Sunday, August 31, 2008

Eskinin güzel kadınları

90lar...

Belki bir gün 90larımı-kendi 90larımı- yazarım ama uzun zamandır moda yazmadığım için havanın serinlemesi, esmeye başlamasını getirdiği keyifle modaya devam edeceğim.

Herb Ritts'in fotoğraflarından biri. Resimdekileri biraz yaşı olan biraz people bir moda bilen herkes tanıyabilir. Eskinin güzel kadınlarından hala güzel kalan bana göre Stephanie ile Christy'dir. Diğerleri yani işte, ne Cindy'i beğenirim, ne Naomi'yi ne de diğer hollandalı kızı. Bu resimde Stephanie Seymour'un bacak boyuna bir şey diyemiyorum çüşten başka ama bileğindeki dövmesi efsanevidir.

Eskinin güzel kadını

Eskinin güzel ve tarz kadınlarından ilk süper modellerden Linda Evangelista Prada'nın bu yılki reklamlarının yüzü. Ne var ki pek doğru bir seçim olmamış çünkü Linda artık eski Linda değil, beğeni artık eski beğeni değil. Bir dönemin bukelamun görüntüsündeki güzelliğindeki Linda'nın yüzü artık botokstan ifadesiz duruyor. Aynen Nicole Kidman'da olduğu gibi. Yüzleri ifadesiz ve donuk duruyor. Mutlaka ki kendisini baskı altında hissediyordur ama botoks ile de umduğu kadar güzel yaşlanmıyor. Kim bilir yaşını olduğu gibi yaşasaydı daha güzel olurdu.

Fakat 90larda efsaneydi; kısa saçları ve sürekli değişen saç rengi ile ile.

Büyük editörden büyük hata

Biliyoruz ki Anna Wintour moda dünyası, yayın dünyası için büyük insan, güçlü isim, her şeyi değiştirebilecek bir şahsiyet. Ancak dergisinin eylül sayısı için kapağa koyduğu yeni ünlü chic, trendy, styly isim olan Keira Knightly 'nin resminde büyük batmış demek zorundayım.

Gördüğümde şahsen şaşırsam da "herhalde ben anlamıyorum bu işlerden, her şeye bir kulp buluyorum" diye düşünsem de sonra bazı yerlerdeki yorumları, eleştirileri okuyunca pek bir haklı olduğumu gördüm. Dear Anna, koskoca amerikan Vogue'nun neredeyse sahibi olarak sana sormak istiyorum o kızın saçlarının durumu nedir? Ne yaptınız? Hani belki kendisi dünya güzeli değil ama gayet iyi saçları vardı. Bu kötü bir perma etkisi veya sanki dökülmüş de yeni çıkıyor gibi verdikleri şekil nedir? Anna Wintour bu fotoğrafçıyı, fotoşopcusunu, belki de fotoğraf editörünü kovmuştur belki ama bir kere çıktı, milyonlarca noktaya gitti ve yapılacak bir şey yok artık. Ve eğer böylesine bir dergide bu oluyorsa bizdeki gerzek moda dergileri alem dergisinde her şey olur. Ya da bu hayatta her şey olabilir, şaşırmamak lazım.

Milyonlara örnek

Yorumsuz bırakacağım çünkü kendisini beni yorumsuz türk kadınlarından biridir. Sadece inanamıyorum okudukça bunun gerçek olamayacağını düşünüyorum. Fakat gerçek olup bu kadın milyonlarca kadına örnektir, gününü evde televizyon karşısında geçiren ortalama kadınlar için ise bir örnek, dikkatle takip edilecek bir insandır. Esra Ceyhan ve "kocasının Allah'tan bir aldatmaya yaşatmadığı doğum sonrası anıları".

Fakat Never On Sunday demek istiyorum... Ha bir de böyle kadınları gördükçe "vah vah" .

-Çünkü doğumdan sonra çekiciliğin ve güzelliğin azalınca başka kadınların kocana bakışı da değişiyor. Kocanı bekar, boşta bir erkek gibi görüyorlar. Böyle olunca sirkelenip, toparlandım.

- Doğum sonrası kadın aldatılabilir. Bu az kaldı benim de başıma geliyordu. Ama kocam Allah’tan bunu bana yaşatmadı. Bir kadın için ne kadar rencide edici bir şey. Evdeki bakıcıdan bir farkın olmuyor. Ayrıca o dönemde evdeki bakıcı da çok önemli. Bakıcı evin hanımından daha güzel daha bakımlı olmamalıdır. Bir kadın kendine göz göre göre neden bir rakip yaratsın ki? Bakıcıyı eşine tercih eden erkekler de var. Ben çok güzel bir bakıcıyı işe almazdım. Benim evimde çalışanlar kolsuz, yakasız, yakası açık giyinemez.

Timsah değil gerçek gözyaşları

Kaptan'ı ne kadar sevdiğimi, kendisini takdir ettiğimi yazacak değilim ama yaşadığı ve çok acı sonuçlanabilecek hayatının söz konusu olduğu bir olayda belki de en uzak, en farklı, uzun yıllar en "düşman" sahasından, en yakın, en can, en kardeş durandan daha insani daha dostane daha kardeş davranışı gösteren Mondragon'dur adamım.

Evet Galatasaray'ı sevmiyorum, evet kazanmalarını asla istemiyorum, evet oyuncularının çoğunu sevimsiz buluyorum, evet taraftarına tahammül edemiyorum, evet evet evet tüm hissettiklerime evet ama böylesine insan bir adamın, GS her gol attığında tüm sevincini gösteren, hisseden buradan ayrıldıktan sonra bile burada gün olup kavga ettiği ama artık aynı tarafta yer aldığı takım arkadaşının sahaya yığıldığı anda gözyaşlarına hakim olamayan Mondragon'nun varlığı yıllarca oynadığı takımın taraftarı taraftarı için, futbolu oyununu seven için büyük gururdur. Yıllar önce havaya kaldırdıkları Uefa kupasını zerre değil ama hissettikleri bu insani gurur duygusunu kıskanabilirim-eğer hissediyorlarsa.

Yağmur öncesi, yıldırım öncesi

Üşensem de bahana bulup gitmemeyi aklımdan geçirsem de bu kadar büyük bir ayıbı yapmadım. Neticede çok sevdiğim adamlardan Çirkin ama Karizmatik Erkek B.'nin doğum günüydü, çok ayıp olurdu, çok üzülürdü haliyle gerek yoktu, kool hissetmeye zorlayabilirdim kendimi. Zorladım da.

Sonuç siyah dökülen elbise,toplaması için beline beni bu ay itibariyle derinden çökerten nesnelerden bir tanesi olan missoni'nin kemeri, repetto, lacivert oje, lacivert eye make-up vs... Sarılış, kucaklayış, öpüş, "mutlu yıllaaarrr", bir daha sarılış, bir daha kucaklayış, bir da öpüş.

Ve tesadüfen rastlayış, kibarca gülüş, bakış ve de yağmurdan önce, şimşeklerden önce dönüş. Aynen istendiği gibi. Her şey başka yöne de gidebilecekken bu istikamete dönüş.

p.s.elalemin çocuğu ile pek ilgilenmesem de dışardan nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde anaç bir kadın görüntüsü veriyorum. ilk defa duyduğum bir şey değil ama yine de her seferinde duyunca şaşırmadan edemiyorum. gergin adam "senin kesinlikle çocuğun olmalı" gibi bir lafla cümleye başlayıp devam etti. açıklamalarını, yorumlarını yaptı sonra da "şanslı olanın kızı olur" diyerek bitirdi. erkekler cidden bazen çok garip, çok şaşırtıcı olabiliyorlar. bir o kadar anlaşılmaz oluyorlar. işin en ilginç tarafı ise genelde bu tip "çoluk çocuk" gibi "domestik" yorumların erkeklerden gelmesi. hayır merak ediyorum oturup da düşünüyorlar mı bu durumları? neyse boşverdim, deşmiyorum, tartışmıyorum.

Saturday, August 30, 2008

Send me a postcard from Rome


Kart gönderilmesine ve de itina ile saklanmasına taraftarım. Uzun zaman oldu ki göndermedim. Oysa böyle miydi bundan 4 sene öncesine kadar? Nereye gidersem gideyim kart gönderdiğim insanlar, yazılı adresler vardı. Büyük keyiftir ama modern dünyada yitip giden bir iletişim biçimidir.

Roma'dan gelsin yukardaki pullar olsun komiklik yazsın kartta daha ne isterim ki? Belki Roman Holiday... Evet hem de vespa'nın arkasında eteğimin uçuştuğu adını unuttuğum ama göz hafızamla hatırlayabileceğim semtlerinde gezerken...

Enfant sauvage


holly golightly- you mustn't give your heart to a wild thing.The more you do, the stronger they get, until they're strong enough to run into the woods or fly into a tree. And then to a higher tree and then to the sky.

breakfast at tiffany's, 1962

*

Bir de çok bilinen rock n' roll ezgisi eşliğinde şu satırlar vardır:

wild thing...
you make my heart sing...
you make everything
groovy
I said wild thing...

Dalga derken, dalgalı derken bir de dalgacı derken

- "acaba sen saçlarına dalgalı bir şekil mi yaptırsan? bayağı seksi olur"

Geçen gün söylediler, uğraşamayacağım için itibar etmedim ama kendiliğinden bir şeyler oluyor zaten kurutup çıkınca. Ben memnunum da "bayağı seksi olur" kısmını anlamadım. Neye göre kime göre seksi, ne seksi ayrıca? Saçın rengi mi şekli mi ifadesi mi?
Yorulmayacağım, olan budur, bundan fazlası beni aşar. Yapan yapsın.

p.s. resim de paris vitrinlerinden. si j'étais a Paris en ce moment...

Bu arada

Bu arada gerçekten müthiş yemek yapıyorum. Kendimi tebrik ediyorum, yiyenlerin ve daha da çok yemek isteyenlerin tebriklerini kabul ediyorum. Özellikle de bugün.
"frankie, darlin', afiyet olsun, o sorduğun ama adını çıkartamadığın tat muskat oluyor"

P.S. Kimi düşünceye göre kız takımından olduğum için benimkisi zaten "default" olarak olması gereken, yani alkışlanacak bir durum yok çünkü tüm kadınlar yemek yapmalı, iyi de yapmalı. Şayet erkek olsaydım "bonus" olacaktı, başım göğe erecekti, "heyt be adama bak be!" olacaktı.

Biraz serinlik, biraz summer breeeze


Yaz sabahlarının çok erken saatlerinin en güzel hareketi: yatak odası balkon kapısını açmak ve sabah serinliğini içeri almak.

Günlerdir serinliğe ihtiyacım var. Serin olmaya, kool olmaya. Eğer ışınlanabilme şansım olsaydı birkaç şehirde yaz mevsiminin sabahın çok erken saatlerini yaşamak isterdim. Paris olabilir, New York olabilir, A'dam kesinlikle olabilir.

İnce lacivert perdelerin çekili olduğu pencerelerin açık olan, örtülü olmayan kısmından görüyorum kıpır kıpır serince akan lacivert örtüyü, şehir hatlarını, kadıköy meydanı'ndan yükselen balonu, kuleli'yi. Biraz olsun serinlik veriyor ama daha fazlasına ihtiyacım var. Hayati bir ihtiyaç değil bu, halet-i ruhiyenin dönemsel ihtiyaçlarından. Huysuz olunca ciddi huysuz olanlardanım o yüzden bulaşılmasın, kendi halime bırakılayım.

P.S. İnce lacivert perde demişken... Lacivert ve beyaz yanyana duruyor bende. İçeri gösterecek kadar ince olsa da umrumda değil gören yok, görebilen yok sadece belki dürbünle şehre bakmak isteyen Love Boat yolcularının becerebileceği bir durum. Evlere şenlik alt komşum yukarı çıktığında çok üzülmüştü perdelerin bu durumuna ve "üzülme kızım paran olunca daha iyisini alırsın" demişti. Ben de "inşallah" demiştim. Diyememiştim ki ben onlara eşşek yüküyle para ödedim, Habitat'dan aldım, Türkiye'de satılmıyor bile (daha ikea da gelmemişti), modern tasarım bunlar. Neden diyeyim ki? Salonunun ortasında kocaman aynalı ahşap oturma odası yemek takımı olan iyi niyetli bir kadın. Habitat ne, tasarım ne? İstediği gibi bilsin, dert değil benim için.

Friday, August 29, 2008

...

Tez konusu


Akademik kariyer yapmayı reddeden okumuşlardan olsam da dün gece Beşiktaş'ta "ulan bir hamle ile geri dönsem şu akademik araştırma dünyasına?" diye düşünmeden edemedim.


Her daim gözlem-observation participante- yapan ve akademik olmayak istemeyen bir sosyolog olarak "acaba tribün kültürü üzerine yazacağım bir tez ile sevmediğim akademik hayata geri mi dönsem" diye düşündüm. Dün gece. O kadar eğlenceliydi ki. Evet biliyorum benim tuttuğum takımın gecesi semti değildi, evet o takımlı değilim ama yine de futbol olduğu için güzeldi.
Üzerinde düşüneceğim konular listesine alıyorum. Cidden. Müthiş olurdu ama zor olur; yorucu olur, olur da olur yani. Fakat why not?
P.S. Tabii böyle bir şey olursa benim Meşale'ye, Ali Sami Yen'e, o takımı seyretmeye, gözlemlemeye gitmem gerekecek; mülakatlar yapmam gerekecek. Of bir daraldım ama gerçekten why not?
P.S.(2) Belki de açarım konuyu ve tribünde müziğin etkisi vs işi müzikal alana da bağlarım sonra da profesör olur otururum, Hincal'ı yerden yere vurur, Haşmet'i zeytinyağında kavururum, her pazartesi akşamı televizyona çıkan gerzeklerin yanında sosyolojik yorumlar yaparım.

Soru

Şiirden anlamayan, şiir sevmeyen öküz bir insan olsam da geçtiğimiz gün yitip giden İlhan Berk çok güzel bir laf etmiş. Etmiş de acaba öyle mi diye düşünmeden sormadan edemiyorum.

"Yazmak mutsuzluktur. Mutlu insan yazmaz".

Acaba? Öyle midir? Her yazan, her düşünen kederli midir, melankolik midir? Yazıyor olmak nasıl bir hissiyatı kelimeler aracılığı ile kağıda taşımaktır? Bilmiyorum. Bilen de bilmiyorum.

Komik gece

Rakı içmeye davet edildiğim Hasbi'de Beşiktaş maçı olması sebebiyle eğlencenin tam ortasına düşmem, tribün çocuklarının tezahüratları ile eğlenmem (hiç takmam küfür müfür) hatta kahkahalarla gülmem (bir manitam olsa, saçları sarı olsa, fenerbahçeleri olsa), uzun zamandır içmediğim kadar rakı içip kalktığımda dümdüz kalmam, çoğunlukla bütün tezahüratların genelde Fenerbahçe'ye düzülmesi ve Galatasaray'a sadece ibne denmesi, yan masadaki kırmızı şarap içen pembeli süslü kıyafetli kızın kalkması (of ya gerçekten rakı masasında şarap ya. off ki of), sonra saat 20:30 gibi tüm alanın boşalması, bütün bu tezahürattan sonra bende oluşan maça gitme isteği ...

Deli gibi içmiş olup da gayet seviyeli gayet medeni olmam ve bunun üzerine bir doğum günü, bir de yaz partisine uğrayıp feci sıkılmam ve eve dönme arzumu gerçekleştirmiş olduğum yeni günün ilk saatlerinde sevdiğim insanlardan Barthez 'in araması, balkonda -ayakları trabzana koyacak şekilde- oturması, Jameson'in neredeyse bitmesi, solak kollektiv orchester, amy winehouse, marlena shaw ve tabii lacivert...

Komik geceydi eğlenceli geceydi güzel geceydi

Thursday, August 28, 2008

Tarz meselesi


Tarz başka şeydir, moda başka şey. Herkes modayı takip edebilir ama herkes tarz sahibi olamaz.
Tarzın modadaki ifadesi tartışmasız en büyük ismi Coco Chanel 'in hayatı film oluyormuş. Başrolde ise benim zerre beğenmediğim hele hele o spastik ve antipatik karakter Amélie ile özdeşleştirilmiş Audrey Tautou var. İyi oyuncu olabilir, sevimli olabilir ama güzel değil, albenili değil; birçok yabancının "kafasında bere elinde baguette" olarak şekillendireceği fransız kadınının tipik görüntüsü. Ancak garçon manqué hali bu filme iyi oturmuş sanki. Daha filmin çıkışına çok var ama Chanel hiçbir şekilde eskimeyen olduğu için hiç sorun değil.

Motto # 19

" style is the message"

123 klan





Wednesday, August 27, 2008

"Samimi hareketler bunlar!"

Hâlâ çok keyifli değilim, halen üzerimde bir huysuzluk var, en boktanı sabah sanki grip olmuşcasına gözlerim akarak kalktım, kendimi pek beğenmeyerek giyindim sokağa çıktım.

Hal her ne kadar böyle de olsa insanın samimi olduğu ve gerçek yakınlık içerisinde bulunduğu insanlar, durumlar, haneler iyi gelebiliyor, rahat ve huzurlu hissettirebiliyor. Tarifi zor sıkıntıdan ve iç sıkıntısından daralmış vaziyette Boogie Boy ve ikizi U.'nın evindeyken hiçbir şey yapmamak o kadar rahattı ki. yatakta yatıyorum, kâh uyuyup kâh Boogie Boy'un bilgisayarda yaptığı montaja bakıyorum, "yazımı beğendin mi ama sen" diye şımarıkça soruyorum, kâh U. ile dalga geçiyorum, kâh gerçekten gözlerim kapanıyor. -kimse de uyandırmıyor zaten.

Kişinin bu denli rahat ve yakın ilişkiye sahip olduğu insanlar olması büyük şans. Hem de bu az görüşen halimiz. Demek ki gözden uzak gönülden uzak hadisesi sadece romanslarda oluyormuş. Dostlukta öyle değilmiş. İyiymiş.

Tatsız gündüz keyifli gece

Ne sevimli ne keyifli ne de neşeli bir gündü. Aksine huysuzdum. Bildiğin huysuz. Bir şey olmadığı gibi halledilebilecek de bir şey yoktu, haliyle üzerine konuşulacak bir durum da yoktu. Anlatamadım, bilemedim, 500 kere black çalınca yol boyunca belki de daraldım iyice.

Hal böyleyken yıllardır beni tanıyan ve bilen ve de güzel bir tesadüfle hatırımı soran, sorduğunda sesimden hoşlanmayan ve "hadi gel U. gelip seni alır bize gelirsin" diye Boogie Boy, verdiği London adresleri, cebime koyup "bunlarla plak alırsın" dediği poundlar, oyster card, miyazaki 'nin eski filmi, U.'nın technics 1210 çabaları, sakin bir şımarıklık, yıllara yayılan ve hiç garipsenmeyen bir şımarıklık, yarım kalan bir hell boy...

Beklenmedik zamanda insanın karşısına çıkan güzel sürprizler bir anda tebessüm yaratabiliyor.

Tuesday, August 26, 2008

Bir kelime, bir hediye

Doğumunu merakla beklediğim yegane çocugun annesinden - B.U.'den- Atlantik'in diğer yakasından gelen bir soru vesilesiyle öğrendim bu kelimeyi: push present. Doğumdan sonra anneye kocası veya çocugun babası olan kişinin verdiği hediyeye deniyormuş push present. Garip ve aslında antipatik bir isim "push present". Yani içinde hem itme, hem ıkınma, hem zorlama hem de hediye var. Çok şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu hediyeler genelde "mücevher" oluyor. Tiffany's olur, Bulgari olur, Chaumet olur, olur da olur yani.
P.S. FYI, ben de kesin isterim. Yani elbette bana push present ne alacaksın diye söylemem de beklerim. Gelmeyince de bozulurum ama daha doğumu yeni yapmışım zaten canımla uğraşıyorum herhalde çok ilgilenmem fekat sonrasında olay yaratabilirim "sen kolay mı sanıyorsun içinden 3 kg bir insan yavrusunun çıkmasını?" diye.

Monday, August 25, 2008

Wish list # 9

Victoria's Secret 2008 koleksiyonunu adını bilmediğim ama güzel bulduğum mankenle duyuruyormuş. Gerçi benim gibi klasik ve değişiklikten hoşlanmayan insanlar Gisele'i görmek istiyor ama olsun.

Hemen belirteyim "wish list"e eklediğim, sahip olmak istediğim kız değil, üzerindeki çamaşır. Aman derim. Zaten kadınlar için yazıp söylüyorum şu çok güzel, şu çok çirkin filan diye, bu gidişle adım çıkacak zürefaya. Hani benim için pek dert değil, sıfatları pek önemsemem de sonra anlatmak gerekecek öyle olmadığımı. Hem belli olmaz hayat bu, belki hayal kırıklığı yaratır. Yani işte, gereksiz.

whatever...

Çamaşır güzel, şampanya rengi ama şimdi giyilmez bu, çok sıcak yapışır. Sonbahardan itibaren olur, zamanıdır. Herkes biraz biraz giyinmeye örtünmeye başlar ama şimdi kimse örtemez beni-o kadar sıcak!

Dakiklik ve toplantı adabı

Hiç sevmediğim şey insanların pat kapı -iş yerine- "evet randevumuz yok ama şansımızı deneyelim size bir merhaba diyelim istedik" söylemiyle gelmeleri, kendileri ile ilgilenilmesini beklemeleri. Gerçekten insanlar iş yaşamında çok rahat ve geniş davranıyorlar ve de bunu kendilerinde bir hak olarak görüyorlar. Ne görgü ne de iş adabı şekillerine uymayan vaziyetlerden hoşlanmıyorum. Defediyorum hemen. "Kusura bakmayın şu anda uygun değilim, randevu almanız gerekiyor" diyorum. Büyük ayıp, büyük genişlik, büyük rahatlık. Ulan ben ağdaya giderken randevu alıyorum, manikürümü verilen saatte yaptırıyorum.

İş yerine haber verilmeden gelinmesin ama eve gelinebilir. Çal zili, gir içeriye, viski, şarap, laciverte karşı ayrıca da müzik. Aynen B.'nin dediği gibi "sana gelelim zaten house café gibi bir yer; yemek var müzik var içki var" .

Hafta başı

İşte şu masa dokusuna tavım. Ve ne kadar zor bir şey bunu bulmak. Aman yarabbim. Mutlaka özel yapım olması lazım, ağacının özenle yumuşatılması, masa kullanımına uygun hale getirilmesi vs gerekiyor , haliyle de deli gibi pahalı bir şey çıkıyor ortaya (yani ortalık yerde satılan her masadan daha pahalı oluyor). Ayrıca şu resimdeki fincan da müthiş. Seramik ve işli sanki oymalı gibi. Beğeniyorum. Ama bulamıyorum.

Stella McCartney'i sevmem demiştim ama bence haftanın her gününe uygun iç çamaşırı üretmiş olması çok eğlenceli. Eğer bizim London Calling gerçekleşirse gittiğimde kesin alacağım. Kendimi düşünemiyorum; her sabah o günün çamaşırını elime aldığımda kahkaha atarım artık. Tutamam ki. Hele kendime gülmekten hiç kendimi alamam.

Sunday, August 24, 2008

Cazibesiz ama anlamlı

Beğeni göreceli bir kavram; herkesin beğenisi kendisine ancak şu hayatta plastik sandalye kadar beğenmediğim, evime asla almayacağım bir nesne olamaz (lafın gelişi desek çünkü daha çok var) .

Elbette otobüs yolculuğunda verilen mola yerindekini, bir büfenin bahçesindeki beni rahatsız etmiyor ama bir evdeki plastik sandalye varlığı bana çok şey anlatır. Plastik sandalyeli bir ev, bir yazlık teras o evin sahipleri, o evdeki yaşamı sanki bir roman okuyormuşcasına gösterir izleyene, görebilene. Salt plastik sandalye değil, bunun tül perdesi var, ağır masif yatak odası-yemek takımı var, lambası var ve en güzeli yemek takımı var. Herkeste var bir şeyler, hepsinin görülen ya da farkedilmeyen ifadeleri, kodları var.

Plastik sandalyeye dönersek...Cidden almayayım, alana da mani olmak isterim ama elbette imkansız el mutlu olduktan sonra bana ne...

Kahve hali

Dün akşam kahve mevzusu da oldu ama çok sıcaktı, yapış yapıştı, kimse kimseye dokunmak, neredeyse yanında nefesini duymak istemedi.

Kahveye gelirsek...Şekilli latte yapmışlar, galiba makinesi de varmış. Eğlenceli de, şahsen sıkılırım ben yapmaktan. Ancak bana yapılabilir. Yani ben yapmayayım bana yapılsın. Bu olur işte; her kahve istediğimde üzerinde bir şekille gelsin, sürpriz olsun oyun olsun.

Şekil demişken... Hayatta unutmadığım olaydır ki bundan çok çok yıllar önce, elimizde bir kalem bir defterle formalı dolaştığımız zamanlarda Nişantaş'ta Boogie Boy ve U.'dayken neden olduğunu anımsamadığım ama muhtemelen huysuzluk çıkarttığım bir olay üzerine Boogie Boy tabağa ismimi peynirle yazıp getirmiş önüme koymuş beni de ağzım açık vaziyette bırakmıştı (ki yanımda r. vardı, resmen şoka girmiştik ikimiz de). Gerçek ismim hani öyle Ali, Ayşe, Su, Gül gibi kısa değil de maşallah eşşek kadar uzun olduğundan o minik peynir parçalarını hem tabağa sığdırışına, hem yaratıcılığına, hem de becerisine hayran kalmıştım. Bakıyorum da şimdi geriye, ben göremiyorum galiba bazı şeyleri.

whatever...Never On Sunday... Hava sıcak, sanki Memphis yazı gibi, sanki Isaac Hayes doğduğu öldüğü yaz gibi sanki her an bir yerden Isaac Hayes şarkısı çalınacakmış gibi.

Never on sunday: sıcak bir cumartesinin ardından

Cuma sıcaktı, cumartesi kavruluyordu, pazar da yanıyor...never on sunday ama mümkünse Alaska'ya gidelim.

* Sabah sabah hareket edebildiğim erken saatlerde gazete eklerinden birinde okudum. Beğenmeye meyilli olabileceğim, garip yüzlü ama hoş gibi bir oyuncu kadın "hiç yemek yapmadığını, bu durumla ilgilenmediğini" söylemiş. Kesinlikle destekliyorum. Bence insanlar yemek yapmak zorunda değiller, yapmayı bilmek zorunda hele hiç değiller, olmuyorsa olmuyordur, açarsın telefonu getirtirsin ne istiyorsan. Özellikle de kadınlardan beklenen bu hal çok komik geliyor bana. Daha geçenlerde duydum "kadınlar default olarak zaten bilmek durumunda, erkek bilirse bonus oluyor" diye. Elbette bana uymayan bir düşünce. Ben biliyorum yapıyorum da sevdiğim için; kimse ne bilmek ne de yapmak zorunda. Bu hal onu eksik insan yapmaz. Neyse çok gereksiz buluyorum böyle iddaları, böyle düşünceleri, böyle ifadeleri. Kim ne yaparsa yapar, kime ne?

* Hiçbir şekilde benden değil talepkar, teklifkar bir cümle dahi çıkmamışken bizim ofsayt yine ofsaytta kaldı. Kendi söyledi, kendi "ama orası kapalı değil mi " dedi, "boşver geliyoruz biz" dedi; gelemedi. Sonra da neden ofsayt diye sorunca, bu yüzden işte. Yoksa ben istemez miyim Efsane, Padişah, Kral gibi bir lakap takmak (gerçi efsane'nin sahibi var ama dert değil) ? Bir de kızlar ofsaytı öğrenemez derler. Al işte sana eşşek gibi bir ofsayt. Ama hadi hava çok sıcaktı ona verelim bu durumu.

* F.A. ile beraber tesadüfen bir spor programı seyrederken F.A. konuşan çocuğu çok beğendi, pek bir akıllı buldu. Çocuk da bizim S.S. (isim ve soyadının değil benim ona taktığım ismin kısaltmaları bunlar. her şeyi bildiğini, yorumlayabildiğini sananlar boşuna yorulmasın diye söylüyorum) olunca ben de "aaaa tanıyorum arkadaşım benim o" dedim. F.A. da bunun üstüne "tanıştırsana beni, böyle genç GS'lılarla tanışmak istiyorum" dedi.
Tatil bitti, deniz bitip de azgın gece hayatı başlayınca karşılaştım tabii kendisiyle. Çok da iyi çocuktur, hemen söyledim, saygılı efendi de olduğu için "tabii ne zaman isterse çok sevinirim" dedi. Cidden iyi ve medeni bir çocuk. Tabii karşılaşmadan önce F.A. ile yaşadığım bu fantastik diyaloğu yemek esnasında B. ve M.'ye anlatınca hepimizin ağzından gülmekten yemekler fışkırdı. Sekvotka burada olsaydı ona da anlatırdım muhtemelen o da gülmekten sandalyesinden düşerdi.

* Yaz mevsiminden nefret ediyorum. Çok söylemişimdir bir daha söyleyeceğim. Bitsin!!!!

p.s. daha önce demiştim "öyle yazılan cümlelerden, özellikle hedefi olmayan kelimelerden gereksiz şahsi alınganlıklara gerek yok, alınılması gerektiği zaman ben söylerim" diye. söylüyorum işte bu sefer alınmak isteyen alınabilir, bence mahsuru yok.

Hot summer city IV: not wish list item

Millette, tasarımcılarda kıça sürülecek akıl kalmadığı gibi bir de bunu milyonlara ulaştırmaya çalışıyorlar.

Lancome yeni bir gloss rengi çıkarmış, Louboutin ayakkabılarının tabanının renginde. 500 tane satılacakmış, wish list yapılacakmış filan. Hiç almayayım, kırmızı ruj severim kendimde de beğenirim ama şu sıcakta değil ruj sürmeyi, giyinmeyi bile düşünmüyorum. Dokunmayı zaten geçtim, ayağımı kaldırıp adım atmam dakikalar gerektiriyor.

Fekat kendine kırmızı rujun hiç yakışmadığı esmer türk kadını-people dünyası- şu rengi tüketip bitirmezse en adiyim.

Biterken...


Olimpiyatlar biterken, Jamaika'lılar her şeyi atletizmde kapmışken (yes!) , yüzmede Phelps'i zaten geçmişken, daha maçlara geçmemişken gözümüze takılan oldu. Önce çok beğendik, sonra yüzünü çok ifadesiz ve ablak bulduk (ki bence bunda yeşil renkteki gözlerinin boş bakışlığı, ön dişlerinin hafif dişlek hali ve de kulaklarının etkisi var) sonra sadece karın kaslarının mükemmel olduğuna hemfikir olduk, boyunun 1.93 olduğunu gördük ama 1. değil de 2. geldiğine de şahit olduk. Olsun yine de fena değil, benim boyum kadar bacağı var.

Friday, August 22, 2008

Güzel kadın, güzel reklam


Eski top modellerden Christy Turlington. Güzel ifadeli bir yüzü vardır, anlamlıdır bakışı, asil durur. Kısacası güzeldir. Adını unuttuğum bir marka/proje için kamera karşısına geçmiş ve hâlâ ne kadar güzel olduğunu göstermiş herkese. Kocası Edward Burns ise ayrı güzel bir adamdır, irlanda kökenlidir, sesi kısık çıkar.
Çıkarım giderim kimse tutamaz beni, hava zaten sıcak. Isınmışım.

Çirkin kadın, çirkin reklam


Cuma eğlencesini yapacaktım ancak gidiyorum o yüzden gecikmiş halini yaparım. Taşındık. Yeni oda fena değil ama geçici, sırtım duvara dönük, tamamdır.
Çirkin sıfatı kullanımını geçen gece konuşmuştuk, o yüzden yinelemeyeceğim. Ama yemek çirkin olmaz, manzara, insan, elbise çirkin olur.

Kadın feci amerikalı şarkıcı Jessica Simpson ve bir içecek reklamı. Şu buğulu olmaya çalışan bakışı, açık ağız ile verilen pozları hiç anlamıyorum. Bayağı çirkin olmuş ama kimse söyleyemiyor galiba. Genelde böyle olur celebrity tayfasında. Yani o celebrity çirkin olur, ucuz gözükür, giydiği yakışmaz ama kimse söylemez söyleyemez herkes şakşakcısıdır. Gördüm, yaşadım da o yüzden söylüyorum.

Sabah ve sıcak ve değişen planlar

Çok güzel planlamıştım, tatil dönüşünden sonra da işe gitmeyecek keyif yapacaktım. Dün gitmedim ama bugün gitmek zorundayım. Aslında "taşınma" işi olmasa yine gitmezdim de bizi yan binaya alıyorlarmış, sonra da başka yere. Nefret ettiğim şeydir düzenimi değiştirmek. Neyse tatil güzeldi deniz güzeldi sakin ve tiril tirilim , o halde umursamıyorum. Hem taşınıp biraz işleri toparlayıp aynen çıkar giderim ben. Eeeehhh. O kadar hesap veremem ben kimseye.

P.S. Dün GS- FB üzerine yapılmış bir belgesel seyrettim. Eh, fena değil de bir adam takıldı gözüme. GS'lı, kara kaşlı kara gözlü tanıdık havalı bir sima ama hiç bilmem ben sadece müthiş fransızcası ile Ribery'e "tout ce qu'on veut c'est baiser Fenerbahçe" cümlesini hatırlıyorum. Tamam "baiser" fiilinin kimi zaman kullanım biçiminde doğru söylemiş ama gündelik hayatta o cümle öyle söylenmez ama kara kaşlı kara gözlü muhtemelen liseli GS'lı kendini tatmin etmiş söylemiş. Ancak topun yuvarlak olması sebebiyle sonra "baisé" olan kendisi oluyor orası ayrı. Ha, mon gars, ça t'a plu?
Bir de belgesel içerisinde çalan Sultana'nın Kuşu Kalkmaz şarkısının ne alaka olduğunu onu çözemedim. Yazık, iyi olabilecek olan bir kızdı ama boşa çabalar bunlar artık, olmaz bir şey kendisinden (olur da işte türk pop tarzı bir şey olur ki o da olmaz demek) hala evi yurdu varsa dönsün NY'a güzel de kız, bulsun zengin bir hip-hopçu prodüktör, evlensin çoluk çocuk yapsın.

Of ne kadar sakin sabah geçirecektim ki ... Ehhh.

Thursday, August 21, 2008

Kırık kaburga, morarmış diz kapağı

Reklam demişken bu bana daha uygun ama yine de istediğim kadar people, moda değil.

Votka seven ve içenlerden değilim. Eskiden çok içerdim artık hemen hiç içmiyorum. Ancak kadim dostum Sekvotka -haliyle- votkacıdır. Benim kahvenin ne marka hangi çekirdek olduğunu anladığım gibi o da votkayı bilir, masadan geri gönderir ve haklı çıkar, garsonlar özür diler.
Kırık kaburgaları biraz geçmiş olduğu için geri döndü askerliğine. Eylül sonunda bitecek gibi. Bekliyoruz. O yüzden bu arada hem Sekvotka'ya, hem de tüm sevenlere...Cheers up diyoruz. Ben Jameson kaldırayım (madem ağır içki mevzusu oldu).

Başlıyor, başlıyor!


Ben genelde daha estetik daha people daha moda daha seksi reklam tercih edip sayfasına koyanlardan da olsam lig başlıyor diye kendimi tutamadım. Ne yapayım seviyorum bu sporu da fenerbahçem'i de, yapacak bir şey yok. Evet çocuk tekmeliyor, Alive N' Kickin' . Lig başlıyor.
Peki, onu da söyleyeyim: tekmeleyen olursa benimki kız olsun. Tabii ki de bana benzeyeni isteyeceğim.

P.S. olimpiyatlar

Olimpiyatlar hakkında yazmak işim değil haddim değil ancak çocukluğun 4 yılda bir yaz aylarının en büyük eğlencesini yazmak büyük keyfim. O halde here we go (again?)...

Öncelikle olimpiyatlarda tenis, basket, voleybol, futbol gibi dallarla zerre ilgilenmediğimi söyleyeyim. Gereksiz bence. Olimpiyat denilen şey atletizm ve yüzmedir. Elbette bana göre, o halde vik vik laf etmenin alemi yok.

Kırılan rekorlara hiç girmeyeceğim ama Jamaikalıları seviyoruz, benim kıçımı yerinden kaldıramadığım 9 saniyede 100 metro dünya rekoru kıran Usain Bolt'u seviyoruz, üçü birden 1,2,3'e yerleşen Jamaikalı atlet kızları seviyoruz, Michael Phelps'i izlemeyi seviyoruz... derken bu yeni yüzücü mayolarından hiç memnun olmadığımı söylemeliyim. Giyip de yüzüp rekorlar kırdığımdan değil ama görüntümü bozuyorlar. Kız tarafını bilmem ilgilenmem ama erkek yüzücüler kesinlikle bu mayolardan giymemeliler. O ne öyle, Atatürk'ün Florya Köşkü'nün denize girerken giydiklerine benzeyen pijama pantalon gibi bir şey. Atletik yapılılar karşı cins, mesela yüzücüler su topçular kesinlikle diğer tüm erkek takımında % 100 çirkin duran ama kendilerinde Adonis etkisi yapan küçük, kısa mayolardan giymeliler. Biz kızlar bunu tercih ediyoruz, olimpiyat ekranlarında böyle görüntüler görmek istiyoruz.

Madem kız-erkek konuşuyoruz hemen belirteyim gazetelerde filan resmi çıkan Uruguay, Paraguay gibi bir ülkeli olan siyah ötesi teni, siyah saçları, mavi gözleri, çirkin mavi güneş gözlükleriyle türk erkeğinin libidosunu yükselten cirit atan atlet kadını müthiş çirkin, müthiş paçoz buluyorum. Ama türk erkeği bu, beğenisine yorum yapılacak gibi değildir ve mutlaka ne olursa olsun mavi göze tavdır. Her daim.

Hiç ilgisi olmasa da renkli göz demişken yıllardır adımımı atmadığım, attığımda da kimseyle konuşmadığım yaz evindeki J.A.'nın komşuları beni -haliyle- ilk gördükleri anda "yeşil" gözlü olmadığımı farkedince müthiş hayal kırıklığı yaşadılar. Ve ziyadesiyle belli ettiler. Meğer bugüne kadar öyle sanıyorlarmış, beyaz ten, kızıl saç (ki sanki kendi rengim) olunca ne beklenirmiş ki başka? Bilemedim ne tepki vereceğimi, güldüm ve "yok gözlerim yeşil değil, bildiğiniz sıradan kahverengi" dedim. Ne diyeyim ki başka? Gerçekten kadın milleti hele belli bir yaştan sonraki ilginç oluyor iyice.

whatever ...

Olimpiyatları seviyoruz, eğleniyoruz, keyif alıyoruz. FAKAT erkek yüzücüler! Hemen slip speedo'ları geçirin üzerinize! Adonis kası görmek istiyoruz.

P.S. Olimpiyatlarla ilgili değil ama başlayacak lig ile ilgili. Nihayetinde şu ligde eli yüzü düzgün beğenilmesi yüksel ihtimal bir oyuncu var. Kewell. Benim için fazla temiz ve çocuk yüzlü ama en azından yakışıklı, hoş bir adam. Ama Tony Soprano'ya değişir miyim? Never ever. Değil mi Frankie?

Wednesday, August 20, 2008

Deniz ve ben : özet

Mavi sulardan dönüş derken farkettim ki çeşitli sebeplerle fantastik tatilere katılamamam sebebiyle neredeyse unuttuğum bodrum yazlığa uzanıp, sadece deniz ve uzun kulaçlar, midye dolma + bira, barbunya, stevie wonder, billie holiday, bikini (mayo değil, lütfen), lacivert- gemici bikinim-, no underwear, straplez elbise (ler), ray-ban wayfarer, havainas, ipod, olimpiyatlar, atletizm, yüzme (gerisi beni aşar), klasikler, italo calvino, homeros, begonvil, pembe begonvil, beyaz begonvil, beyaz beyaz ev, simit, limon reçeli, kırmızı soğan, kapari, domates, kesinlikle no make-up, pas de vernis sur les ongles ve ağaç gölgesindeki güneş ( ne yazik ki yandım. saçlarım da sarardı. bu kadar mı mutsuz olabilirim?).

P.S. hayatta kimseye vermediğim hesabı vermekle beraber kimseden işitmediğim azarı M.'den işittim. Bugün bile fırçaladı desem yalan olmayacaktır.

P.S. (2) Pek dingin, pek huzurlu geçen toplu A. günlerinden sonra azgınlık günleri beni bekler. Önümde. Dinginlik iyi güzel hoş da tamamdır, yeter, kendi halime geri dönebilirim.

P.S. (3) Plajda ben sakince, kaygısızca, umarsızca uzanırken başkaları çocuklarının peşinden koşarken şunu farkettim: çocuk kararı çok önemli bir karar. Öyle bir kararın verildiği andan itibaren insanın kendisinin önemi veya kendine ait zamanı kalmıyor çünkü artık sadece o var, öyle de olmak zorunda. Artık daha az uyku, daha az kendine ilgi ve daha çok kaygı, endişe, ehemmiyet, özen var. Ben böyle düşünürken insanların düşünmeyip patır patır ortaya bir veya birkaç tane üretmelerini hiç anlamıyorum. Demek ki çok ciddi farklılıklar var insanlar arasında. Kabul etmem gereken bu belki de. Farklılık. O kadar farklıyız ki. O kadar ayrıyız ki. Her birimiz, birbirimizden her konuda, her şekilde, her durumda.

P.S. (4) Türkler gerçekten uçmaması gereken bir millet. Belki de değil uçmamak hareket bile etmemeli. Aman yarabbim ya, o nasıl bir manzara, nasıl bir görüntü. Şark kültürü ile modernite karışınca tahmin edildiği kadar iyi olmuyor anlaşılan. Belki 100 yıl sonra. Her şey farklı bir yöne ilerleyince, dengeler değişince olabilir ama şimdilik durum pek iç açıcı değil.

P.S. (5) Beni bilen, tanıyan ve de her daim destekleyenlerin "yapmam için sürekli söyledikleri" şeyi yaptım. Geçen cuma. Yani aslında daha önce yazdığımı bu acil duruma uydurup kesip çıkartıp gönderdim ve de oldu. Güzel de oldu. Hem beğendim, hem de artık vik vik söylenmektense diyebileceğimi derim. Gönderdikten sonra basılacağını bilmiyordum, tesadüf oldu, sayfaları çevirirken sürpriz oldu.

P.S (6) Her şey bu kadar dingin, bu kadar Frankie giderken elbette kabus da oldu. Sabaha karşı uyandım. Kabusla. Bakamadım, midem bulandı, bu kadar mı sevimsiz, itici, ezik ve çirkin bulabilirim. Aman Allahım.

Şimdilik bu sanki ama bilmiyorum.

Monday, August 11, 2008

Deniz ve ben

Benimkisi Ernest Hemingway'ın "Yaşlı adam ve deniz"'i gibi acıklı ve zorlayıcı bir hikaye değil. Aksine sadece deniz, balık, haliyle rakı, haliyle keyif.
En büyük keyif ise gözlüğümü takıp saatlerce yüzecek oluşum. Yine deniz kızı oluyorum. O kadar güzel ki...

Deniz ve lacivert,
Lacivert ve ben,
Ben ve Frankie,
Frankie ve Nişantaş,
Nişantaş ve fantastik 4'lü,
Fantastik 4'lü ve amitié,
Amitié ve fraternité,
Fraternité ve samimiyet,
Samimiyet ve özen,
Özen ve kıymet,
Kıymet ve itibar,
İtibar ve haysiyet,
Haysiyet ve duruş,
Duruş ve taraf,
Taraf ve hayat
Hayat...

That's life...play it again for me frankie...

P.S. Geri dönüşüm ne zaman mı? Bilemedim şimdi ama epey bir var! Kısacası gittiğimi bilirim.

Çekici unsur

Karşı cinste müthiş çekici bir unsur. Sadece fotoğraf makinesi değil. O makinenin Leica oluşu. Diğerlerinin hepsini eliyorum, hiçbiri ile zerre ilgilenmiyorum. Leica'dır ilgimi çeken. Technics 1210 olduğu gibi, single malt viski de olduğu gibi, polo tişörtte olduğu gibi, düz beyaz veya mavi uzun kollu gömlekte olduğu gibi, koldaki veya gözün altındaki yara izinde olduğu gibi, evdeki plakların stax, motown, atlantic, soul jazz records, good looking, k7 olduğu gibi...

Yitip giden


Isaac Hayes 1942-2008
Üzgünüm.
Daha dün Chileksuyu ve S.'nin kartında yazılıydı, gelecek yıl o olacaktı, gülmüştük, temenni etmiştik, demek ki buraya kadarmış.

Dream on # 5

Me, myself and Frankie ve söylem, Chloe'nin iç çamaşırı ve düşünce ve sonuç.

Sunday, August 10, 2008

Never on sunday # 10


Sunday brunch.
Gerçekten "never on sunday" temasına uygun bir aktivite. Keyif, eğlence ve haz.
Sunday brunch.
Sürprizin yeri çok güzelmiş. Birazdan çıkıyorum. Çok da güzel pek de güzel.

Saturday, August 9, 2008

Gece ve sabah :hiç hesapta yokken

Gece: Hiç hesapta yokken, herkese "hayır çıkmayacağım" demişken, yarı giyinik vaziyette sakince keyif yapıyorken, artık yatarım diye düşünüyorken, çalan telefonu son anda görüp açıyorken, "hadi gel hadi gel" söylemlerini duymazdan gelmeyi düşünüyorken...nişantaş, hemen herkes (hemen herkes), leopar babet, eskinin eteği bugünün bluzu ve elbisesi, piton çanta, varla yok arası makyaj, wish you were here ( m. hissetti, söyledi, "wish you were here "girdi hiç sevmediğim şarkıların ardından), black, fear of the dark, ...

Sabah
: Hiç hesapta yokken, geleli 1 saat bile olmamışken, uyuyorken, 05:30, çalan telefon, endişeli bir sekvotka, hiç dağıldığını görmediğim çirkin ama karizmatik erkek b.'nin dağılmış hali, samimiyet, samimiyet ile "benim evim senin evin" duygusu ile gelen kadim dostum sekvotka, boşa ayıltma çabaları, balkon, güneşin doğuşu, topkapı, denizin güzelliği, denize atlama arzusu, sabahın ilk şehir hatları vapuru, kimono sabahlık, sultanım-paşam, kapanan gözlerim, kalkması gereken ama kalkmak istemeyen çirkin ama karizmatik erkek b., tost, songs in the key of life, evdeki lilyum kokusu, deniz kokusu ve şiddetle istenilen espresso kokusu.

Hiç hesapta yokken eğlenceli gece, yorucu ama dostluğun göstergesi bir tan vakti, uyku arzusu hissedilen bir sabah...That's life. Frankie, I love you. İşte güzel olan da bu!

Friday, August 8, 2008

Aradaki fark ve ortak nokta




Üst sıra: 2000lerin sonu-2007-2008-2009, Los Angeles, NYC sokakları, muhtelif people kişileri

Alt sıra: 1961, Breakfast At Tiffany's, Audrey Hepburn,

Ortak nesne: Ray-Ban Wayfarer

Fark: Birindeki sakillik, diğerindeki koolluk ve asalet

Sabah keyfi # 11


Frankie, take me down to the paradise city... Today, now!

P.S. pazar günü geliyor, sürpriz bir brunch' a katılacağım, heyecanla bekliyorum.

Thursday, August 7, 2008

Sessiz sakin


Galiba hayatım sessiz sakin bir döneme girdi ve ben yazacak şey bulamıyorum. Aslında pek öyle değil, hiç öyle değil ama gereksiz bir yoğunluk da oldu gibi iş dünyasında filan.

Yoksa her şey güzel, her şey sakin, her şey biraz rakı, biraz şarap, biraz patlıcan, biraz ahtapot, biraz londra (london calling), biraz patagonya, biraz arjantin, biraz buenos aires, biraz vakko, biraz pedro garcia, biraz michel perry, biraz missoni, biraz prosecco, biraz bellini, biraz papalina, biraz dalga, biraz 19 mayıs, biraz zamanından önce inattan yenmiş tatsız tuzsuz papalina, biraz zevzek garson, biraz dondurma, biraz balon, biraz lolipop, biraz spor, biraz havuz, biraz deniz, biraz bodrum, biraz çeşme, biraz huzur, biraz kavga, biraz güneş, biraz ray-ban, biraz ferragamo, biraz bikini, biraz mayo, biraz deniz gözlüğü, biraz karnıyarık, biraz midye dolma, biraz barbunya, biraz 30 koruma faktör, biraz yağ, biraz şapka, biraz müzik, biraz stevie wonder, biraz soul biraz funk, biraz caz, biraz klasik, biraz bach, biraz audrey hepburn, biraz some like it hot, biraz high fidelity, biraz in the garden of good and evil, biraz tony soprano, biraz lillium, biraz koku, biraz gucci, biraz pamuk, biraz sabun, biraz roger&gallet, biraz karşı taraf, biraz lacivert, biraz ada, biraz büyük ada, biraz defne, biraz strasbourg, biraz dj, biraz eski, biraz sevgili, biraz tanıdık, biraz summer breeze, biraz you never walk alone, biraz yeşil, biraz nem, biraz para, biraz harcama, biraz özen, biraz hediye, biraz fatma'nın eli, biraz her şey...

İşte hayattan kesitler, işte geçtiğimiz günler, that's life. Frankie, I love you...

Tuesday, August 5, 2008

İstek üzerine...

M.'den sabah gelen soru ve istek üzerine..."Seni mi kıracağım beybi"!

Perşembe gecesi hiçbirimizin bayılmadığı ama konumundan vs tercih edilen mekan Nuteras'ta gerçekleştirilen B.'nin doğum günü kutlaması, beyaz huni şeklindeki elbisem, kırmızı şarap, arjantin şarabı, somon, verilen paraya değmeyen yemekler, manzara, deniz (ki bendeki daha güzel), eski dostlar, beklenen insanlar, yaşanan heyecan, salon adamı, salon kadını, pasta masta, bol bol resim, bol bol komiklik;

Alışveriş çılgınlığı ile geçen cuma öğleden sonrası (moda vakko'dur), "marjinalsiniz ama ben de sizin yaşınızda öyleydim" diyen bahçıvan (mı yoksa çiftçi mi bilemedim ama onlardan biri) ailesinin ağır topu, 1 haftalık tatili öncesi touchdown, bekleyiş bekleyiş hep bekleyiş, sosları akan kanepeler, güzel müzik, pek sevilen eski dostun eski günlerine dönmesi, mutlu olması, serin tiril tiril bir yaz gecesi cuma ;

Hiç hesapta yokken birden gidilen cumartesi akşamı gidilen şair nedim, sıdıka, kadim dostum kaburgaları kırık sekvotka ve manda, 3 kişi 3 şişe kırmızı, hap kadar mezeler, pek uzaklaşamayan, siparişleri pek aklında tutamayan mekan sahibi, yine absinthe manasızlığı, nişantaş, iyis, bu sefer uçan manda, gecenin her zamanki gibi sonu;

Pazar öğlene doğru gelen telefon, fantastik 4'lü + kahvaltı, toplantı, dedikodu, ayrılık derken akşamında savoy balık, a. ailesinin kadim dostları s. & c., ben rakı, onlar beyaz şarap ve balık, ve sohbet ve keyif...

Ve beyaz oda, yerlerde gazete, dergi, müzik. Ne televizyon ne başka şey.

Gece, yıldız, anotherstar

"One must still have chaos in oneself to be able to give birth to a dancing star".
F. Nietzsche

gece, siyah, gökyüzü, yıldız, yıldızlar, kayan yıldızlar, müzik, anotherstar, as,...

Monday, August 4, 2008

Antipatinin resmedilmiş hali


Tahammülümü zorlayan insanlardandır kendisi. Bir de antipatik kızı (kadın da belki antipatiktir ama bilmiyorum resimlerde çok vahim durmuyor) da eklenince tabloya cidden resimlik olmuşlar. Adamın yüzünden neredeyse pislik akıyor.

Zaten sevmezdim, 19 mayıs tatilinde gittiğimde Cundalıların da kendisinden zerre hazzetmediğini, beslediğim antipatide yalnız olmadığımı görünce rahatladım. Hele hele igoa B .'nin amcasından kendisine, Ayvalık'a attığı kazıkları duyunca yüzden akan o sevimsizliği iyice gördüm. Yakın zamanda konseri varmış, Türkiye resmi olacakmış o konser, karısı İpek hanım da sahneye çıkacakmış, kızı her yemek öncesi masada dua ediyormuş filan... Bu ülkeden, bu manzaradan silinmesi dilenen insanlar listemde ilk sıralardadır kendisi. Gerçekten bir gitse, bilmem kaç dönümlük beste bahçesi mi ne, o iğrenç isimdeki malikanesinden hiç çıkmasa, hiç konuşmasa, hiç gözükmese ne şahane olur. Müzik dünyası-öncelikle-epey bir rahatlar.

Sunday, August 3, 2008

Wish list # 8


Pek sevmediğim ya da kendimde beğenmediğim tasarımcı Roberto Cavalli Coca-Cola için tasarlamış. Leopar. Birçok insanın sevmediği leopar desenini ben çok severim. Haliyle İtalya'ya giden birinden siparişimdir. Evet, solaryum ve botoks insanı Roberto Cavalli bunu sadece İtalya için yapmış. Zut! Alessandro ile de konuşmuyoruz ne yazık ki.

Friday, August 1, 2008

Wish list # 7

Belki T.D. kapanmadan, belki tatile gitmeden, belki sakalları kesmeden, belki hava soğumadan, belki yanmadan, belki denize girmeden, belki yüzmeden, belki yemek yemeden, belki yazmadan, belki konuşmadan, belki giyinmeden, belki uyumadan, belki yıkanmadan, belki boyamadan, belki mırıldanmadan, belki ses kısılmadan, belki lig başlamadan, belki rakı içmeden, belki masaya oturmadan, belki tabu oynamadan, belki ayakkabı denemeden, belki kahvaltı etmeden, belki sesini açmadan, belki uçağa binmeden ... önce.

Marka ve reklam

Beğenmediğim, almak dahi aklıma gelmeyen marka güzel bir reklam yapmış. Belki işe yarar.
P.S. Cuma eğlencesi aksar bugün çünkü people dünyası istediğim güzellikte değil. Geçerim bugünü.

Bazen ve yine

Bazen ve yine insanların ne kadar sığ, ne kadar aptal olduklarını düşünmekten kendimi alamıyorum. Hele hele gençleri gördükçe... Aman yarabbim o ne cehalet, o ne görgüsüzlük, o ne şuursuzluk.

Üzülmüyorum çünkü neticede benim değiller ayrıca herhangi bir bağ da hissetmiyorum ama kötü geliyorlar. Görmek, hissetmek, duymak, okumak, dinlemek. Kısacası her türlü eylemleri gereksiz ve kötü geliyor. Yani dünya döndükçe bunlar da yaşayacaklar. Bu halde, bu varoluş içerisinde. Varolsunlar da istemezdim öylesine sahip olmayı, öylesinin ebeveyni olmayı. Olanları ise dünyaya bu varlıkları getirdikleri, böylesine hale soktukları için tebrik ediyorum.

Wish list: anytime anywhere


Yazarak iletişim

Hafifliğin devam edeceğini sanarken yazarak iletişim kuran başka bir A. ailesi ferdinin hediyesini buldum bilgisayarda.

Ne büyük hataymış "damardan" yazılan mektupların sadece bana ait olduğunu düşünmek. Oysa yazarak ifadeyi, cümleleri kimden gördüğümü unutmuşum yükselen egom sebebiyle.

F.A
. güzel, gayet damardan giren, kanı sıcak sıcak akıtan bir mektup yollamış. Bana.
Okudum, yutkundum, ne gece giymiş olduğum herkesin iltifat ettiği güzel elbisem, lacivert makyajım, ne de başka şeyler kaldı. Yutkundum. Bir kez daha okumadım. Sildim. Karar verdim. Üzüldüm. Ne yapacağımı bilemedim. "demek ki evlatlığımı bilmem gerekiyor" diye düşünmeye başladım. Öncelikle özür dilemeliyim. Her şeyden önce haddimi bilmediğim için.

Çocuk da ebeveyn de yaşlandıkça bazı şeyler daha çok acıtıyor. Evet öncelikle özür dilemekle başlamalıyım.