Saturday, June 28, 2008

La Rue

Salvador Dali & Goya, la porte latérale de Théâtre National de Strasbourg

Wednesday, June 25, 2008

Kalp durumu



Hiç sevememişimdir türk rock gruplarını. Nedense. Ki tanıdıklarımız var, gerek popüler solist, gerek prodüktör olsun ancak bir şey uymuyor benimle onlar arasında.

whatever...

Bunu kuaförde kafamda boya varken manasız şekilde televizyona bakarken farkettim ve bir anda çarpıldım. Öyle sözler yüreğimi dağladı durumu filan değil elbette ama müziğini nedense çok beğendim. Sözlerin de bazı yerleri güzel.

ikinci ayrılık
zor geldi bana
sensiz olmadı
anladım geç olsa da

yalnız mısın sen de
sensiz gecelerde
hiç düşündün mü
n'aparım diye

bir adım önüm
sensiz gözükmüyor
kalbimdeki düğüm
sensiz çözülmüyor

yollardasın evsiz
mutlu musun bensiz
söyle bana sebepsiz
biter mi aşk?

yollardayım evsiz
bin dertliyim sensiz
söyle bana sebepsiz
affeder mi aşk?

eski sevgili
merak edilmez mi
beş senelik aşk
unutup silinmez ki

korktum aramaktan
başkası çıkar diye
hep tanrıya sordum
sen iyi misin diye

bir adım önüm
sensiz gözükmüyor
kalbimdeki düğüm
sensiz çözülmüyor

yollardayım evsiz
bin dertliyim sensiz
söyle bana sebepsiz
affeder mi aşk?

yollardasın evsiz
mutlu musun bensiz
söyle bana sebepsiz
biter mi aşk?

nerdesin yine
yolculuk nereye
telefonda sesin
ısıttıya işte
sinirle topladım tüm eşyalarını
n'olur almaya gelmeye
bırak izlerin kalsın bende

kalpsiz...

sen ağlama dedin
hani dönecektin
bir damla gözyaşımı
silmeye bile gelmedin.

Gidiyorum...Yollardayım, gidiyorum, yolculuk, telefondaki sesin, eski sevgili, eski sevgiliyi merak, telefonu başkası açar diye, gözyaşını silmek ve kalpsiz. Galiba bu durumda kalpsiz ben oluyorum. Olabilir bence mahsuru yok. Bir de ota boka anlam yüklenilmesin. Anlam yüklenmesi gerektiği zaman ben söylerim, anlayan anlar zaten. Şarkı çok güzel. O kadar. Ha bir de kalpsiz (çok güzel bir sıfatmış bu kalpsiz. oturdu mu oturur insanın midesine, boğazına, yüreğine).

Gidiyorum. Gidiyorum. Gidiyorum. Gidiyorum.

P.S. Fantazi cdsi yapan B.&M.'ye merci beaucoup demek isterim. Benim efsanevi karışımlarım kadar olmuş diyebilirim.

Yakındaki uzak

Bu akşamki maç Basel'de yapılıyor (bavul hazırlığı sebebiyle bu sefer fantastik 4'lü + k. olarak seyredemeyecek olsam da heyecanla bekliyoruz). Basel bence dünyanın en sıkıcı en gereksiz şehirlerinden biridir. Yani insan Basel'i görse de olur görmese de, o derece sıradan bir yerdir. Mamafih A. ailesi için başka bir anlam ifade etmekte çünkü F.A. kardeşi yani benim gerçek, kan bağım olan amcam o şehirde yaşıyor. Kendisi de yaşadığı yer de bana fazla bir şey ifade etmiyor. Kötü bir insan değildir ama F.A. nasılsa o tam tersidir. 6 yıl boyunca aramızda 1,5 saat vardı ve ben ona herhalde 6 kere gidip kalmışımdır (ki bunda da en büyük etken çok sevdiğim alman karısıdır) en son gittiğimde de 1 gün fazla kaldığımda "senin pek arkadaşın yok galiba" demişti. O gün bugün ne evine, ne de yaşadığı yere adımımı atmam, bugün bir şey olsa ve Basel'e gitmem gerekse onda hiç kalmam. En son 3 yıl önce buraya geldiklerinde F.A. üzülmesin diye eve kahvaltıya çağırmak durumunda kaldığımda görmüştüm. Acı ki görmemenin üzüntüsünü taşımıyorum.

Yakındaki uzak böyle bir şey, böyle bir duygu. Kimi insan çok yakındır, öyle olması gerekir daha doğrusu öyle olması beklenir çünkü kan bağı vardır, kardeştir, yeğendir ama aslında o kadar uzaktır ki. Kimi insan ise uzaktaki yakındır. Ne kan bağı vardır, ne kardeş, ne de başka bir şey ama candır. İnsanın içindekidir neredeyse. O kadar yakındır. Hiç olması gerekmediği, hiç beklenmediği gibi. Kan bağı olmayan ailesidir, ayak bağı olmayan kardeşidir, miras yüzünden kavga etmeyeceği yeğenidir. Uzaktaki yakınlar güzeldir-benim için.

Can çıkar huy çıkmaz

Laf dinlesem de kolay laf dinlemediğim inat ettiğim için gerçekleşmesi zor oluyor anlaşılan.

gece, jameson, gece, jameson

Sonunda mide kanaması geçireceğim olan bu olacak.

Can çıkar huy çıkmazmış.

P.S. Güzeldi, orası ayrı

Tuesday, June 24, 2008

Sabah keyfi # 8

Birazdan çıkacağım ama önce bir fincan kahve daha ve bir kez daha sıcak bir istanbul gününde sıcak bir rio gününü-gecesini dinlerim.

Yıl 1963

Antonio Carlos Jobim ve Stan Getz buluşuyorlar, bir de Joao Gilberto'yu ekliyorlar ekibe. Elbette buğulu sesli Astrud Gilberto'yu unutmadan (unutmadan çünkü asıl düşünülen şarkıcı o değilken birden kader ona gidiyor ve neredeyse kendisi The Girl From Ipanema ile özdeşleşiyor).

Corcovado bir diğer adıyla quiet nights of quiet stars


Monday, June 23, 2008

Sesin halleri

Cuma cumartesi geceleri rakı buzlu rakı viski buzlu viski derken elbette sesim kısıldı, elbette her zamankinden daha bir buğulu halde. Geçiyor mu? Hayır tabii ki. O halde hayırlı olsun. Önce kendime sonra da yüzyüze veya telefonda konuştuklarıma...

Değişim

Hiçbir şeyin hiçbir zaman aynı kalmayacağı gibi bazı şeylerin değişemeyeceğine inanlardanım (duyguların, hissiyatın evet ama insanların, karakterlerinin "kökten" bir şekilde değişeceğine inanmıyorum) .
*
Daha az önce M. ile konuşuyorduk "duyguların, düşüncelerin hiç beklenmedik şekilde nasıl değiştiğine" dair. Kesinlikle katılıyorum. Duygu ve düşünceler hiç beklenmedik şekilde hiç beklenmedik bir zamanda değişebiliyor. Kimi zaman doğal bir sürecin sonucu gibi kimi zaman ise acı tecrübeler neticesinde gerçekleşiyor. İnsan zamanın akışı içerisinde duygularının değişmesini daha kolay hazmediyor olsa da ani ve travmatik tecrübeler sonrasındaki değişimleri o kadar benimseyemiyor. İçinde engellenemeyen hırs, öfke, kızgınlık, küçümseme, acıma duygularını yaşıyor hatta başkalarına da yaşatıyor.

M.'ninki suyun doğal bir şekilde akıp yolunu çizmesi gibi gelişirken benimkisi biraz ani bir sarsıntı ile oldu, tül perde ile şok etkisi yarattı ve devamı zaten çorap söküğü gibi geldi. Fakat insan doğası gereği her şeye alışıyor, hiç istemese de bir şekilde uyum sağlıyor.Ben de uyum sağladım sanıyorum. Gerçi en sevmediğim his olan acıma hissi pek geçmedi ama zamanla o da geçecek, biliyorum.

Hem M. ile az önceki konuşmamızdan, hem de 2002'de elendiklerinde "bu kadar genç, tecrübesiz futbolcu milli takım kalesine getirilir mi?" gibi bin ton laf edip bugün kahraman ilan eden ispanyolların haberlerinden sonra değişimden bahsetmek istedim. Bahsettiğim değişim Casillas'ın gelişimi, ilerlemesi değil; onu 6 yıl önce yerden yere vuranların bugün yüceltme hali. Dün eleştirilerin hedefiyken bugün cennetin kapısındasın. Garip şey şu hayat.

Wish list: Uzun, kolsuz, dökülen

Cumartesi geceki elbisemden (laciver-beyaz çizgili) sonra artık giyerim ben bunları. Gerçi yukardaki resimde tüm aksesuarlar kıyafetin kendisi ile uyumsuz olsa da elbise bayağı güzel. Basit ama güzel.Rengi benim rengim değil ama hiç dert değil; ben beyaz, lacivert olanından alırım. Nicholas K. diye bir modacının tasarımıymış.

Sunday, June 22, 2008

Şarkı isteme saati # 5

Bu şarkıyı daha önce koyduğumu biliyorum buraya ama yine içimde geldi (geçen eylülde yazmışım). O günden bugüne hayatta değişen pek çok şey oldu ama Portishead ile ilgili olarak en önemli değişiklik yeni albüm çıkarmaları oldu. İki stüdyo albümü bir de 1998'deki New York'taki konser kaydından sonra albüm çıkartmıyorlardı ta ki geçtiğimiz nisana kadar. Albümün adı Third. Kısa kısa dinledim, oxigen'de kulak kabarttım, internetten de indirmediğim için gidip almam gerekiyor, bunu da Place Kléber'deki Fnac'ta yapmayı düşünüyorum.

O zamana kadar birkaç kadeh jameson, biraz roads, tamamdır, iyi rüyalar, iyi uykular.

Never on sunday # 8

alt başlık: "o kadar yorgunum ki..."

Komik ama öyle. Hareket edecek halim yok neredeyse. O yüzden kısaca (en sevdiğim şekliyle) serin yaz gecesi, doğum günü, M., fantastik 4'lü, fantastik resimler, lacivert - beyaz çizgili straplez elbisem, isimleri karıştırılan balıkçı, rakı-balık, tekirdağ, sanki ofise gider gibi santral, roisin, şapka, 5 kişilik dans eden erkekler (lütfen erkekler sağa sola kalçalarını sallayarak dans etmesinler),lambada, boogie boy, roka, en en en büyük patron ve manasız bir samimiyet, dövmeli suratsız insan ve garip irtibat hali, mango kızları, devamı her zamanki her haftaki cumartesi gecesi... like a stone, if we're in love we should make love, wild thing, rockstar, anotherstar, roads (live)...

P.S. her gün önünden geçerken, bahçede yürürken dışaran kötü duruyordu ama santralda festival hiç kötü olmamış.

P.S.(2) abartılacak halde olmadığını düşündüğüm ece sükan da konserdeymiş. roisin gibi kool, güzel ve karizmatik roisin'nin sürekli şapka taktığını gördükten sonra kendisi de bundan sonra şapka ile ortalıklarda gezinmezse en adiyim.

P.S. (3) rakı-balık... belki de en güzel keyiflerden. keyifle yapılmıyorsa yapılmasın hiçbir şekilde. gerçekten gerek yok, ne zevzekliğe ne de zorlamaya. olmuyorsa olmuyordur, ağlayıp sızlanacak bir hal hiç değil. demek ki herkesle her şey olmaz.

Ge
rçekten çok yorgunum. Değil yürümeye hareket edecek halim yok.

Saturday, June 21, 2008

Cevap

Futbolu neden seviyorsun sorusuna cevap dün akşamdır, o maçtır. Hiçbir şeyin dışardan gözüktüğü gibi olmadığı, her an her şeyin değişebildiği, "kalktık gidiyoruz bitti" derken bitmediği, hiç beklenmedik anda hiç beklenmeyenin gerçekleştiği için.

Ne güzel oyun bu futbol.

P.S. Her şey iyi hoş da ben bu yukardaki gibi aptalca sorulardan, silahlardan, silahlardan çıkan mermilerin verdiği acılardan, milliyetçilikten ve onun o yarattığı baskıdan (seyretmezse seyretmez ya sana ne), her şeyin sadece futbol olmasından ve insanların bunun çevresinde yarattığı sığ komünoteden, popülarite ile beraber gelen eskinin beluga havyar tadındakilerin bugün artık kabak tadı vermesinden, manasız duygulanımlarda, hırslardan çok sıkıldım. Keşke ofsayta düşmek bu kadar kolay ve anlık bir hal olmasa. Özellikle de hayatın içinde...

Friday, June 20, 2008

Cuma eğlencesi # 22

Geçen hafta üşenip yazmama sebebiyle cuma eğlencesinden eksik bırakmıştım sadık hayran kitlemi. O halde bu hafta kaldığı yerden devam etsin.
Bu hafta cuma eğlencesi 3 şehirde; Moskova, New York City, Londra.

Abramovic'in desteğiyle Moskova'da çağdaş sanat müzesi/galerisi açılmış ve paranın da gücüyle tüm jet set soğuk şehir Moskova'ya gitmiş. Suratsız duran bu kişi Charlotte Casiraghi yani Monaco prensesi kendisi. Aslında gayet güzel bir kız. Annesi Caroline'den ve donuk yüzlü anneannesi Grace Kelly'den kat kat güzel bence. Ayrıca böyle aptal paparazzilerce çekilen resimlerde suratsız bakan kadınları daha güzel daha ifadeli buluyorum.
Bu da aynı geceden ve kendilerinin kardeşi oluyor ancak hafif madde bağımlısı hatta junkie tipli bile denilebilir kendisi için. Kız ne kadar güzelse çocuk da o güzellik fazla gelmiş olmamış resim bozuk çıkmış.
Yıkıldığım an! Yarın pek bir severek seyredip dinleyeceğim Roisin Murphy'nin şu ingiliz working class kadınının lotodan para kazanıp kendisini kıyafetlerin içine atmış haline inanamıyorum. Hatta o kadar ki Queen 'in I want to break free klibindeki ev kadını kılığına girmiş Freddie Mercury gibi olmuş. O saç o elbise ki Viktor&Rolf oluyor markası (viktor&rolf'un böyle fantazi elbiseleri var ki insanların nasıl giydiğini hiç anlamıyorum) nedir diye haykırmak istiyorum. Yarın haykıracağım sahneye doğru vaziyette!

Yine Londra ve yine bir Viktor& Rolf kabusu. Oy oy demek istiyorum kendisine (ki kendisi avrupadaki prenseslerden biriymiş). Boyundaki o kurdela, eteğin kıvrımı, o ayakkabılar filan geçiyorum o kadar facia.


Güzel görüntülere geçmeden araya sıkıştırmak istedim hiç beğenmediğim ve güzel bulmadığım Heidi Klum'u. Doğal bir zarafete sahip olmayan bir insan daha, bir alman daha (bir diğeri diane kruger'dir). Saçları, saçlarının rengi (aslen sarışın değil, kumral kendisi. bir başka sıradan bulduğum insan gywneth paltrow gibi doğal sarışın tahmin edilenlerden), modeli, dudağındaki kırmızı rujun ten rengi ile olan uyumsuzluğu, yüzüne yapışık gülümsemesi ile gereksiz bir insan daha. Hele o duruş. Otistik gibi. Ayrıca elbise de kötü. Hemen geçiyorum.
Ve New York. Haute Couture markası Hervé Leger bir başka tasarımcı Max Azria'nın çizimleriyle tekrardan hayata dönmüş (ama haute couture olarak değil, prêt-à-porter olarak) ve partisini de NYC'de yapmış. Soldaki Lou Doillon. Annesi gibi gayet ince insanlardan. Diğerini tanımıyorum ama her ikisi de yeni kuşak Hervé Leger giyiyorlar. Bana göre elbiselerin boyu bayağı kısa, yakışmaz ama uzun ve güzel bacaklara sahip olanlar giysin bence.

Deyip gece hayatına dönüşünü yapmış Hana Soukupova'ya geliyorum. Bence de böyle elbiseleri kendisi giysin, taşısın. Elbise gerçekten olması gerektiği gibi duruyor üzerinde. Çok da güzel pek de güzel olmuş deyip bitiririm bugünü. Hem mail aracılığı ile müzik dersi vol. 1, hem moda, hem akşama hem haftasonuna hazırlık, hem koşuşturma, yoruldum valla. Bitti gitti bugün, belki de bu haftasonu. Şimdiden kestiremedim.

Kısa pantalon

Az önce gözüme takıldı. Hem de birçok tane. Hava sıcak anlıyorum yapacak bir şey yok anlıyorum ama erkekler o kısa pantalonlardan giymesinler. Çok çirkin çok itici bir görüntü oluşuyor, gerçekten. Hiç mi hiç yakışmıyor koca koca adamların ayağına o kısa pantalonlar. Şort desen şort değil, pantalon desen pantalon değil. Feci spastik bir görüntü. Giymeyin, giydirmeyin! Ama keten pantalona itirazımız yok, pek şık, pek güzel, pek tarz.

Geçen hafta cuma eğlencesi yazmadığım için bu hafta gümbür gümbür geliyorum. (desem).

Fantastik karşı cins yorumları

Bazen karşı cins beni benden alıyor. Hareketleriyle, söylemleriyle, davranışlarıyla, yorumlarıyla...

Dün ağaçlarını balkonuma koyduğum eski komşum beni benden alan, gülmekten yerlere yatıran bir yorum yapmış Gisele post'u ile ilgili olarak. Hem teşekkür etmiş güzel resimler için, hem de heyecan halinin yarattığı heyecandan bahsetmiş. İşte orada koptum ben gülmekten. Bravo dedim o da öyle dedi. Bir şey demedim gülmeye devam ettim. Gerçekten bu karşı cins evlere şenlik insanlar. İyiler hoşlar ve bazen pek bir komik oluyorlar

Wednesday, June 18, 2008

Blog sahibinin cinsiyeti, yaşı ve beğenisi

Valla sabahki güzel tesadüfün, güzel şarkı, güzel filmin üzerine daha bir şey yazmayı düşünmüyor iken birden gördüğüm bu resimler beni harekete geçirdi. Hani 15 yaşında bıyıkları terlememiş ergen oğlan çocuğuyum ya heyecanlanıyorum...

GQ dergisinin bu aykı sayısında yer almış kendisi. Daha muzır neşriyat olanları var ama artık o kadarını da karşı cins koysun blog sayfalarına. Hem cinsi olsak da pek beğeniyor, pek güzel buluyoruz kendisini. Sabah keyfinin üzerine bu da günün keyfi, günün kıyağı olsun.
P.S. Fakat gerçekten kendime çok gülüyorum. Özellikle bu tip durumlarda.

Sabah keyfi # 7

Büyük müzisyendir Stevie Wonder. Müzikten anlamayanlarında 80ler haliyle "I just call to say I love" şarkısı ile bağdaştırdığı insan olsa da 60ların sonu ve tüm 70ler boyunca hiçbiri boş geçmeyecek albümler yapmıştır.

I believe (when I fall in love it will be forever) 1972 tarihli Talking Book albümünden. Genelde şarkılarının söz ve müziği kendisine ait olsa da burada sözleri karısının kardeşi (baldız mı oluyor bilemedim) Yvonne Wright yazmış olup müzik yine müzik Stevie Wonder'ındır.

2000li yıllarda ise Nick Hornby High Fidelity isimli romanının filmi çekiliyor. Hollywood'da. Film zaten güzel, John Cusack zaten yakışıklı, 5'li listeler zaten hayatta yapılan listeler derken genç sayılabilecek izleyiciler Stevie Wonder ile tekrar buluşuyor ve ne güzel şarkı bu ya yorumları yapılıyor ve 2000lerin teknolojisi ile artık kimse albüm hele hele eski albümleri bılmakla uğraşmayacağı için internetten indiriliyor.

whatever...Ben çok severim (fazla romantik bulsam da sözlerini müziği müthiştir), hala da albüm alırım, eski albümlerin de peşinden koşarım.

Ses açılsın ve güzel bir kahve ile dinlensin, keyif yapılsın.


Tuesday, June 17, 2008

Gece XI


Gece denizin mavisi laciverte dönüyor. Lacivert. Belki de en sevdiğim renklerden.

Bazı şeyler insanın önünde olunca her zaman görmesi gerekeni göremez ve hatta ona neredeyse sıradanmışcasına bakarmış. Oysa öyle değil, öyle de olmamalı. Hiçbir şey ne sıradandır, ne de gözüktüğü gibidir.

Resim bu geceye benziyor; deniz, ışıklar, dolunay. Ancak değil. Her şey aynı dursa da aynı gözükse de değil. Neredeyse 2 yıl öncesinden kalma. Sadece mevsim doğru, "yaz mevsimi".
Hiçbir şey gözüktüğü gibi değildir. Bir kez daha.

Ama gece güzeldir, deniz güzeldir, lacivert deniz ve gece daha da güzeldir. Bir kez daha.

Monday, June 16, 2008

Asansör

salvador, bahia, brezilya

İlginç bir ülke Brezilya. Belki bizden daha tezat ama bizden daha gelişmiş, daha ileri.

Elevador Lacerda, Brezilya'nın Bahia bölgesinin başkenti olan Salvador'da 1800lerin ortasında kurulmuş bir asansör sistemi. O günden beri kullanılıyor. 72 m.nin kaç saniyede alınabildiğini, asansörün genişliğinin ne kadar olduğunu, içerisine kaç kişi ve kaç kg sığdırabildiğini, yukarı çıkarken manzaranın görülüp görülemediğini merak ediyorum. Nedeni yok sadece merak ediyorum.

Günün sorusu

Fransa'da bac yapılıyor. Bizdeki ÖSS gibi cehennem azabı değil çünkü sınav günlere yayılıyor her gün bir ders filan. Gerçi yine kabus ve yine zor ama insanı boyutlarda bir kabus bu; bizdeki gibi öğrencileri, velileri terörize eden, yürek tüketen bir durum yok.

Bugün sabah 8de felsefe bac'ı, bac philo yapılmış. Lisenin bizdeki fen edebiyat gibi ayrılmış bölümlerine göre sorulmuş sorular var. Sınav yine test usulü değil, verilen sorulardan bir tanesi seçilip onu 3 saatlik kompozisyonu yazma şeklinde gerçekleşiyor. Economique et Social'a düşen sorulardan bir tanesi gerçekten muhteşem:

Peut-on désirer sans souffrir?

Gerçekten sabah gazeteyi okuduğumdan beri bu soru takıldı aklıma. Acaba mümkün mü böyle bir şey? Mümkünse azabın derecesi neye ve kime göre değişiyor?

İşte günün sorusu hatta bence hayatın sorularından bir tanesi. Dis-moi mon gars, peut-on désirer sans souffir?

P.S. Valla bu soruları görünce üniversiteyi hatırladım. Aynı şekilde yapılırdı sınavlar. 1-2 konu başlığını takip eden böyle bir soru, ardından öğrencinin yaptığı bir soru/başlık seçimi ve ardından gelen 3 saat. Hatta kimi sınavlarda 4 saat. Çok zordu ama düşünmeye itiyor olması bile büyük yarar sağlamıştır öğrencilere.

Sabah keyfi: feel like making love



Sabah dinledim muhteşem Marlena Shaw yorumunu. 1974 yılı Blue Note etiketli "who's this bitch anyway" albümünden. Zaten hafiflemiş hissediyordum, iyice tiril tiril uçacak hale geldim. "that’s the time I feel like making love to you, that’s the time I feel like making dreams come true"

Sabah keyfidir bu güzel şarkı. Hem de ne keyif.

strollin’ in the park
watchin’ winter turn to spring
walkin’ in the dark
watchin’ lovers do their thing
that’s the time I feel like making love to you
that’s the time I feel like making dreams come true
when you talk to me
when you’re moanin’ sweet & low
when you touch meand my feelings start to show, show, oh
that’s the time I feel like making love to you
that’s the time I feel like making dreams come true
that’s the time I feel like making love to you
that’s the time I feel like making dreams come true
in a restaurant
holdin’ hands by candle
lightwanna touch you
wantin’ you with all my might
that’s the time I feel like making love to yout
hat’s the time I feel like making dreams come true
that’s the time I feel like making love to you
that’s the time i feel like making dreams come true

Sunday, June 15, 2008

Never on sunday # 7

Pazar gününün resmidir. Gerçek hayatta, gerçek pazar gününde gazete, dergi, kahve, müzik ve haliyle daha saymayacağım ekler var. Bunlar bir yana lacivert ve beyaz bence yatakta muhteşem oluyor. Hele bir de çizgili olursa.

Bu yatak dünyanın en pahalı yatak markası Hastens. Wallpaper sayfalarında görülebilir reklamları. İsveç markası ve her biri elde yapılıyor. 160 saatte üretiliyormuş ve 25 yıl garanti veriliyormuş. Bunun fiyatı 3700 dolar. Bu fiyattan başlayıp 18000 dolara kadar çıkabiliyor. Param olsa o kadar kesin alırım. Önemli şey yatak. Her şeyi ile.

Reklam güzel de o kırmızı çirkin stiletto hiç olmamış. En azından güzel bir stiletto koysalardı ya da babet. Dün gece stiletto giymedim ama düşünmedim değil. Siyah elbise, kırmızı yılan derisi çanta ve ben.

Saturday, June 14, 2008

Açıklama

Bazı şeyleri bazı tanımları açıklaması zordur; ya da kimi kavramları ifade edebilmek kimilerine göre zordur. Mesela benim için "gerzeklik". Küfür desem küfür değil, sıfat desem sıfat değil sanki. Daha doğrusu insan çok yakınına söyleyince her şey sevimli gelebilir, illa kötüyü ifade etmez ancak bu durumda bizimkisi ötekisi.

Gerzekliğin tanımını yapabileceğimi sanmıyorum, içinde aptallık da var zeka geriliği de; pek deşmeden sadece gerzek, gerzeklik, gerzekçe diyeceğim.

Burası öyle gazetelerde, web sitelerinde çıkmış bir nevi efsane haline dönüşmüş bir blog olmadığından hala benim oyun bahçem, yani dükkan benim. Ne beğenilmesi umrumda ne de beğenilmemesi. Okuyanlar da zaten "ben sen bizim çocuk". Ha okuyan beğenmiyorsa hemen sağ köşedeki X tuşundan (mac kullanıyorsa soldaki X tuşundan) kapatsın, bir daha da açmasın. Ne insanlar açıp okusun ne de beğensin diye bir talebim var Zorla değil ya? Hal böye olunca manasız yorumlar bırakma halini pek gereksiz buluyorum. Hem de anonim altında. Bazı anonimleri tanıyorum (hatta bugün birine rastladım). Anonimdirler ama tanıyorum, iyidirler, severim, anonim altında medenidirler, öyle gergin yorumlar bırakmazlar.

Gerzekçe ifadeler içeren yorumlu gereksiz buluyorum ve açıkcası umrumda değil. Zaten basmıyorum ama silmek beni yoruyor. Boşu boşuna bir işlem yapıyorum. Gerzekçe işlerle uğraşmaktan hiç hoşlanmıyorum ama bırakılan yorum gerzekçe olunca insan da adamına göre davranmak zorunda kalıyor. Başka şansı kalmıyor ki insanın...

Şeklinde açıklama yapıp güzel yaz gecesine, dostlarla rakı-mezeye doğru hazırlanırım. Ne sinirlenirim, ne de kendime dert ederim. Dedim ya gerzekçe. Sadece silme işleminde parmaklarım yoruluyor. Hiç gerek yok cicim bunlara.

Turuncu mu mavi mi?

Benim için zor tercih. Her daim Hollanda'yı severim, hatırlamadığım kadar sayısız kereler gittiğim kendimi bir o kadar hissettiğim bir ülkedir. Hele bir de buna çok sevilen, çok aileden gibi hissedilen tanıdıklar eklenince bambaşkadır. A'dam güzeldir, Utrecht güzeldir, Rotterdam çirkindir ama neticede şehir, köyleri güzeldir. Bence Hollanda'nın insanı etkileyen tarafı rahatlığı, insanların kendileriyle barışık hali. Kimse kimseye bakmaz, kılık kıyafetine laf etmez, burun kıvırmaz, hayatına burnunu sokmaz hatta A'dam'daki evlerin pencerelerinde perde yoktur ama kimse dönüp bakmaz bile. Rahat insanlardır. Anglo-sakson tarafı ile epey bir karışıktırlar. Ailelerin çoğunda yarı ingiliz yarı amerikalı durumu vardır. Birçok insana hollandaca iğrenç ve feci kaba gelse ben bayılırım duymaya (aynı şekilde ibranice duymaya bayıldığım gibi). Almancada daha vahim değildir ama biraz daha farklı seslerle şekillidir. Ayrıca müthiş ingilizce konuşurlar, bakkalı, garsonu tuvalet temizleyeni hepsi ingilizce şakırlar kimse sorulan soruyu cevapsız bırakmaz mutlaka cevap verir. Şu gün gitsem hiç sorunsuz yaşarım, ne hayata ne de insanlarına uyum sorunu yaşamadan.

Fransa ve fransızlar ise pek sevilmezler. Sevenler kendileri ve amerikalılardır (belçikalılar da seviyor gibi gözükse de bence zerre hazzetmezler çünkü fransızlar için belçika gerizekalıların memleketidir). Okyanusu diğer yakasında bayılırlar fransızlara, fransız aksanlı ingilizce konuşulmasına. Sevmeyenlerin başında dünyanın çeşitli yerlerinde özellikle de Türkiye'deki misyoner fransız okulları mezunları gelir. Beceriksiz ve gerzek öğretmenlerin davranış ve fransızca öğretme biçimi sonucudur. Neticede fransızlar küstahtır, sömürgeci bir imparatorluk olmasının getirdiği küçümseyen tavrı vardır. Ne var ki bu tavır sadece türklere karşı değil; tembel ve sürekli bağırarak konuşan italyanlara, biracı ingilizlere, disiplinden patlayacak kadar sıkıcı almanlara, aptal amerikalılara...Tabii türkler alıngan ve kendine güvenmeyen bir millet olduğu için sanır ki "bu tavır sadece bize". Öyle değildir ama milliyetçiliğe gitgide saran türk insanına anlatılamaz bu. Ayrıca fransızların küstah lafına gereken cevabı verince susarlar, hemen yan değiştirirler. Fakat bunun için öncelikle fransızca konuşabilmek gerekir ki bu okullardan mezunların en büyük sorunu budur. Halen 60ların mantığı ile fransızca öğretildiği için öğretilemez. İşin doğrusu ben pek severim. SP& SB ve sonra Marc Bloch ve Strasbourg'un çok etkisi vardır. Bir yanım hep maviyi tutar ama turuncuyu da yadsıyamam. Bir yan Géraldine, Joel, Virginie, Patrick diye hissederken öbür yan da Gijs, Rebecca, Sjoerd, Veronica diye atar. Bir yanım merci, croissant, vin rouge, steak tartare derken diğer yanım danke, patat, kroket ister. Durum budur bende. Sanıyorum eşit hissiyata sahibim. Eşit sevindiğim eşit üzüldüğüm. Elbette özel sebeplerle. Yoksa genele vurmak gereksizdir.

Bir de bu "turuncu mu, mavi mi" durumuna "turuncu mu mavi mi yoksa yeşil mi" diye eklemek gerekir. Yeşil benim için "vadim o kadar yeşildir ki"...Yani İrlandadır. O kadar severim. İnsanını, yaşamını, kültürünü, edebiyatını, sinemasını, müziğini, ingilizcesini. Elbette özel sebeplerle. Yoksa genele vurmak gereksizdir.

Friday, June 13, 2008

Güzel zaman

Quality time da diyeyim tam olsun. "an informal reference to time spent with loved ones which is in some way important, special, productive or profitable".

Kahvaltıya gitmek bayıldığım şey de olsa yemek de olur, kahve de olur. Olur da olur. Maksat güzel zaman, keyifli zaman geçirmek. Yoksa dünyanın en şık, en pahalı lokantasına gidilmiş sohbet olmamış, kakara kikiri olmamış, paylaşım olmamış, neye yarar. Bence bir boka yaramaz. Keyifle yapılan bir şey değilse, zul geliyorsa olacağı varsa da olmasın. Zaten ölümlü dünya, keyfi yoksa boşvermek hiç ama hiç uğraşmamak lazım.

wake up wendy
smell the coffee

elton john

Söz

Kitap okurken göze çarpan bazı cümleler, müzik dinlerken duyulan bazı laflar o ana, o güne o zamana ve yaşananlara tam oturur sanki, kişiyi genişçe gülümsetir. Tesadüf işte der insan. Öyledir ama ne yapılabilir ki..?

*

"Bizde sözün değeri kalmamıştır" dedi orta yaşlı profesör. Söylemek başkadır, yapmak başka. Bazı sözler yasaklanmadıkça bunun sonu alınmayacak galiba. Ne dersin?

Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan, Oğuz Atay, 1975

Thursday, June 12, 2008

Çocukluğun arzu objesi


80lerde çok fiyakalı bir şeydi bmx sahibi olmak. Ben de istemiştim ama deneyince bana göre olmadığını hemen anladım: feci rahatsız bir sele, önüne sepet koyamıyorsun, arkada kimseyi taşıyamıyorsun, vs. Bizim mahallede bol bol vardı ama en havalısı yan sitedeki iki kardeşten birinindi. Çelik dore renkli bir şeydi. Müthişti.Kendisi değil ama ağabeyi gayet hoş bir tip olsa da onda cross vardı.

Rollerblade olayından ve spastik rollerblader'lardan zerre hazzetmesem de bmx/kaykay kültürüne özenirim. Yapanları ayrı severim. Ben yaptım mı? Denedim, bayağı bir kıç üstü düştükten sonra kaykayın bana göre olmadığını anladım-galiba sportif aktiviteler bana göre değil.

Şimdi düşünce çocukken isteklerim bir tutarsız geldi; bmx kaykay gibi domestik bir hayat ile ilgisi olmayan nesnelerle beraber barbie evi mesela. Nasıl bir şuurdur bu? Galiba hala öyle. İki kişilik miyim acaba? Duyulmuyor ama yüksek sesle kahkaha attımmmm.

Sokak # 4

shepard fairey, "André the Giant", east village, nyc

Küçük ufak tatlı şey

Canımın istediğinden değil (ki canım şu anda tuzlu bir şeyler istiyor) sadece beğendiğimden koydum. Bir de Fantastik 4'lü bana Godiva dediği için...

P.S. # 7

* abartılı duygular
Geçen gün yazdığımda "abartılı duygular" demiştim, aynen arkadasındayım. Hele bugün gazeteleri okuyunca hiç de fena bir tesbit yapmadığımı görüyorum. "bu yazıyı gözyaşları içerisinde yazıyorum". Nasıl bir başlıktır bu? Tamam anladık yurtdışında türk olmak çok zor, gerçek bir ırkıçılık söz konusu ama bizde hiç mi hata yok hiç mi yanlış yok? Gittiği ülkede konuşulan dili bile öğrenmeyen-öğrenemeyen değil, özellikle öğrenmeyen-, çalışmayıp işsizlik parası ile yine türklerin işlettiği ve sadece türklerden oluşan kıraathanelerde vakit geçiren, oralarda ülkesinde yaşadığı, çalıştığı, sosyal güvenliğinden yararlandığı ülkenin insanları ile dalga geçen, kız çocuğunu okula göndermeyen gönderse bile hiçbir sosyal aktivitede yer almasına izin vermeyen, yaşadığı toplumun hiçbir sosyal etkinliğine girmeyen, girmekten özellikle kaçınan insanlar da var oralarda. Hem de hiç azımsanacak bir seviyede değil. Ecnebi takımı muhteşem veya kusursuz demek değil aksine kendilerinin de aynen bu seviyedeki vatandaşları mevcut. Ancak yine de yabancı bir ülkede gezerken parklarda türkçe olarak "lütfen çiçekleri koparmayın" "lütfen çimlerde mangal yapmayın" gibi ibareleri görmek rahatsız edici hatta insanı utandıran durumlardan.

Abartılı duygular, abartılı ifadeler bunlar. Gereksiz alınganlıklara gerek yok demeyeceğim çünkü alınan alınıyor,işin o kısmını anlamış durumdayım ama benden bu kadar, hep de böyle olacağım. Körler ve sağırlar birbirlerini ağırlamaya, birbirlerini yüceltmeye, birbirlerini yüceltmeye devam edebilirler.

Dün geceki hadise çok büyük bir sevinç, kendini gösterme, kanıtlama hatta haklı bir "geçirme" eylemi olabilir ama "gözyaşları içerisinde yazıyorum" ifadesini gerektirecek bir durum da değildir. Olmamalıdır da çünkü ne yazık ki bu kadar sevinç kimi zaman bu kadar masumane olmayıp milliyetçi duyguları şoven ifadelere ve eylemlere döndürebilir. İşte o zaman bu ülke daha çok azınlığın içinde kendi ismi, kendi dini, kendi inanışı ile varolanı öldürmeye devam eder.

* bilinmeyen isimler, bilinmeyen insanlar
Harvard'lı çocuğun arka bahçesinde saatlerimi değil de sadece dakikalarımı geçirdiğim ve hayatımın tüm gelişmelerini afişe etmediğim için bana ifade ettiği duygu ne o kadar önemli, ne o kadar yüce, ne de o kadar vazgeçilmez. Bu friend request olayı da ilginç, herkes bir arkadaş bir tanış, listeye eklenen bir isim daha (millet galiba listesinde kaç kişi olduğunun yarışındaymış). Geçenlerde biri request göndermiş fakat isim hiçbir şey ifade etmiyor bana. Meğer okullardan bir tanesinden arkadaşmışız. Resmine baktım kim diye hayal meyal bir şeyler hatırlattı ama daha ötesi yok. Ne yanyana durmuşluğum ne de konuşmuşluğum ama arkadaşız işte. Facebook ifadesiyle "arkadaş". Ne kadar gereksiz eylem ama reddedebilir miyim? Hayır elbette yılların, okulların hukuku var. Gerçekten gereksiz. Bu arkadaş listesindekilerin kaçı gerçek arkadaş, kaçı listedeki öylesine bir insan. Bu arada benim hafızam fil hafızasıdır ama çoğu insanın ne ismini ne de yüzünü hatırlarım. Hatırladıklarım sadece ilgilendiklerim, sevdiklerimdir, gerisi açıkcası umrumda değil.

P.S. Döşenmiş gibi oldu sanki yazı ama hiç öyle değil. Ne keyifsizliğim ne de mutsuzluğum söz konusu. Gayet iyiyim, hatta coşku doluyum. Sadece düşündüğümü söyleyip arkadasında duruyorum, başka bir hadise değil.

Ve gerçekten sabah sporu yapanları çok kıskanıyorum. Hemen bir çare üretmem lazım.

Sabah sporu

Nasıl özeniyorum sabah sporu yapanlara.

Eskiden ben de 7'de kalkıp düz şehrimde yürüyüp spor salonuna giderdim (hedonist fransa'da spor salonları öyle 7de kapılarını açmaz. 9'dan önce açılmaz o kapılar).
Geçen sene de iyiydi ne güzel gidiyordum ama en az 6 aydır kıçımı kaldırmıyorum ki kaldırmam lazım (mış) çünkü benim için zorunlulukmuş, bütün hastalıklarmımı etkiliyormuş filan.
Yani yapmam lazım.

Bu sabah yapmak istedim, uyanmasına uyandım orada sorun yok ama ayaklarımı yataktan çıkartıp yere koyamadım. Bir sonraki adımım bu olmalı: ayakları çıkartıp yere koyabilmek. Çıkabilmek yataktan.

Nasıl olacak bu? Başka bir sabah sporu mu denesem..?

Özeniyorum sabah sporu yapan insanlara...

Gece yarısı istek şarkısı # 2





Yıl 90ların başı...

Şarkı elbette 70lerin başı Bob Dylan şarkısı ama tabii benim keşfetmem 90ların başında Guns N' Roses'ın adını unuttuğum bir Tom Cruise filmine yaptığı cover ile oluyor ( film de thunder days olabilir mi, otomobil araba bir şeyler olan kötü bir filmdi sanki) ve sonra öğreniyorum ki bu eski bir Dylan şarkısıymış. Daha Use Your Illusion serisi çıkmamış ama grup Rock In Rio' ya katılmış ve bu şarkıyı söylemiş ilk defa. Televizyona yapışık vaziyette seyretmiş kasete çekmiştim. Bence olabilecek en güzel yorumudur GN'R yorumu. Axl muhteşem sesiyle başka bir hava katmıştır şarkıya. Sözleri de müziği de güzeldir. Son günlerde pek bir rock dinler oldum, eski günlerime mi geri döneceğim yoksa. Aman derim ben, İstanbul bittin sen eğer öyle olursa. Aman! İşte o zaman cennetin kapıları çalınır mı kapanır mı bilinmez...

mama, take this badge off of me.
I can’t use it any more.
it’s getting dark, too dark to see.
feel like I’m knockin’ on heaven’s door.

knock, knock, knockin’ on heavens door.
knock, knock, knockin’ on heavens door.
knock, knock, knockin’ on heavens door.
knock, knock, knockin’ on heavens door.

maman, put my guns away from me.
I can’t shoot them any more.
there’s a long black cloud following me.
feel like I’m knockin’ on heaven’s door.

Wednesday, June 11, 2008

Baskı

Herkesin dilinde bir laf oldu mahalle baskısı. Şerif Bey hoş insan, büyük sosyologdur. Kendisiyle diplomam aynı olsa da birikimin hiç aynı değildir, haliyle haddimi bilerek konuşurum.

Az önce İsviçre takımında oynayan türk ykökenli oyuncu ailesinin-belki de kendisinin ki hiç fikrim yok hakkında- doğduğu ülkenin kalesine gol attı. Peki sevinebildi mi? Hayır. Ne yapacağını bilemedi, bakakaldı, sevinse belki de anadilini bile konuşamadığı yakın ama uzak ülkede, belki yazın gittiğinde babaannesinin evinde, belki sadece soyunma odasına giderken tepki göreceğini düşündü, hissetti ve sevinemedi.

Bu benim kanaatim. Tabii ben futboldan anlamıyorum (böyle başladı böyle gitsin) ama maşallah anlayan bol bu ülkede. Anlayan da bol konuşan da yazıp çizen de. Hayırlı olsun. Ülke böyle kalkınacak.

Hatırlama




alt başlık: bir tanışma hikayesi


Az önce her daim çok ama çok sevdiğim bir şarkının çalmasıyla gitmeye gün saydığım şehirdeki anıları hatırladım. Birçok şey ile beraber fantastik tanışma anılarını da.

Bende çoktur böylesine komik tanışma halleri ama bu herhalde en fantastik, en komik olanlarından.

anotherstar- bonjour, est-ce que je peux avoir les référances du morceau qui est passé vers... heure?
- oui bien sûr, attendez que je regarde les horaires
anotherstar- merci c'est gentil, je sais c'est un peu bizarre d'appeler la radio et demander ces genres de choses mais bon
- non non c'est super d'aimer la musique
anotherstar- hihihiihiihih
- et vous avez un p't accent? vous êtes d'où?
......... ainsi la suite.....


Böyle bir şeydi, kelime kelime olmasa da (kikirdemem aynen öyledir tabii, orada bir değişiklik yok). Yine her şey tesadüf idi. Güzeldi. Her daim olduğu gibi.
Ho! Ho! Ho! Gidiyorummm ben! Gidiyorum ben!






Herhalde şaka!

Genelde sıfatlara karşı bir insanımdır. Özellikle de büyük anlamlar, büyük laflar taşıyanlara. Misal "diva, ikon, kahraman, imparator, yüce, harika " gibi verilen kişiye olduğundan fazla anlamlar yükleyenlere.

Bu kıza yeni Kate Moss, yeni ikon diyorlar ben ise hiç anlam veremiyorum (hoş ikon lafına kim için sarfedilirse sarfedilsin karşıyım). Hele şu resmi gördükten sonra geçtim gittim daha önce de söylemiştim, yineleyeceğim söner gider 1-2 yıl hatta 1-2 sezon sonra. Ayrıca yüzünü de fazla eblek buluyorum; hiçbir ayrık ve karakteristik bir şey yok. Bildik beyaz tenli, bebek yüzlü, mavi gözlü kız. Tek ayrılığı platin sarı rengine boyalı kısa saçları (doğru, kadında kısa saç hala bir aykırılık olarak kabul ediliyor, güzellik ise mutlak surette uzun saçtan geçiyor). Eğer biraz aklını kullanabilir ve yüzünü eskitmeden hiçbir şekilde olmayan tarzını biraz bile olması için bir hale yola sokarsa belki kalıcı bir model olabilir yoksa ilerde patlayacak pembe bir balondur.
Birçok şeyin günü geldiğinde patlaması gibi. Daha doğrusu gerçekte varolmayan, sanki varmış gibi yaşanan hatta "mış gibi" yaşanılan hayatların, olaylarının patlaması gibi ... Sadece bir zaman meselesi. Hatta zamanlama meselesi.

Tuesday, June 10, 2008

Gidiyorum

Gidiyorum.
Az önce biletim geldi. Artık kesin. Bu kadar mı mutlu olabilirim? Sırf bu yüzden A'dam'a gitmiyorum. Gerçi daha var ama 15 gün sonra iyi günler derim ben ve çok özlediğim şehrime giderim.

Zaten deli gibi gitmek isteyip gitmeye niyetlenmişken aniden düğün davetiyesi geldi. Kıyafetleri seçtim (sayılır çünkü kilise için ayrı gece için ayrı olmalı) hediyeleri almaya başladım, arkadaşlarımı, özlediklerimi aramaya başladım.

Gidiyorum ben.

Aşağısı benim mahallem. Birazcık sıksam son oturduğum evi dahi gösterebilirim. O kadar keyifliyim. Gittiğim için, güne fransızca başlayacağım için, tarte flambée yiyip bira içeceğim için, sokaklarda dolaşıp tanıdıklara rastlayacağım için, sevdiklerimi arayıp onları göreceğim için...Birçok şey için. Gidiyorum ben.


Sabah sabah

Pek eğlendiğim, pek güldüğüm, pek içimden sıcak suyun aktığı, pek keyifli geçirdiğim müzikal bir gecenin ardından sabah sabah bu kadar kıçımla gülemezdim. Gerçekten. Resmen kıçımla güldüm. Bir de üstüne "vah vah farkedilmeyen ve dışardan anlaşılmayan eziklik içerisinde yükselmeye çalışan ego insana neler yaptırtıyor" dedim. Diyorum.

Hayırlı uğurlu olsun vatana millete.

Fantastik diyaloglar: doğum günü hediyesi

Gecenin bir yarısı sabaha karşı, yakın günlerde doğmuş olan ben ve H.'nin doğum günü kutlama sohbetleri, H.'nin atlayıp zıplayan halleri derken M.'den gelen bomba gibi bir laf.

- aaa anotherstar çok güzel doğum günü kutlar, doğum günü hediyesi verir.

Pek anlamayan ve haliyle başka konuya geçen H., muzipçe gülen M., her şeyi anlayan ve bir anda ona doğru uçmak isteyen ben.

whatever ...

Ama yalan değil hani; ben çok özenirim, o günü heavenly bir gün haline getiririm. Eğer istersem.

Gece yarısı istek şarkısı

Hiçbir zaman Nirvana hayranı olmadım, kendime yakın da bulmadım. Pearl Jam, Alice In Chains, Soundgarden daha yakındı( hadi mudhoney, pavement gibi grupları da ekleyelim).

Benim seyrettiğim en güzel unplugged konserlerindendi. Pearl Jam MTV Unplugged.

Yıl 1992. MTV Unplugged. Bir önceki yıl ilk albümünğ yayınlayan Pearl Jam MTV Unplugged'a çıkmayı kabul ediyor. Albümün belki de en ama en özel şarkısı. Hele hele bu akustik versiyonu insanı süründürür yerlerde, o kadar deler geçer. Biliyorum daha önce koydum buraya bu şarkının klibini ama bu gecenin üzerine canım istedi bu şarkıyı koymayı. Az önce dinledim, dinledik hatta bağıra bağıra söyledim, heyecanlandım.

Seviyorum, beklemediğim şeylerin olmasını, şaşırmayı, şaşırtılmayı.
Ancak yapışık insan sevmiyorum. Ne kız ne erkek versiyonunu.

whatever ... Black çalıyor hem de unplugged.Sesini açmak lazım. Cidden. Hele hele bir şeyler içilmişse ve o düşünülüyorsa kesinlikle daha çok açmak lazım sesini. Özellikle de en son kısmı...(şu yazılardan sonra bana romantik demeyenler utansın-ki başta kendim demiyorum. gerçekten işim olmaz)




Hey... oooh...
Sheets of empty canvas, untouched sheets of clay
Were laid spread out before me as her body once did.
All five horizons revolved around her soul
As the earth to the sun
Now the air I tasted and breathed has taken a turn

Ooh, and all I taught her was everything
Ooh, I know she gave me all that she wore
And now my bitter hands chafe beneath the clouds
Of what was everything.
Oh, the pictures have all been washed in black, tattooed everything...

I take a walk outside
I'm surrounded by some kids at play
I can feel their laughter, so why do I sear?
Oh, and twisted thoughts that spin round my head
I'm spinning, oh, I'm spinning
How quick the sun can drop away

And now my bitter hands cradle broken glass
Of what was everything?
All the pictures have all been washed in black, tattooed everything...

All the love gone bad turned my world to black
Tattooed all I see, all that I am, all I'll be... yeah...
Uh huh... uh huh... ooh...

I know someday you'll have a beautiful life,
I know you'll be a (another) star in somebody else's sky, but why
Why, why can't it be, why can't it be mine

Aah... uuh..

Too doo doo too, too doo doo

Bir de bu sözlere sırf unplugged'a ek olarak sözler bittikten sonra "we belong together" cümlesi eklenir. Eddie Veder orada gerçekten insanı sesiyle, yorumuyla, ifadesiyle başka bir yere alır götürür.

Monday, June 9, 2008

Abartılı hareketler, abartılı duygular

Bazen insanoğluna çok gülüyorum ardından da kendisinden çok sıkılıyorum. Özellikle de gereğinden fazla abartılı hareketler sergilediklerinde.
*
Sanal dünyaya dair düşüncelerim biraz katı sanıyorum. Seviyorum, eğleniyorum, tesadüfen tanışmış olduklarımı belli bir zamandan sonra belli bir yere koyuyorum ancak yine de bunların gerisinde kalan sanal dünyaya ve bu dünyanın sunduğu sanal yaşam gösterilerine çok itibar edilmemesi, büyük anlamlar yüklenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çok daha kısa bir ifade ile "o kadar da ciddiye alınacak bir durum yok ortada".

Sanal dünya ve ortamları bir tiyatro sahnesini andırıyor bana. Herkesin en son oyununu sahneye koymaya çabaladığı bir sahne burası. Tiyatrocularda rastlanan kendini gösterme çabası ve her an sahneye çıkacakmışcasına sergilenen teatral tavır biz sanal dünyanın aktörlerinde de aynı şekilde yaşanıyor. Abartılı hareketler, abartılı duygu selleri, abartılı söylemler. Gören, okuyan, takip eden sanır ki dünyanın sonu geldi, insanlık sona eriyor ve ancak bu kadar abartılı hareketlerle bu kayıp ifade edilebilir. Gerçekten çok sıkıcı.

Evet, sanal dünya ve sundukları kesinlikle çok güzel ve çok eğlenceli ancak dışarda hepimizin yaşamakta olduğu gerçek bir hayat var. Gerçek hayatta da bu kadar sığ olunmasına, bu kadar mübalağlı duygu selleri ile kendini ifadeye gerek yok; gereklilikten öte buna uygun ne zaman ne de ortam var. Aksine gündelik hayat çeşitli web sayfalarının yarattığı sanal kahramanların, sanal abilerin, sanal dostların, sanal iletişimlerin etki edebileceğinden çok da gerçek, çok daha hissedilebilir bir halde akıyor.

Sabah sabah gelmiş olan yüzlerce küçük maili okuyup da çüş deyince yazmak aklıma geldi.

P.S. Manasız alınganlıklara da gerek yok. Şurada en ufak bir şey yazsam kendi üzerine alınma halinden kurtulunsa artık, ben de rahatlayacağım, blog da (sanal dünyada blog da bir canlı ya, ezmeyeyim şahsiyetini).

Sabah temennisi

Temennimiz asla böyle bir durumun başımıza gelmemesidir.
Seviyorum Piyale Madra'yı...

Sunday, June 8, 2008

Never on sunday # 6

alt başlık: "düğmelerini açmak istiyorum"

Gayet edepli, önü mönü bayağı kapalı, sadece arkasında kocaman kocaman düğmelerin bulunduğu, very casual, hatta neredeyse alman mürebbiye kılıklı beyaz bluzume gecenin bir yarısı söylenen laf olup beni de çok güldürendir. İnsanoğlu komik oluyor. Özellikle de geceleri. Sevimlisinde sevimli duruyor da bu tür laflar, ne yalan söyleyeyim.

alt başlık: "iyi evlat"

Gerçekten iyi evladım. Kıllığım, tahammül edilmez halim olsa da sabahın 5ine gelip 5 saat sonra J.A. yı deli rumelili annesine götürmem hele hele hiç söylenmemem bunu gösteriyormuş. Kendisi söyledi. "iyi evlatsın çocuğum" dedi.

Milliyetçi bir insan olmadığım için öyle bayılmıyorum milli maçlara. Öyle abartılı tanımlara, anlatımlara karşıyım. Ama dün kötüydü. Hem de bayağı. Ayrıca müthiş zeka parıltısı Ercan Saatçi'nin köşesinde yazdığı yorumu da evlere şenlik. Hem kaleyi bekliyormuş hem de monitörden saçını düzeltiyormuş. Ha ha evet, öyle Volkan Demirel'in saçları Samsonunki gibi uzun ve hatta gücünü saçlarından alıyor...(gerçekten bazı insanların zekasının kıtlığına inanamıyorum). Neyse ben İtalya, Romanya, Fransa maçlarını bekliyorum.

Never on sunday...Halen yorucu ama güzel bir gün. Uyusam dinleneceğim.

Saturday, June 7, 2008

sevmek/sevmemek

nedense sevmiyorum. noodle. herkes bayiliyor ben ise hiç sevmiyorum. karbonhidrat seven insan olsam da tercihim noodle değil.

P.S. # 6

Planlandığı gibi geçmeyen garipleşen garip bir gece, pis yağmurlu garip bir geceydi.
Ne zaman bir şeyleri çok planlasam bir şey çıkıyor ve olmuyor istediğim gibi. Ama ben de bazı şeyleri çok spontane şekilde yaşayan biri değilim ki. Yapımda yok, plan program seven insanım, hazırlığını, heyecanını, coşkusunu, hayalini seven insanım. Son anda yapılan programlar çoğunlukla terstir bana.
Son dakika verilen kararlar, son dakika alınan uçak bileti ile gidilen seyahatler, son dakika değişikliği ile yapılan planlar hiç mi hiç bana göre değil. Macera insanı hele hiç değilim.

Ne güzel planlarım vardı, her şey değişti son anda, istemim dışında, gereksiz bir gece oldu, yağan yağmur daha da sevimsiz yaptı, ıslandım, sıkıldım, devam etmedim, bitirdim, döndüm.

Hadi bugün yeni bir gün her şey daha iyi olacak diyelim...

Friday, June 6, 2008

Cuma eğlencesi # 21

Sabah sabah bombardıman gibi erken saatte iki tane post yazıp sonra dursam mı diye düşünsem de öğleden sonraki tv çekimi vs sebebiyle cuma eğlencemi yazmadan edemedim.
Moda dünyasının en prestijli ödülleri verildi (bizde de fashion tv ödülleri mi ne öyle bir şey verilmiş ama oradaki insanları, kıyafetleri, aynı yüz, aynı makyaj, aynı saç rengini gördükten sonra yazılacak bir insan olmadığını bir kez daha gördüm). CFDA. Başkanı Diane von Fürstenberg.
Dizilerdeki bir kız. Beğenmiyorum ama elbisesi güzel. Amerikan modacı Nicole Miller tasarımı. Hatta geçenlerde Angelina Jolie Cannes'da gazetecilerin karşısına Nicole Miller imzalı bir elbise ile çıkınca bütün amerika "angelina da bizim gibi ortalama bir modacıdan giyiniyor" diye mutlu oldu. Evet öyle ortalama biraz mall ve biraz üstü tarzı bir modacı. Yani haute gamme bir marka değil. Rengi güzel, önü güzel, uzunluğu güzel. Olmuş bende de olur şimdi yalan söylemeyeyim.
Manken Erin Wasson ayağı kırık olsa da havalı bir entrée yapmış geceye. Yanındaki üzerindekinin modacısı ama adını aklımda tutamadım. Güzel tabii de iddalı. Öyle bacak lazım, öyle ince olmak lazım filan zor yani sıradan kadınlar için. Ama kız güzel beğeniyoruz. Bu arada Hana Soukupova yok ortalıklarda, hamile mi acaba?
Of çirkin insan çirkin kıyafet. Kısa keseceğim. Dünün tıfıl gözlüklü silik gay modacısı bugünün Dolce & Gabbana reklamlarında slip mayo giyen erkek manken görüntüsüne sahip Marc Jacobs ikonu ilan ettiği çirkin kadın Victoria Beckham ile. O nasıl bir siyahlıktır, nasıl bir gergin haldir. Bitti yazmayacağım beğenmiyorum kendisini. Ne de kocasını.
İngiliz jetsetinin en çok aranılan davet edilen isimlerinden Jemima Khan. Yani ben elbiseyi beğenmedim de geçenlerde ingiliz Vogue'unda bir mülakatını okudum da o yüzden yazdım. Efendim çok zengin olunca insan, önünde çok şans çok olanak oluyormuş bu yüzden de hayatta bir şeye karar veremiyormuşsun sadece davetten davete katılmakla, charity işleri yapmakla geçiyormuş hayatın. Okuduk öğrendik ilginç tabii hayatta herkesin derdi kendisine. Keşke derdim bu olsa, yemin ediyorum karar versem de olur vermesem de ama...life is life baby, bizimki de bu.
Zengin ve popüler ikizlerden. Üzerindekini çok beğendim. Beğeniyorum böyle kıyafetler kadında. Sanıldığı kadar erkeksi olmuyor. Önemli olan taşımak elbette. Taşımayan için konuşmaya da gerek yok. YSL başlattı ilk defa kadının smokin giymesini. Benim de benzer bir şeyim var. YSL değil ama yakın. Kaç zamandır giymedim aklıma geldi.

Elbette Anna Wintour ile bitiriyorum. Yani ten rengi açık olan kadınların böyle renkler giymesi pek doğru değil soluk kalıyor yanindakininki daha güzel bence. Neyse Vera Wang giymiş kendisi. Elbiseleri matah gelinlikleri muazzam markadır. Evlensem isterim valla.

Akşama ben de Anna Wintour mu olsam, giyinip çıksam....

Şarkı isteme saati # 4

Ben istemedim ama az önce gelen sabah mesajı ile bana istenmiş oldu "bu şarkı sana" dendi. Glamorous girl. Zaten açıktı daha da bir açtım sesini.

Çok da güzel pek de güzel.

Kelimelerin ağırlığı

Bazı kelimeler ağırdır, ağır ifadeler içerir duymak da kimi zaman söylemek de ağır gelir insana. Ancak onların "ağırlığı" zaten bellidir, ağır can acıtan ifadeler içerir.

Bazı kelimelerin ağırlığı ise kişinin birebir kendisi ve yaşamı ile ilintilidir. Bu herkes için geçerlidir. Yani normal şartlarda hissiyatı gelişmiş herkes için kimi kelimelerin kimi zamanlarda ağırlığı, boğazı düğümleyen etkileri vardır. Düşünülürse anlaşılır bir şeydir çünkü ne de insanın canı acımıştır, acımaya devam ediyordur, sinir oluyordur, tepki veriyordur. İnsanı bir durum yani. "can acıtma" hali deyince illa yerlerde sürünme, depresyon algılanmasın. Kedi-ciğer ilişkisi. Kiminin ciğeri glamour bir hayat olur, kiminki domez hayat, kimininki vespa, kimininki corvette'tir. Geçer gider-eğer içte bir yerlerde hazmetmişlik varsa...

Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyordum o söyledi "anladım ben, tepkiselsin şu,şu,şu konulara" diye. Haklı. Kendim de farkındayım. Şuurum yerinde yani. Kendimce olayları bir yere oturtunca geçecektir çünkü üstünde durulacak mevzu değil. Yarın öbür gün benim de olur. Büyüyünce. En azından benimki büyüyünce yapınca geçecek, ya bazı şeylere hiç ulaşamayacak, küçük hayatlarında "mış gibi" yaşayanlar ne yapsın?

Thursday, June 5, 2008

Motto # 15

"les modes passent, le style est éternel. la mode est futile, le style pas"

Yves Saint-Laurent, 1936-2008

Tarz ve moda aynı şeyler değildir. Bugün herkes modayı takip edebilir, moda olanı giyebilir, moda olanı alabilir ama bu tarz sahibi olduklarının göstergesi değildir. Bizi zaten geçiyorum ecnebi beautiful people'ı da tarz sahibi sayılmaz. Victoria Beckham, Sarah Jessica Parker Hollywood dizi insanları vs hiçbiri tarz sahibi olmayıp sadece ve sadece modayı yakından takip eden, en son çıkana ilk ulaşan olmak için stilistlerine deli gibi para ödeyen insanlardır. Madonna bile tarzdan ziyade moda algısı ile ortaya çıkar. Her yıl her albümde üzerindekiler değişir. Eskiler hariç bugün Kate Moss tarz sahip sayılır bana göre. Tam değil ama kendinden bir şey var. Sadece moda olduğu için bir şey yapmıyor giymiyor, bu bile ilk adımdır.
Onun dışında tabii ki Audrey Hepburn, Katherine Hepburn, Diane Keaton, Catherine Deneuve, Carmen Dell' Orefice. Acaba tarz yaşla mı gelen bir şey diyeceğim ancak hiç sanmıyorum. Bir insanın ya tarzı vardır ya da yoktur.

Asansör demişken...


Asansör demişken aklıma evlerin içindeki asansörler ve 1983 tarihli Brian de Palma imzalı Scarface filmindeki Elvira 'nın daha Tony Montana ile evlenmeden önce beraber olduğu ezik mafya babasının evindekinden giyinip çıkışı geldi.

Küba'dan yeni gelmiş ama daha parayı vuramamış Tony Montana patronunun sevgilisine ilk kez bu asansörlü evde, asansöre bindiği anda aşık oluyor. Michelle Pfeiffer ve Al Pacino. Biri çirkin biri güzel ama nedense beraber iyiler. Scarface de güzeller, Frankie & Johnny de güzeller; güzeller yani yanyana.

Asansörlü evde dışarı çıkmak, giyinip de çıkmak, the night is young. Bilmem öyle sanki. Bu gece. The night is young. Neden mi? Nedeni yok, hava güzel, akşam güzel, çıkarım ben bu akşam ...
I've been empty too long
the time is now
the tender night has goneand the time has gone
let's make this moment last
and the night is young
the time is now.
let's make this moment last. give up yourself unto the moment
the time is now
give up yourself unto the moment
let's make this moment ... last.
moloko, the time is now,

Asansör konuşmaları, sıkılmaları

Ne kadar sıkıcı bir şey asansörde hiç tanıdık olmadan çıkmak, insanların yanında duruyor olmak. Bakmak, bakılmak, gözlemek, gözlemlemek, katları saymak, katları takip etmek...

Gerçekten çok sıkıcı. Ancak görüldüğü gibi işin fantazisi de mevcut. Hatta Aerosmith'in "love in an elevator" diye zevzek bir şarkısı bile vardır. Gerçekten kötü bir şarkıdır. Hadi 2000li yılları, hitlerini, Liv Tyler'lı klipleri vs geçiyorum ama geçmişte Dream On gibi güzel şarkı yapmış bir gruptan 80 sonlarındaki bu şarkıları anlamıyorum. Seksenlerin galiba müzik grupları üzerinde böyle kötü bir etkisi var. 70lerde ortalığa çıkanlar 80lerde sapıtıyorlar. 80lerde ortalığa çıkınca 90larda düzlüğe varıyorlar.

Bir genç kızın hayalleri

Başlık ortaokul yıllarında okunan gençlik romanlarınınki gibi komik oldu ama valla böyle oldu. Dün.

Sabah işe çıkıp gideceğim merdivenlerden inerken de apartmanı temizleyen, ara sıra giymediğim kıyafetleri verdiğim kızı gördüm.

"ay sildiğin yerleri kirletiyorum ne yapsam nasıl insem", "yok dert etmeyin, ben silerim bir daha" filan gibi konuşmalardan sonra gelen bomba laf:

- nereye gidiyorsunuz böyle?
anotherstar- işe
- bööögggg. gerçekten mi?

Aynen böyle. Kız benim için o kadar üzüldü ki ben kendime üzüldüm.
Dışardan çalışmayan gününü gün eden rahat insan, zengin insan görüntüsü mü veriyorum anlamadım ki?
Bunu söyleyen insan da bana bunları söylediği esnada elinde bez yerleri silmek için bekliyordu.
Gerçekten kızın bu lafından yüzündeki ifadeyi gördükten sonra bir genç kızın hayallerini yıktığımı anladım. Beni işe giderken görmek onun için bir hayalin sonu gibiydi. Nasıl bir intiba bırakıyorum ki bir anlasam?

Dün sabahtı bu, çekim mekim bütün gün stress yazamadım.

Wednesday, June 4, 2008

Hem futbol hem reklam

Geçen gün tesadüfen euro 2008 öncesi bombardıman gibi gelen "ttnet anneli reklamı"na rastladım ve ağzım açık kaldı bu facia karşısında.
Bu kadar mı kötü bu kadar mı kabız bir reklam çekilir? Benim oğlum tek başına takım, benim oğlum en yakışıklı... Nasıl bir senaryo bu? Kim yazıyor metin yazarı, kreatif direktörü kimdir bu yaratıcı şaheserin? Çok kötü!

Ayrıca yakışıklı futbolcu görmesek şu milli takımdakileri bir şey sanacağız. Bütün bir takım mı çirkin olur? Hadi Hakan Balta'yı ayırdım, Galatasaraylı ama olsun, yarın para verirsin başka takımlı olur. Futbolcu için taraftar olmak yeşil benjaminlerin (yeşil benjamin elbette hiphop dilindeki dolar ifadesi oluyor) alabildiği ölçüde olduğu için çok bir şey beklememek lazım.
P.S. Yine ayrıca bu erkek annelerinin durumu nedir? En büyük erkek benim oğlum tavrı. Hepsinde mi bu durum oluşur? Tamam anladık insan çocuğu zaten bencilce bir arzudan doğuruyor ama erkek anneleri ayrı bir yücelikte hissediyorlar kendilerini (valla bilmek isteyenlere söyledim; ben benden bir tane daha çıkmasını istiyorum. yani kız. hani oğlan da elbette kabul de kız tercihimiz) sonra ilişkilerde kaynana hadisesi oluyor.

P.S. (2) Ve yine ayrıca futbol reklamı demişken şu son dönemlerde Guy Ritchie'nin Nike için çektiğidir. Hoş bence Prodigy'nin "Smack my bitch up" klibini andırıyor ama olsun seviyorum Guy Ritchie'yi.

P.S. (3) Bulamadığım ama aklımda olan bir müzik var. Geçen gün oğlan çocuğuna sordum ama o da bilmiyor. 3-4 yıl önce Digitürk lig tv için bir reklam hazırlamıştı ve fonda da irlanda, iskoçya veya ingiltere halk şarkısı gibi şey çalıyordu. Bulmak istiyorum bulamıyorum bulamadıkça sinir oluyorum. İstiyorum!

P.S.(4) Ne kadar yoğun çalıştığıma inanamıyorum. İnanmak ise hiç istemiyorum.

Sıcak samimiyet # 2

Galiba bu tarz yani elle öpücük gönderme kendisinin tarzı. Öğleden sonra gerçekleşen ikinci röportaj sonrasında ertesi gün için sözleşip ayrılırken yine benzer bir uzaktan öpücük gönderme hali ile ayrıldım kendisinden. Yine çok gülerek çünkü bu seferki daha bir garipti ben çözemedim önemsemedim ayrıldım yanından.

Ancak ilginç. Bugün de 2 mülakat var. Hadi hayırlısı.

P.S. Elektrik kesintisi saatlerce....dün gece....gerçekten millet mars'a araç gönderiyor bizde hala neler oluyor neler tartışılıyor?

Tuesday, June 3, 2008

Sıcak samimiyet

Ben ki dışardan o kadar soğuk, o kadar küstah dururum ancak bazı durumlarda pek bir güleryüzlü, canayakın, sevecen olduğumu farkettim. Bilmiyorum çok tasarladığım kafamda kurguladığım bir hal değil elbette (ki laubali insandan nefret ederim) ama bir şeye sarılınca, onu benimseyince müthiş güleryüzlü oluyorum.

Az önce televizyon çekimi vardı buradaki büyük organizasyon ile ilgili olarak. Kendisini pek tanımam da A. ailesinin fotoğrafçı kısmının arkadaşıdır, beraber Lübnan, Beyrut diye dolaşmışlardır. Dünden beri bir komünikasyon halinde olup sabah da tanışınca pek bir güleryüzlü, sıcak kanlı halim iyice sevimli bir hale dönüştü. very cutie, very pretty. Çekimi yapan da bu camianın en bilindik en eski isimlerinden. Benim de yakinen gördüğüm en esmer karşı cins. Ciddiyim. Neyse kıssadan hisse diyeceğim şu ki, hiç tanımam etmem bu sabah tanışıp el sıkıştık ama ayrılırken garip bir samimiyetle adam bana öpücük gönderdi. Ben tabii şok halinde bakakalıp hiç bozuntuya vermeden devam ettim algılamamış gibi yaptım. Muhtemelen bilinçsizce farkına varmadan yaptığı bir hareketti ama ben çok güldüm. Hem harekete, hem de o soğuk ve uzak halimin bazı insanlara işlemediğine. Samimi arkadaş mı olduk acep? Aman derim ben...

Monday, June 2, 2008

Gereksiz # 2

Ne kadar gereksiz ne kadar sıkıcı ne kadar iç geren bir gündü.

Bitti.

Mi?

Yarın yine kulağımda müzik ve diğer şeylerle uyanayım. Arkası gelsin, gün başlasın güzel geçsin.

Ama bugün bitsin.

Sabah keyfi # 6

Çok fazla yorumu vardır ama benim favorim Ella Fitzgeral ve Louis Amstrong ile olanıdır. Sanıyorum sonra Doris Day gelir listemde. Hatta 90ların başında Cranberries'in bile yorumu vardır. Ella ve Louis tahminimce 30ların sonlarında yorumluyor bu şarkıyı ( çünkü louis amstrong 1937 son kez ella fitzgeral ile duet yapıyor)

whatever . Kahvemi içerken gökyüzüne bakarken gelsin... Dream a little dream of me ...

stars shining bright above you
night breezes seem to whisper I love you
birds singing in the sycamore tree
dream a little dream of me
say nighty-night and kiss me
just hold me tight and tell me you'll miss me
while I'm alone and blue as can be
dream a little dream of me

Telefondan gelen sesler

Çok uzun süredir, belki de bu eve taşındığımdan beri, ara ara ev telefonumdan sesler gelir. Haşur huşur, sanki arada bazen faks sesi varmışcasına. Son çıkan haberlerden ve belgelerden sonra artık "dinlenmiş" olabileceğimi düşünüyorum. Devlet herkesi dinliyormuş, insanları mahremiyetini tamamen ihlal ediyormuş ya. Ne kadar güzel bir ülke burası, insan kendisini ne kadar güvende hissediyor.

Eğer dinleniyorsam (ki biz f.a.'nın cebinin dinlendiğini anlamıştık) fantastik insanlarla fantastik konuşmalarım sebebiyle ilginç oldu bu durum tabii. Dinlemeye değecek, gizli saklı mevzular olduğundan değil de, dedim ya fantastik insanlarla fantastik konuşmalar gerçekleşmiş olduğundan. Hadi bakalım!

Sunday, June 1, 2008

Hırs demişken

Sabah sabah hırs diye yazmışken sonrasında seyrettiğim film cuk oturdu (hemen film diye "fiksiyon" olarak düşünülmesin. gerçek hikaye. lütfen!).

Kadınların hırsından korkarım. Kendilerine, hemcinslerine, yakınlarına, etrafındakilerine hırsları sebebiyle yapacaklarından, yapabileceklerinden. Bir şekilde üzülsem de, sevmediğim duygu "acıma" da hissetsem de sonuçları gördükçe "bir ömür boyu benden uzak olsun" düşüncesi gittikçe derinleşiyor. Hazzetmiyorum. Ne böyle insanlardan, ne de amaca giden böyle yollardan.

Hikayede bir de hırslı kadınların erkeklerle ilişkisi var ki ne yazik ki burada erkekler pek akıllı olamıyorlar. Göremiyorlar perdenin arkasındakini. Neticede eğer bir kadın isterse karşısındaki erkeğe istediği her şeyi yaptırtabilir. Muhtemelen karşı cins bana "hayır biz her şeyi görebilir anlayabiliriz" diyebilir ama ne yazik ki gerçek böyle. Kadının sadece istemesi ve bu hırsa sahip olması yeter. Yapar yapmaz o sadece ona kalmış bir şey ancak isterse yapabileceğini bilir. Örnekleri evrensel tarih denilen şeyde olduğu kadar kişisel tarihte de vardır. Bunlar İngiltere tarihi, Osmanlı tarihi, yakın zaman tarihinde okunabileceği gibi kişisel günlüklerde görülebilir. Elbette her şey Anne Frank'ın günlüğü gibi yazılı olmasa da hafıza diye bir şey var: mémoire personelle.

Ben kendiminki düşünmeye başladım. İyi etütler diyorum o halde.

* Neden pazarları ciddileşiyorum? Halbuki her şeyin dingin olduğu gün pazarken beni bir ciddiyet alıyor. Gerçekten şoktayım.

Hırs

Hırs denilen şey tehlikelidir. Ya da ben tehlikeli bulanlardanım. Hırsın kabul edileni, makul olanı, kişiyi ileriye götüreni var bir de Machiavelli izinde gideni var. Hırslı kadınlar, hırslı erkekler bana çok itici gelir. Hele hele amacına ulaşmak için Machiavelli'nin yolunu tercih edenlerden zerre hazzetmem. Sinsice, gülümseyerek büyük planlarını masum ifade ile saklayanlardan uzak durayım.

Hayatta her gün hırsla imtihan içerisindeyiz. Kimi zaman yeniliyoruz kimi zaman kazanıyoruz. Yenildiğimizde karşımızdakini gözyaşları göremesek de ağlatıyoruz, içinde bir şeyleri kırıyoruz. Kazandığımızda ise etkisini hemen anlamasak da sakinleşiyoruz, belki farkındalığımız sonra gelişiyor ama günü geldiğinde yaptığımızla gurur duyup huzur içerisindeki vicdanımızın hafifliğini yaşıyoruz.

Geçtiğimiz günlerde bu güzide ülkenin özenle şeçilmiş güzide milletvekilleri görme engelliler ile bir dostluk maçı yapmışlar. Amaç zaten çoğumuzun hayal dahi edemeyeceği bir zorluk içerisinde yaşayan insanlara keyifli an, gurur duyacakları bir müsabaka yaşatmak. Ancak bu çok güzide insanlar görünüşte ayı olmakla kalmayıp maneviyat olarak da ayı olduklarını göstermişler. Dostluk maçı yaptıkları görme engellileri 7-3 yenerek! Gerçekten bravo. Ne kadar yüce bir başarı, ne kadar fevkalade bir davranış. Ne kadar şanslıyız bu adamlar mecliste bizim paralarımızla günü gün ettikleri için. Ha bir de bunlar dincidirler. 5 vakit namazında, ramazan ayında orucunda, flörtü günah sanan, her daim her yerde büyük konuşanlardan yani. Aslında tek tanrılı tüm dinlerde mütevazilik ve hırsına yenilmemeye dair söylemler hatta yasaklar vardır ama herhalde bu ayılar bizden daha iyi biliyorlar ki böylesine şerefli bir davranışı gerçekleştirmişler. Ne de olsa biz günahkarız. Rakı filan içip türlü rezillikler yapıyoruz ...

Neden pazar günleri hafifliğini anlatmak varken böyle sinirleniyorum?

Neyse never on sunday ...Dün gece, eğlenceli gece, şaşırtan gece, keyifli gece, güzel gece. 04:04. Hiç fena değil.