Tuesday, June 28, 2011

Sabah keyfi # 2

balkon, kahve, sabah esintisi, tiril tiril halden biraz daha esintili, bacaklar fora, müzik, kahve, un g'd café "espresso" ds mon bol, müzik, rearview mirror, sweet sixteen, yükseliş, balkon, sabah, yani hayat.

p.s. bir nazar etme bebişim ya.

Sunday, June 26, 2011

Önce "Sundance" şimdi "Glastonbury"

Aslında ikisi de 70'lerin sonlarının çocuğu. Biri İngiltere'nin güneyinde diğeri ise Amerika'nın belki de en fantastik eyaletlerinden, Utah'ta. Biri müzikle büyürken diğeri alternatif 7. sanat ile büyüyordu. Amaçları farklı da olsa yine de temel farklı değildi. Her ikisi de uzun yıllar alternatif olan, mainstream bir beğeniye hitap etmeyen hatta direnendi. Ne var ki 2000'lerle beraber bir anda çoğunluk sistem her ikisini de kontrolü altına aldı. Önce Hollywood yıldızları Sundance Film Festivali'nin keşfettiler, alternatif sinemada gözükmenin ne denli kool olduğunu hatta para getiren bir meşgale olduğunu düşünüp kış vakti ocak ayında karlar içerisindeki Utah/Salt Lake City'e attılar ve yıllar geçtikçe ocak ayı Utah için, Kaliforniya güneşinin parıldadığı küçük bir Hollywood haline dönüştü. Şimdi de Glastonbury Festivali o yolda ilerliyor. O kadar ki asıl dertleri görünme olan şöhretli takımı kendini sözde müziğin cazibesine kapılmış, meşhur Glastonbury çamurlarına Hunter çizmelerle atıyorlar. Doğru, pardon, kızlar için Chanel kapitone çantayı unutmuşum.

Sanıyorum moda olandan hoşlanmayışım her gün kendini bir kez daha hatırlatıyor. Gerzekçe "ama bu kadar marka sayıp beğeniyorum diyorsun, ona buna sallıyorsun" diyecekler için bir kez daha moda olanı değil tarz olanı sevdiğimi hatırlatıp gereksiz işlemlerden tasarruf edeyim. Yıllar önce, belki '95-'96'da A'dam'da görüp de almadığım Glastonbury tişörtü, büyük keyifle aldığım Hunter'ları geçen seneden beri saç bandı-babeti-çanta "3'ü bir arada Burberry" vaziyetinde ayaklı Burberry reklam panosu halinde dolaşan ofis insanında gördüğümden beri dün alternatif olup da bugün popüler moda objelerinden uzaklaşıyorum.

O yüzden önce Sundance Film Festivali'ni şimdi de Glastonbury Festivali'ni yeni zenginlere/şöhretlilere kaybettik. Hayırlı olsun.

p.s. unutmadan glastonbury'nin en kool şöhretlileri şu aşağıdaki can sıkıcı tipli alexa chung ve öteki ingiltere'nin varoş çocuğu yetenekli futbolcusu wayne rooney'in kendisi kadar varoş karısından önce elbette kısacık şortu ve cidden çamurlu çizmeleri ile kate moss ve helena christensen'di (ki liam gallagher için geldiği dedikodusu vardı o zamanlar).


Pazar itirafı

Farkettim ki bayağı Billy Idol seven insanmışım. İtirafım üzerine de olsa bütün albümlerini dinler miyim emin olamadığımdan iyisinden bir best of alayım ben hemen. Ama yapacak bir şey yok, neredeyse bütün şarkılarını seviyormuş, biliyormuşum ben meğerse.

Saturday, June 25, 2011

Çirkin yaz nesneleri # 2

Hani tamam belki insan celebrity olur, Hollywood Bulvarı'nı arşınlar, Rodeo Drive'da alışveriş yapar, peşinde paparazziler dolaşır üzerinde onun için seçilmiş, farkettirmeden marka tanıtımını yaptığı kılık kıyafetlerle dolaşır da -her ne kadar feci çirkin bir şey olsa da - anlarım bu beyaz güneş gözlüğü hadisesini. Ama sade sıradan biri, sıradan bir giyim tarzına sahip olan, sıradan bir işyerinde sıradan bir iş yapan, sıradan bir güzelliğe sahip, evli/nişanlı/çocuklu/çocuksuz "annem, kuzum zuzum" gibi laflarla konuşan, çapı belli sıradan bir hayatı süren kadınlar öyle moda trendi kurbanı olup hiçbir şekilde beyaz güneş gözlüğü gibi fantezilere girmemeliler. Hoş; zorlama şıklık peşinde, moda ikonu olma arzusunda her ay Vogue Türkiye ile Avon kataloğunu karıştıran ve kendisini feci trendy sanıp sokaklara koşan türk kadını da böyle fantezilere yönelmemeli ama işte cehaletin getirdiği bir cesaret var, aynaya bakıp da görmemek var. Biraz ayna biraz algı lütfen. Yaz mevsiminin en gereksiz en çirkin görüntüsü beyaz güneş gözlüklü kadınlar. Özellikle de yüz tipine yakışmayıp Atom Karınca'ya benzeyenleri...

Friday, June 24, 2011

Yaz geceleri

Pek düğün dernek insanı değilim ama yine de işte gidilmek zorunda filan. Çoğunluğu zorunluk azı ise keyifli bir gece olarak geçiyor. Dönüp baktığımda herhalde bir elin parmaklarını geçmez çok eğlendiğim çok keyif aldığım düğünler ama işte diğerlerine de gidilmek zorunda vs.
Geçen geceki ise zorunluluk değildi. Ciddi ciddi çocukluk arkadaşı hatta bebeklik arkadaşı evlenince insan gayet keyifle gidiyor.

elbette a. ailesi, ortalıklarda mutlu bir vaziyete dans eden bir j.a., mutlu vaziyette dans eden ayakkabılarını çıkartmış bir anotherstar, michel perry, ayakkabıları alıp da sahnesine koyan bir çalgıcı (!), yine yüzü yaralı bir sakallı, bir sürü dizi insanı (ki ben hiçbirini tanımıyormuşum ertesi gün gazetelerde görünce anladım), bir sürü giyinemeyen ve pahalı ama korkunç kılıklarla düğüne gelen televizyonlara röportaj veren dizi insanı, kız tarafı olmak, belki de ilk defa bu kadar heyecanlanıyor olmak, damat ile gelinin babasının isimlerinin aynı oluşunun fantastik rastlantısı, güzel gelinlik, gerçek orkideden taç, gökyüzüne gönderilen balonlar ve işte güzel bir yaz gecesinin yaz düğünü... I heart her, I heart e.

p.s. çoğu zaman düğüne gitmek bana zul gelse de sırf düğünler için strasbourg'a, atina'ya gittiğimi düşününce pek bir sevdiklerim pek bir sahiplendiklerim için bunun sadece keyif olduğu da bir gerçek.

p.s. (2) sakal-yara izi. nasıl bir tesadüftür, nasıl bir algıda seçiciliktir, nasıl bir bu seçici algıya çekimdir. kendime de inanamıyorum ya, neyse.

p.s. (3) düğün müğün deyince muhteşem bir facebook hadisesi gördüm-ben yeni gördüm tabii, gören işaretleyen çoktan farketmiştir-. insanlar profil sayfalarındaki infolarına evlilik tarihlerini yazıyormuş anniversary diye. herhalde hayatımda bu kadar gerzek bir bilgilendirme az görmüşümdür. doğumgünü elbette tamam da evlilik yıldönümünü yazmak ne ya? neden ki? insanların görüp de kutlamalarını mı bekliyorsunuz? off. şiştim gerçekten. cidden çok başarılı. ama tabii kıskançlığımdan bütün bunlar. hmm doğru. bakıp da hasetimden iç geçiriyorum. oldu. tabii.


Thursday, June 23, 2011

Dili ısırmak lazım

Bazen dili ısırmak lazım derler. Daha geçen cuma eğlencesinde pahalılığını anlamadığım acayip popüler markalardan bu diye söylediğim American Apparel batıyormuş, hatta batmış bile.

" the once-hip retailer reached the brink of bankruptcy earlier this year..."

Tuesday, June 21, 2011

Et tu, Brute?

" morte de cesare", vincenzo camuccini, 1798


Sen de mi Brütüs
?

Sen de mi bize bunu yapacaktın? Sen de mi bize zaten içinde yaşadığımız güvensizlik ve tedirginlik ortamını iyiden iyiye hissettirecektin? Sen de mi bize o yıkmaya çalıştığımız sansür duvarlarını önümüze koyacak, bizi korkutacak, kaygılandıracaktın? Sen de arkadaşlarımızı ateşe atacak, "bir şey olmasa bile" ömür boyu fişlenmelerine sebebiyet verecektin? Sen de mi o hep karşı çıktığın sistemin parçası, çoğunluk olacaktın?

Oysa biz böyle başlamıştık seninle? O ilk zamanlar, daha ilk on sene devrilmeden ne kadar güzeldin, ne kadar farklıydın. Aykırı olduğun gibi bir o kadar da başkaydın. Cesaretinle, teşvikinle, seni sahiplenenlerinle ve hatta itliğinle ne kadar hayranlık uyandırandın. Buydu belki de beni sana çeken, cezbeden. 2004'de beraberliğimiz başlamış, ara ara sorunlar yaşamış kısa kopukluklar yaşamış da olsak ben seni pek sevmiştim, sana pek bir güvenmiş, senden ayrılığı zor yaşamıştım. Gel gör ki bugün şaşkınlık içerisinde olduğum gibi üzgünüm de. Ben konunun içinde birebir olmasam da ilişkimize savcıyı, mahkemeleri, sorguları sokmuşsun, güven sarsmışsın. Dediğim gibi benimle ilgili bir durum yok ortada. Ama aslında var. Yazar olduğuma göre yarın benzer bir şeyi ben de yaşayabilirim, değil mi? Bugün Değişen olur, yarın Anotherstar, başka gün Sekvotka. Bil ki duygularım sevimli değil ve bil ki sana karşı güvenimi kaybettim. Elbette bugün sen bambaşka bir yerlerdesin, para basıyorsun ve arkadan gelenin, takipçin, hayranın çok. Aynen İktidar gibi. Ama ya bu takipçilerin de sana tekmeyi atmak, seni arkadan vurmak için senin boş bir anını kolluyorlarsa? O zaman sen de mi "et tu Brutus" diyeceksin?

Heyt be, ne güzel komşumuzdun sen Ekşi Sözlük...Neden yaptın bunu?

Monday, June 20, 2011

Dream on # "fear of the dark"

Dünkü Iron Maiden konserine bir ithaftan ziyade rüyalarımın korkutuculuğudur fear of the dark.

Öyle ottan boktan, evde yalnız kalmaktan, yalnız uyumaktan, karanlıktan korkanlardan hiç olmadım da bilmiyorum son zamanlarda çok kötü uyuyorum ve sürekli sürekli kabus görüyorum. Dün gece de yine manasızca kabustu, yine fantastik harikulade rüyalarımı özlüyorum ve bu kabus bitsin diye diliyorum da Allah'tan çirkin değildi kabuslarım.

Sunday, June 19, 2011

Gereksiz # 5

Hani bu NLP, yaşam koçluğu gibi şeylere inanlar her günden bir ders çıkartıp sonra da twitter hesaplarında "bugün hayatta ne öğrendim" gibi laflar yazıyorlar ya, ben de öyle mi yapsam diye düşünmedim değil. Biliyorum ki gereksiz iyi niyet, dostane tavır sergileyen ben olduğumdan aslında diyecek bir şeyim yok çünkü zaten bildiğimi bir kez daha öğrenmiş oldum. Biliyorum ki insanlar pek değişmez, hele belli bir yaştan sonra daha da zor. Keşke rüyalarım hep fantastik konulu, müzikli, celebriti dolu olsa ve gereksiz insanların varlığı gecemi ve rüyamı mahvetmese... Ama söylüyorum insanlar değişmez; once a loser always a loser. O yüzden hata bende.

Never on sunday # 8


garip bir kına gecesi, elimdeki kına (en son yine masadaki soon-to-be mom m.'nin kınasına gitmiştim 2007 kışında. hayat neymiş ne olmuş değil mi ama?) alors on dance, "ya herhalde bu kız menenjit geçirdi de bu hale dönüştü", fantastik taksi yolculuğu, böğüren insan t.,yeni nişantaşı rezidansımız ve dönüş ve pazar ve tüketim günü babalar günü, a. ailesi , arkeoloji müzesi'... herhalde bu şehirde en sevdiğim müze burası. kim bilir belki de yine mutlu bir çocukluk anısı ile bağlantılıdır, hemen her şeyde olduğu gibi. hareketli, halk dolu, hızlı ve çok sıcak bir pazardı ama hissiyatı yine never on sunday'di. daha ne istenebilir ki?

p.s. eskiden insanların doğup büyüdükleri yerlerde ömürleri boyunca müzeye gitmemelerine şaşırırdım. bugün artık şaşırmıyorum çünkü bunun hayatlarında bir parça olmadığını biliyorum. yine televizyonun gücünün hayatlarında ne kadar önemli bir parça olduğunu bildiğim gibi. aynen hürrem ve kanuni'nin aşkına herkesin topkapı'ya akın akın gittiğini gördüğüm gibi.

Saturday, June 18, 2011

Gece (çıkmadan önce) # 3

aslında biraz zorlama, biraz "kına", biraz "gitmek zorundayız" ama biraz da "biz", "boşver beraber olur içeriz işte fena mı?". yalan da değil, daha giyinmedim, ne giyeneceğimi de bilmiyorum ama uzun zamandır ilk defa gece çıkmayı çok istiyorum, ve de çıkıyorum. daha kendisine söylemedim ama b.'nin "hayır geleceksin ya, kafanı kırarım" diye üstelemesi iyi oldu, hoşuma gitti, hem de beraber de olacağız. giyinmem lazım. ne giyeceğim bilmiyorum ama boynumun açık olacağı kesin. bir de "dökülsün bir şeyler omzumdan".

Friday, June 17, 2011

Cuma eğlencesi # 2

Yeni yıl başlamış, aylar geçmiş ve 6. ayın içindeyken farkettim ki bu yıl cuma eğlencesini hiç yazmamış, hiç ona buna beautiful people'a sallamamışım. Aslında jet set giyinmeye, eğlenemeye devam ediyor ama olay bendeymiş; benim arzum yokmuş, içimden gelmemiş, gereksiz bulmuşum, istememişim. Zaten bir garipti ocak ayından bugüne kadar. Kötü değildi ama garipti. Kötü olan bir nisan ayı vardı o da geldi geçti ama onun dışında kötü değildi de garipti. Herhalde yarını bugünden yazıyoruz, hazırlıyoruz ve bu günler de bu yüzden böyle geçiyor diye tahmin ediyorum. Mayıstan beri yaşanan gelişmeler, değişmeler, değişimlerin arifesi derken her şey bir şekilde yükselmeye başladı ve su kendi yoluna doğru akmaya bıraktı kendini. İşte bu yüzden keyfim de harikulade iken, cuma eğlencesi gelsin bundan sonra hiç aksi olmasın.


Hiçbir zaman Courtney Love 'ı sevip sevmediğime tam olarak karar veremedim ama Doll Parts şarkısını çok severim. Aslında hiçbir zaman Nirvana sevenlerden hayranlarından da olmadım ama Courtney Love Kurt Cobain'den sonra epey başka dünyaların insanı oldu. Şu anda herhalde olabileceğinin en güzel halini gösteriyor yukardaki resimde. İncecik hatta skinny ötesi, bir o kadar yüzü bebek cildi gibi ve her daim moda defilelerinin baş davetlilerinden. Üstündeki fazla fırfırlı, kat kat milföy hamurlu kremalı pasta görüntüsü gibi ama yine de dediğim gibi junkie'den fashionista 'ya dönüşen biri için gayet başarılı bir örnek kendisi.
Sıradan bir kız ama güzel kılık kıyafet. J. Crew. Cidden sıradan ama güzel şeyler yapıp da bu kadar pahalı marka nasıl olunur sorusuna cevaptır bu J. Crew denilen hadise. Bir bu J. Crew bir de American Apparel. Gerçek ticari başarı bu olsa gerek. whatever. Ayakkabılar ise bilmiyorum, benlik değil ama olmuş sayılır yine de. Etek güzel ama yeşile bayılsam da bu yeşil ile sorunum var. Daha koyusu daha güzel, ördek yeşili mi oluyor bilmiyorum ama o daha etkileyici. Asıl etkileyici olan ise fotoğrafın arkasında yansıyan sarı bluzlu kısa beyaz saçlı bol takılı insan Iris Apfel.
İşte efsane insan Iris Apfel ve yeni kuşak başarılı tasarımcılardan Alexander Wang. Bir insanın tarzı olması ne kadar başka bir şey değil mi? 1921 doğumlu Iris Apfel de bunlardan. Beğenilir beğenilmez orası başka bir şey ama kendisi gibi mi; evet, giydiklerini taşıyabiliyor mu; evet. O halde sorun yok. Sorun olmadığı gibi respect.
Hani bitim kadar beğenmem kendisini ama burada epey hoş olmuş. Belki fazla "zorlama asil" görüntüsü uğruna giyinmediği için hoş olmuş olabilir. Zaten en güzel şey o kemer. Farklı olmuş sıradanlığı kırmış. Bugüne kadar köylü alman güzeli haline laf ederken bu sefer başka olmuş demek durumundayım. Heyt be!
Şöyle elbiselere, dökümlü bluzlere elbiselere vs her şeye hastayım. Sadece beğendiğim için koydum. Bir de kendime hatırlatma olsun diye çünkü iyi bir terzi bulmak durumunda ve aldığım kumaşları diktirmek durumundayım ki sıcak yaz günü yapılacak bir pravo beni geriyor da geriyor.
Bunu da ibretlik olsun diye koydum. Calvin Klein ve sevgilisi diye tahmin ediyorum. Daha önce de beni benden almışlıkları var da cidden nedir bu ikisinin durumu? O saçlar nedir, o Barbie'nin Ken'i gibi acayip garip bir tarz nedir, o yüzdeki kolajen filan. Hani bize pek bir sıkıcı da gey alemi için makbul sanıyorum böyle acayip yüz ifadeli dolaşmak. Sıkıcı olmalı bu kadar yapay halde olmak ya da ben çok sıkıcıyım.
Nedense beğeniyorum Olsen kızlarını. Kendi markalarından giyinmişler; The Front Row. Birisi anoreksikti hastanelere filan yatıp terapi görmüştü ama kim kim bilmiyorum. Ancak sağdakinin altın renkli ceketi tamamdır, müthiş güzel.
Kim veya hangi tasarımcının kıyafetini giydiğini bilmiyorum. Ayrıca herkesin neredeyse cıbıl cıbıl geldiği davette bu üzerindekiler bir haziran gecesi için biraz fazla astronot kılığı kaçmış ama ben sadece kalkık yakalara ve saçların içinde kalıp kendinden bombe yapmasına tav oldum. Demek ki sadece detay insanıymışım bunu görüyoruz bir kez daha fakat kalkık yaka... reminds me of Philippe. kahretsin!
Güzel insanlarla bitiriyorum. Monako prenseslerinden ama asla taç taşımayacak olan güzeller güzeli Charlotte Casiraghi, Missoni ailesinin torunu ortada bir de Onassis'lerle beraber armatör dünyasının pastasını paylaşan Niarchos'ların torunu. Dolce vita'nın beautiful people'ı. Veya tersi. Ama her ikisinde de olur. O halde bu da bu cuma eğlencesinin "güzel" sonudur.

Değişmeyen

Her şey değişiyor ama hiçbir şey değişmiyor. Gerçekten de öyle. Her şey değişiyor, zamanın kendi akışında yuvarlanıyor yenileniyor toplanıyor çözülüyor ama asıl olan temel olan değişmiyor.

Bizim de temelimiz hiçbir şekilde değişmiyor. Kendimizi etrafımızı süsleyip püslüyoruz güzelleştiriyoruz da içimiz hep aynı kalıyor. Bireyler de böyle, algılar da, politikalar da.

Angelina Jolie Hatay'a Suriye'den kaçıp Türkiye'ye sığınan mültecileri ziyarete geliyor ve elbette vatandaşı için uğraşmayan yerel yönetim bu celebrity etkinliği için sokakların asfaltını yeniliyor, düzenliyor kaldırımları toparlıyor. Aynen '99 depreminde, Demirel ziyarete geliyor diye yere kırmızı halı serenlerle hiçbir fark yok. Cidden şu celebrity veya makam önündeki el pençe durma, heyecandan kendini kaybetme hali geçecek mi ? Hiç sanmıyorum. Keşke! Keşke biraz kendimiz olabilsek, olduğumuz gibi olmanın dünyanın sonu olmadığını kabullensek. Ama yok, "mış gibi" hayatlara devam...

Wednesday, June 15, 2011

Ay etkisi, "clair de lune"


Ay etkisinin insan üzerinde fazla olduğunu söylerler değil mi? Gerçi bilim adamlarına göre böyle bir şey yokmuş ama ben olduğuna inananlardanım. Dün tam ay tutulması gerçekleşecen ay tutulması bir anda kapkaranlık yaptı gözyüzünü. Simsiyah. Hele hele tarih öncesi çağlarda insanların nasıl bir korkuya kapıldığını, anlamadıkları bu doğa olayını kovmak için gürültü çıkarttıklarını, kendilerince ayin yaptıklarını düşününce hak vermemek elde değil.
Videocuların aile eğlencelerine eğlence kattığı, TRT 2'nin yeni yayına başladığı çocukluğumuzda bir film vardı; Kaos. Üç tane ayrı Sicilya hikayesinden oluşan, bir tanesinde yağ küpüne giren bir adam ve diğerinde ise asıl dolunayda kurt adama dönüşen yeni evli bir adam anlatılıyordu. Film 1984 tarihli, ben de herhalde seyrettiğimde 10-11 yaşındaydım. Unutmamışım. Zaten çocukkne öğrenilenler unutulmuyor sonrakiler kalıcı olmuyor. O yüzden de çocukluk her şeyin temeli diyorlar herhalde.
whatever...

Hal böyle olunca simsiyah olan gecede aklıma gelen, Kaos oldu, Debussy Suite Bergamasque yani içlerinde ise tabii en çok bilinen Clair de Lune oldu ve tabii Cher 'li Moonstruck oldu.

Monday, June 13, 2011

Balkon


Balkon...Söylemek istemezdim farklılıklarımızı ama bizim için balkon keyifle oturduğumuz, ayaklarımızı trabzanda sallandırdığımız, eteklerimizin tiril tiril uçuştuğu, içkimizi keyifle içtiğimiz, bazen şampanyalar patlattığımız, sevgilimizle öpüştüğümüz, sevdiklerimize sarıldığımız, çok sıcak günlerde M.'ye "havuza gideceğine buraya gel kesin yanarsın" dediğimiz bir yer. Oysa senin için kraliyet üyelerinin tebaalarını selamlamaya çıktığı yer gibi, halkına şöyle bir tepeden bakıp "bütün bunlar benim" diye düşündüğün bir çıkıntı. İnancın, O'na olan sevgin beni ilgilendirmiyor. Samimisindir herhalde çünkü ben benimkilerde samimiyim. Farklılığımız, içki içmemen, benim sevdiklerimi sevmemen, ara ara beni kapatma hallerin cidden beni hiç ilgilendirmiyor çünkü yargıladığım değerlerin bunlar değil. Benim tahammülümü zorlayan hallerin ise ne biliyor musun; içi boş küstahlıkların, cehaletin, görgüsüzlüğün, karşındakine saygısızlığın, senden farklı olana, sana "hayır" diyene, sana karşı çıkana, sanata, sigara içene, demokrasiye aç olanlara tahammülsüzlüğün, böğürerek konuşman ve sürekli "benim halkım, benim esnafım" vs demen. Yoksa inançlı olmuşsun, kapalı olmuşsun, umrumda değil. Belki için dolu, samimi, iyi niyetli, bilgili ve bilgiye saygılı olsaydın senden çok şey öğrenirdim. Balkonda ben soğuk biramı içerken sen de sade türk kahveni içerdin ama ortak bir dilde konuşurduk yanyana olurduk beraber ilerlemeye çalışırdık. Ama hal böyle olunca hiç sanmıyorum çünkü biliyorum ki benden kurtulmak istiyorsun ve bana sadece tahammül ediyorsun yok edemediğin için. Edebilsen edeceksin ama olmuyor işte. İlginç şekilde hayatta iyiler de kazanıyor. Bir de ne var biliyor musun, içi iyi olan insanların yüzü de parlıyor. Ak ak. Ve bunun inançla hiç ilgisi yok. Çalmıyorsan, öldürmüyorsan, harislik yapmıyorsan iyisin zaten, karşıdan karşıya geçmeye çalışan birine vurup da onu öldürüyor sonra da caddeyi temizletip olaydan sıyrılıyorsan zaten kötüsün, kötüyü düşünüyorsun. Hani ben çok bilgili değilim böyle din min konularında. İlkokulda öğrendiğim dualar var, ha bir de işte "öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, dedikodu yapmayacaksın zulum etmeyeceksin" filan gibi şeyler biliyorum Bildiklerim sınırlı ama işte kendimce doğru insan olarak bildiğimi yapmaya çalışıyorum. Ama biliyorum ki birini öldürsem kaza ile de olsa onun vicdanı beni tüketir, ne yapacağımı şaşırırım, o vicdandan kurtulmak için değil günde 5 vakit 24 saat namaz kılmanın işe yaramayacağını.

Doğru çok farklıyız. Ama keşke farklılığımızda bir olabilseydik. Sana hayırlı olsun. Ben şaşırmadım sonuçlara. Ama seni zor günler bekliyor. Bu ülke Lüksemburg tadında bir yer olmadığı için dertler kapıda; ekonomi, kürt sorunu, sanayi. Tekrar hayırlı olsun. Ben alıştım kendimden birini sizin mahallede görmemeye de sen acaba "yine başardım işte" deyip de tökezlemeye alıştın mı? Neticede hala bir kulsun. Ve bu değiştirebileceğin bir şey değil.

How does it feel?

Saturday, June 11, 2011

Hazırlık

Neye olduğunu bilmiyorum ama bildiğim kapının eşiğinde olduğu. Bir şeylerin, değişikliklerin, beklenmediklerin beklediğini, çok az kaldığını. Yaz geldi, evet ama 30 dereceden serinliğe düştük yine. Pek dert değil çünkü hava mavi, ara ara kararsa da kötü değil, garip bir tiril tiril heyecanı var hissettirdiği. Sabahın çok erken saatinde yatak odasının balkon kapısı açıldığında öten kuşlar da var artık, o halde sorun yok. Biraz serinlik iyidir, tiril tiril uçuşan etek hissiyatını öldürmez sadece eteğin üzerine kapuşonlu erkek sweat shirt'ü giydirir (mümkünse gri olsun), tamamdır. streets rock!

Haziran doğumlu büyük müzisyenlerden Curtis Mayfield. Pek erken, pek çabuk gidenlerden. People Get Ready . Yıl 1965 ve daha The Impressions zamanları, Chicago, Windy City günleri.

Monday, June 6, 2011

Wish list # 3

İstediğim aslında şu aradaki "where'd you get those" kitabı. deliler gibi aradığım, sahip olmak için çıldırdığım ama her türlü internet sitesinde vs tükendiğini bildiğim gibi internetten satışın da türk milleti için tükendiğini biliyorum (teşekkürler 60. hükümet. hep böyle yasalar varolsun, biz de hepten toptan yokolalım). Deliriyorum bu kitap için. Kim bilir ne zaman nasıl nerede sayfalarını çevireceğim?


Saturday, June 4, 2011

Pre- never on sunday


Bugün pazar gibi cumartesi, never on sunday gibi bir gün. Nedense bir cumartesi için fazlasıyla sessiz, fazlasıyla dingin, fazlasıyla börtü böcek kuş sesleri ile pazar tınılı bir gün bugün. Ayın 10'una kadar üç adet ödev yetiştirmem lazım. 10'u cumaya denk geliyor ve daha başlamış değilim, okumuş değilim, derse girmiş hiç değilim. Marifet olduğundan değil elbette de işte benim okul hayatımın özeti budur, değişmiyor, belli ki de değişmeyecek. Kendimi eve kapatayım da yazayım şunları dedim, yukardaki gibi olsun koltuğum dedim. Ama herhalde önce yakın zamanda aldığım modemi atmalı ve yenisini almalıyım. Eski dandik olanı bile arka tarafta çekerken bu hiçbir şekilde çekmiyor. mükemmel. whatever. Ruhum never on sunday, günlerden cumartesi olsa bile.

La veille


Olabilir mi? Gerçekten de kaybolmuş yoldan doğru yolu bulmanın arifesi mi? Olabilir mi böyle bir şey? qui sait? on verra, mon gars, on verra...