. Anlamı var mı dersek evet benim için var gayet manidar, gülünç hatta kitaptan al haberi gibi bir durum oldu. Bunun neticesinde kitaptan gelen  haberi aldım, kafamdaki ile birleştirdim ve olmasını istediğim ve hissettiğim yerine koydum. Geri kalan ise, eminim önümüzdeki birkac yıl (belki de daha erken bir dönemde) içerisinde birkaç cin tonik (veya bira) ve karşılaşmaya bakar. 

Hakim ruh: Hayır, bizim dükkanın değil, pop up store'ın hakim ruhu. 


Wednesday, July 8, 2015

Acıtan satırlar

" Mutluluğu, sağlığı, sevgiyi, şansı ve güzel çocukları hala "sıradan dilekler" sayıyorduk ". Joan Didion, " Mavi Geceler", s. 30.

Uzun zamandır Joan Didion'nun heyecanla türkçe basılmasını beklerken gelen güzel olmakla beraber acıklı da. Evet, artık bittiğine göre istediğim her şeyi okuyabilirim ama o kadar ciddiyetin ardından bu fazla oldu sanki. Güzel ama acıklı. Keşke sütyenci amcanın Paris anılarına başlasaydım...

Sunday, March 1, 2015

- 1 : Yaşar Kemal




Aileden olunca kolay olmuyor. Doğduğun günden beri tanıdığın hayatında çok önemli bir yere koyduğun, her zaman yanında olan biri olunca gerçekten kolay olmuyor. Ama hayat böyle bir şey. Kolay değil. Adil hiç değil. İkinci defa dedemi kaybettim. Ama yalan değil, acılar içerisinde makinelere bağlı vaziyette yaşamaya devam etseydi mutlu olmayacaktım. Hem güzel de yaşadı. Daha ne?

Elbette bu kadar ünlü ve sevilen birinin ardından herkes şimdi onun en yakın arkadaşı değil mi?  Ooo hele televizyonlarda konuşanlar en fantastikleri. Ama olur, çok önemsememek lazım.

Bianet'teki yazı benden resim istediler, ikimizin beraber çıktığı. Yoktu. Yani herhalde 1-2 tane var da kim bilir nerede? Sonra düşündüm öyle raflar dolusu imzalı kitabı da yok elimde. Neden olsun ki? Benim dedemdi, insan dedesine neden kitap imzalatsın ki? 

Elbette yeni yıl bomba gibi başladı...

Friday, February 6, 2015

"Yarış atı gibisin bebeğim, sana oynamak istiyorum"

Detaylara çok girmeyeceğim, girmemeye çalışacağım, kendimi tutacağım gel gör ki epey zor olacak. Malum konu o kadar acıklı ve zavallı bir durumda ki ... 

Bir kez daha üzülerek ve talihsizlikle görüyoruz ki kızların erkeklere dair ajandası varmış, her şeyi ona göre yapıyor, ona göre çalışıyormuş ve bir yarış atı gibi ona oynuyormuş. Eğer yatırım yaptığı at iyiyse yani yarışı önde ve sağlam bitiriyorsa sonuç muhtemelen evlilik ve tek taş yüzük (evlilik süresince sıklıkla değiştirilmesi beklenen) ve çocuklar ve güvende hissettirecek bir banka hesabı ve ömür boyu "kutsal anne ve harika eş" kategorisinde v.i.p. koltuk. 

Tahammül edemiyorum. Beraber olduğu insanla şekillenen (herkese) kızlara, onlara göre davranışını, karakterini, ruhunu değiştirenlere. Ancak bu kategoriden daha korkuncu, daha vahimi de varmış: erkeği üzerine oynanacak bir yarış atı gibi görenler. Ben duyduğuma, gördüğüme inanamadım oysa oyundakiler yarışı çoktan oynamış ve yatışı bitirmişler bile. Bana da afallamış vaziyette bakmak kalmış.

Tenkit menkit değil derdim. Aksine. O kadar üzücü ki kadınların kendi karakterleri ile yoğrulmayıp bir başkası (erkek) üzerinden kendilerine bir kimlik oluşturmaları. Bitmedi, vehamet devam ediyor; kanaat önderi de olabiliyorlar bu karakterle. Okumuş oldukları, ortalama insandan daha görgülü eğitimli oldukları için elbette buna hakları olduğunu düşünüp toplumu şekillendirebiliyorlar da. 

Utanç verici. Bir kadın olarak yorumum utanç verici olduğu. Ama bu duygunun hissedilmesi bile (bir kadın olarak) çok üzücü.

Acaba kim doğru ata oynadı?


P.S. Kadın erkek farketmez. Kimin karşısındakine dair bir ajandası varsa ve o ajandaya göre hareket ediyor, adımlarını ona göre atıyorsa değişen bir şey yok, hepsi aynı kefede. Benimkisi sadece kadın olarak, hemcinsimi gördüğüm yerde duyduğum rahatsızlık. Yoksa erkek de kadın da hepsi aynı işte. 

Ama cidden merak ediyorum; acaba kim doğru ata oynadı? Oynanan bütün atların değeri var mı yoksa atları da vururlar mı? They shoot horses, don't they kitapta yazdığı gibi, filminde seyredildiği gibi...






Friday, January 30, 2015

"Yapay"dan kaçış

" Freud'un, Carl Gustav Jung'la görece kısa süren ve "yapay" olduğu başından beri belli olan dostluğunun bitiminde ortaya çıkan çatışmaların...."(Freud'un aile ve tarihsel romanı s: 217)

Biyografi okumak harika bir şey. Günün sonunda birçok müthiş (veya sadece kendinden emin, güvenli, sağlıklı birey olarak güzel bir hayat yaşamış) işe imza atmış koca koca insanın hepimiz gibi bir şeylerden korkutuğunu, beceremediği bir sürü şey olduğunu, benzer hataları yaptığını, karakterini geçmişi, çocukluğu, ailesi gibi etkenlerin fazlasıyla şekillendirdiğini, yeri geldiğinde beceriksizlikten sıçtığını yani insan olduğunu öğreniyorsun. İşte insanoğlu, mesela Freud gibi, karakter tespitlerinde, gözlemlerinde, algısında müthiş de olsa, öyle tecrübelerde beklendiği, umut edildiği, hayal edildiği gibi "olmayabiliyormuş", kendisinin de  dahil olduğu bir "senaryo" yaşanıp fiyasko gerçekleşebiliyormuş. Kendini kandırabiliyormuş. Herkes gibi. Hepimiz gibi. Yaşasın hata!

Tuesday, November 11, 2014

Bizim şarkı

"Üzülmedim" desem yalan olur.  Yok, hayır, şaşırmadım ama üzüldüm. Şaşırılacak bir şey değildi belki de. Ya da tam tersi. Üzülünecek değil de şaşılacak bir durumdu. Hangisi doğru ben tam bilemedim ama neyi isteyip, neyi istemeyecek kadar kendimi biliyorum. Ve biliyorum ki kafamdaki uzun "istemediklerim" listesinde yer alan tarzdakine benzer şeyler bunlar.

Belki de Fuket yorumunda haklıydı. Belki de aramızdaki, Dorian Gray'ın Portresi vari bir durumdu ve haliyle sonunda olduğu gibi gerçeğin sevimsiz yüzü ile aynada karşılaşmak iyi gelmedi. Belki de belli bir yaştan sonra kurgulananların fiyasko olma ihtimalinin yüksekliği günün (günlerin) sonunda bizi de vurdu. Belki de bizim şarkı, bizim film, bizim muhit, bizim şehir, bizim kafe de aslında bizi değil, Dorian Gray ve Lord Henry tadındaki kurguyu ağırlıyordu.

 "Üzülmedim" demek isterdim ama yalan olur. Gel gör ki yapacak, hayıflanacak, ağlanacak bir durum da yok ortada. Bundan ancak kişinin kendisine çıkarttığı ders ile eksiklerini olabildiği ölçüde yaşanabilir kılma hal çıkar. Eh, bu da yeterince iyi zaten. 

Hani bazıları böğürerek "beraber yürüdük biz bu yollarda" diyor ya. İşte bizim şarkımız bu kadar uzun vadeli, kalıcı filan değil aksine yaz boyunca plajlarda 5 milyon kere çalınıp yaz bittiğinde çoktan tüketilmiş pop şarkısı tınısındaymış. 

Olur, olur, her şey olur bu hayatta. Şaşırmamak, hayalkırıklığına uğramamak lazım. that's life deyip, gelip geçmek lazım. Hayat devam ediyor neticede.

Monday, October 27, 2014

"Yeni" inadı, "yeni" ısrarı ile gelmesi kaçınılmaz olan yeninin çöküşü

..." Almanya'yı düşünmek istemiyordu artık, günün birinde uykuya kavuşacağını ümit ediyordu. Rio'daki siyasi durum iyileşiyordu. Rejim, bir diktatörlük biçimiydi elbette, Vargas'ın kişiliği Roosevelt'ten ziyade Franco'ya yakındı. Onun Estado Novo'su siyasi partileri yasaklamış, komünistleri hapse atmıştı. Ancak, Makyavelci cumhurbaşkanı, Reich ile içli dışlı olduktan sonra giderek Amerika'yla yakınlaşmaktaydı."... Laurent Seksik, "Stefan Zweig'in son günleri" s:77

Unutmuşum Brezilya'nın bu "çok afedersin bizden daha kötü olmasın, estado novo'sunu". Ülkeyi daha doğrusu kendi kafasında kurguladığı haliyle cumhuriyetten kurtarıp da yarattığı Estado Novo'sunu 15 yıl diktatörlük ile yönetip intihar eden Getulio Vargas 'lı Brezilya'yı. Stefan Zweig'ın son günlerini anlatan kitapta okuyup da hatırlayınca ne büyük talihsizlik ki kendi yaşadığım sınırları da hatırladım. "İntihar ve son günler" kısmı değil elbette ancak yeni Türkiye kısmı nedense tarih boyunca yaşanmış estado novo'ları getirmiyor mu akla?  Eskinin neredeyse iğrenç olarak kabul edildiği, yeni dönemde her şeyin tertemiz, pirüpak olduğu eskinin köhnemişliğine en güzel cevabın devasa binalar, devasa projeler olduğu, mutlak çocuk sevgisi ve mutlak üreme  geleceğinin en büyük geleceği şeklinde kabul gördüğü, her daim fakirin yanındaki şefkatli kurtarıcının varlığı ile hayalleri süsleyen ancak gerçekte iş bitip devran dönünce fakirliğin, yozlaşmanın örneği olarak gösterilen estado novo'lar. Hadi tamam, Almanya var ama o da işte istisna denilen şeyin en güzel örneği.


  In the tenth and final commandment, the circle is closed with the justification of repression: 'The enemies of the New State are the enemies of the nation. In the service of the nation — order, common interest and justice for all — strength can and must be used, since it puts the nation's self defence' into practice (Decálogo)

Antonio de Oliveira Salazar- Portekiz, Estado Novo, 1933-1974
Getulio Vargas- Brezilya, Estado Novo, 1930-1945
Adolf Hitler- Almanya, III. Reich, 1933-1945


 P.S. Aslında arada Sovyet Rusya ve Joseph Stalin dönemi var ki neredeyse gökyüzünü delecek kadar yükseklikteki gökdelenleri, "büyük temizlik" uğruna gulaglarda ölesiye çalıştırdığı entelektüelleri ile muhtemelen diğerlerini geçer de yönetim içerisinde bir yenilikten, bir dönemin bitip diğerinin başladığını ilan etmediği için onu ayrı tutmak gerek sanki.

Saturday, July 19, 2014

Arada yaşananlar, IX

 
... tarihin tekerrürünü hatırlatan fantastik mülakat, çıkmadan "şık vs fazla şık" derken herkes görüldüğünde yine "fazla şık" ile kalakalmak, ciddiyeti yüksek ama bir o kadar rahat, eli güçlü, ilkinden çok çok farklı neredeyse bambaşka bir halde geçen mülakat; flamingo hediyesi, b.ü.'nün beni düşünüp de ta oralardan alıp bavulunda taşıyıp istanbul'a getirmiş olduğuna inanamadığım flamingo hediyesi; sabah git akşam gel konya ne kadar kolay diye düşünürken insanı zorlayan uçak saatleri ile 24 saatlik uykusuzluk üstüne bir de çalışma, bir de mülakatlar derken gün ortasında her şeyin bitip akşam 8'e kadar eli kolu bağlı vaziyette beklemek durumunda kalmak, bir müze, bir camii derken tepedeki güneşle beraber gezilecek yerlerin sonlanıp uykusuzluktan bitik vaziyette sığınılabilecek en güzel yer olan kent kütüphanesine sığınmak, aynen homeless gibi, masada uyuyakalıp bir de üzerine horlama sesine uyanmak, beklerken bitirilen iki kitap, ilhan berk ve goethe biyografileri, "hadi gidelim bitsin artık yatağıma kavuşayım" diye heyecanlanırken elbette rötar olması, aynen gelişte de 2 saat rötar olduğu gibi geceyarısı şehre dönüş, tek kişilik karşılama komitesinin şahaneliği, gecenin bir yarısı taksim'den hatta daha güzel bir ifade ile beton kaplı çirkin ötesi taksim'den yürürken farkedilen meydanın köfte ekmekli, mısır satıcılı, arap dilencili, kafaya taktığı banta rağmen mide kaldırıcı cılk yaraların halen  görüldüğü saç ektirmeye gelen erkek arap turistli hali, çirkin hali, yeni türkiye hali; uykusuzluk derken radyo günlerini ihmal etmeyip bir de arka arkaya iki program kaydetmek, sıcaktan delirmek, gecenin bir yarısı gelen kendisi ciddi ama sonucu itibariyle hafifletici ve huzur verici olan konuşmayı yapmak, miladı çizmek, cihangir'de tarikatımsı çizgide beyaz çanta, beyaz cüzdan, beyaz güneş gözlüğü, beyaz araba içerisinde tamamen beyazlar içerisinde dolaştığını görüp yakaladıklarında "orijinal yoga en iyi yogadır bekleriz mutlaka gelin deneyin" ısrarlı cümlelerine maruz kaldığım ama en çok da hocaları büyük  "usta"larına taparcasına hayranlıkla baktıklarına, satın aldıkları soya sütünü açıp kamışı da takıp kendi elleri ile ustalarına sunmalarına, cüzdanlarında ustalarının fotoğrafını, boyunlarında ise ustalarının isminin dövmesini taşıdıklarına inanmakta zorlandığım yüzlerindeki gülücüklerin, "biz çok mutluyuz" ifadelerinin sahteliğine tahammül edemediğim yoga academy'nin nihayetinde patlayan ama bir o kadar şaşırtmayan "enerji aktarılması" haberleri derken gerçek yoga hocası pek sevdiğim z.ç. ile buluşma derken, yaklaşan 1. doğumgünü çocuğu miracığım'a hediye derken, hava çok sıcak derken arada yaşananlar ... 

p.s. gerçekten de konya kent kütüphanesi kurtarıcım oldu. evet biraz homeless gibi halim vardı ama kitap okuyandan zarar gelmez, ister ciddi ciddi masada ister kaykılmış vaziyette koltukta. aynen marilyn monroe gibi. yere koyulan kitabı yataktan okumak ise ayrıca zevklidir. kıçı öyle kaldırmak ise tamamen kişisel tercih.

p.s. (2) kütüphanede geçirilen saatlerde okuduğum otobiyografisinde ilhan berk'in manisa'sı ne kadar farklıymış, ne kadar başkaymış. bugünkü ise acıların şehri olduğu kadar belki daha da vahimi insanların hayatına mal olan maden işletmelerine verilen devlet teşvikleri ile insanı aptal yerine koyan bir zihniyetin bitirdiği bir yer. 

p.s. (3) ciddi mülakat vs derken haliyle bugünkü, ilkini de hatırlatıyor, çoktan geçilmiş gidilmiş sözleri tekrardan gündeme getiriyor. galiba hiç unutacağım bir şey olmayacak. zaten sorun da bu değil mi? yapılanların (yapılmayanların), edilen lafların (özellikle söylenmeyen mutluluk paylaşıcı sözlerin), kösteklerin (desteklerin), çirkinliklerin (güzelliklerin) unutulmaması. "bugünlere bir günde gelinmediğinin" en güzel göstergesinin hatırlanılması oldu bir anda.  

Wednesday, May 28, 2014

- 2 Maya Angelou





Ben Harper'in Still I rise isimli şiirden esinlenip yaptığı I'll Rise'ini 1994'te dinlemeden önce Maya Angelou'nun kim olduğu hakkımda bir fikrim yoktu. Albümde en sevdiğim şarkı olduğundan İstanbul'da verdiği ilk konserde canlı dinleyince kendimden geçmiştim resmen. Bugün Maya Angelou hayata veda etmiş. Şiir insanı, romantik kelimelerin hayranı, iddialı lafların çığırtkanı değilim ama kelimelerin gücüne ve etkisine inanıyorum. Edebiyatın ve yazma sanatının güzelliği burada herhalde. whatever. -2 ile devam ediyoruz. 

 Poet, writer, and civil-rights activist Maya Angelou died Wednesday in Winston-Salem, according to a statement from Wake Forest University. Angelou had been forced to cancel several recent events as a result of health problems; she was 86 years old.


- Still I rise -
You may write me down in history
With your bitter, twisted lies,
You may tread me in the very dirt
But still, like dust, I'll rise.

Does my sassiness upset you?
Why are you beset with gloom?
'Cause I walk like I've got oil wells
Pumping in my living room.

Just like moons and like suns,
With the certainty of tides,
Just like hopes springing high,
Still I'll rise.

Did you want to see me broken?
Bowed head and lowered eyes?
Shoulders falling down like teardrops.
Weakened by my soulful cries.

Does my haughtiness offend you?
Don't you take it awful hard
'Cause I laugh like I've got gold mines
Diggin' in my own back yard.


You may shoot me with your words,
You may cut me with your eyes,
You may kill me with your hatefulness,
But still, like air, I'll rise.

Does my sexiness upset you?
Does it come as a surprise
That I dance like I've got diamonds
At the meeting of my thighs?

Out of the huts of history's shame
I rise
Up from a past that's rooted in pain
I rise
I'm a black ocean, leaping and wide,
Welling and swelling I bear in the tide.
Leaving behind nights of terror and fear
I rise
Into a daybreak that's wondrously clear
I rise
Bringing the gifts that my ancestors gave,
I am the dream and the hope of the slave.
I rise
I rise
I rise.

Friday, May 23, 2014

Ben, Claudius

Robert Graves, Roma İmparatoru Claudius'in dilinden dönemini, dönemin siyasetindeki önemli insanları, Roma'nın günlük ve politik hayatını anlatıyor, bütün kötülüklerden bütün entrikalardan örnekler veriyor. Bugünkü bize çok uzak değil. Hele muhbirlerle ilgili yazılanlar, aynı bugün. Muhbirler ve yalakalar politik tarih boyunca hiç değişmemiş, hep aynı çirkinlik ve iğrençlikte varolmaya devam etmişler. Edecekler de. Ama şunu görmek güzel-bir kez daha- kendisini dünyanın merkezinde en güçlü noktasında durduğunu sanan kim varsa ebediyen yaşamıyor en nihayetinde bir gün ölüp gidiyor. Öyle ki bazılarının ardından bayram kıyafetleri giyilip sokağa çıkılıyor. Gerçekten tarih bazen insanı rahatlatıyor. Yaşadığımız toprakların rahatlatmadığı kesin çünkü.