Monday, May 29, 2017

Veda Etmesini Bilmek


ah bebeğim Totti ...

Yapacak bir şey yok; hayatta her şey bir gün bitiyor. Ama önemli olan bitirebilmeyi bilmek, bitmeyi becerebilmek. 

Kendisine sevgim, beğenim aşikar. Dükkanın eski cafcaflı günlerinin yıldız eğlencelerinin kahramanı kendisi. O zamanlar bizim için futbol da güzeldi, Totti eğlencesi de. Bugün ise futbol seyretmiyorum, lig tv'imi iptal edeli koca bir 5 yıl olmuş.

Yine de o kadar Totti ile dalga geçmelerine rağmen, Totti fıkralarına rağmen sadece futboluyla değil "bırakabilmeyi becerebilmesiyle" de alkışlanması gereken isimlerden. Kaç tane var onun gibi? Kimse sahip olduğu güçten, imkanlardan, olanaklardan vazgeçmek istemez. Kimse en yukardan aşağıya inmek istemez. Ama yapmak lazım; çünkü sen inmeyince bir gün bir şekilde boktan bir şekilde indirilirsin. O yüzden hep inandığım şey; önemli olan düşmek değil, düşüşün şiddeti. 

Francesco Totti harikulade şehir Roma 'nın bir o kadar güzel kulübüne müthiş bir şekilde veda etmiş. Hiç çirkinleşmeden, hiç saçmalamadan. Kutlanması gereken bir durum aslında. Ayrıca acıklı bir durum hiç değil çünkü bugünden sonra herkes için Totti hep Totti olarak, şahsiyetli, haysiyetli Romalı olarak ... Hem yanında güzeller güzeli karısı var. E tamam o zaman...

ah bebeğim ... 



Sunday, May 28, 2017

Never On Sunday ....


Uzun hem de çok uzun zaman sonra gelen bir Never On Sunday post'u... Bir şeylerin zamanıydı veya çoktan gelip geçiyordu o zaman.  

Ha, hala Summer Breeze ruh haline geçilemedi, o da ayrı bir mevzu. Mayıs bitiyor, boğadan ikizlere geçildi, hava hala bok gibi. 

Cuma "Cannes" Eğlencesi

Elbette bugünün cuma olmadığının farkında olmadığını bilmekle beraber "canım isterse yaparım, canım istemezse yapmam" mottosunu bir şekilde hayata uydurmanın fena olmadığı kanaatindeyim. 40 yılda bir yıllar sonra içimden Cuma Eğlencesi yazmak gelmiş, Pazar da yazarım, Salı da. Hem ayrıca artık 40 yaşında olmanın getirdiği bir eğlenceli hal var; oooo her yerde kullanıyorum bu "40 yaş ayağını". 

O yüzden bebeğim, hazır kanayan dünyaya, ülkeye rağmen, içimde bir eğlence kıpırtısı olmuş neden olmasın, hazır Cannes da bitiyor bugün, o halde 40'larının sonlarında Eva bir şey gelsin. 

Cannes sadece filmlerin değil, bu AMFAR gibi galaların veya L'Oreal gibi sponsorların kendini gösterme yeri. Eva da L'Oreal reklam yıldızı olarak gitmiş de nedense bir türlü giyinememiş. O kıyafet, o ruj hiçbir şekilde olmamış kendisinde. Ama saçları iyidir herhalde diye düşünüyorum, L'Oreal bir şekilde yapmıştır artık ama o kıyafet o bünyene nayn bebeğim. L'Oreal demişken neredeyse 10 yıl önce orada yönetici bir kadın ile tanışmıştım tam Efsane ile ayrılmışken, o da meğer kendi yakın arkadaşını Efsane'ye ayarlıyormuş. Olur öyle şeyler gayet normal de çok gülmüştüm. Meğer garip garip beni takip ediyorlarmış filan. O zaman bir de öyle takip için Instagram filan yok, Facebook bile Türkiye'ye henüz uğramamış, işte bir şekilde buluyorlarmış yolunu. Bayağı komikti. Michel'li bir kızdı, adını tipini hiçbir şekilde hatırlamasam da Michel'li olduğunu hatırlıyorum. Velhasıl L'Oreal markası beni pek güldürür.





Offf...Sıkıcı Almanlardan Diane Kruger. Amerikalı kocasından da ayrıldı, Fatih Akın'nın filminde oynamış filan Cannes da Alexander McQueen elbisesi ile tasarımcı Jason Wu ile poz vermiş de elbise o kadar kötü ki bu fotodan anlaşılmaması ciddi bir şans. Efendim, giydiği elbise değil, uzun ve yamuk bir tuniğin içinden çıkan oversize bir pantalon... Facia...Bir de püskülleri tüyleri filan da var. Oy ki oy ... Keşke yanındaki Jason Wu'dan bir şeyler giyseydi...

Üzülerek güzeller güzeli Coco Rocha 'nın yeni kestirdiği kısa saçlarıyla müthiş çirkin olduğunu söylemek durumundayım. Hani ben ki kısa saça tav, kısa saç hayranı bir insanım, şu an uzamış saçlarımı kestirmemek için zor tutuyorum kendimi, gerçekten yazık etmiş güzelliğine. Ve bir de o kadar kötü bir kesim ki... Siyaha da boyamış. Yalnız sanıyorum ki bu biraz o platin beyaz boyanın cazibesine kapılıp sonrasında saçları eline almakla ilgili de bir durum. Saçını bu fantastik güzellikteki renge boyatan herkes bir eline alıyor saçları ve kestirmek durumunda kalıyor. Ama kendisi güzel bir insan.



Ooooooo... İşte giyinebilenler, götüne güvenenler böyle giyinsin....Hele o Anja Rubik...Aman yarabbim, ne kadar müthiş olmuş (saçını filan daha güzel yapabilirdi ama elbisesinin bacaklarının muhteşemliğine sallarım kendisini). Yorumsuzum o kadar güzel...

Hah işte overrated kızlardan...Ha belki kendisinin böyle mankenlik bilmem ne gibi kaygıları yoktur ama bilmiyorum, pek öyle durmuyor da kestirmek zorunda kaldığı saçlarıyla tek kelimeyle facia...Benim teorim yine bu platin-beyaz saç rengi yüzünden bu ingiliz socialite Cara ve kankası Kristen Steward saçlarını kısacıktan da öte bir vaziyette kestirmek zorunda kalıyorlar. Elbise de olmamış, kendi de olmamış, o rujun rengi hiç olmamış. Bir nevi epic fail de celebrity olunca kurtarıyorsun paçayı. 

Anoreksik evlat sahibi anoreksik Donatella Versace, Black don't crack lafının yaşayan örneği Naomi Campbell, boktan oyunculuğu ve ultra antipatikliği ile her tarafta gözüken, manasız hareketler yapan adını unuttuğum koca burunlu oyuncu ve yıllardır film çekmeyen, çektiklerinde ise sıradanlıktan ileriye gidemeyen Ben Affleck ile bir türlü boşanamayan yine adını unuttuğum kadın oyuncu. Hepsi "celebrity sıradanlığı" içerisinde yani çok pahalı markaların elbiseleri üzerinde bir bok yapamayan cinsten. Gereksizler ordusu. Ama people mı people...
Güzel ingiliz manken, beyaz tenli, kızıl Karen Elson kırmızı elbisesi içerisinde. Şimdilerde Nashville'de mi ne yaşıyor, galiba Jack White'dan da ayrılmış. Ama yine de Amerika'nın değişik bir coğrafyasında gül gibi yaşıyor.





Evet, biraz kısa bir Cuma eğlencesi ile biter gider bu sefer. Yapacak bir şey yok.  Kısa olsun ama yine de olsun diyelim...Cuma eğlencesi ruhumuza iyi gelsin, ileriye bakalım, biraz ruhumuz dinlensin.  

Bu arada canım Türkiye insanı da Cannes'a sözde çıkarma yapmış-her zamanki gibi-... Offff o kadar varoş o kadar sıradanlar ki...Yazık bir de festivalin gösterim programında değil, bu L'Oreal Moreal gibi markaların düzenlediği geceye katılan ışığı olmayan ama işte Türkiye şartlarında meşhur olan şarkıcı-türkücü-oyuncu tayfası kendisinin fotoğraflarının çekileceğini zannetmiş de almış eline oturmuş. Yemin ediyorum loser'lıkta #1 ilerliyoruz.

Sunday, May 21, 2017

- Chris Cornell





Artık Prince 'den sonra saymayı bıraktım sevdiğim sanatçıların ölümlerini. 

Etrafımda, çevremde, yaşadığım ülkedeki ölümleri ise saymakla takip edemediğim gibi, yüreğimin sıkışması, kötülüğün üzerimdeki ağırlığı ile kalıyorum. 

Chris Cornell 'i değil sevmek, bayılırdım. Soundgarden'nın o zamanlar Türkiye'ye gelmeyen albümlerden Badmotorfinger filan deli gibi dinler hele hele Singles'i durmaksızın seyrederdim-manasızca. Filmin efsane soundtrack'ini zaten geçiyorum...

Soldaki, en yakışıklı bir o kadar harikulade ses sahip Chris Cornell garip bir ilaç intiharı ile bize veda edenlerden. Eskiden intihar edenlerde dalga geçerdim, insanların nasıl bu sürece geldiklerini hiçbir şekilde anlayamazdım. Şimdi ise, özellikle geçtiğimiz yazdan beri, o kadar iyi anlıyorum ki... 

Kötülerin hâlâ bokum gibi geniş geniş yaşadıkları hayattan yine bir iyi, bir güzel gitti, bize de ardından üzülmek kaldı. 

Allah'tan müzik o kadar müthiş bir şey ki hiçbir zaman silinemiyor...Hayat herkese fani olduğu için muktedirin dönemsel gaza gelip ortalık yerlere diktirdiği heykeller, binalar, saraylar başkasının dönemi geldiğinde yıkılsa da veya Kaddafi'nin ölümünden sonra olduğu gibi millet gelip sarayın ortasına sıçsa da, müzisyen (sanatçı, bilim insanı) öldüğünde "fani" olmuyor, eserleri kaybolmuyor ve sonsuza dek yaşıyor. 








Sunday, May 14, 2017

Koskoca Bir 10 Yıl




Gerçekten de koskoca bir 10 yıl geçmiş hayattan...

2007'de ilk yazıların yayınlandığı bizim dükkan şaka maka 10 yaşına basmış hatta ortalamış bile. Mayıs ayı ise başka bir şey; dükkan sahibinin doğumgünü ayı (hayır, doğumgünü birleşik yazılır; windows'un otu boku kendiliğinden düzeltmesi salaklığından sonra her şey ayrı yazılmaya başlandı) . 

2007 9 Mayıs'ında 30'a basmışken, bugün 40'a... 

Şahane değil mi? Gerçekten!

Hayatın akışında değişen şeylere inanamazsın ama değişimin güzelliğine de inanamazsın. Çok acayip bir şey... Yalan değil, yaş büyüdükçe insanoğlunun gelişebilme yetisini kullanabilenler (var çünkü hala kıçının kılları ağırlamasına rağmen beyinsizce hareket edenler) sorgulamalara, gerçeklere yöneliyorlar ve muhtemelen "40" denilen rakam o yüzden insanlara ağır geliyor. "Allah'ım neler yaptım? Neler yapmadım? Nelerden sözde onu mutlu etmek için kendimi kandırarak vazgeçtim? Hayatımı mahvettim. Hayatımı bu hıyar (ve hıyarlarla) harcadım, değerimi bilmedim"... vs vs vs sorularıyla ve gerçekle yüzleşme halleriyle karşılaşınca o an artık her şey ağır geliyordur. 

Genelde hayatının büyük kısmını 3 yıl fazla 5 yıl eksik yaşıtlarıyla geçiren biri olarak bugünlerde hemen herkesin büyük sorgulamalarda olduğunu söylemem yanlış olmaz. Ben hariç... Belki biraz şans belki de bu sorgulama, ruh temizliği, aydınlanma (!) işini yaklaşık 5 yıl önce halletmiş olmam. 

Bilen biliyor; konuşurken, kimilerine bazı garip durumları, şaşırtıcı ayrılıkları, hayat seçimlerini anlatırken komik bir şekilde "aydınlandığımı (müthiş klişe ve komik olsa da var böyle bir şey bebeğim) neleri veya kimleri hayatımda istemediğimi" söylüyordum. 

Sonuç o günden bugüne getirdi. Şu meşhur lafım hatta İdila'nın her söylediğimde çok güldüğü "dün bugün, bugün de yarın" değil mi hayatın özü? 

10 yıl geçmiş bu blogda. 
10 yıl önceki değerler, inanışlar, duygular, hayatlar ve insanların bir kısmı yok artık. 

Bugün her şey yepyeni mi? Bir şekilde evet; çünkü her gün bir yenilik demek. Fakat bir yandan da hiç de değil. Sadece dün yapılan tercihler, seçilen arzular, sahip olunması istenilen ilişkiler daha gelişmiş ve aslında gerektiği gibi yaşanan, yakışan gibi ifade edilen olmuş. Hani o sarhoşluk dönemindeki boğan, boğdukça sarhoşluğa (metaforik ve gerçek) iten dar gelen gömlek hissi vardı ya, o durum tamamen değişip yerini tiril tiril bir gömlek taşıyormuş haline dönüşmüş; "tamamdır" olmuş. 

Gel gör ki tiril tirilliğe ulaşmak pek kolay değil. Ama biraz kıçı sıkarsan "hayatında neyi istediğin önce, neyi istemediğini" bilirsen ve seçimlerini yaparsan bir şekilde geliyor o ruh hali.

Ha bir de bu tiril tirillik yolunda olmaması gereken en önemli şey; "günü kurtarma operasyonu" yani kendini kandırıp "We See What We Want" hali. O işte tehlikeli çünkü herkes gerçeği görmeyip kendine göre yorumlarla abuk subuk çıkarımlarla kendi görmek ve göstermek istediği kıvama getiriyor ve öyle sunuyor. Oysa kıvama gelen hiçbir şey yok sadece sen önce kendini sonra da ötekini kandırıyorsun (ya da sanıyorsun) ve sürekli hayatının "müthiş" olduğunu dile getiriyorsun. Bir şeyi de bu kadar çok dile getirince aslında orada büyük bir eksiklik/yokluk olduğunun işaretini çoktan karşıdakine vermiş oluyorsun ama Instagram State Of Being' de like'ı aldıkça coşku da artıyor.

whatever.
  
Teknede, dükkanda artık ne boksa her şey bir şekilde yolunda. Gerçeklik de yolunda. O halde "congrats". 10 yıllık bilanço için her şey yolunda. 

P.S. Parti büyüktü...Öyle böyle değil. Ama asıl büyüklük şampanyalarda değil,  ruhundaydı, o yükselen ruh halinde. 2000 Strasbourg ruhunun kapısı 2017'den açılmış gibiydi; yüksek, afili, tiril tiril. Eksikler, hastalanıp evde yatanlar, iş gezisinde olanlar filan oldu ama tiril tiril yüksek ruh gayet bizimleydi. Daha ne?  9'unu takip eden günler ile #8 ile, J.A. & F.A. ve M.U. yenilen geleneksel yemekleri saymıyorum, mutlulukla cebe atıyorum. 

P.S. (2)  #8 ile yemekteyken uzaktan organize olmaya çalışan Virginie ve Roberto'nun efsane harketi karşısında ağlamam pek olmadı ama Allah'tan kimse görmedi, makyajım da akmadan devam edebildim. 

P.S. (3) Dore renkli elbise alıp siyah elbise ile gitmem partiye nedense manasız oldu ama dore elbisenin rengi güzel, formu çirkin. Neden aldın sorusu ise, gereksiz manasız hareketlerden biri daha. Yaşın ilerlemesi gerzekliği kimi zaman engellemiyor. 





Monday, May 1, 2017

Arada Yaşananlar # 4


Gariban hayatlarımız hep başka birilerine, başka güçlere, başka sevimsizliklere bağımlı olduğu için ruhumuz da hep bir başkasından etkileniyor, bir başkası tarafından şekillendiriliyor. 

Hiç ciddi şeyler yazmak istemesem de bu ülkede her şey ciddi, her şey soğuk ve her şey o çirkin kahverengi renkli bürokratik baskı altında. Gülmek, kahkahalar atmak ise tamamen kişinin kendi çabası, kendi motivasyonu ile oluyor. Ne boktan değil mi? Millet Mars'ta kuracağı koloninin derdinde, Chanel'in yeni koleksiyonun güzelliğini konuşurken bizler günlük sıradan bir gülümsemenin peşinde ilk insanın ateşi yakmak için sarfettiği çabayı gösteriyoruz. 

whatever.

Açıkcası Mayıs ayının gelmesiyle birlikte kendimi de biraz zorlamak, bir şekilde burada geçirilen yılların yaşanmışlığını kutlamak istedim. Gerzek insanoğlu işte; hep kendisine bir umut kapısı yaratıyor, güne güzel başlamanın peşinde koşuyor...

O halde, zaten sene-i devriyesini devirecek olan OHAL ile beraber yaşarken geçtiğimiz aylara bakarsak;

biraz kavgalı, biraz fazla yanlış anlaşılmalı, hatta biraz "varoş ifadeli" geçen mart ayının bitmesiyle gelen nisan tatili ile beraber brüksel ve yabancı aile ziyareti, bol bol yemek, bol bol şampanya, bol bol michelin yıldızlı yemek, #8'in yokluğu, havanın güzelliği, tatie anotherstar halleri ve bu sefer hediyelerin kaybolmaması, ba(ğ)zı ciddi konuların telaffuzu, ciddi konularla ilgili girişimler, konudan bağımsız antiquaire gezileri, bol bol géraldine, nico, emilie&louise ve hatta martine&jean; istanbul'a dönüş ile beraber çöken ağırlık, referandum ağırlığı, çapsızlığı, kötülüğü ve ilginç bir şekilde geri gelen umut; havanın uzun yıllar sonra gerçekten bahar gibi hissettirmesi yani yağmurlu yani soğuk yani güneşli yani tam hasta olmalık, yani tam baharlık olması ve garip bir şekilde güzel bir şeylerin eve geri dönmesi...

P.S. Artık kötülüğün sadece "adam öldürmek" ile filan sınırlı olmadığını biliyoruz değil mi? Yani kötü olmak veya kötülük yapmak için illa korkunç, kanlı bir eyleme imza atmak gerekmiyor. Gerçi Hannah Arendt, en sevdiğimiz insanlardan, bunu bize defalarca söyledi, defalarca tekrarlattı da biz aptallar anlamamakta ısrar edebiliyoruz. Gel gör ki yaşıyoruz. 16 Nisan gecesi olanlar sadece bir yelpazenin katlanan parçaları gibi. Filmi çok eskiye, çok eski hikayelere sarabildiğimiz gibi, herkesin pek güldüğü Recep Ivedik filmi bile bu topluma yapılan kötülüğün güzel bir örneği. Veya Ankaralı artık iyi zenginleşmiş mimar arkadaşın Kabataş'a kondurduğu martı gibi, yine aynı mimar tipin tarihi yarım adanin silühetini bozacak şekilde yaptığı çirkin ötesi köprü gibi, topçu sığırların birbirlerinine gaz vererek çomaristan desteklemeleri gibi (Haşmet'e ağır girerdim ama bugün o gün değil)... Hiçbir şey aynı kalmadığı gibi, her şey değişecek, değişiyor. Değişmeyen tek şey insanoğlunun güç karşısındaki zayıflığı, kaypaklığı, aciz hali. İşte o zaman her şey ortaya çıkıyor. 

Dönüşler hayırlı olsun, bebeğim. Bakarsın "bir gece ansızın gelebilirim" (ne eğlenceli hayatlarımız vardı değil mi?) . Aynı suda iki kere yıkanılmaz ama değişen suda varolabilmek ancak şahsiyetli olanın becerisi.