Wednesday, September 30, 2009

Sabah keyfi, 4



Garip bir sabah, hafifçe serin yazdan kalan son sabahlardan, yüzdeki tebessüm, garip hafiflik hali ve one fine day ... Neden olmasın? Her şey bir şekilde bir zaman olur bu hayatta, sadece zamanı gelsin (biliyorum, çok sakin ve rahatım).

Sunday, September 27, 2009

Motto # 7

1881- 1942

stefan zweig
- "there is no sense to a sacrifice after you come to feel that it is a sacrifice" .

"Amok" koşusunun sonu "dünün dünyası"na geri dönüş


Üzerimde tarifi kolay olmayan bir "rahatlık" var. Geçmiyor bir türlü. Belki de hiç geçmeyecek. Umarım! Daimi olsun dilerim. Amok koşucusu değilim sanki artık ve o çok sevdiğim dünün dünyasına geri döndüm. En çok sevdiğim şeylere, dönemlere, yaşamlara, günlere, insanlara... Tamamdır; gerçek bir never on sunday hissidir bu.

Ayrıca Stefan Zweig bambaşka bir müthiş yazardır. Özlediğim birçok isimden biri.

O ince çizgi

Bazı kavramları bazı algıları birbirinden ayıran meşhur bir "ince çizgi" vardır. Güzel ve çirkin gibi değil de daha çok k

Never on sunday : " sicilya notları"


r., sevdiğimiz insan kool şahsiyet k., 9 mayıs insanı z., çok çok erken havaalanı, sicilya, yine çok erken sabah saati ve catania havaalanı, dakka bir gol bir o saatte pasaport kontrolünde karşımıza çıkan kalkık yakaları, kapalı alanda bile gözünden çıkarmadığı güneş gözlükleri ve ağzındaki cigarillo'su ile marcello, alfa romeo'muz, kaktüs -ama her yerde her duvarda her evde her balkonda her yolda her toprak alanda kaktüs- catania, her duvarda graffiti, muhtemelen çoğunluğun pis bulduğu ama güzel şehir, bizim bayıldığımız şehir, öteki italya'nın rahat keyifli insanları, meydandaki üstleri çıplak işçiler, "şoktayımmm" , "cidden kırosun sen. evet biliyorum altın saatimi sallarsan görürsün şimdi", sant' agata, pescheria, elbette bir paket camel, dublo espresso-her yerde her köşede, her bar'da, siracusa, yunan tiyatrosu, taormina (bir nevi porto fino) villa schuller, theodore w. adorno, öğle yemeği antica porta:insalati di mare, birra moretti, caffe wunderbar, prosecco-forever-, otel ve denizin neredeyse içindeki havuzu ve bunu bize sağlayacak olan carlo'nun bulunması, -forever carlo- via filomena, akşam yemeği il sale art café, sokakta lokantalar, büyük ama kocaman pizzalar, deniz mahsülleri, etna, çok soğuk ama nasıl olup da üşümeyen ben ve "etna gibiyim, içimdeki ateşi püskürüyorum", bilmem kaç kilometrelik etna yolu'nu yürüyen beyazlar içerisindeki rahibe, lavlar, terrazza dell'etna, agrigento, mafia, sinatra, valle dei templi, film karesi resimler (ama giden resimler), yine catania gecesi, trattoria al gabbiana, risotto, birra moretti, prosecco (une bouteille. une vraie), vanity fair, totti ve gerzek karısı, forever totti (ama adama da o çocuklara da o kadınla beraber geçirilen hayata yazık. hani tamam kadın güzel de üç gün sonra herkes yaşlanıyor, çirkinleşiyor), noto şehri, yağmur, barok şehir, tüm şehir, yine birra moretti, yine dublo espresso, yol, trafik, asıl ismi jane ama bizce elisabeth olan tomtom (arada bir de irlandalı liam), bear left , bear left, biten şarjlarım, havaalanında türklerin saldırması freeshoplara, biten prosecco (buzdolabımda bekler 2 şişe) ve tabii üşenmeyip taşıdığım makarnalarım, soslarım, kahvelerim, peynirlerim acı kırmızı biberlerim, f.a. için topladığım şekerler, j.a. için yemek yediğimiz lokantadan istediğim marin masa kağıdı ve pek sevgili r., k. ve z.'nin bu anı utanç içerisinde izlemesi, geciken uçak, karşımdaki ingiliz kızın kolundaki altın casio'su ile bana altın casio kardeşliğini göstermesi ve bu olaya k.'nın gözlerine inanamaması-görüyorsun ki dünyada tek kıro ben değilim- ve her bu kadar güzelliğin en kötü olayının yaşanması yani geciken uçak sebebiyle sıkıntıdan karıştırdığım fotoğraf makinesinde başka bir şey yapmak isterken güzelce format atıp tüm resimleri-daimi olarak- silmem ve şok anı, kıpırdayamama anı ve uçak ...

fantastik cümleler, laflar ve olaylar:
"şahane hayatımız var" her yemekte en az 1 kere (ama valla öyle şimdi, ne yalan söyleyeyim. mamafih biliyorum ki bu "şahane" hayatlar çok insana batıyor hatta bana bile "siz ne kadar kazanıp ne kadar harcıyorsunuz" gibi cümlelerle gelinebiliyor. ne diyeyim ki buna ben? kendiminki dışındakilerle ilgilenmiyorum şahsen, dileyen şato diksin, dileyen porsche alsın, dileyen salonunun duvarını 800*1000 ekran televizyon ile kaplasın üzerinden de ışın kılıcı çıksın, açıkcası umrumda değil, olmaz da).

"prosecco" - 188 kere. sadece ben. 188 kere.

"carlo"- 488 kere. 4 kişi 122'şer kere "carlo"

p.s. sicilya'dan sonra ben uzun bir süre burada pizza da yemem, makarna da. almayayım, alan alsın benden uzakta.
p.s. (2) okuyup sonra da arayıp telefonda "höööö palermo'ya gitmediniz mi, palermo gezilmeden sicilya gezilmiş sayılmaz" diyeceklere şimdiden " buyur kendin git" diye kısa bir cümle telaffuz edeceğim çünkü sonrasında yorulmak istemiyorum.

ama never on sunday... hem de o kadar never on sunday ki yüzümdeki muzır tebessümüm baki.

Saturday, September 26, 2009

(gece) çıkmadan önce # 8

sezonu açan mekanlar akabinde sicilya sonrası ilk gece çıkması, mutluluk, keyif, dinginlik, gerzek bir rahatlık, esen havaya uygun giyilmesi beklenenler ama asla giyilmeyenler ama mutlaka leopar ve ayrıca goldie ...

p.s. aslında goldie-state of mind koymak istiyordum sayfaya ama bulamadım; olsun goldie goldie'dir.

Keyif hali sebebiyle "cuma eğlencesi"

Manasız yoğun, raporlar, bitmeyen raporlar, yazılar dolu günlerim geçse de gerzek bir rahat halim var. Herkese ve her şeye dair. Biraz keyif bir rahatlık sonuç kool ruh hali. O kadar dingin görüyorum ki her şeyi, galiba başka bir ruh halinde, başka bir dünyadayım. Aslında dün yazacaktım cuma eğlencesini ama masal yazmaktan değil halim, vaktim kalmadı. Masal sebebiyle pazartesi sabah çok erken gidip rapor yapmam gerekecek ama umrumda mı? Değil. Birçok şeyin olmadığı gibi çünkü "tamamdır her şey, rahat". Tabii bu rahat halim beautiful people'a dair geçerli değil. Özlemişin de sallamayı, heyecanlıyım biraz.Adını filan bilmiyorum ama ingiliz bir şarkıcı hatta bunun grup arkadaşları ile arası filan kötü-ingiliz tabloitlerinin sitesine de giriyorum, evet. Tek güzel sayılabilecek olan deri ceket (ki daha güzelini d. a.k.a. louboutin'e sipariş verdim) ve belki küçük el çantası ama bunlar bile ne o saçları ne eteği ne de sonucunda çıkan kabus ifadeyi kurtaramıyor.
Sözde it-girl'ler. Soldaki Alexa Chung sağdaki ise Agyness Deyn. Bence ikisi de kötü. Hele sağdaki ağır kötü. Gerçi resimdeki esmer hali platin sarı halinden çok daha güzel çok daha rafine. Soldaki ise bilmiyorum fazlasıyla ince fazlasıyla masum hatta hanimne iyi aile kızı görüntüsünde geliyor. Bilmiyorum zaten bu "it-" olayına karşıyım bunlar da olamazmış gibi geliyor ya da anlık çerezlik, tadımlık işte;yarına kalmazlar.
İşte fotoğraflardaki açı, ışık gibi etkenlerin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir resim. Resimdeki taş gibi kadınlardan top model Bar Rafaeli. Peki o sağ bacağının dombili hali nedir? Ya da bu mümkün müdür? Bence değil. Muhtemelen kendisi o kadar ince ki benim pantalonumun tek bacağına o ikisini birden sığdırır; hem de zorlanmadan. O zaman anlıyoruz ki giymek için seçtiği abidik gubidik bir tasarım dışında fotoğrafın çekilirken bulunduğu açı, ışık sonucun niteliğini etkiliyor. Yani bundan sonra resimlerde dombili çıkınca hemen dombiliyiz diye bunalıma girmiyoruz. Eee yalan değil, eğer Bar Rafaeli'nin bacağı dombili ise benimkisi herhalde Michelin kamyon tekerleği.
Yorumlarımı topluca yapacağım çünkü forever bedroom eyes Carine Roitfeld ve evlatları eğlenmeye çıkmışlar. Carine Roitfeld, Mario Testino ile, oğlu italyanların ikonlarından yine bir Vogue kızı Giovanna Battaglia ile, kızı ise leydi bilmmem ne ile poz vermiş. Bence kız çocuğu Roitfeld tamamdır, gayet güzel kendisi elbisesi ayrı güzel. Hele annesinin artık haliyle ilerlemiş yaşına bakmadan bacak tarafı transparan kıyafeti ile karşılaştırılırsa (bizde bir manken yok muydu miss model filan bir şey, böyle bir elbise giymişti her tarafı gözüken ve sürekli de mavi lens takıyordu gözlerine). Oğlan çocuğu da eğer 27 yaşındaki haline Giovanna Battaglia ile beraberse eyvallah diyorum ben. Yalnız söylüyorum bu ailede göz kalır. Böyle şuh resimler böyle şaşalı hayatlar diye millet delirir basar bunları evlerinin önünde, pusuda beklerler valla çantaları ya da daha doğrusu ayakkabıları almak için. Hele bir de buraların insanı olsalardı millet ne laf ederdi, ne ağır ithamlar ne göz dikmeler olurdu. Habis ruhlu bir milletiz bence, kesin çekemeyip kıskanırdık. O kadar kendimize güvenimiz yok o kadar gözümüz başkasının mutsuzluğunda sağlayacağımız mutlulukta ki tahammülümüz yok mutlu keyifli mesut olana.İbretlik olsun diye koyuyorum. İzlemediğim dizilerden Heroes'un oyuncusu benden herhalde bir 10 yaş küçük kız. Bence bayağı kötü. Hele burada bu elbise bu makyaj bu kırmızı ruj rengi bu oranj ten rengi ve bu saç ile o kadar kötü o kadar yaşlı gözüküyor ki yanyana duralım, beni kardeşi sanıp içkili mekana almazlar.
Ya şu Bob Geldof ve kızlarını alıp bir yere kapatmak istiyorum. Her yerden bir tanesi çıkıyor. Yok Peaches yok Pixie yok bir şey. Nasıl bir aile anlamadım ki? 3-4 tane kız var hepsi garip isimli hepsi bir kalas hepsi bir moda deney tahtası. Ya ne bu şimdi? Bizim Sıraselviler'de "gitme kal" birahanesi'nin üstündeki perukçuda daha güzelleri var, yemin ediyorum. Alıp göndereceğim para filan da istemiyorum, benden olsun, hediyem olsun. Yeter ki çıkmasın dergilere oraya buraya.


Bazen güzel bazen sıradan olabiliyor ama burada bayağı güzel gözüküyor 40'ını aşmış eski top model Helena Christensen. Elbisesi ayakkabısı saçları gayet güzel. Hatta iğrenç bir insan olarak kadim dostum Sekvotka 'ya bir selam gönderip "milf" diyeyim bitireyim geceye gitmeye hazırlanayım...

Twitter üzerinden samimiyet

Ben asla beceremem ve kesinlikle büyük bir skandala imza atarım ama twitter eğlenceli, kimi zaman da işe yarayan bir hadise. Küçük küçük, kısa kısa cümlelerle herkese bir şekilde mutlak ulaşımı sağlıyor (manasız şekilde sayfalarını kapatanları geçiyorum).
Bir de twitter üzerinden yaşanan bir sosyalleşme durumu var. Aslında birbirinden bihaber olan, tamamen farklı hayatlar yaşayan insanlar (mesela hayran olunan ile hayran gibi) bir şekilde birbirleriyle konuşma, irtibata geçme olanağı hatta daha doğru bir tabir ile fırsatı buluyorlar (ancak azizim, biz türkler ilginç insanlarız vesselam. misal geçenlerde pek sevdiğim pek akıllı pek zeki pek yaratıcı muhteşem bir blog yazarı gitmiş thierry henry'e twitter üzerinden arda'yı sormuş. okudum. inanamadım. okumadığımı sandığım için bir daha okudum. ve okumak istemedim. ama herhalde cehaletten gelen özgüven böyle bir şey olsa gerek).

Mesela celebriti takımı ile entellektüel olmayan ama ortalama türk insanının bir gömlek üstü birikime sahip gazeteci-köşe yazarı-muhabir-editör takımı arasında olan sosyalleşme durumu. Yani celebs vs average white (wo) men (elbette ki bizim coğrafyadakilerden bahsediyorum). Yok yurt dışında adres sormalar, "siz"li bir ifade kullanarak yardım etme durumları ve tabii en bombası doğum günü kutlamaları. Gerçekten de bir insan şahsen tanımadığı, beraber vakit geçirmediği, aynı dünyalaru paylaşmadığı - belki beğendiği belki hayran olduğu, orası ayrı- birinin neden doğum gününü kutlar ki? Ne o, birbirini takip ediyorlarmış, listesinde varmış. Hmm çok şahane bravo. Twit takip demişken bende bir hikaye var: şimdi, bu yukarda saydığım average white men twit team içinde beğendiğim- ama o kadar, fazlası değil- , hoş bulduğum (muhtemelen boş bulacağım) bir tanesi, benim (ayrıca a. ailesi'nin) gayet yakınım olan beraber yemekler yediğimiz, görüşmekten zevk aldığımız gerçek anlamda bir celeb insanına request yollamış. Yollamış ama bizimkisi istememiş, kabul etmemiş. Geçenlerde bir gün beraberken brunch esnasında söz twitter'a gelip de "aaa şoktayım senin yok mu, ama neden? ama evet seni düşününce hayır olmamalı, peki senin ne zamandır var?" cümleleri konuşulurken konu bu yeni nesil ridikülden hallice average white (wo)men gazeteci tayfasına ve sayfalarına gelip " yaa bebeğim sayfasını kapamış okuyamıyorum" dediğimde superstar 'dan gelen cevap "o mu? kim o, ben pek tanımıyorum, bana request gönderdi de ben reddettim" olunca "lütfennn lütfen ekleee listene hemennn" diyerek tepesine bindim ve delikanlının request'inin kabul olmasını sağladım. Yani küçük paşanın takip ettiği ve hatta hayran olduğu celebriti tarafından kabulu, sayfasının okunması kendisinin muhteşemliğinden (!) ziyade, benim kendisine dair - yarına zaten kalmayacak- hercai ilgim sayesindedir. Bu daha sadece hikaye #1 .

Bununla beraber aslında "siz" ile konuşma biçimini veya fransızca söylemi ile vouvoiement denilen sözlü ifadeyi eleştirmiyorum. Aksine taraftarım hatta hayranım. Çok sever, "siz" kullanarak konuşulmasınına da bayılırım. Sadece, şahsen tanımadan ekrandan filmden sahneden bilinen bir insana "doğum gününüz kutlu" olsun diye yapay bir mesaj göndermek bana göre sürekli öğretmenine yakın olmak için en önde oturan, her teneffüs yanına giderek konuşan inek ve bir o kadar da ezik öğrenci zihniyetinden farklı değildir. Yapay insanları, yapay hayatları, mış gibi hayatları sevmiyorum.

Dream on # 11


yeşilköy, çiroz, a bloğun önü, diana ross, aretha franklin, diana ross konseri ,merdivenlerden koşarak geri dönen f., gözükmek, "spotted", backstage, love hangover, "if there's cure for this" diye başlayan diana ross'un bizi sahneye çekmesi, berry gordy dedikodusu ve love hangover-forever.

Thursday, September 24, 2009

Sicilya'dan dönüş


Daha uzun yazardım ama ne yazık ki çalışmak zorundayım, uyanmak zorundayım, yapmam gerekenleri yapmak, yazmam gerekenleri yazmak (ki bunların içerisinde çok ama çok önemli bir şey var) zorundayım, Sicilya'da dünyaları -ama cidden dünyaları- yiyip içtikten sonra üşenmeyip taşıdığım ve getirdiğim lezzetleri yememek ve uzunca bir süre perhizime dikkat etmek zorundayım (kiloyu gayet geçtim ama reflüm ve şekerim beni bitirecek, süründürecek seviyedeler, o kadarını diyeyim ben.).
Ama Sicilya güzeldi. Hayat güzeldi. Duvarlarındaki graffitiler güzeldi. Biz güzeldik. O halde sorun yok...

Thursday, September 17, 2009

Gidilen yer ve orada uyulacak kurallar

Valla adamların şakası yok. Eğer girersen kuralları var, sonuna kadar uyacaksın, yok uymazsan zaten ne olacağı belli, gideceğin yer kesin, istersen şimdiden Aşiyan'da yerini hazırla.

Biraz kırmızı şarap, biraz peynir, biraz deniz mahsulü, biraz deniz, biraz doğa, biraz volkan, biraz bağırarak konuşan insan, biraz kavga, biraz patlayan silahlar, biraz geride kalan dul kadınlar, biraz güney, biraz daha da güney, biraz anlaşılmayan italyanca, biraz mafya, biraz korku, biraz çekince, biraz Sicilya, biraz efsane, biraz her şey biraz biz biraz onlar biraz dünya biraz kargaşa...

Önümüzdeki günlerde oradayım. Beklerim derim ama yalan olur; gelmek isteyen gelir zaten.
  1. No one can present himself directly to another of our friends. There must be a third person to do it.
  2. Never look at the wives of friends.
  3. Never be seen with cops.
  4. Don't go to pubs and clubs.
  5. Always being available for Cosa Nostra is a duty - even if your wife is about to give birth.
  6. Appointments must absolutely be respected.
  7. Wives must be treated with respect.
  8. When asked for any information, the answer must be the truth.
  9. Money cannot be appropriated if it belongs to others or to other families.
  10. People who can't be part of Cosa Nostra: anyone who has a close relative in the police, anyone with a two-timing relative in the family, anyone who behaves badly and doesn't hold to moral value

Wednesday, September 16, 2009

12'yi geçmeden çalınan istek şarkısı...






Şu bir gerçek ki ben "tesadüf" insanıyım. Daha bugün İ.D. ile "ya keşke Terry Richardson sergisi yapsak hatta kendisinin İstanbul rehberi ben olsam" diyordum ki bilgisayarı açıp karşıma kolları dövmeli hafifçe sapkın bu adamın Sweet Child O'Mine serisi çıktı. Seri güzel, kız güzel, Terry Richardson'a ayrıca hayranım ve bu sözlerim sana B. "saçlarımı bu kadar uzatacağım ve sahip olmak istediğim model tam olarak bu. biliyorum beğenmiyorsun, Anna Wintour halimi tercih ediyorsun ama emin ol resimdeki kız kadar uzun olmasını istiyorum, sakın laf etme".
O halde Terry Richardson, sex sells, Sweet Child O' Mine, Axl Rose, kızıl, sarışın, sakallı, çekici, ...
Ha bu arada, kimse-en yakınlarım dahi- kusura bakmasın ama 30 yaşından sonra yaşananlar beni hiç bağlamaz, bu şarkı benim şarkımdır, ilk ilk gençliğimin şarkısıdır. Yeşilköy Andelip Sokak sakinleri şarkının en bilindik yeri girişindeki Slash'ın gitar solosundan az çekmediler, J.A. ve F.A.'ya az şikayette bulunmadılar ( tipik şuursuz bir ergen vaziyetinde belirli sürelerde belirli şarkılara takık olarak mahallenin kabusuydum. 90lık kasete arkalı önlü sadece sweet child o'mine kayıt yapılır mı? demek ki yapılırmış ve dinlenirmiş. tüm mahalle ile birlikte.).

Şarkı 1986-87 yılında Axl Rose'dan ilk karısı Everly Brothers'ın kızı Erin Everly'e, maço ve sert erkeğin "gözlerin gökyüzü mavisi,o gözlere bakamıyorum" tadında aşk sözleri halinde akıyor (hoş sonra her aşk gibi bu da bitiyor; elbette Axl'cığım'a yakışan kavgalı dövüşlü şekilde.)

Monday, September 14, 2009

Wish list, 6

Ne spor seven ne de spor giyinen bir insanım. Ayrıca pantalon veya kot da pek sık giymem. Ancak yukardakini çok beğendim. Hem de beyazını beğendim. Başka rengi de olur da beyaza hayır demem. Galiba alacağım-eğer bulursam. Hatta sanıyorum yarın artan popülerlaritesi ve bilininirliği ile beni kalbimden yaralayan lastik pabuççu çocukları arayıp soracağım. Gerçi altındaki lastik bölümü epey bir çirkin ama yine de güzel model. Nike da hiç sevmem giymem, herhalde bu ilk olacak.

Ayrıca altın Casio saat öngörümde haklı çıktım. Bütün kendisini "farklı, trendy, moda cadısı tadında moda dergisi okuyucusu hatta sürekli vintaj giyinen mankenlerle arkadaşlık eden" kız takımının kolunda çok severek aldığım taktığım saatten var. Yemin ediyorum bir anda midem bulandı. Biliyorum ki bu onlar için geçici ve yarın başka şey moda olunca gidip onu alacaklar ama bu süreç çok sıkıcı. Balenciaga çantalarda aynı şey oldu; verdim. Keza Mulberry Roxanne'de de benzer durum yaşandı; almadım. Ama bu altın casio tam bendir. Daha doğrusu altın saat seviyorum. Yalan değil şimdi. Altın Rolex de takarım nal gibi hiç çekinmem, altın Raymond Weil de, ki takıyorum ... Ama bu Casio daha eğlenceli daha ludique bir şey. Bitsin modası istiyorum bir an önce.

Sunday, September 13, 2009

Never on sunday : " cuma eğlencesi"

Muhtelif aksilikler, yaşananlar derken bir anda ihmal ettiğim, yazmayı nedense es geçtiğim cuma eğlencesi'ne dönmek istedim. Ki garip yağmurlar, garip havalar, garip zamanlar mevcutken, gökyüzünden bize bereket değil de kabus yağıyorken...
New York insanını seviyorum. Garip bir tutkusu, yaşama dayanma tutunma gücü var. Ve belki de en güzeli herkesin bir şekilde oralı olabilmesiyle ilgili; gidip yaşadığın hayata katıldığın sürece NY'lusun. Nerede doğduğunun vs hiç önemi yok. Ha tabii bir de biz genç türkler var. Her yerde olup her yerde türklerle dolaşan, türklerle beraber olan, türk lokantalarına giden ve sürekli Türkiye'yi özlediğini dile getirenler vs. Hemen geçiyorum bu sıkıcı grubu ve resme geliyorum. Sağdaki gülen insan ki bence gülmeyip ciddi suratsız ifadesi ile ortalıklarda dolaşmalı, Daria Zhukova. Kendisi zengin ruslardan; babası bayağı zengin rus oligarklardan, sevgilisi ise muhtemelen daha da zengin daha da popüler bir insan olan Roman Abramovich. Elbisesi güzel, ayakkabıları bence çirkin ama o elbisenin altına olmuş ve galiba kendisi hamile. Gerçekliği hakkında hiç fikrim yok ama görüntü, elbisenin üst kısmının dar olup altının çadır gibi geniş olması, topuklu giymemesi ve yüzdeki geniş gülümseme itibariyle bence hamile.
Arkadakileri bir şekilde biliyoruz da öndeki gözlüklü şu küçük kız kim? Kendisi Tavi Gevinson, 13 yaşında ve geçen sene tutmaya başladığı moda günlüğü sayılabilecek " style rookie" adındaki moda bloğunun sahibi. Kendisi ayrıca Daria 'nın başında bulunduğu POP dergisi'nin kapak kızı. Söylüyorum kendisi geleceğin Anna Wintour'udur. Eğer bundan 10 yıl sonra dergiler hayatta kalmayı sürdürürse. Ama bence kalır, Tavi de 22-23 yaşında böylesine yüksek bir pozisyona gelmiş en genç insan olur. Ha arkadakiler mi? Soldakini bilmem de-belki annesidir-, bir moda olduğu idda edilen müthiş sönük insan Sofia Coppola ve Rodarte markasının tasarımcı kardeşlerinden biri.

Aynı gece, Tavi ve diğer people insanları. Gwen Stefani 'nin ne tipini beğenirim, ne müziğini, ne olmayan tarzını, ne de L.A.M.B adındaki markasını. Tek kelimeyle kabus bir kadın. Kuaförde türk moda dergilerini okurken Elle 'in kapağına koyduklarını fark ettim ve kendisine dair "beğenmeme" halimde bayağı yalnız olduğumu düşündüm. Fakat haklı olabilir insanlar, demek ki hitap ettiği bir kesim var ki bence "average white girl"dur kitlesi. Bizden de beğeneni çok sanki. Ama biz kızlarda hep genç kalabilen-özellikle de doğum yaptıktan sonra- kadınlara karşı fazlasıyla bir beğeni söz konusu. Ve muhtemelen kendi başımıza gelirse nasıl olacağını tahmin ederek korkuya kapılıyoruz. Ancak ne olursa olsun Gwen Stefani şu çirkin saç rengi çirkin kırmızı ruju ile hayatta özeneceğim kadın tipi olamaz-karın kasları ne kadar muhteşem olursa olsun. Yanındaki de emekli rockçı kocası, ki bence adamın müzik hayatı bu kadınla evlendikten sonra kaydı; hoş müzisyen hali de çok matah değildi. İbretlik olsun diye koydum bu resmi. Kız hoş, uzun ince bacak boyu benim boyum kadar, hadi giydiği elbiseyi de anladım -ki ben tek omuzu kapalı elbiselerden nefret ediyorum ama zaten elbisenin modeli gereği boyundan geçen yakası varken neden kolyeleri mücevherleri takıp takıştırmak ister ki? Görgüsüzlükten mi cehaletten mi yoksa kedi yağı bol bulunca kıçına sürermiş misali her şeyden takmak her şeyi göstermek istemesinden mi bilmiyorum ama sıkıcı olmuş. Yanındaki de herhalde elbisenin tasarımcısı.
Kötü müzik yapanları bırakıp gerçek müzisyenlerin yanına gelirsek elinde şampanya kadehi ile duran ve hiç yaşlanmayan Bjork ve Nellee Hooper. Nellee Hooper müthiş prodüktörlerdendir. Gerçek anlamda. İçimden geldi, biraz Bristol olsun istedim sayfada. Erken yaşta rehab tecrübesi yaşayan Hollywood starlarından Mischa. Üzerindeki dore cekete tavım, bulabilmeyi ummuduğum payetli ceketlerden. Ama böylesi, yoksa bende de var payetli ceketler vs. Ayrıca yanındakinin leoparımsı elbisesi de şahane.Kool ötesi Chuck Bass karakterinin dizisi Gossip Girl'den "fakir ama iyi genç kız". Dizideki hali de kötü ama dışarda daha da kötü giyiniyor. Şu giydikleri nedir, o saç rengi ve boyu ve tabii hiçbir şekilde kendisine yakışmayan ruj rengi nedir? Kötü ama öyle böyle değil, ağır kötü,resmen kabus (geçen gün f.a. ile konuşurken "ağır kötü" dedim de azarımı işitip oturdum yerime. biliyorum benim gibi iyi ve düzgün türkçe konuşup yazan biri böyle yanlış ifadeler kullanmamalı ama sanıyorum ki gündelik hayatın dile kattığı bazı ifadeleri çok seviyorum; "ağır kötü" gibi).
Uzun zamandır ilk defa Anna Wintour 'u beğeniyorum yukardaki resimde. Elbise güzel, rengi güzel, taktığı takılar güzel ve cidden uzun süredir sıradan Anna Wintour halinden çıkmış, iyi olmuş.
Gençler, iyi akşamlar? NYC gençleri. Büyük gözükseler de muhtemelen benden en az 5 yaş küçüktürler (benden sadece 1-2 yaş büyük olup da ne kadar kabus, ne kadar sıkıcı, ne kadar vasat hayatlar sürüp genç ve güzel olduğunu düşünenlerin olduğu gibi. just an illusion. ama bu "just an illusion" hadisesinde en bomba durum insanın elindekini bambaşka görmesidir.misal eldeki güzel marmara'dır ama insan onu petrus gibi yansıtır. kendisi de çok iyi bilir ki o sadece güzel marmara'dır hadi 1-2 akıllıca hareketle, şekle sokma ile en fazla"angora" olur ama dışarıya "petrus" olduğunu söylemek zorundadır çünkü o da çok iyi bilir ki bir güzel marmara asla petrus olamayacaktır, üzümü, soluduğu hava, beslendiği toprak her şeyi ile farklıdır ama öyle söylemek zorundadır çünkü hem her şeyin farkındadır ve hem de her şey için çok geçtir ) . Ben tabii ortadakini beğendim. Pembe taytını geçiyorum ama yamuk gülümsemesi saç rengi ile sanki bir anda içten gelen bir tanış hissi yaşadım (yani o kadar ny'luyum. hoş, serdar turgut var asla geçemeyeceğim ama olsun o erkek ben kız, liglerimiz farklı). Deliler gibi gözlük takmak istesem de gözlerim bozuk değil yokşa şahane halime bir katkım daha olurdu. Zut alors!NY'lu gençler eğlenmeye devam ediyor. Model manken filandır ama çok güzel kız. Herhalde 17-18 yaşındadır. Young and Beautiful insanlardan kendisi. Cidden güzel. O mini ötesi neredeyse olmayan beyaz elbiseyi giyebilmiş olup sokaklara çıkmasına ve bacaklarının güzelliğine ayrıca hayranım. Gerçekten de güzel güzeldir bu dükkanda (çirkin de çirkin).
Benden dahi büyük yaşlı sayılacak, ifadeli bir yüze sahip güzel mankenlerden Shalom Harlow. Shalom ibranice de barış demek ama ona bu ismi koyan ailesi musevi değil. Şu ışık yüzünde parlamasa daha da güzel çıkacaktı ama böyle de güzel, elbisesi güzel kendisi güzel taktıkları güzel. Çizmeler hariç. Ama kendisini beğendiğim için bu detayı geçiyorum ve uzun zamandır göremediğimiz Hana Soukupova'yı İpekyol reklamlarında gördüğüm bilgisi ile bitiriyorum .
Ayrıca dün gece maça gidenleri çok kıskandım, gitmek dahi istedim ve bir şeker hastası olarak yediğim çikolatanın haddi sebebi yok, herhalde birazdan şeker komasından gideceğim.
never on sunday...

Saturday, September 12, 2009

Yani?


Çok küstahça, çok kool, bir o kadar çekici bir laf. "yani?". Bayılıyorum. İngilizcesine olduğu kadar fransızcasına da. Rockcee'ye yapıp delirtirdim " et alors?" diyerek. Muhtemelen delirir, o an için öldürmek isterdi ama galiba çekici de bulurdu bu küstah ifadeyi. Sanırım biraz tavırla biraz da kişinin şahsiyeti ile ilgili. Herkese olmaz, herkes söyleyince cazibesi olmaz, çekici gelmez, iticilikle cezbedici arasında sınırdır dudaktan dökülen so what? hali. Birkaç karşı cinste çok çekici olduğunu bizzat görsem de genelinde itici ve çirkin duruyor. Ama erkek egosu fazlasıyla yukarda olduğu için genelde onlarda her şey harikulade ve muhteşem durur ( hmm evet tabii o kadar doğru ki ).
Bize dönersek, öyle veya böyle, eee yani? Bayılıyorum bu tarz ifadeye... forever...

- "some will some won't, so what?"

- "in life we'll win, we'll loose. but so what?"

bertolt brech - "boy meets girl, so what? "

Ha bir de unutmadan Miles Davis var, 1959 yılı Kind of Blue'dan (ki bu haliyle özel basımlar filan yaptılar) " so what" vardır. Başını biraz geçmek lazım, sonrası her müzik dinleyicisine aşina-gibi.

52

Sanıyorum sonunda buldum. Uzun zamandır aradığım, bazı sevdiğim karşı cinsten yürüttüğüm, ya da daha açıkca "bu gömleği alabilir miyimmm" diyerek el koyduğum erkek gömleğini buldum. Kendime. Bedeni 52. Markası Missoni. Hoş şahsen en rahat ve erkeksi gömleklerin -ne yazık ki- Ralph Lauren olacağını düşünüyordum (ki ralph lauren hiç sevmem, hele o at nalı boyutunda bastığı armalı gömleklerinden uzak dururum) ama Missoni muhteşem beyaz gömlek yapmış. Ne yazık ki sadece erkeklere. Biz kızlar içinse sıkıcı, "girly", tipik plaza kadınına hitap eden kabus kesimli gömlekler düşünülmüş. Bu sanıyorum ikinci oluyor; mağazanın erkek reyonuna girip kendime gömlek aldığım. İşin komiği erkek tarafından kendime gömlek alsam da sonrasında aynı markanın kadın reyonuna gidip gayet tipik missoni, "kız tipli" bir bluz almam oldu. Ama bluz başka şey, hele omuzdan düşen daha triko şey ama gömlek (beyaz gömlek hele) bambaşka şey.
Ve tabii en şahanesi, aldığım bu gömleğin cidden sabah kalkıp sevgilinin gömleğini giymiş görüntüsü vermesi. O kadar kool o kadar müthiş.

Erkeklerdeki 52 beden "large" oluyormuş biz kızlarda. Evet, epey uzun oluyor ama omuzlar dar ve güzel duruyor. Yakalar zaten kalkmalı.
forever koollness

Friday, September 11, 2009

Ne kabus bir ay eylül


Cidden ne kabus bir ay şu eylül ayı. Her şey bu ay olmuş; yok 11 eylül, yok 12 eylül darbesi, yok geçen günkü sel felaketi. Kabus resmen. Hoş, şu günlerde pek özlediğim J.A.'nın doğum günü önümüzdeki günlerde, ya da bugün London Girl Sarah 'nın doğum günü, hatta yarın da Efsane'nin doğum günü gibi güzel vesileler olsa da sanıyorum eylül ayını sevmiyorum. Sonbahar insanı değilim. Kış evet, kar evet, soğuk evet ama sonbahar hiç bana göre değil. İlkbahar elbette, hatta forever spring ama sonbahardan hoşlanmıyorum. Yağmurdan hoşlanmıyorum öncelikle (gri gökyüzü evet yağmur hayır). Bir de romantik bir insan değilim bence ben. Öyle solan kahverengiye çalan yapraklar, Automn Leaves şarkısı gibi duygusal haller daha doğrusu "sona doğru giden" haller bana göre değil. Kış şahane mesela. Soğuk hava bir dirilik bir canlılık katıyor insanın kanını kıpırdatıyor. İlkbahar zaten mevsimlerin en şahanesi. Tam bir başlangıç, mutluluk, heyecan, coşku anı. O kadar harika ki. Ama eylül. Yok hoşlanmıyorum.

11 Eylül 2001'de Strasbourg'da her yaz dönemi olduğu gibi okul açılmadan önce sınıf geçebilmek için her zamanki gibi ikmal sınavından çıkmış evime gidiyordum. Galiba ekonomi tarihiydi sınavım ama 4 saatlik sınavlardan olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Son evime taşınmıştım yazın İstanbul'a dönmeden önce. Çok güzeldi hatta muhteşemdi. Ev muhteşemdi, hayatım daha da muhteşemdi. Sınavdan çıkıp A.'ya uğramıştım her şeyden bihaber vaziyette yemeğe gidelim diyecektim "şehrine uçaklar saldırmış" dedi, eve girdim televizyon açıktı, seyrettim ağzım açık kaldı, çok acayip gelmişti uçakların binalara girmesi. Sonrasında günler boyunca bütün gazeteleri almış her şeyi okumuştum. Cidden çok acayip bir şeydi.

8 yıl olmuş. Neler gitmiş neler gelmiş neler bitmiş neler başlamış. Hayatın tarifi çok zor. Benim için, herkes için, selde evi giden için, 8 yıl önce New York'ta ölen itfayecinin bugün 8 yaşındaki çocuğu için...herkes için. Tarifsiz, tanımsız. Eğer güzel gidiyorsa ne ala. Kıymetini bilmek lazım eldekilerin. Gerisi boş. Bak insan bu kadar modern bir zamanda modern köyde sele kapılıp gidiyor veya müthiş teknolojik yüksek katlardaki mevkisi parası itibari yüksek ofisinde çalışırken ona doğru gelen bir uçağı görüyor ve her şey bitiyor.
Kıymet bilmek lazım. Sahip olunanlar için müteşekkir olmak ve yine sahip olunanlara hoyrat olmamak lazım. Bence.

Wednesday, September 9, 2009

Mezarlara tükürmek



boris vian, 1946


"L'homme est le seul animal qui accepte de mourir pourvu qu' il en tire un plaisir (stupéfiants, alcool...). "

Bu ülkede kim utanır kim utanmaz?


Bu ülkede ben utanırım, sen utanırsın belki ama ne politikacısı, hem başbakanı, ne valisi, ne belediye başkanı, ne yıllarca rant için her şeyi tehlikeye atan yöneticisi utanmaz. Hem de hangi partinin adamı olursa olsun pişkin yüzü ile karşımıza çıkar ve yine pişkin pişkin gevrek gevrek "küresel ısınma" der, "allah böyle istedi" der, "yapacak bir şey kader bu" der. O kadar sıkıcı, o kadar üzücü, o kadar yürek yakıcı ki insanın hiçbir şey yapası konuşası gelmiyor. O yüzden sadece ben bu adamların (yönetici, bürokrat, politikacı), bu yönetim zihniyetinin, rant için neredeyse evladını satacak kadar alçalabilen bu pisliklerin topunun mezarına tüküreyim (evet, bence ölebilirler, hiç mahsuru yok, eksiklikleri hissedilmez zaten) ...

Tuesday, September 8, 2009

Sadece

... this is not america, the ecstasy of gold, roni size, dilated people, new york state of mind, rakim, don't look back in anger, yesterday is here, gymnopédies, tom waits, g'd canyon, give it to me right, state of hip hop, erik satie, it was a good day, piano concerto no 2, ghetto after life, talib kweli, sergei rachmaninoff ...

Monday, September 7, 2009

Müthiş bir tanım


İlk defa duydum ama kesinlikle müthiş bir tanım. "sapsız üzüm". Nasıl da uydu kendisine! Ayrıca uçaktan da korkuyormuş, gitmiş gelmiş cevap da yazmış hemen.

Sunday, September 6, 2009

Never on sunday # 8

değişen muhteşem yatak takımlarının orkide-falenopsis- ile uyumu, pazar sakinliği, yaz pazarının hafifliği, gazeteler, ekleri ama daha çok new york times hatta financial times, elbette vogue uk, roll, müzik, müzik talebi hatta siparişi, yapışma, pompacı hatta pornocu, cumartesinin gününün tebessüm ettiren hali, "enişte", cumartesi gecesinin yaz hali, m. hali, straplez hali, artık uzun saçların yandan örülü dağınık hali, cebime harçlık koyan hali, new york state of mind hali ve daha sadece öğle hali, devamının muhtemelen sabahattin 'de devam edecek hali... never on sunday ... (belki dönüşte devamı gelir)

p.s. straplez hali; bence oldukça sıradan iken bir şekilde çekici, muhtemelen 10 yıldır tanıdığım adamlardan dahi "bu elbise yeni mi" hali, fantastik şekilde hiç beklenmedik şekilde beklenmedik insandan gelen "enişte" cümlesinden sonra haliyle karşılaşılan "enişte"ye straplez elbise ile yapışma hali, bundan diggin' for strapless dress-forever-.

--- sabahattin sonrası---
elbette straplez elbise, siyah (bundan sonra giyebilsem donumu straplez giyerim) d. a.k.a. louboutin, araba ile gelip alması, trafik, cd, muhteşem cd, muhteşem şarkılar listesi, balıkçı sabahattin, "sizin her zamanki masa hazır", yeni rakı'nın yenisi yok, kara efe yok, tekirdağ var, o konu, bu konu, o dedikodu bu dedikodu, frankie ve geri kalan her şey, "enişte" ve şoktayım", ny city planları, hatta taschen'den çıkan new york kitabının çevrilen sayfaları ve akabinde gelen program ve şok şok şok, altın casio, altın rolex, d.'den gelen "yani ben takamam da sen şimdi taksan altın rolex hiç garipsemem, olur olmuş derim" cümlesi ve buna "kesin takarım, hiç tartışmasız" cevabı, mekan sahibinden katılan rolex tartışması, eve girmemek istememem, " anotherstar...sokma beni oralara...", ....

never on sunday...


....


I heart ...
I'm the believer...garip ama gerçek.

Saturday, September 5, 2009

Bitmedi, daha biraz daha var.

Bitmedi. Aslında bu sabah yazacaktim ama erken çıktım, buluştum, yedim içtim gördüm öpüştüm konuştum güldüm güldük "hadi ayrılalım sıkıldım ben" dedim taksiye bindim geldim çaldım dinledim ve bitmedi daha.

dün gece, bende, r., sevdiğim insan kool şahsiyet k., şarap, makarna, önce macallan, güzel bardak, yaşar kemal, ağrı dağı efsanesi, medya dedikoduları, bana dair bomba haber, touchdown, e. insan değil, yan, varaklı davetiye eksikliği ve sonuçları...

Bitmedi.
Daha yaz bitmedi. Bitecek ama daha bitmedi. Daha hoş bir havası var, şampanya içilecek havalar bunlar. Şampanya, crémant, prosecco, cava hiç fark etmez olur yani. Yeter ki köpüklü olsun, serin olsun, serin hissettirsin...

Bitmedi daha.

Wednesday, September 2, 2009

Kumaşı aynı olanlar


Kimi zaman iyi kimi zaman kötü bir şey "kumaşı aynı olmak". Neticede evet, bir etiketleme, klişe hatta bazen önyargı ama kumaşı aynı olan insanlar var. Ve dediğim gibi bu bazen gayet hoş bir iltifatken bazen de gayet kötü bir nitelendirme.
Olay bitmiş kapanmış seçilen seçilmiş artık ilerlenmeye başlanmış ama bizim eni konu düşük profilli, düşük eğitimli ( öğretim değil, eğitimden bahsediyorum), düşük bilgili kapasiteli medya dünyasında hâlen Vogue TR'nin başına geçen kişi ve diğer ünlü Vogue editörleri yorumları konuşuluyor, üzerine yazılıp çiziliyor. Elbette holdinglerce sahiplenilmiş gazetelerinin köşelerinden değil, kendilerinin yeni eğlencesi olan twitter sayfalarının üzerinden (şahsen benim yok, ayrıca twitter sayfamın olmasından çok korkuyorum çünkü sıklıkla yanlış insanlara yanlış mesajlar atan biri olarak biliyorum ki güzel ama intelligence limitée bir insan olan burcu esmersoy'un başına gelen benim hayli hayli başıma gelir, tüm dünyaya rezil olurum, altından da öyle kalkamam valla, ne yazık ki hiç pişkin değilimdir bazı konularda, belli olmasa da utanma duygum vardır).
Şimdi 30lu yaşlarında holding gazetelerinde köşeleri olan birkaç kadın gazeteci var. Hepsi müthiş güzeller, müthiş tasarımlar, müthiş tarzlar, müthiş moda biliyorlar, müthiş de egosentrikler. Hele hele bir tanesi var ki cidden son dönemlerde beni benden alıyor. Hem yazdıkları hem de egosu ile. Diğeri sanıyorum hem biraz daha güzel, hem de biraz daha havalı bir evlilik sahibi. Daha bir kool, daha bir dinamo taşları gibi dizili bir düzene sahip. En son bu ikisi kapışmışlar ama kapışmamışlar çünkü ikisinin arasında mümkün değilmiş öyle bir catfight durumu. Ben şahsen inanmam. Bugün o sular durulur ama hiçbir zaman bir göl durağanlığına gelmez. Gün gelir, o tırnaklar çıkar ve diğerinin yüzünü çizer, scarface gibi iz bırakır. Ha, bunu ne kadar dürüstçe yüzüne karşı yapar, ne kadar arkadan vurarak puştça yapar onu bilemem; bu artık yapanın haysiyetine kalmış. Ama kumaşları aynı ikisinin de. Biri poplin ise diğeri de pazen. O kadar; ne şantuk ne ipek ne saten ne keten. Poplin ile pazen !
Ha resimdeki Anna Wintour ve Carine Roitfeld'in de kumaşları aynı. Biri Amerikan Vogue'u, diğeri Fransız. Biri ipek, diğeri saten. Ha bir de Alexandra Shulman var ki ingiliz vogue'un başında, harikulade bir dergi çıkartır; Anna Wintour ve Carine Roitfeld'e göre daha az glamour kadındır ama kumaşı aynıdır. Yani biri ipek biri saten diğeri de özel işlenmiş moherdir. Yani bizimkiler, buradakiler gibi Poplin ile Pazen seviyesinde değildir olay.
O kadar sıkılıyorum ki bazen 3. dünyanın 3. dünya hırslarından...

Tuesday, September 1, 2009

Yaz yağmuru

Yaz yağmurundan nefret ediyorum. Islanmaktan, aslında havanın sıcak olup yağmurun altında gerzekçe ıslanmaktan bayağı nefret ediyorum. Hele bunun sabah olmasından ayrıca hoşlanmıyorum. İşin doğrusu normal yağmurdan da hiç hoşlanmıyorum. Tek sevdiğim-sanılanın aksine- gri gökyüzü. Başka bir cazibesi, çekiciliği var gri gökyüzünün ama yağmur, yağmurda ıslanmak, yağmurda yürümek, öpüşmek filan hiç mi hiç romantik değil, eğlenceli değil. Ama yağmurlu şarkılar güzel nedense.

1984 yılı, Eurythmics, " Here comes the again" . Arada bir Roxy 'de çalar. Nadiren. İşte çalınca da mutlu olan 3-5 kişiden biri olarak dükkan sahibi olarak ben burada çalayım. Ayrıca hâlâ hastayım. Ayrıca kolumdaki altın casio'ma hâlâ hastayım, hâlâ tavım (ama hâlâ günü yanlış gösteriyor. ama bu yağmurda lastik pabuç'a gidebileceğimi hiç sanmıyorum ve artık gerizekalı gibi aramaktan da utanıyorum "ya bu saatti nasıl ayarlıyorduk" diye).
whatever... hâlâ yağıyor. durmayacak mı?




here comes the rain again
falling on my head like a memory
falling on my head like a new emotion
I want to walk in the open wind
I want to talk like lovers do
want to dive into your ocean
is it raining with you
(so, baby) talk to me like lovers do
walk with me like lovers do
talk to me like lovers do
here comes the rain again
raining in my head like a tragedy
telling me apart like a new emotion
I want to breathe in the open wind
I want to kiss like lovers do
want to dive into your ocean
is it raining with you