Sunday, September 30, 2007

P.S. XII

*alt başlık: hırs/hırslı/hırssız

Manasız ofis taşınması sebebiyle artık araba ile gitmek durumundayım. Hiç bayıldığım bir durum değil iken konuşulan konu olan bir durum olmuş kapalı kapılar ardında. "aaa arabası varmış da kullanmıyor muymuş?", " aaa araba kullanmayı bilmiyorsa neden ikinci el değil de sıfır almışlar?" gibi gereksiz cümleler dönüyormuş. Hakkımda konuşulmasını açıkcası pek önemsemem çünkü gereksiz insanlar gereksizce konuşuyordur, üzerinden geçip gidilmesi gereken durumdur.

Ne var ki üzücü olan konuşanların çoğunlukla kadın olmasıdır. Neden bu kadar zordur kabullenmek, beraber çalışabilmek? Neden insan kıskanır ki? Neden güvenmez ki kendisine? Herkesin yapabileceği veya yapamayacağı şeyler var, kişi bilmeli kendisini. Neticede her zaman, kim olursa olsun, arkadan daha iyisini yapabilen, daha iyisini bilen bir başkası gelecektir, nedir o halde bu hırs? Her şeyi yapmak isteme ve her şeye sahip olma hırsı? Sevmiyorum hırslı kadın. Hırsından kariyer, evlilik, çocuk yapan, hırsından kötülük düşünürken gülücükler saçan, hırsından her şeye atlayıp sonra da beceremeyen ama bu sefer de başarısızlığın ezikliği ile daha da hırslanıp kötüleşen tiplemeden hazzetmiyorum.

Daha doğru bir ifade ile hırsa asla karşı değilim ama hırs denilen şey kişinin önünü açmalı, önünü açma çabasında ilerlerken yıkıp geçmemeli ya da farklı bir ifade ile makyavelist olmamalı. İnce bir çizgi işte. Kendi ince çizgimde gayet başarılı olduğumu düşünüyorum ama neden gündeliğimde olduğum gibi fevkalade bir anotherstar halinde coşmak varken gergin veya tetikte olmak durumunda olayım ki? Gayet yorucu işler bunlar. Hayat fanii, yüreğimi yormaya değmez.

* Söylenme ile başlamışken öyle devam edeyim. Resimde görülmese de kızın kırık olmayan ayağına giydiği ayakkabı incecik demirden topuklu bir stiletto (beğeniyoruz orası ayrı). Yani kırık ayakla da olsa red carpet'tan geri kalınmıyor. Kalınmasın tabii de neden sağlam olan ayağa stiletto giyilir ki? Zaten yürüyemiyorsun, hafif topal konumundasın diğerini de tehlikeye atmanın ne alemi var? Giy bir tane babet olsun, tamam havalı olsun, varsın manolo blahnik olsun babetlerin markası da. İşte bu da bir hırs göstergesidir. Vahim olan hırs kimi zaman insanı gülünç hale de sokar.


Ama yine de bugün pazar, her şey hafif, rahat, tiril tiril ve keyifli olmalı yani never on sunday...İşin ilginci ben niye pazarları eleştiride, kinayede coşuyorum orası komik asıl.

2.yarı

*Peymane. Bana telefonda "hayır gelmeyeceğim" deyip gelen kadim dostum. F.A. & Sekvotka ile onların maçını seyretme ve kazanmalarına üzülme,

F.A.'dan inciler:
** f.a. - lincoln niye yok?
anotherstar- kampa geç gitmiş patron almamış oyuna
f.a.-allah allah neyse kalli bu inanıyorum ben kendisine

**nando kim ya?hiç beğenmiyorum neden aldılar bunu? nereliydi çocuğum bu?
anotherstar-valla o kadarını bilmiyorum ama galiba fr kolonilerinden. ama hakan balta'yı biliyorum almanya'dan
f.a.-haaa şu golü atan çocuk? iyi ama topu fazla ayağında tutuyor

**f.a. bu tello iyi oyuncu
sekvotka- yok ya deterjan ismi gibi bir ismi var
anotherstar-olsun olsun deterjandan yağsın goller
f.a.-olsun iyi iyi

**ulan yenilmiyor ibneler, ne yapsam? çaresi yok mu?

Saturday, September 29, 2007

İyi (insan)

Huysuzum, inatçıyım, vs vs vs ama gayet iyi bir insanım.

Gördüm ki F.A. dağlara taşlara sessizce oynamak durumunda kalan o takımın cezası yüzünden seyretmeye gidemiyor ve bu yüzden de üzgün üzgün dolaşıyor; muhteşem evlat, gayet iyi niyetli düşman taraftar olarak evde sıkınıtılı şekilde seyretmesin diye hemen organizasyon gerçekleştirip havalı bir ocakbaşında yer ayırttım (kendisi ocakbaşı insanı değildir, ben de pek anlamam, maçı gidip de umut ocakbaşı'nda seyretmeyeceğime göre asmalı mescit'te multi-task patronumun mekanında ayırttım. havalı bir şeymiş, bir diğer havalı asmalı mescit mekanın hemen altındaymış).
O halde maça bir-iki derim çıkarım.

P.S. Şaka maka değil, çok göstermem ama gayet iyi bir insanımdır (bilen bilir. bilenin bilmesi de kafidir). Ancak bu akşamki dileğimiz nedir? Tabii ki de o takımın yenilgisi, orası ayrı.

Çocukları maça götürüyorum

O takımın maçı var akşam, dağlara taşlara sessizce oynadıkları için taraftarları gidemiyor maça. Üzgün taraftar olan F.A. 'a güzel bir organizas

Friday, September 28, 2007

Yine

Gerçekten "ooooops I did again!"...

Az önce Harvard'lı çocuğun sanal ortamında yine bir mesaj attım ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama çoklu gönderim oldu. Daha doğrusu olmuş çünkü mesajlaşmadaki diğer kişi olan kadim dostum Sekvotka yine gülerek aradı "bravo gerçekten bu ortamda ne zaman bir sansasyon yaratacağını bekliyordum. kime gönderdiğine bakmıyor musun sen?" dedi. Gerçekten hiç farkında olmadan gayet güzel postalamışım. Neyse ki olayın aktörleri "içerden, evin ahalisi" olduğu için derin bir nefes alabilirim yoksa bütün türkiye network'u okumuş, öğrenmiş olacaktı.

Ne diyeyim ki yine oldu. Galiba Sekvotka'ya gülerek dediğim gibi "durdurulmam, kontrol altına alınmam lazım".
Aslında iki konu var durdurulup, kontrol altına alınmam gereken:
1) sanal ortamlardaki/cep telefonları ile mesajlaşmalar ve gönderilecek kişinin 1000 kere kontrol edilmesi;
2) gece+içki+cep telefonu çerçevesinde hattın diğer ucundakini uyandırma, delirtme, dellendirme ve baskın inadımı yürekten hissettirme durumu

Bunları söylüyorum da söz dinleyen bir yapıda mıyım (yani ekranın sesi yok ki kahkaharımı dile getirsin) ? Pek sanmıyorum da deneyen(lere) otoritelere sormak lazım. Ama iyi bir şey insanın kendisini bilmesi şu dar-ı dünyada....

whatever...

Tehlikeli



Gayet acemi olup çok havalı araba kullanan insanlar hiçbir şekilde bu müzik ile trafiğe çıkmamalılar. Böyle bir coşku, böyle bir heyecan yok herhalde. Trafiğe bu müzikle çıkmak tehlikeli hatta tehlikeli ötesi. Direksiyonu yarım ay şeklinde tutan chanel lotus rouge renkli ellerim ve fonda gonna fly now, müziği tanıyıp dışardan bakan karşı cins takımı...İşte anotherstar ve trafik.

Persembe gecesi

Hafta içi dışarı çıkma gecesi olarak tercihim aslında çarşambadır ama açılışlar vs ....

Babylon Lounge: tutunur
Babylon: işte her daim konser
Roxy: her daim açılışta bir acayiplik ama her daim tutunur
Şamdan: boş! şok!

* İlginç laflar duymuşluğum vardır ama "yıkılıyorsun" lafını hiç duymamıştım ama dün gece lezbiyen veya karşı cins farketmez gayet arka arkaya duyduğum cümle oldu (şaşırdım da bu cümlenin bu kadar ağızlarda yer etmesine) . Sevdim mi bilmiyorum ama motivasyon nitelikli laflar her daim eğlencelidir, tebessüm ettiren hatta gayet gaza getirendir.

* m.- gördün mü?
anotherstar- yo, kimi?
m.-çüş diyorum, onu, önünde duruyor
anotherstar-haha bilmem farketmemişim görmedim

evet böyle oluyor ben sıkılınca.

* M.& Sekvotka: "tamam tutunur ama yanında tutunamaz, ezersin sen onu" . Yani. Belki de de ancak hiç böyle bir niyetim yok, o halde yapacak bir şey yok.

Thursday, September 27, 2007

Eşofman

Sabah o takımın eski çalıştırıcısı gözüme çarptı sayfaları çevirmeden tıklayıp üzerinden geçerken. Yeni bir resim arkada yeni bir saha, yeni bir eşofman üzerinde aynı ifade ile gülümsüyor. Aklıma eşofman mevzusu takıldı hatta komik geldi. Şimdi bu adamlar hangi takıma giderlerse onun eşofmanlarını geçiriyorlar üzerlerine. Garip bir şey yok tabii bunda, gayet de doğal sadece sabah sabah komik geldi.

Ben de hiç sevmem eşofman denilen şeyi. Yani vardır da işte giydiğim yerler belli ama nedense bazı insanlar gündelik kıyafet şeklinde dolaşırlar ki dayanamadığımdır. AKP kampının fotoğraflarında gördüm en son kocaman, yarım dünya çapındaki adamlar giymişler naylondan soluk renkli feci çirkin eşofmanları kafada da beyzbol kasketi ile yürüyüş yapıp anayasayı hazırlıyor. Sonuç ortada zaten.

Türkiye'de olmayan markalardandı Juicy Couture Harvey Nichols ile o da geldi. Tabii ki de kampüsün çıtır kızları giymiş geliyorlar. Ben pek beğenmiyorum ama kapuşonlu hemen her şeye evet diyebilirim. Tavım kapüşona. Ama eşofman dediğinin yanında 3 çizgisi olur, haysiyeti olur.


Wednesday, September 26, 2007

P.S. XI

* Koca çocuklarla muhabbet:

Gayet ciddi sayılabilecek bir toplantı öncesinde gayet ciddi adamlarla (masadaki yegane dişi ben oluyorum bu arada) hafiften konular konuşuluyor, cumartesi günkü maçın konusu geçiyor vs

carlito- sence maç ne olacak? kaç kaç biter?
anotherstar- bence 2-1
carlito- hah işte taraftar ya, alacağız diyorsun
anotherstar- hahahah! yoo bence beşiktaş kazancak
carlito- bi dakka bi dakka sen gs'lı değil misin?
anotherstar- asla. gayet de fenerliyim.
carlito-saçmalama
h.k.- inan evladım inan, bunun babası gs'lı ama çocuğunu iyi yetiştiremedi.
carlito-ya gerçekten günün şoku oldu bu. halbuki gayet de sohbet edilir, düzgün, aklı başında duruyorsun. nasıl ama nasıl?
anotherstar-şimdi sen bana hakaret mi ediyorsun?

ve şen kahkahalar...

p.s. ne yazık ki her lakap benim taktığım olmuyor. yukardaki de meksikalı patronun bizden birine taktığı. önce gerçek ismi ç. 'yi denemiş, olmamış sonra carlos, en son da carlito demeye başlamış , eh fena da olmamış en azından söylemesi onun için epey kolay olmuş.

* Sıkıldım!

Kendimde -belki de- en korktuğum duygulardan biridir. Herkese ve her şeye dair değil ama sevdiklerime, değer verdiklerime, hayatta keyif aldığım şeylere karşı hissetmeyi istemediğim bir duygudur çünkü ilgisizliğimin, kayıtsızlığımın göstergesidir. Aslında sıklıkla yaşarım ama dışardan yaşamaz gözüküyorum galiba. Belki de üzülüyorum bir şekilde o kadar ilgilendiğime, sevdiğime, keyif aldığıma karşı hissettiğim bu sıkılma duygusunun gelişmesine. Ancak beni ben yapan şeylerdendir, maymun iştahlı biri olarak ilgimi, özenimi, sevgimi uzun tutabilmek için o da benim bu gösterdiklerimi göstermeli, yaşatmalı. Öyle esirikliklere, dengesizliklere ya da böyle davranışlarda bulunan insanlara hayranlık duyanlardan değilimdir. İlk başta o havalı hal, o dengesiz hareketler ilgimi çekse de bir yerden sonra "eeeh" derim, sıkılma hali başlar ve artık ona karşı ses tonum bile değişir ve ardından ondan "sen bana kızdın mı" cümlesi gelir. "Hayır sadece sıkıldım" demek isterim ama her ne kadar densizliğimle meşhursam da diyemem, denmez o kadar da ayıptır. Ancak artık sıkılmış olup öyle eskisi gibi derinlere, içlere değil sadece dümdüz bakıyorumdur. Dümdüz. Ve benim bir insana dümdüz bakmam gayet fecidir, hissizdir.
Geçen gün diyordum B. ve M.'ye "sıkıldım ben galiba" ama bugün iyice emin oldum. Hele arabadayken "bir sus" demek istedim.

Ya da tüm bunlardan bağımsız olarak "sadece sıkılıyorum" nedeni olmaksızın. Ki bu cidden kötü bir şey, sıkılma, bakıp görmeme, ... başlayıp devam ediyor ve bitiyor.

* Sanal alemler

Sanal ortamlar vs gibi şeylere uzağımdır, pek inanmam oradan çıkan arkadaşlıklara vs ama nedense kendimi bir şekilde tam içinde bulurum. Çoğunlukla da Sekvotka'nın iteklemesidir bu. Son bir haftada neredeyse her ortamda, her yazılı mecrada ismi geçen, hakkında konuşulan, Harvard'lı gençlerin kurduğu ama bizim ülke network'ünün Vezüv misali bir patlama yaşadığı olaya muhtemelen beni tanıyanların hiç benden beklemediği şekilde epey bir önce üye oldum. Tabii yine kadim dostum sayesinde (hatta buradan da "yine beni bir yerlere üye yaptı" diye yazmış olsam gerek). Ancak son günlerde şaşkınlık içerisindeyim. Nedir bu böyle? Bütün dünya sevgi doldu herhalde herkes bir arkadaş ekleme, "add as a friend" telaşında nedense. Aman yarabbim yok böyle bir şey. Herkes burada. En nefret ettiğinden en sevdiğine, en albenilisinden en çirkinine, varlığıyla en şaşırtandan en bıktırana kadar, cümbür cemaat, mâale fakat herhalde en bombası son olarak patronumu görmemdir. Kim bilir, beklenmedik bir şekilde bu sanal sayfaya belki ben bayağı önceden girdiğim için miladını doldurmuş geldi bana. Varsın bu da benim ilk seferim olsun (hay allah, keşke biraz daha nazik olsaydı), varsın ben bu dünya kardeşliğinde daha fazla yeralmayayım.

Beğenilmeyene benzemek

Fiziksel estetik konusunda Sekvotka'nın dediği kadar kötü değilimdir; aksine güzele güzel, çirkine çirkin derim, bunu da kabul ederim (sanıyorum kendisi benim "karşı cins beğeni tipolojime" burun kıvırıyor ama olsun, aynı masada tony soprano misali bir insan ile oturup kadehleri tokuşturunca her şey güzel gelir ona da ).

Beğenmediğim, zerre tipinden bir hoşluk algılamadığım kadın tipleri vardır. Mesela Keira Knightley... Gayet çirkin bulurum kendisini. Bu sabah ofiste "aaaa sen şu karayip korsanlarindanki kıza benziyorsun nasıl da " diye bir laf duydum, yıkıldım. Nasıl ya? Ne yazık ki benim çirkin bulduğum kadınlara benzetilme durumum var. Bundan önceki de Aylin Aslım'dı. Yoldan geçerken ismi ile hitap edenler, Efsane'nin durup dururken "sen valla benziyormuşsun" demesi, eski patronumun "akraba mısınız" gibi abuk sorusu derken ben de yine kendisini gayet çirkin bulurdum.

Çıkan sonuç şu olsa gerek: ya ben gayet çirkinim ya da beğeni algım gayet yanlış.

Gece ve korku II

Fantastik veya kabus farketmez; gayet rüya seven, rüya gören biri olarak belirtmeliyim ki en kötü kabus en korkunç olanı değil en gerçek gibi olanı... Her an gerçekleşecekmiş gibi, kabus insanların rol aldığı sanki gerçekten kabus etkisi yaratan ve gerçek hayatta kendilerinden kaçılan insanların sanki yine gerçek hayatmış gibi hareketlerde bulunmaları bende fantastik korku dolu rüyalarımdan daha çok korku ve nefes alamama etkisi yaratıyor. Iyyyy. Ne kadar çok kaçtığım, kabus olduğunu düşündüğüm insan varmış şu fani dünyamda.
J'ai besoin du café!

Tuesday, September 25, 2007

Oyunun kuralları

Öyle sportif bir insan olmadığım için bana bir zorunluluktur spor yapmak. Küçükken, Yeşilköy'de mutlu mesut çocukluğumu yaşarken her yıl, her yaz klübe yaz okuluna giderdim. Bir yıl atletizm, bir yıl tenis, bir yıl voleybol yani gerçekten ortaya fantastik bir karışım. Hele bir de Yüzme İhtisas'taki 8-9 yaşındaki halimle bir maceralarım var ki, of ki of (ama bugün cidden iyi yüzerim orası ayrı, demek işe yaramış. neymiş çocukları göndermek lazımmış böyle aktivitelere).

Spor müsabakalarından da anlamam, öyle basketbol, voleybol filan da seyredemem sıkılırım kalkar giderim. Sevdiğim birkaç spor dalı atletizm, yüzme (adonis kası) ve futbol ile sınırlıdır. Futboldan da anladığımı düşünmem, sadece taraftarımdır. Öyle "kurallar murallar, serie a serie b , hat trick, 4-4-2" vs yani işte ilgilenirim ilgilenmezden gelirim, bilirim, bilmezden gelirim, sadece bana göre dünyanın en keyifli oyunun ve taraftarlığımın keyfini çıkartırım. Ancak ofsaytın ne olduğunu iyi bilirim. Futbol seven kız bulunca karşı cins de gayet cins vaziyette kızları ofsayt testine tabii tutarlar -gereksiz tabii de anlatamıyorsun adam takımına, kendince bir puan verecek işte.

Geçen gün M. ile maç sonrası imparator abisi gibi dişlerini gıcırdatarak konuşan Bülent Korkmaz'ın ofsayııt dediğini duyup, bir güzel koptuk, sonra da ofsayt mofsayt konuştuk, oradan da aklıma geldi. " Ofsayııt" ne ya? Merak ediyorum kendisi şarja şarz diyenlerden mi?

Monday, September 24, 2007

Gün ortası "tipsy" durumu

Gün ortası tipsy olma durumu herhalde çok işyerinde mevcut değildir. Olanları da seviyoruz. Hatta M.'nin süper holdinginde yukarda bar var....(gitmek istiyorum havalı holding barına, m. beni bara götür, Şamdan açıldı Şamdan'a götür)

Ama şantiye, ama yağmur, ama kesilen elektrik, kesilen internet, ama varoş demeyip sevgili patronum bize şarap-peynir partisi sundu. Çok da güzel pek de güzel. İyidir kendisi, severim,medenidir, özenli, ilgilidir (eski patronum gibi hiç değildir) o da beni sever ama sanıyorum ilkokul çağındaki kızı beni epey bir seviyor.

Bizim muhteşem acayip bauhaus binamız meşhur Asmalı Mescit mekanının hemen arkadasındaki bina, hatta o kadar ki gidip tire-bouchon alıp çıkıyoruz N. ve E.'den.

Neyse şimdi varoştan çıkıp cumhuriyete gitme zamanı, hayran kitlem bekler, bugün de böyle biter gider.

P.S. ... ne yazacaktım acaba? tipsy tipsy tipsy....

Tek dişi kalmış ama altın dişi kalmış yer

"la modernité est avant tout le projet d’imposer la raison comme norme transcendantale à la société ..."

Farkındayım, bazı konular söz konusu olduğunda pek kolay bir insan değilim, nev-i şahsına münhasır olmaya da itirazım yok, inatçıyım vs vs vs (burada bütün kötü huylar sayılabilir benim için, bence mahsuru yok).

Ancak olmayan şeylerden, "mış gibi " yaşanan hayatlardan, ifadelerden, görüntülerden hiç ama hiç hoşlanmıyorum. Ve böyle anlarda içimden Can gibi (can yücel. biliyorum bazıları okuyunca "hadi len nerden can oluyormuş" diyorlar ancak öyle benim için. tanıdığım, beraber vakit geçirdiğim, yakın bildiğim insanlar için tanımıyorum mu demeliyim? ) küfretmek geliyor. Gerçekten ben böyle modernitenin, böyle tasarımın, böyle mimarinin, böyle çalışma alanın i.... .....yim.

Sunday, September 23, 2007

Diğer taraf

Gariptir diğer taraf. Bazen çok yakın gelir, bazen çok uzak. Kimi zaman geçmesi çok uzaktır, kimi zaman ayrılması çok zordur.

Diğer tarafı tanımamışlar için ya da daha doğru bir söylemle diğer taraf ve kendi tarafına karşı hiç tek başına durmamışlar için kolay anlaşılır değildir çünkü onlar böyle bir düzene geçtiklerinden itibaren hep birleşik olmuşlardır ve bu yüzden de diğer tarafın uzak olduğu,ayrı olduğu veya diğer tarafa geçilmediği bir zamanı pek bilmezler (ama üzerine kolay konuşurlar, orası ayrı).

Ancak diğer taraf her zaman sanıldığı gibi kabus değildir, hatta hiç kabus değildir. Yaşamın ta kendisidir. İyisi ile de kötüsü ile de sürdürülen yaşamın bir nevi aynasıdır. Kimi zaman en sevilen, kimi zaman da en sevilmeyen ile paylaşılabilendir (yahut en sevilmeyene telaffuz dahi edilmeyendir). Yine de diğer taraf ya da tüm taraflar hepsi birden, rahat olunması, güvende hissedilmesi gereken yerlerdir. İşe o güven ve rahatlık da kişinin kendisinden geçer.

Neticede diğer taraf bir şekilde uzak, soğuk yani boş olsa da kabusluk bir durumu yok (ya da en azından bana göre yok), her ne ise dönemseldir, geçer gider eğer kalıcı olması yazıldıysa da kalıcı olur . Tek bildiğim benim sol tarafta olduğum (uyuduğum) ve de kolay kolay yerimi değiştirmediğim. Sadece az önce M. ile tarafları paylaştık da oradan aklıma geldi daha önce de tekrarladığım bu cümle.

Bonne nuit...

İki gece

Sakin sayılabilecek 2 gece geçti, gitti bile.

cuma:B.&M. ile evde. Çok da güzel pek de güzel bir yemek, vin rouge, vin blanc, kim yatağın şahsımdan kalan diğeri tarafında, kim salonda kanepede yatacak kavgası ve B.'nin galibiyeti ile bir nevi pillow talk durumu (ne kadar yumuşakmış bu yastıklar), dedikodu, Kamondo Han, Kamondo Merdivenleri, gece, gece, gece, lacivert,lacivert gece, "sence güzel olmuş mu lacivert rimelim?", lacivert deniz, evin önüne gelen love boat, vs vs vs...

cumartesi: L.C. residence, rakı&meze, L.C., E. ,N., F. ve kadim dostum Sekvotka, masada pek keyifli muhabbet, el emeği göz nuru mezeler, masa başında yapılan çağdaş sanat, bienal, santral, şamdan, los angeles, las vegas dedikoduları, fantastik sayılacak konular, önermeler, vs vs vs...

e.- çok merak ediyorum sen kiminle evleneceksin? ya da nasıl bir tiple evleneceksin?
anotherstar- bilmem. evlenecek miyim? yok evlenirim herhalde çocuk istediğimde. ama evet acaba kiminle?
sekvotka- hayır, korkuyorum getirecek bir tane tony soprano gibi bir tip, alacağız başımıza belayı


* dedikodusu yapılan bir genç hakkında:
anotherstar- ya kızı ben epey salak buluyorum da çocuk güzel bence.
sekvotka- sana göre mi güzel, herkese göre mi güzel? çünkü bence sen erkek beğenisi hakkında konuşma.
anotherstar- hahaha. niye canım, ne alakası var? ben de beğeniyorum herkesin beğendiği tipleri, olabiliyor öyle şeyler.
sekvotka- sana sadece tony soprano diyorum başka bir şey demiyorum

* sekvotka & los angeles-las vegas maceraları hakkında:
anotherstar- hiç affetmeyeceğim seni beraber gitmediğimiz için. hem beraber gitseydik daha az para harcardın, paylaşırdık.
sekvotka- seninle daha az para harcamak??? los angeles'da? rodeo drive'da? bilmiyorum ama iyi ki beraber gitmemişiz yoksa ben hala meksika sınırında bulaşık yıkıyor olurdum.

* tuvaletinde yaşanan maceraları öğrendikten sonra:
sekvotka- yani diyorsun ki şamdan sezonu açıldı öyle mi?
anotherstar- evet evet m. ile gideceğiz önümüzdeki günlerde sen de gel
sekvotka- yani tuvaletinde anlattıkların yaşanıyorsa kesin gelirim, haftaya oradayım.
anotherstar- oleyyyy

Saturday, September 22, 2007

Taşınma:gidememek, gitmek istememek

Günlerdir süregelen, görmek istemediğim, inatla yapmadığım taşınma eylemi gerçekleşti ve artık pazartesiden itibaren orada olacağız. Mutlu muyum? Hayır! Heyecan duyuyor muyum? Hiç!

Tamam her şey güzel, çok da tasarım pek de tasarım ama... "ama" işte başka bir açıklaması yok benim için.

Bir de muhteşem tasarımcı, muhteşem bauhaus mimarın bugünkü gazetelerde hayvan gibi tek sayfada açıklamalarını filan okuyunca iyice daraldım ve kendisini gerizekalı tasarım anlayışı ve mimari becerisi için öldürmek istedim. Ancak önce son bir sorum var kendisine: merak ediyorum nasıl bir tasarımcı mantığıdır ki, insanları büyük paralara yepyeni yapılan eşşek kadar geniş ultra tasarım binalarda, göt kadar ofislere 2'li, 3'lü tıkmayı düşünüp bir de üstüne "krema" misali çalışma masalarını duvara bakacak şekilde mıhlanır? Neden bir insan duvara bakarak çalışsın? Neden masasını yerinden oynatamasın? Bu depresif bir hal yaratmaz mı? Benim bildiğim bende kesinlikle yaratacağı ve de aynen "çalışmam ben böyle" deyip son anda bana göre feci ama insanlarınkine kıyasla cennet olan (kıçımın) oda(sında)da masamı sabitlemememdir (yapmayacağım ve yapmam da) . Ayıptır ama ya! Belki çok farkedilmemiş olunsa da orada çalışacak olanlar insan diye adlandırılan canlılar, amipler değil.

Ayrıca bu tasarım, tasarımcı gibi kavramlardan da sıtkım sıyrıldı, hepsinden bir süre uzak durmak istiyorum. Herkes mi tasarımcı olur, tasarlar, tasarım yönetir bir ülkede? Bence hepsi bir süre dursun, kıpırdamasın hele tasarım hiç ama hiç yapmasınlar.

Of bir de yeni haftaya orada gireceğim, artık hep orada olacağım, araba kullanmam gerekecek...Feci gergin bir durum.

İstemiyorum. Ama bunu değiştiremiyorum, gücüm masanın sabitlenmemesinde bitti.

Friday, September 21, 2007

Son kutlama

Bu gece (aslında dün gece) benim için bu yılın son önemli doğum günü kutlaması da gerçekleşti ve bitti.

J.A. 'nın doğum günü, Cezayir, çekirdek aile (gerçi biz çekirdek olarak 3'üz ama bir de 40 yıllık dostlar eklenince 5-6 oluyoruz), önceden gönderilmiş masaya yerleştirilmiş buram buram kokan lilliumlar, önceden gönderilmiş mekanın mutfağına yerleştirilmiş beyaz çikolatalı pasta, şans eseri ve F.A.'ya mutluluk verici şekilde maçın ekrandan yansıması ve sonrasında maçı yine hop oturup hop kalkarak seyreden F.A.'da yarattığı hüsran, -yine- Jimmy Choo ve dayanılmaz bir acı, mutluluk, eğlence, çekilen resimler ve geçen seneki hediyenin içine yine yazılan kısa notlar, temenniler...

P.S. Karar verdim bir daha doğum günü pastasını ben yaptırtacaksam üzerine özel, komik, eğlenceli bir şey yazdırmayacağım çünkü çok beğenilse de mekandan kalkılırken unutulup gidiyor.

P.S.(2) Mekan çok havalı, öyle maç durumu yok ama arkadaki daha bir intime tarafta mevcut bir plazma ekran .Gerçekten de F.A. çok üzüldü maçı seyrederken (ve ben yanında şen kahkahalarımı atarken). O kadar ki kollarını kavuşturmuş mutsuz vaziyette bakarken yanından gelen garsonu farketmeyip muhtemel gol pozisyonunun heyecanı ile çocukcağızın koluna vurdu, tepsidekileri döktü ve de garsonun kolunu yaktı. Ancak inancını yitirmemiş Kalli'ye "Kalli yapar, daha önce yaptı, yine yapar" diyor.

P.S. (3) Güzel gecedeki yegane gereksiz anlar manasız prodüktörden F.A.'ya gelen özür dileme/bırakma bizi/ şakaydı her şey gibi laf kalabalıklarının yapıldığı telefonlardı. Ben olsam kısa kesip kapatırdım ama nazik bir insan kendisi, uzun uzun açıklama yapıyor haysiyetsizlere.

P.S. (4) Kahramanlara ve kahramanlıklara itibar etmeyen şahsımın yegane kahramanı vardır o da J.A.'dır. Herkes beni daddy's girl sanır ve galiba verdiğim intiba da bu yönde ancak öyle değilimdir. J.A.'yı örnek alır, ona benzemeye çalışırım (ama galiba belli yönlerden f.a.'ya daha çok benziyorum) ve hayata onun dirayetli-umutlu gözleri ile bakmaya çalışırım.

P.S. (5) A. ailesi içindeki her türlü partiye, kutlamaya gelen Sekvotka'nın bu yılki eksikliğini çok anlayamadık, kendisini bekledik, özledik.

whatever
...

Kısacası güzeldi, mutlu olunan ve mutlu ettiren bir geceydi.

Thursday, September 20, 2007

Mutluyumm. Mutlu değil, mutlu değiller...

Mutluyum, keyfim yerimde, sesim kısık. Çok da güzel, pek de güzel oldu. Kötü şey tabii iş, güç, aptal saatlerdeki toplantı gibi manasız sebepler sebebiyle oraya gidememek, oradan seyredememek, görememek.

Luis Figo. Tavım kendisine, yapacak bir şey yok. Haysiyetsiz bir topçu kabul ediyorum ama çok da umrumda değil desem (ayrıca kaç tanesi haysiyetli bu dünyada? ayrıca umrumda mı?)

#fantastik diyaloglar serisi:

anotherstar-aa figo girmiş oyuna. aaaaa! şoktayımm!
o.- aa ne bu heyecan? bir ilgili gördüm seni kendisine
anotherstar-ilgili? kendisinden küçük figo'lar yapmak istiyorum desem
o.- dalga geçiyorsun değil mi? o kıroyu beğeniyor olamazsın?
anotherstar- valla kabul et, etme ama beğeniyorum.
o.- ya inanmıyorum gerçekten inanamıyorum sana
anotherstar- hahaha yavrum kıro zevkleri olan bir arkadaşın olduğuna inansan iyi olacak.
efsane- inan oolum, inan. önce zorlanmıştım ama kabul ediyorsun bir yerden sonra.
anotherstar -hahaha valla ne diyeyim, beğenmeyen küçük oğluna almasın.
o.- yok alırlar, alırlar da, ben hala senin zevkine inanamıyorum.

Wednesday, September 19, 2007

Geri dönüş

Evet geri dönüşüm bu sabah tescillendi. Özledim vs derken sabah yine şanıma yakışır bir absürdite ile komik günlerime güzel bir geri dönüş yaptım.

Sabah mutlu, sakin ve en önemlisi "bitmeye yakınlığın verdiği hafif" bir vaziyette ofisime girdiğimde patronum ve ecnebi patron takımlarından biri sakin bir şekilde odada oturuyor (bu arada sanki patron benim, bayağı bir geç geliyorum, herkes odada beni bekliyor filan. gayet kool durumlar hakim), herkes çalışıyor, tam masaya oturacağım, masanın üstünde tam ortada ama gerçekten tam ortada yukardaki paket bana bakıyor. "Hass..r,. nasıl yani, çantamda değil miydi bu, düşmüş mü, ya şoktayım ya, ya rezil oldum ya" düşünceleri aklımdan geçti, kıpkırmızı bir vaziyette st. petersburg'dan aldığım eğlenceli leopar desenli mini paketimi alıp hemen çantama attım, oturdum, bilgisayarımı açtım ve gülmemek için resmen ekrana yapıştım.

Gerçekten kaşınanı kaşırlar. Sen misin özledim özledim diye yazılar yazan, al buradan yak!

P.S. Hemen merakları gideriyorum, dindiriyorum: hayır, kutunun içindekiler leopar desenli değil. Ne yazık ki. Ben de öyle sanıp alırken bir heyecan yaşamıştım ancak değil, bildiğimizin aynısı.

Breathe ...Respire...9






1963 yılı... Antonio Carlos Jobim, Stan Getz, Joao Gilberto Verve etiketli yaklaşık 40 dakikalık bir albümle karşımızda. Albümün sürprizi ise hiç şarkı söylenmesi beklenmeyen Joao Gilberto'nun stüdyoya kocasına eşlik etmeye gelmiş karısı, buğulu ses Astrud Gilberto.

Albümdeki favori şarkım bu değil Corcovado'dur ya da daha bilinen ismi ile Quiet Nights of Quiet Stars. Güzeldir işte, başka çok açıklaması yok. Brezilya nedense daha bir farklıdır diğer latin amerika ülkelerinden. İyi veya kötü olarak değil sadece farklıdır. Dili portekizcedir başta. Zamanında arjantinli arkadaşım vardı, evleri vardı Brezilya kıyısında "gel gidelim" derdi, tabii kıçımı toplayıp gidememiştim ama belki bugün (qui sait?) . Görüşmesek de hala iyi arkadaşımdır, severiz birbirimizi, hatırlarım tutkusu olan futbolu oynamak için hiç tanımadığı insanlarla buluşup "ben arjantinliyim" dediğinde tıfıl fransızlar neredeyse altlarına ederdi.

Whatever...

Unuttum, resim de meşhur Ipanema Plajı, Boogie Boy'un çektiklerinden. Gittiğinde çekmişti. Bana komik de bir zenci kız çocuğu anahtarlığı getirmişti. Güzeldi.

Breathe-respire....Hadi sabah keyfidir bu. Her daim yutkunmanın alemi yok, öyle de hayat geçmez zaten. Ya da benimkisi geçmesin mümkünse, geçmesin diye de tercihimi yapayım.

Tuesday, September 18, 2007

Sabah yutkunması



Sabah keyfi yalan olur, sabah yutkunmasıdır bu. Arada bir gerekir, gerçeğe dönüşü sağlar.

Albüm, şarkının orijinali, tarihler vs gibi şeyleri yine yazmayacağım, istemiyorum.

Şarkının bu Amnesty International destekli amerikan sesli versiyonu yaz aylarında piyasaya sürüldü, Darfur'da yaşananlara ilgiyi çekmek için. Ne kadar işe yaradığı tartışılır (o konulara da girmeyeceğim, istemiyorum).

Ancak şarkının bu versiyonu güzel olmuş, dünün kafalarını yeşile boyayan zıpır diye adlandırılan amerikan punk grubu daha bir grup olmuş, oturaklı olmuş, haysiyetli olmuş. Hiçbir zaman John Lennon insanı olmadım, keza Beatles insanı da. İlgimi çekmez. Yine de John Lennon'nın yerini, yaptıklarını, yazdıklarını takdir etmekten başka bir şey gelmez elimden ( haysiyet denilen de şey de ne acayiptir,insanda ya vardır ya yoktur)

Tarihlere, isimlere girmeyeceğim ama sözler olsun bari.


Working Class Hero


as soon as you're born they make you feel small
by giving you no time instead of it all
till the pain is so big you feel nothing at all
a working class hero is something to be

they hurt you at home and they hit you at school
they hate you if you're clever and they despise a fool
till you're so fucking crazy you can't follow their rules

when they've tortured and scared you for twenty odd years
then they expect you to pick a career
when you can't really function you're so full of fear

keep you doped with religion and sex and tv
and you think you're so clever and classless and free
but you're still fucking peasants as far as i can see

there's room at the top they are telling you still
but first you must learn how to smile as you kill
if you want to be like the folks on the hill

if you want to be a hero well just follow me

P.S. Festus Okey'i öldüren polis için soruşturma başlatılmış. Hoşgeldin 23 nisan!

Monday, September 17, 2007

Özledim, özledin, özledi ve özledik...

Başlığın hiç öyle romantik veya sevgi böceği bir anlamı yok ( ya da acıklı bir anlamı); o yüzden de fantastik düşünce ve yorumlar yüklemeye de gerek yok
Sadece özledim.

Hep o söylenen, eğlenilen, anlatılan komik halimi özledim. Başıma gelen komik olayları özledim. Sapık rüyalarımdan uyandıktan sonra güne gülerek başlamayı özledim. Bunları heyecanla anlatmayı, anlattıktan sonra "ya gerçekten şoktayım" lafını duymayı, sapık mesajlarımı yanlış insanlara göndermeyi, gün içerisinde fantastik diyaloglar yapmayı daha birçok şeyi özlediğim gibi özledim. Belki de en çok yakınım olan insanlarla teklifsiz olmayı özledim. Onlardan ders verircesine bir ses tonu ile zevzekçe laflar duymamayı özledim. Başıma gelen acayip olayları o tarif edilemez teklifsizlikte komik komik anlatırken "artist misin lan sen?" dendiğinde "yok daha senin kadar değilim yavrum" deyip kahkahalara boğulmayı özledim. Hatta o kadar ki şuraya sıradan abuk subuk olayarı değil benim abuk subuk olaylarımı yazmayı özledim.

Son 1 haftadır budur içim dışım.Galiba bu duruma bir de pms eklenince iyice transparan oldum sanki. Geçen gün M.'ye evde (ismini bilmediğim ama hani vardır ya tüp içerisinde satılır, içinde köpük vardır onlar üflenir her taraf köpük olur. nedir onun adı ya?) köpük yaptım, haliyle pek bir güldük de daha da sürekli ve kalıcı olmasını istiyorum. Biter herhalde bu mevsimler arası ruh gel-gitleri, tides, up&downs durumları.

Bitti. Çıktım.

imza: princess of tides

P.S. 1,5 ay sonra döndüğüm spor salonunda yaptığım düşünce jimnastiğinde anladım ki özlediklerim arasında en çok kendimi özlemişim. bu sırf kendini sevme, beğenme ile ilgili değil. sadece kendime ne kadar iyiysem, kendimi ne kadar seviyorsam bunun dışarıya, diğerlerine yansıması da o kadar + oluyor.

Sunday, September 16, 2007

Never on sunday IV

Garip bir haftasonu.

"Nesi garip, neden garip" diye sorulacak olursa verilecek cevap "?". Kötü değil, mutsuz hiç değil sadece garip. Belki biraz moody, biraz pms. Kısacası Tony Soprano "prince of tides" ise ben de kimi günler "princess of tides" oluyorum. Yapacak bir şey yok.

* Benim dolaylı M.'nin ise içinde yaşadığı üzücü olay bize -yine- zamanı, güzelliği, sahip olunanları zamanında yaşamayı hatırlattı. Carpe Diem (nasıl da bir fenomen olmuş bir laftır bu). Gerçekten insan ânı yaşamalı, elindekinin kıymetini bilmeli (bilmeli de bunun da böyle insanlarca zevzekçe söylendiği anlardan nefret ediyorum). Anı yaşamak fütursuzca, düşüncesizce hareket etmek değil sadece elinde değerli olduğunu bildiği, değerli olduğunu telaffuz ettiği, değerli olduğunu hissettiği bir şey varsa ona sahip çıkmalı. Yoksa ânı yaşamak "bugün son günlerim istediğim her şeyi yaparım" düşüncesi değildir (ya da bana göre değildir).

Eğer bugün şansa, tesadüfen sahip olunan güzellik görülmeyip takdir edilmiyorsa, isterse yarın ölecekmiş gibi yaşanıp, sapıtılsın; bir boka yaramaz, sadece sapıtıldığınla kalır ve çoktan kelebek olup gidene bakılır.

Never on sunday... gereksiz şekilde derin mevzular; gerek yok pazar gününde. Never on sunday

P.S. dün, öğleden sonra, wake up call ile gelen m., çizgi gözlü sürünerek yürüyen bir anotherstar
m.- uyandın mı ? kedi gibi olmuşsun yine
a.- yeni kalktım
m.- kedi olmuşsun, kedi.
a.- olurummm.

P.S.(2) hallerimden haberdar olan herkes ile hep beraber mutlu olduk. rahatladık. sakinleştik. bu ay da böyle geldi geçti.

Saturday, September 15, 2007

Sabah Keyfi VI

Dediğim gibi onları anlamaya çalışmayı bıraktım. Sadece seyrediyorum. Yüzümde yukardaki gibi tebessüm ile (hadi benimkisi biraz daha muzır, itiraf edeyim). Müthiş eğlenceli.

Friday, September 14, 2007

Bıraktım!

Artık onları anlamayı, çözmeye çalışmayı bıraktım, sadece oldukları gibi yaşamaya karar verdim ve sanıyorum huzura erdim. Bıraktım çünkü imkanı yok hiçbir şekilde anlamıyorum, onların gördüğü yerden göremiyorum. Bunları yapamadıkça da deliriyorum çünkü yapabileceğimi sanıyorum. Oysa ki hayal dünyasındayım. Bilmem gerekir ki kadın ve erkek asla aynı şeylerden bahsetmeyecekler, birbirlerini tam olarak anlamayacaklar, her zaman konular aynı olsa da uslup hep başka olacak, "ben anladım seni" durumu gerçekleşmeyecek.

Akşam gelen mesaj (aynen): "yoğunsan ve kendini enerjik hissetmiyorsan cevap verme, sonra konuşuruz".

Ufak çaplı bir algı şokundan sonra soruları sormaya başladım: şimdi ne demek bu? Tamam okuyunca kahkahalara boğuldum ama içeriğini anladım mı? Yok öyle bir şey tabii. Ne demek istedi acaba? Ya da ben üstün algımla ne algılamalıyım? Görünce perende mi atacağım? Yani o yüzden mi enerjik olmalıyım? Ya da yorgun halim çok mu feci geliyor insana?

Kısacası hiçbir şey anlamadım. Ancak asıl olay dediğim gibi artık anlamayı da bırakmamdır. Karşı cinsi anlamıyorum ve anlamadığımı da kabul ettim artık. Bu kabullenişle önüm açık derim ben... Kim bilir belki uysal görünüşlü olurum?

Thursday, September 13, 2007

Roads




1994 yılı...

Müzikal anlamda Madchester 'ın yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladığı yıllar. '90ların başından beri kıpırdayan Bristol Massive Attack, Tricky ve Portishead ile büyük bir müzikal patlama gerçekleştiriyor.

Portishead tam bir azap albümü olan Dummy'i 1994'de çıkartıyor. İçindekileri bilen biliyor, yazmayacağım (yazmayacağım bugün, istemiyorum) ama yukardaki kayıt 1998 yılında Roseland Ballroom, New York'ta gerçekleştiren live albümden. Bence bu albüm kafidir, her şeyi etraflıca anlatan, acı çektiren, sıcak akan kanı hissettirendir. Hele bu şarkı, Roads, azaptır, azap ötesidir, hatta M.'nin komik deyimiyle jiletle damarlarını açmayı isteyebileceğindir. Çok güzeldir, orası ayrı , "post" yapılmayı hak eder.

1998 yılı bu live albümün çıkış yılı. Kim bilir, kim nerede, hangi yolda '98 yılında? Ben oradayım. Burada yazdıklarımın hepsi birbirinden haberdar ama bugünkü gibi değil ilişkiler, herkes bir yerlerde. Ve gerçekten komik gelecek ama Sekvotka yine burada, her tatile geldiğimde akşamında bizim evde oluyor, yemekler yeniliyor, F.A. ile sandıktan içkileri çıkartıp içiyorlar. Aslında yanlış söyledim çünkü düşününce R. de burada, o da her geldiğimde bizde oluyor. O halde hiç beklenmedik gece sürprizi olarak bu "post" da bize olsun...

whatever...

ohh, can't anybody see
we've got a war to fight never found our way
regardless of what they say
how can it feel, this wrong
from this moment
how can it feel, this wrong
storm.. in the morning light
i feel
no more can i say
frozen to myself
i got nobody on my side
and surely that ain't right
and surely that ain't right
ohh, can't anybody see
we've got a war to fight
never found our way
regardless of what they say
how can it feel, this wrong
from this moment
how can it feel, this wrong
how can it feel, this wrong
this moment
how can it feel, this wrong
ohh, can't anybody see
we've got a war to fight
never found our way
regardless of what they say
how can it feel, this wrong
from this moment
how can it feel, this wrong

Bazen

Kötü bir şey insanın bazen en iyi bildiğini bilmemesi, en güvendiği(şeye)ne inanmaması, en yakın bildiğini uzak bilmesi.

Yazardım şurada uzun uzun zevzeklik, zevzekçe edilen laflar üzerine ama yazmayacağım.

Wednesday, September 12, 2007

Akşam planı


Bizde de son sezona giriliyor galiba (amerika'da gösterilip bitse de bizde hâlâ hangisi olduğunu çözebilmiş değilim) ancak farketmez bu akşamki programım bellidir (her ne kadar akşam misafir kabul etsem de sorry yapılacak bir şey yok, ben seyredeceğim, seyretmeyeni kitap okumaya internette sörf yapmaya ya da balkonda havai fişekler patlarken içkisini yudumlamaya davet ediyorum).
Seviyorum kendisini. Öyle abuk subuk sabun köpüğü etkisinde, çerezlik şeklinde uzatacağız da uzatacağız uzattıkça abuklaşacağız dizilerden değildir, haysiyetlidir. Hele Tony Soprano...Haysiyetli ağır hali, purosu, viskisi ile bir şahsiyettir. Kısaca tavımdır kendisine tek kelimeyle.

Let's do it (let's fall in love)

Şuraya Cole Porter bestesi olan (50lerin başı ama tam tarihten emin olamıyorum) ve hemen herkes tarafından yorumlanmış Let's Do it (let's fall in love) şarkısını koymak istiyorum ancak manasız web sitelerinde bir türlü bulamıyorum.

Muhteşem bir şarkıdır, arşivinde varolan dinlesin, güne bununla başlasın "even bees do it" satırlarında gülümsesin, sabah keyfi yaşasın.

Budur.

P.S. Madonna Guy Ritchie'ye doğum günü hediyesi almak için girdiği sex shop'tan çıkarken yakalanmış. Budur. Seviyorum kendisini.

Tuesday, September 11, 2007

"Kan çekermiş"

J.A. 'nın muhteşem laflarından biridir: "kan çeker, çocuğum" der. Doğrudur, inanırım böyle şeylere ben. Boşa değildir insanın ondan etkilenmesi, ortak bir bağ kurması, bir dil yaratması, bazı özellikleri duyduğunda bazı davranış biçimlerini görünce hiç şaşırmaması.

Nedense o söz konusu olduğunda beni hep kan çekmiştir. Bir şekilde öyle veya böyle göstermiştir kendini bu durum. Şikayetçi olduğumdan değil de bazen fazla komik oluyor, gülmekten alamıyorum kendimi.

En sonuncusu, en yenisi: manasız anlar, abuk muhabbetler ve bende artık patlayan mini kriz anı ve karşımda bundan zevk alan biri

anotherstar- hayır ne diyorsun bir anlasam, gerçekten dengesizsin anladım ben, bir ak bir kara diyorsun, sıkılırım ben gelemem böyle şeylere.
j.r.- alışırsın, ikizler burcuyum ben
anotherstar- ha ne? dalga geçiyorsun herhalde?
j.r. - yoo neden geçeyim burcumu söylüyorum sana
anotherstar- ya nolur ya ikizler olduğunu söyleme ya. ne bahtsız bir insanım ben ya
j.r. - hahah neden çok da şahanedir biraz dengesizdir ama iyidir
anotherstar- of ya biliyordum yine başıma geleceğini, kesin kan çekiyor
j.r. ne diyorsun anlamıyorum duyamıyorum
anotherstar- bittim ben bittim onu diyorum. Hayatımın kabusu (gerçeği ) geri geldi ya. uğraş uğraşabilirsen.

Neden mi kan çekiyor? Bir anlasam. Belki kendim de biraz öyle olduğum, yükselenim o burç olduğu için ya da bambaşka bir şey, sadece çok iyi anlaştığım için de olabilir (evet işin boktan tarafı çok da iyi anlaşıyorum bu insanlarla)

Passion fruit

Hiçbir zaman öyle chick flick diye tabir edilen filmlere hayran olmadım (hatta sıkıldım), etkilenmedim, elimde mendil yağmurda sevgilisinin peşinden koşan kahranları romantik bulup ağlamadım hatta romantik bir insan değilindir ama dün gördüğüm Becoming Jane beni benden aldı diyeyim.

Filmin konusu 18.yy sonu yaşamış ve ingiliz diline önemli eserler bırakan ünlü ingiliz yazar Jane Austen'nin hayatı. Sürekli yeşil bir doğa, hatta deep country side, yağmur, soğuğa rağmen hep incecik giyinen anoreksik ingiliz genç kızları, beyaz ten, boks sahnesi, mürekkepli dolmakalemle yazılan sayfalar vs gibi detayların dışında çıktığımda beklemediğim kadar etkilenmiş olmamın yegane sebebi tutku. Jane Austen & yeşil vadinin sonsuzluğa uzandığı ülkeden gelen irlandalı Mr. Lefroy arasındaki çekim, tutku, karşı konulamazlık, ihtiras ve hazin son. Neticede birçok yönden sıkıcı sayılabilecek özellikleri olsa da işin bu tutku, çekim, kavuşamamazlık gibi kısımlarına girilirse farklı bir etki yapabiliyor.

whatever...

Dün ofiste boğulup kendimi dışarı atıp Kanyon gezeninde hafifleyeceğimi düşünürken L.C. ile çıktığımızda "ben mümkünse birkaç düğme daha açmak istiyorum, sıcak bastı beni, nefes alamıyorum" halindeydik.

Lefroy'un boks yapan küstah ama bir o kadar tutkulu bir irlandalı oluşu mu, Austen'nin bu kadar beyaz tenli olması mı bilmiyorum ama bende inkar edemeyeceğim bir etki yarattı. Neyse, geçer diye bekliyoruz.

P.S. Jane Austen'nin hayatında herhangi birinden ya da o adamdan ortaya çıkan bir passion fruit yok ama Lefroy'dan çıkan bir fruit sahnesi var ki... ağzım açık kaldı, "irlandalı, sana da bu yakışır" demeden edemedim.




Sunday, September 9, 2007

Kısa (saç)

Sabah gazete eklerinin birinde Natalie Portman'ı kısa saçlı hali ile görüp ve yine karşı konulamaz bir dürtü ile "acaba kestirsem mi yeniden" diye düşünmekten kendimi alamadım. Çok güzeldi, tam böyleydi...Gerçi şimdiki bob halini beğeniyorum ama içim gidip geliyor.
Ayrıca nedense Natalie Portman'ı da pek beğenirim. M. hiç beğenmez, B. çok beğenir ki ikimizin nadirdir ortak beğeni oluşturması, R. ise ortadadır.
Gidip kestirsem mi acaba (hoş dün gece o koşuşturma esnasında m. sürekli "çok beğendim seni bu gece, saçın çok güzel olmuş" deyip durdu. kesin laf eder kestirsem)..?

Parti bitti!

Parti bitti. Dün gece. Sabaha karşı. Nihayet.

alt başlık: p.s. xııı

* Çok eğlenecek vaktim olmasa da yine de iyiydi. Keyifliydi. Komik ama bu kadar ufak detaylarla uğraşmak, düzenlemek, koşuşturmak, planlamak, idare etmek, vs. kesinlikle bana uygundu. İlginç değil mi, şahsım kadar üşengeç hatta üşengeç ötesi bir insanın bu tip bir durumdan zevk alması?

* Soğuktan donmuş, ayakta kalmaktan ciddi şekilde yorulmuş vaziyette sabaha karşı eve dönüp deliksiz uyku çekeceğimi düşünürken sabahın köründe gelen kriz telefonu ile uyanıp onun halledilmesi vs derken,

* O ayazda içeri girildiğinde tropicana etkisi yaratan mekanda masaların üzerinde elimde telsiz kaybettiğim dj ve mc'nin peşinden koşmam epey komikti. Hele o telsizle yaptığım komik konuşmalar... Müthiş bir kararla tek başına çağdaş sanat etkinliğine (benim sahne arkasında olduğumu ve ilgilenemeyeceğimi bile bile) gelen M. ile yaptığımız fantastik dedikoduları bile cümle aleme telsiz ile duyurmadan yapmış olmam bile büyük başarı.

* Sahne arkası bir andan, bir saatten sonra sanki kabul günü gibiydi, güzeldi, eğlenceliydi ama çok soğuktu ve gerçekten asmalı mescit'in anlaşılamaz şekilde yükselen mekanı inanılmaz sıcaktı.

* Eleştiren eleştirsin, nefret eden daha çok etmeye devam etsin ama ben bu tip açılışlarda, partilerde birleşmeye karşıyım. Bunun hakir görmekle, ezmek istemekle ilgisi yok. Daha çok yazıp neden böyle düşündüğümü açıklamama gerek yok çünkü neyin ne olduğu ve daha nerede olduğu ortada. O yüzden bu halkların birleşmesi konusunda gidilecek yol uzun gözüküyor ama gentrification denilen şey hızla gerçekleşecektir yani öyle bir yerde, öyle bir semtte böylesine bir kültürel ve sanatsal oluşum çevreye bambaşka bir etki katacaktır. Hızlı gelişen, hızlı üreyen sosyal dinamiklere sahip bir toplum içerisinde böyle bir gelişim karşı konulmazdır hatta yaratıcı olandır (gentrification denilen şey oldukca ilgi çekici bir olgudur, okunur, araştırılır, üzerine tez yazılır) .

* Drum n' Bass... dinlemesi, sevmesi zordur (sevmeyeni nefret eder) ama dinleyenleri için vazgeçilmezdir. Hele sahnede en büyük ismini seyretmek mutheşemdir.

* Yıllarca festivalde rehberlik yapmış olan L.C. hemen durumu kavrayıp "seninkiler şimdi kız ve ot istemişlerdir, bilirim öyle yaparlar" dedi. Doğru valla ama şirinlerdi, şaka ile karışık oldu, itibar etmeyince geçti gitti, işin komikliği kaldı.

Saturday, September 8, 2007

Gece IV...sabah...erken...

Bütün gün koşturma, koşturma, koşturma (ve zevk alma), akşam adamlara yemekte ayrı ayrı uğrama, sympathy for the devil gibi "let me please introduce myself" deme, gecenin bir köründe gelen son celebrity dj takımını karşılama, iki ingiliz zenci celebrity'nin "what about girls" gibi şaka ile karışık sorularına "darling burası hugh hefner'in şatosu değil" deyip kurtulmaya çalıştıkça karşıdakilerin daha çok gülmesi, yorgunluktan bitme ve home sweet home'daki finalin yağmur ile gelmesi ve sabah itibariyle şantiye için lastik çizmelerin aranması...

Diggin' it....
Lovin' it...
Enjoyin' it...
Wishin' it...
Smilin' for it...
Hopin' for it...

Just wonderin' : neden zenciler bir şekilde dokunmak istiyorlar? Daha doğrusu benimle böyle bir durum var. Asla ırkçılık filan değil bu (öyle durumlarla işim olmaz) sadece merak ediyorum, yanımdaki kimseye aynı şey olmuyor, görmedim. Bir, iki örnek değil bu, yılların gözlemi bu. En sonunda vardığım kanı şu; herhalde onlara çok beyaz geliyorum ama onların görmeye alışık olduğu sarışın, mavi gözlü beyaz tipliden farklı olduğum için mi acaba? Galiba böyle bir şey. İlginç olacak- yine-.

Thursday, September 6, 2007

Breathe ...Respire...8



Az önce televizyonda gördüm ve I'm speechless...

İşte adonis kası budur, I'm speechless...

Deniz budur, I'm speechless...

Beyaz gömlek budur, I'm speechless...

İhtiras budur, I'm speechless...

Gerçekten breathe (respire) 'cos I'm speechless...

P.S. Bu post bize, biz kızlara.... I'm still speechless...

P.S. (2) Daha dün mavi gömleğimi böyle giymiş (tabii düğmelerinin daha edeplice kapalı versiyonu) telefonda M.ye söylemiştim "tam 80ler gibi oldu, görsen beğenirdin" diye. Hemen yarın beyazı böyle giyiyorum, you (he) will be speechless

Wednesday, September 5, 2007

Nasıl ifade etsem acaba?

Eskiden derdimi, sıkıntımı dile getirmek için mektup yazardım. Sanıyorum sözlü ifadede yazıda olduğu kadar başarılı değilim. Yine yazıyorum ama galiba daha az sıklıkla, ya da daha az etkiye sahip olduğu için vazgeçtim. Bir de e-mail hadisesi var. Onunla ifade ediyorum kendimi e-mail kullananlara. Kimi zaman gelen cevap ivedi, kimi zaman ağır oluyor.

Son birkaç haftadır garip sorunlar yaşıyorum onunla. Alışık olmadığım şekilde. İfade etmeye çalışıyorum olmuyor, dile getirmeye çalışıyorum başarısız şekilde kalakalıyorum, o ise karşımda "yaşlanıyorum ben artık" deyip sıyrılıyor. Mesafe koymaya çalışıyorum, uzak duruyorum. Hiç böyle bir dönem yaşamamıştık. Bu kadar birbirimizi anlamadığımız, gergin olduğumuz zaman hiç olmamıştı.
Az önce yine garipti, garip konuştuk, garip kapattık. Biliyorum insanın elindekilerin değerini, onlara sahipken bilmesi gerekir ama bazen de olayların yaşandığı o anlar o kadar ağır oluyor ki, insan o kadarını düşünemiyor. Oysa o bu yıl 60 oldu, ben de 30, her şey ne kadar güzel geçecekti, ama hayat bu garipliğini hissettiriyor, olmayınca olmuyor.
Dediğim gibi daha önce hiç böyle bir dönem yaşamamıştık F.A. ile.

Tipik

Nev-i şahsına münhasır bir insan olarak birçok yönüm tipik kız hareketlerine uyum göstermeyip ayrık ot gibi durduğunun farkındayım. Ancak öyle anlar gelebiliyor ki tipik kız tiplememe ben bile gülmeden edemiyorum.
Nev-i şahsına münhasır olmak zor kişi olmak mıdır bilmiyorum ama her zaman çok kolay, çok uyumlu veya çok idare edilebilir olmadığı kesin.

Gündeliğimin birçok konusunda kendim halletmeyi, idare etmeyi vs tercih ederken (ve bu tercih kapsamında fazla bağımsız gözükürken) tarif etmekte zorlandığım davranış biçimlerinde karşı cinse karşı tam anlamıyla "hah işte tipik kız" görüntüsü veriyorum (tipik kız görüntüsüne bir de tipik anotherstar davranışları eklenince evlere şenlik bir durum çıkıyor).
Etkilendiğim hatta tav olduğum davranışlar benim komplike tercihlerime kıyasla tahmin edilmediği kadar basittir. Önü arkası yok, bildiğin "basit" işte.

Az önce merdivenden çıkıyorum, J.R. merdivenin başında hararetle telefon ile konuşuyor, önünde geçiyorum hiç bakmadan, arkadamdan bir ıslık çalındığını duyuyorum, telefondan ayrılmadan göz kırpan ve "dove anotherstar dove?" tarzında bir el hareketi. Peki benim cevabım ne oluyor? Önce hafif yandan havalı bir gülüş ve arkasından tam tipik bir kız hareketi olan kıkırdama ile havanın bir anda yerle bir olması. İşte göz kırpması, ıslık gibi feci şekilde basit hareketlerden etkilenen tipik kız tiplemesidir bu, gülmekten başka yapacak bir şey yok.

Tuesday, September 4, 2007

Yeşil vadiye

Viski, racon vs demişken eskiden pek severek seyrettiğim bir filmi yakaladım ve yine aynı filmden öğrendiğim bir dönem sürekli kullandığım bir kelimeyi hatırladım: down cycle. Aslında daha çok emlak piyasası ile ilgili bir kullanım ama ruhsal düşüklüğün bir ifadesi olarak da kullanılıyor. you know, it's a down cycle.



Bir dönem pek bir ilgimi çekiyordu irlanda, yeşil vadi, viski, guinness, i.r.a., katolik/protestan, belfast ... Geçenlerde J.R. ile havadan sudan konuşurken"ya işte o zamanlar ben Belfast'a gidip tez yazmak istiyordum, saçlarımı kazıtıp her şeyi reddediyordum vs" deyince karşımda gözleri açılmış şekilde " nasıl yaniii?" karşılık veren bir insan gördüm. Biliyorum bugün sıklıkla etekli, kırmızı ojeleri vs görenler kolay inanmazlar ama öyledir bir dönemim (iyi ki de öyle olmuş).

whatever...

Gecenin bir vakti, tüm kokteyllere, açılışlara gidemeyip yorgunluktan bayıldığım bir anda karşıma çıkan Edward Burns ve filmi nedense eskiyi hatırlattı, gülümsetti hatta kabussuz uyumamı sağladı.

Bir de içimizdeki irlandalılar lafı vardı değil mi? Nedir bu türk insanının metafor yaratma çabası? Feci sıkıcı.

Yeşil vadinin hayat suyu

Viski içenlere bir şekilde hep gıpta ile bakmışımdır çünkü ben içemem. Tabii kastettiğim 80 sonrası Özal döneminde coşan, tüketime kapılan türk insanının lahmacun yanında içtiği fiski değil. Aksine bir nevi agua da vida olan Macallan, Laproaig gibi olanlar ve bir törenle, haysiyetle içilenler. Zamanında İskoçya'da yaşamış ve aynı takımı tuttuğum yegane insan olan O. anlatmıştı çeşitlerini, içine damla olarak damlatılacak suyun etkisini, neler yapıp neleri yapmamak gerektiğini, melekler payını...Bittiğinde bütün bu özelliklerden, seremoniden inanılmaz etkilenmiş ancak kendim içemediğim için resmen bunalıma girmiştim.

Ben bu haysiyetten, seremoniden uzak kalsam da en yakınlarımda viski sevenler mevcut (lucky me) . Haliyle bende de çeşit çeşit viski, viski bardağı bulunuyor (en sevdiklerime en güzel bardaklar).

Neticede viski seven, viskiyi haysiyetiyle içen insan seviyorum. Ben onlardan biri olamadığım için feci kıskanıyorum (mesela m. de viski içer ve ben kıskanırım) ama bu viski içen karşı cinse tav olmamı engellemiyor (gerçekten de bu duruma, bu insanlara tavımdır-herkese değil elbette). Nedeni -yine-benim saygı, haysiyet, şahsiyet, ağır olmak gibi değerlere tav olmamla bağlantılı. Komik ama durum budur.

La fatigue

Günlerdir süregelen bir yorgunluk, yoğunluk bu ama bitmiyor, bitmeyecek de.Tahminimce en iyi ihtimalle 9'u öğleden sonra uyuyabilirim diye düşünüyorum ama yine de on sait jamais. Ne var ki yine söylüyorum; 8'i bittiğim gecedir.

Ancak insanoğlu garip bir yaratık; yorgunluktan yerlerde sürünse dahi hedonist eğilimlerinden nedense vazgeçmiyor. Kim bilir belki de hayatı çekici, -güzel-yaşanılabilir kılan da budur.

Monday, September 3, 2007

Hafta

Şenlikli bir hafta başladı işte... Daha arifesinden, gecesinden belliydi ne denli şenlikli olacağı.

Açılışlar, köprüde, antrepoda kokteyler derken hele bir de cumartesi geceki gr'd opening durumu var ki, herhalde uyumayacağım ya da daha doğru bir söylemle uyuyamayacağım (8'i bittiğim gecedir şimdiden söylüyorum). Artık backstage manager olarak anılarımı dizer dizer yazarım.

Sunday, September 2, 2007

Never on sunday III

Şahsımdaki sorumluluk duygusunu bu sabah 6 civarı müthiş bir sandoz ve cin-to etkisi ile yatıp 10'daki uçağı kaçırmamak için 8'de resepsiyonun uyandırma telefonundan (kendiminkini hiçbir şekilde duymamışım) sonra 5 dakikada giyinip havaalanına gittiğimde bir kez daha gördüm...

* Kısa da olsa her şey maviydi benim için geçtiğimiz günlerde. Çocuk gibi sudan çıkmak istememek, sürekli oyunlar icat etmek nasıl bir şeydir ya? Fantastik 4'lü misali (bir de + ları eklersek) fantastik bir kısa tatil oldu. Deniz, mavi, gölge (bana), güneş ( r.,b., ve tabii neredeyse zenci rengindeki m.'ye), yemek,balık, içki, rakı, cin-to, sandoz, deniz gözlüğü, güneş yağı, mucizevi yağ karışımı, kocaman bavul götürüp giyecek hiçbir şey bulamamak, yeni arkadaş, aynı doğum günü, arjantin planları vs vs vs ... sonuç pek de güzel, çok da güzel.

* Dün gece benim her zamanki yanlış insana, yanlış mesajı gönderme durumum-yine- gerçekleşti. neyse ki gönderdiğim kişi çok gülmüş ama hiç sinir olmamıştır, hatta hoşuna bile gitmiştir.

* Fantastik (dün) gece konuşmaları... her şey fantastik güzellikte şu hayatta valla.

* Denizde gördüğüm bir manzara dikkatimi çekti. Neden yeni doğum yapmış ( ya da üzerinden 1-2 yıl geçmiş) anneler bebekleri ile o güneşin altında denizde debelenirken adamlar ortada yoklar? Çocukları ile mıç mıç bebek dilinde konuşan annelerden ve cıyak cıyak ağlayan çocuklarından hazzetmesem de belli bir sempatim var neticede ve onları suda bebekleri ağlamasın, korkmasın diye eğlemeye çalışırken sarfettikleri çabayı ve aynı anda adamları sahilde elinde gazete ve telefon ile görmek epey acayip geldi bana. Kendimi düşündüm o sahnede; çocuk yapmışım, deli gibi yoruluyorum, uykusuzum, kıçım olmuş bir dünya, vücudum deformasyon içerisinde ve tatilde ben suda bebekle debelenirken beyimiz, o , sahilde pek sakin bir şekilde telefonla konuşacak, kitap okuyacak. Yemin ediyorum vururum topuğundan.

* R.'ye sürekli kurduğum ve tatilin cümlesi: "piiişttt, çok mutluyummm".

* anotherstar & B. : my favorite game, the cardigans
kiralık arabada, virajlı bodrum yollarında: tracey thorn, grand canyon. ben çok bayılmam ama şarkının düzenlemesi güzel.

* Nasıl bir insan duymayıp duymadığını kıçından oldukça fantastik bir şekilde uydurabilir? Herhalde dün gece kısa süreli bir gerginlik yaşatan bombasıyla M. buna en iyi örnektir.

* Gerçekten asıl bombayı unuttum: artık beyaz tenli değilim...gölgede bile olsam güneşten yandım (tabii bana göre) ve duru beyaz tenim gitti yerine esmer bir renk geldi. ne yapsam bilmiyorum ki ? kaç günde açılırım acaba?