Tuesday, December 31, 2013

O halde

2014'ün her günü keyifli mutlu huzurlu ve sağlıklı geçsin. gerisini sallayabiliriz. ama şampanya hep olsun dolapta, istediğimiz zaman çıkartıp içelim.

Monday, December 30, 2013

Breathe-Respire, VII

 

Biraz içimiz ısınabilir yahu...Gerçi bu ülkede zor bu işler de, olur ama işte kendi küçük dünyamızda. Olsun da ayrıca. Nefes almak lazım arada. Yıl da biterken. En güzeli nefes almak.

" Ne ile uğraşırsan osun"

İşte ne ile uğraşırsan o uğraştığın kadarsın. Her şeyinle sahip olduğun tüm sıfatlarla mevkiilerle ne olursan ol günün sonunda çapın o uğraştığın şey kadarsın, ne daha fazlası ne de daha eksiği.

Bravo gerçekten. Sabah sabah, yıl biterken, elbette bu millete huzur çok ama çok uzaklarda vadedilmiş bir ülke gibi iken, Pekin'den Londra'ya kadar bravo. Büyüklük böyle bir şey olsa gerek.

"...Akhisar Cumhuriyet Meydanı'nda Erdoğan'ın konuşması sırasında, meydana bakan yerde evi olan Nurhan Gül, evinin balkonundan Başbakan Erdoğan'a ayakkabı kutusu gösterdi. Protestocu Gül, Başbakan'ın yakın korumaları ve çevik kuvvet ekipleri tarafından evinden gözaltına alınarak karakola götürüldü..." (via hurriyet)

Friday, December 27, 2013

Arada yaşananlar, VII

her şey çok da mesut pek de mesut vaziyette akıp giderken, cenova 'dan getirilen ganimetler salı akşamı bir santa vittoria'nın sırrı ile kebapçı televizyonununda a. ailesi ile paylaşılırken, kadehler kaldırılır, hediyeler verilir, niyetler amaçlar yollar telaffuz edilirken yani ülkenin tüm fantastik ötesi gündemine rağmen kendi eğlenceli dünyasında küçük hayatlarımız devam ederken yine salı akşamı başlayan boğaz ağrısı, yorgunluk hissi derken 3 gündür evden çıkamamak, dün ilaca bugün ise antibiyotiğe başlamak, yarın akşamı inatla ertelememek, yarın sabaha zımba gibi kalkmayı ummak, inanmak, appy'i geliştirmek, ve tabii ülke sınırları içerisinde olanlara, mahkemeye davetlere, şaştıkça şaşmak, garip şekilde heyecanlanmak ama asıl yalakalık yapacağım diye köşelerinden görmedikleri "üzerimize işedi gezi eylemcileri" videolarını görmüş gibi yazmak, hala televizyonlarda vik vik konuşabilmek veya daha dün bağımsız vesayetsiz bir hayattan bahsederken yeni şafak veya türkiye gibi bir gazetede ya da twitter'da yazıp gayet geniş geniş yalan söyleyenlerin ne duruma düşeceğini çok merak ediyorum. dünya dönüyor sen ne dersen de, that's life bebeğim.

  p.s. söylediği yalanlar bir yana kirli sakallı sevimsiz haliyle td'de gevrek gevrek oturan ve tabii her şeyi ama her şeyi çok iyi bildiğini sanan köşe yazarlarının yanı sıra bu konudaki en büyük favorilerim belgeselde konuşan, methiyeler düzen, "ama çocuklarımın ismini biliyor" diyenler. gelecek de bir gün gelecek.



Wednesday, December 25, 2013

Dream on # 9

 dream on olsa da gerçeğe en yakın halleri ile bir kez daha yakalayınca iyice şaşırtıcı oluyor. Uyarı gibi geldi. Resmen "aç ve bak" idi. Gerçekten de uyandığımda kalkıp baktım. Abartılı hareketlere gerek yok, ver gitsin ve rahatla. Nasıl olsa duyacağım şey aslında duymam gereken cümle olan "teşekkür ederim" olmayacak.  Daha da doğrusu bir şey duymayacağım çünkü zaten yapmam gerekeni yapmış olacağımdan teşekküre gerek yok. Hele hele bugüne kadar duymadığıma göre bu saatten sonra da herhalde güzelliklere yaklaşacağımı düşünmüyorum.

Tuesday, December 24, 2013

Dream on # 8

sadece dün gece değil, belki de günlerce öncesine dayanıyor. garip değil, korkutucu değil, tedirgin edici değil, rahatsız edici değil, kabus hiç değil sadece ama sadece çok gerçek çok her gün yaşanılan hayat gibi. herhalde uyanıldığında ilginç kılan da bu olsa gerek. her şeyden öte "hiç şaşırtıcı değil", o kadar gerçek gibi ki fantastiklikten uzakta. o yüzden de tek bir dream on değil toplu sanki, hep beraber dream on.

gelen mesajlar, geldiğine şaşırılmayan mesajlar, kızlı erkekli, ablalı kardeşli, abili kardeşli mesajlar, söylenilen yalanlar, yenilen bokların ardından dile getirilen özürler, gidilen yemekler, yolundan dönülen haneler, yoldan döndüren yalanlar, sanki yalan söylemiyormuş gibi söylenen mazeretler, tahammülü zorlayan sesler, söylemler, tavırlar, aranılan insanlar, aradıkça aranmaması gereken insanlar, gelen hediyeler, verilen hediyeler, giden posta paketleri, açılan yılbaşı paketleri derken günlerin dream on'u...hepsi uyurken. hepsi gerçek. hepsi dream on.

Monday, December 23, 2013

Wish list derken, aralık ayı derken, o tarih derken, The New Yorker derken

Aralık ayı geldi de geçti hatta yıl bitti diye düşünürken yine o tarih, yine o ay, yine New York arzusu ve yine wish list. Muhtemelen bu yılın son wish list 'idir bu.





Motto # 2

"With too much pride a man cannot learn a thing. In and of itself, learning teaches you how foolish you are"

 Son zamanlarda bana kendisini sürekli hatırlatması neticesinde birilerine bahsettiğim cehalet bir şekilde böyle bir şey. Yani etrafımızın sıradan kötülerle (respect hannah arendt) çevrili olduğunu bildiğimiz gibi, gündeliğimizin de sıradan cahillerle birlikte yaşanıyor oluşu da böyle bir şey. Sürekli gereksiz bir gurur, sürekli gereksiz bir inat, sürekli gereksiz "ben bilirim", "ben yaparım" halleri falan filan. Yoksa sıradan cehalet diye dillendirdiğim öyle bilgi yarışmasına hazırlık veya her yerde ne kadar kültürlü olduğunu gösterme hali değil. Kibir denilen şey doğuştan gelmiyor neticede. Aksine kişilik  (veya kibirli kişilik) denilen şey yaşadıkça, ailenin üstündeki el ile beraber şekillendiği gibi en çok da varolan cehaletten besleniyor. Cehaletin illa imkansızlık, yoksunluk, fakirlik, eğitim hakkından mahrumiyet ile ilgisi yok. Sıradan cehaletin şekillendirdiği kibir bir şekilde okula gitmiş, sınıfı sınavları geçmesi gerekenleri öğrenmiş olmanın neticesinde bugün sosyal hayatta bir şekilde bir yerlere gelmiş olanlardaki o rahatsız edici duygu.

Çocukken kitap okumak,o kitapları okurken hayal kurmak, hayallerin sonsuz olabildiğini görmek, başka hayatların başka kişiliklerin varlığını olduğu gibi kabul etmek, bambaşka hayallerin varolduğunu hissetmek, ansiklopedi karıştırmak, maddeleri okurken aslında ne kadar az bildiğinin farkına bir kez daha varmak, bilgiye meraklı olmak ve böyle büyümek böyle yetişmek sosyal ortamlarda kültür seviyesini yüksek gösterip afilli takılmaktan ziyade, sözde özgüvenli görüntüsünün içinde tamamen içi boş ve kof bir kibire sahip olmayı engelliyor. Bu kadar basit. Gerisi Walt Disney Çocuk Ansiklopedisi veya Kim Kimdir Ne Nedir ansiklopedileri gibi bir şey...

Hediye

Muhtemelen buradan da defalarca dile getirmişimdir "hediye güzel şey; almak da vermek de". Elbette yılın bu son günlerinde artan hediye alıp verme, hayatla, ilişkilerle, insanlarla, arkadaşlarla, dostlarla muhasebe çılgınlığı söz konusu olunca her şey daha bir düşünülüyor ve verilen hediyeler, verilmeyen hediyeler, alınan hediyeler, alınmayan hediyeler, hediyelerin büyüklüğü, küçüklüğü, değeri, değerinin ölçümü, madden değerinin manen de aynı değeri yaratıp yaratmadığı sorusu, kimi insanlarda bu sorunun sorun haline dönüşmesi, kimi zaman en yakından gelen en sıradan hediyenin yanında en uzaktan gelen en özenli hediyenin çakışması, bazı insanlar için özenle seçilmiş hediyelere ulaşabilmek, onları verebilmek için gösterilen büyük çaba, yine de hediyenin yarattığı keyifli ruh hali falan filan.

Günlerdir şurada hiç de öyle yüksek meblağlı olmayan sadece komik bir hediyeye ulaşmak için sarfettiğim çaba ile vaktimi çok daha iyi değerlendirebilecek iken işte ne yazık ki her şeyin tam ve mükemmel işlediği ülkemdeki bir o kadar mükemmel vergi yasası sebebiyle kıçı kırık bir alışveriş için kendimi kaybetmiş vaziyetteyim. wad sayfalarını çevrilirken farkedilen nesne, # 8,  ebay, yaklaşan doğumgünü, keşke doğumgününde gelmiş olsa vs derken gelmiş de buralarda bir yerde bekleyen zibidi bir paket.

Hayır, hediye alıp verme ile derdim yok. Aksine en sevdiğim şey de benim kendimce sürpriz olarak düşündüğüm zibidi hediyem zaten hırsızlığı ayyuka çıkmışların çıkarttığı yasalar sebebiyle hantalca gümrüğe takılmışken, bundan sadece birkaç ay önce hediye edilen 300 bin isviçre franklık Patek Philippe'in sorunsuzca bakan bileklerinde takılması sinirlendiriyor. Ayrıca sinirlendiğim de hediyenin ne içeriği ne de değeri; sadece yasaların keyfe keder uygulanışı. Yoksa forever rolex insanı olarak o Patek Philippe'i hediye etseler değil bileğime çantamın sapına takmam; o kadar çirkin...

G. Orwell'in "Hayvan Çiftliği"nde yazdığı gibi, "bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir ".

Sabah sabah sinirlenmek böyle oluyormuş demek ki ...



Thursday, December 19, 2013

Le retour # 5

pazardan gidilen cenova ama öncesinde cumartesi akşamı çok da güzel pek de güzel flamingo yemeği, uçuş öncesi her ne kadar şahane de keyifli de olsa ağır bir yemenin çok da akıllıca olmaması derken bir never on sunday ruhu ile pazar sabahı erken sayılabilecek vaziyette cenova'ya varış, ev, evin öyle böyle değil ciddi ciddi güzel olması, recco, santa margherita, yolda giderken pazar günü hem de akşam vakti açık olması ile şaşırtan ipermarket gulliver ve salam sosis peynir şarap, beklenmedik soğukluktaki gece santa margherita'sı; zaten üç günlük kaçışın ikinci günü, eski liman, göçmenler, eataly ve müthiş antipatik çalışanları, yenilenler içilenler alınanlar fantastik yiyecekler ( hawaiian black salt), eminönü-sirkeci- tahtakale'yi andıran bölgeden çıkıp ara sokakların eğlenceliğine geçiş, via garibaldi'nin ara sokakları, yol üstündeki galleria imperiale antichita ve günümü şenlendiren fantastik flamingo'm, met'ten alıp da evin içinde kaybolan pinky ring için inat edip de serçe parmağa büyük gelen cameo yüzük, tesadüfen keşfedilen maxela ve et ve yine et, gramajı ile afallatan et ama kimin sipariş verdiği bilinince afallatmayan 750 grlık et; doğumgünü günü, cinque terre ve kış mevsimi hüsranı, daracık minicik geçit ermeyen yolların kapalı oluşu, hayat kurtaran auto grill, doğumgünü yemeği öncesi şehre dönüş, the cook, mini mini porsiyonlu delicesine lezzetli, günler öncesinden ayırtılmış masası ile  the cook, yemekler pek şahane iken içerisinin buz gibi oluşu, selfie komiklikleri, selfie'cesine dilekler derken dönüş sabahı, hala havanın yağışsız, güneşli, müthiş olması derken sürpriz temalı bir kutlama seyahatinden dönülen bir gündüz vakti istanbul diye düşünürken uçaktaki gazetelerde okunan "şok şok şok" haberler ve fantastik topraklara geri dönüş...hallelujah!

p.s. bizde rüşvet, siyaset, iktidar, kutu kutu paralar derken italya'da başroldeki gattuso 'nun da olduğu şike skandalı. ah bebeğim gattuso ya...

p.s. (2) eataly new york, eataly cenova tamam da bizdeki henüz uzak bana. ruhuma da gösterişine de, bilmem bir ara giderim herhalde o devasa yere. işte bir ara olur öyle şeyler.

p.s. (3) bir çita, bir flamingo tamamdır. bir de üzerine bonobo ve su samurunu eklersek hayal dünyamdaki ağrı'nın  nuh'un gemisi gibi çıkabilirim. 

p.s. (4) gerçekten nefret ettiğim bir tat olan balsamik sirke -aceto balsamico- denilen şeyin güzelinin olduğunu bilmek, bulmak, almak seyahatin karlı işlerinden oldu. thanks to the cook ve cenova freeshop'u; "crema all'aceto balsamico" denilen şey o sirke olanın manasız tadını enfes bir şekilde unutturuyor. 

  

Birkaç gün süresince

Üç günlüğüne eğlenceye, keyfe, kutlamaya, yemek yemeğe gidip de dönüldüğünde "yalnız ama güzel ülkemde"deki fantastik gelişmeler karşısındaki şaşkınlık hissi epey efsaneymiş; bunu da görmüş olduk. Şaşkınlık da ne kelime, resmen afallatıcı bir hal. Ama oluyor işte. Sürekli ahlak, inanç, görgü, dürüstlük, iyi insan olma vs gibi konularda "en üst" noktada olduğunu dile getirme, ahkam keserek bunu etrafına gösterme ve tabii bundan nemalanma çabasında olanların aslında bütün bu savundukları değerlerin (!) en altında olduğu haller de oluyor işte. That's life! Olur ya, her şey olur hayatta. O yüzden de günü sözde çok yükseklerde yaşarken yarını da düşünmek fena olmayabilir, her şey bir saniyede değişebiliyor.

that's life bebeğim ya...

P.S. yalnız o kükreyen yüz çökmüş, bunu bilir bunu söylerim.

Wednesday, December 11, 2013

Breathe-Respire, VI


virginie - "vivement que tu viennes!"


gerçekten de öyle. özellikle de bu her şeyin üst üste geldiği geldiği, gerdiği günlerdeki nefes alabilme hali ve hafifliği. belki de en güzeli gelen mesajların keyfi, yapılan telefon konuşmalarının huzuru, duyulan "yüreğini ferah tut" sözlerinin gerçekten iyi niyetli hali vs vs vs. ve tabii çizilen, ilerlenilen yolun kimi zaman korkunç derecede zorlu olmasına rağmen doğru oluşu. her yönden.  



Tuesday, December 10, 2013

Yağmurlar gelmişken

Daha önce yine Madame de Pompadour ve yine "apres moi le déluge" demiştik. Hazır yağmurlar gelmişken, hazır karşımıza David LaChapelle ve Déluge çıkmışken neden olmasın? Kimi zaman bazı şeyleri tekrar etmek o kadar da kötü bir şey değil, neticede unutmamayı sağlıyor. Özellikle de unutulmaması gerekenler varsa...

david lachapelle, deluge, 2009

"Deluge’ was created in 2009 by David LaChapelle as a statement on societies tendency ‘toward decadence and decay’. The piece uses as inspiration paintings by Michelangelo done for the Sistine Chapel which illustrate stories from the Old Testament. Referencing art history, religion and pop culture, ‘Deluge’ depicts men, women and children refugees in the midst of the apocalyptic storm" (via emilywebster).

Friday, December 6, 2013

Biraz Nelson Mandela, biraz Nile Rodgers

Yıllar önce şahane belgeseller gösteren fransız televizyonlarından birinde seyretmiş, iki müthiş insanın hayatlarının çok farklı dönemlerinde oldukça garip bir şekilde kesiştiklerini öğrenmiştim. Biri dün öldü, diğeri ise zaten çığır açtığı müzikte hala bizleri afallatmaya devam ediyor. Yaş büyüdükçe ne kadar ölüm haberi alınıyormuş...

***
According to Nile Rodgers, “One night my music partner Bernard Edwards and I met Nelson Mandela shortly after his release from prison in South Africa at Robert De Niro's restaurant in Tribeca. He told us the song “We Are Family” was played constantly on the radios of his white prison guards who listened to the segregated Pop radio station. The sound of the white guards singing along with a song sung by black girls about being family assured him that South Africa would not be segregated forever".


***


p.s. evet, evet bütün bu şarkılar nile rodgers imzalı. ve tabii bernard edwards



Thursday, December 5, 2013

Basit "mutluluk" halleri

Bazen bu kadar basit olabiliyor. Yoksa herkesin derdi kendisine en büyük ve hiçkimsenin hayatı Charlie'nin Çikolata Fabrikası gibi bir harikulade bir hayal dünyasında geçmiyor. Ama kimi zaman hatta çoğunlukla basit şeylerle gelebiliyor mutluluk denen şey. Basit istekler, basit ilişkiler, basit söylemler, basit talepler, basit sahiplenmeler; neden olmasın ki? Tek sorun eylemde. Denemek ve deneme de ısrar etmek, uğrunda sebat etmek gerekiyor. Bugün hemen olmasa bile yarının olacağını düşünmek. Zaten en büyük hata da "bugün şu an olmuyor diye olmayacak olarak kabul edilmesi ve yarının hiçe sayılması" değil mi? En boktanı da uğraşırken çabalarken etraftakilerin ısrarla bu aptalca yaklaşımlarla gelmesi. O yüzden sallamak, bir yanlarından yürüyüp gitmek lazım.  Sonra da happy ...


Sabah keyfi # 4

Günlerdir belki de son iki haftadır aklımda, kulağımda, beynimde de işte kompütersizlik bazı niyetleri engelliyor.

Ah Pharrell , bebeğim, bayağı güzel bir insansın. Kaykaycı halin de güzel, müzisyen halinde de. Ama forever kidadult halin en muhteşemi galiba. Muhtemelen de bu kidadult durumlar her şeyi değiştiriyor, bir şekilde akıp gitmeyi ama kalıcı olmayı sağlıyor farklılığını hissettiriyor. Kalıplardan, gereksiz ciddiyetten, o gereksiz ciddiyetin saygı uyandırdığını düşünmekten, olduğundan bambaşka gözükmekten, klişelerden, klişe bezeli etiketli hayatlardan, ilişkilerden o kadar ama o kadar sıkılıyorum ki ...

inadına-hala yaz! tamam, havalar artık sıcak veya ılık değil değil belki ama ruh hali öyle. belki de direnildiği için öyle. yoksa düşüp kalkıyoruz, schadenfreude'leri fazlasıyla üzerimizde hissediyoruz ama sallamak lazım. because I'm happy 


Tuesday, December 3, 2013

Direnmek!


Son zamanlarin özellikle de yaz aylarinin önemli laflarindan, eylemlerinden  "direnmek". Neticede herkes bir sekilde bir seylere direniyor. Kimi zaman özel konularda kimi zaman ise toplumsal olaylarda bir sekilde her yerde bir direnis hali var. Ba(ğ)zen yorucu, bazen heyecanli ama her seyden öte oldukca duygusal olduğu kesin.

Bugün öyle günlerden mesela... Iyi veya kötü gibi degil de öyle iste, direnilmesi gereken bir gün. Görebilmenin zor olduğu ama yine de görme arzusunun hiçbir şekilde bitmedigi, tükenmediği için direnmeyi gerektiren bir gün. 

whatever ...

Her şey olur hayatta. İyi de kötü de. Geçer gider bir sekilde mutlaka biter. Hele bir de istediklerin, inandiklarin icin direniyorsan "tamamdir". Zor mor ama oluyor bir şeyler, daha iyi hissedebiliyor insan.

Thursday, November 28, 2013

" olmayan işler"

Yahu zaten olmuyormuş da ben kurguladığım kendi hayal dünyamda görmüyormuşum, farketmiyormuşum. Işin daha da garibi benim dışımdaki herkesin görmüs çoktan sonuca varmış olmasi...Herhalde gözlerin kamaşması veya insanin kendi yarattığı bir inanç duvarı örüp ona takilip kalmasi böyle bir sey. Oluyor insanoğlunda böyle garip haller. Ama bitmesi de oldukça önemli bir hadise. Hayir, bitmeyen de var. Örülü duvar ardindaki hikaye bitmiyor da bir ömür bitip gidiyor, ölüp gidiveriyor insan. En son telefonda kendisine ettiğim "şehir dışındayım" lafıma deliler gibi gülen ve cuma aksamini beraber Zubeyir'de gecirdigim Mu. 'dan duydum ve bir kez  hem kendime hem de ona ve algısna şaştım. Daha da komiği sonrasinda G.G.'ye anlattigimdan yine verdiği "ya sen de ilginçsin kaçtir bu konuya şaşıyorsun geç git artik" tepkisi. Aman işte, oluyor hala şaşkin haller efsane komik haller! Insanoğlu şaşkın bir şey yapacak bir şey de pek yok.

whatever.

Olmuyormuş. Olmuş. Başka türlü. Yuppii. O halde celebrate good times...

P.S. diyarbakır güzel şehirmiş. ilginç ve güzelmiş. ama bu kısa seyahatin haberi çoktan geçen haftadan kalmaymış, geçmiş gitmiş bile.

P.S. (2) bu hafta ise başlıbaşına bir şaşkınlık haftasıymış. hem de büyük şaşkinliklarin haftasiymis. hele bir tanesi var ki...beklemeyi, sabretmeyi gerektiren şaşkınlıklardanmış. yok; öyle pek telaşlı olmadı ama yine de biraz kıpır kıpır vaziyette beklemek gerekti. offf bir de uzay mekiği gibi tasarımı olan şeyi okumak, okuduğunu anlamak, ona göre yapmak sonucu paylaşmak filan lazım. fuket'in dedigi gibi " maymunun teknoloji ile imtihani" tadinda resmen tam benlik bir durum idi ama tamamdir, oldu, bitti. 

P.S. (3) #8 ve furi'nin tabiriyle kompütersizlik zor is...iPad ile yazmak filan iyice zor. kompüter ne ya? fuket ile sürekli yarilarak gülsek de bu duruma kompüter önemli bir sey şu hayatta...

Monday, November 18, 2013

Sabah keyfi # 3

hem otto hem motto ... ve üstüne özür dilemeye, sahip olunanlar yüzünden kötü hissetmeye, başkalarının kötü hissettirmesine, iki büklüm olup sanki hatalıymış gibi yaşayamaya filan gerek yok. oluyorsa oluyor olmuyorsa olmuyor en kötüsü su içer otururuz. ama good life olur, good life 'tan kapak daha güzel olur. inadına-hala yaz gibi. 

Yeni Türkiye

Yeni hafta ve iddialı sabah hareketleri ile ben dahi kendime şaşırırken bu kadar erken saatte hayata başlamak ise -cidden- kimi zaman beni dahi benden alıyor. whatever. Ama asıl yeni haftaya daha da iddialı hareketlerle başlayan yalnız ama güzel ülkem var. Ooo.Hem de nasıl iddialı hareketler öyle! Daha düne kadar unutulan, unutulmak istenen, insanlarının hapse atılıp köylerinden edildiği; dün de önümüzdeki zamanlarda gücünü hissettirecek oy sandıklarına sahip olma arzusu ile bir anda birkaç öfke krizinin arasında hatırlanan, bugün ise "sözde özgürlükler diyarı" olarak kurgulanan ülkenin neredeyse en sevilen yöresinden başlatılan yeni hareket, yeni ülke algısı vs vs ...

Elbette ben kötü bir insan olduğum için bu güzel ve yeni hareketleri bir türlü göremiyor, algılayamıyorum. Gözlerim imana ve "yetmez ama evet"e karşı gelişen hem modern hem de tedirgin bir önyargıdan dolayı kör olmuş, ruhum ise bekar yüzüksüz çocuksuz evsiz yani bunların doğal sonucu olarak da mutsuz olduğu için kendimden başka hiçbir canlının mutluluğunu, aydınlık geleceğini, neredeyse her semtte bulunan alışveriş merkezlerinin dolup taşmasını, multi kulti mozaik toplumu, kardeşlik türkülerini istemiyor, schadenfreude içerisinde yanıp tutuşuyor. Oysa mutsuz, bencil ve küçük dünyamda adaletin hiç uğramadığı haneleri, yalan yere suçlanan sıradan vatandaşları, asrın projesi marmaray'ın hayata geçtiği dönemde hala düşünce suçu ile yargılanan (veya boş yere hapiste daha yargılanmayı bekleyen) insanları, ekmek almaya giderken hayatı sönen çocukları, güç uğruna söylenen büyük yalanları vs düşünüyor ve haliyle de şüpheci (sceptique/kinik) oluyorum. Düşünmek ile ilgili sorun da bu herhaklde; düşündükçe şüpheci oluyorsun. Yalan değil, bakanın kendisinin dediği gibi "eğitim seviyesi arttıkça oylar düşüyor". Ah o eğitim öğretim kültür mültür işleri. Ne yapsak da kurtulsak ne yapsak da yeni Türkiye bunlardan arınmış, güzel güzel alışverişte, namazda, mitinde bayak altında, doğumhanede, Töki evlerinde, kentsel dönüşümde, ticarethanede filan olsa da, okulda, tiyatroda, konserde, konferansta ,sergide ,müzede ,kütüphanede, cem evi'nde, baskıyla değil de kendi isteğiyle ibadethanede, meyhanede, tavernada olmasa...

Gil Scott-Heron 1971'de The Revolution Will Not Be Televised dedi. Üzerinden yıllar geçti, kendisi göçtü gitti bu dünyadan ama kim bilir televizyondaki gölge oyununu seyretmekten, boşa el çırpmaktansa gerçekten neler olduğunu, nasıl bir kurgu içine düşüldüğünü düşünerek kendisini hatırlayabiliriz. Veya Behzat Ç. Ankara Yanıyor ' da yani kurgulu konulu filmde yeni Türkiye'nin hayali halini seyredebiliriz.



Wednesday, November 13, 2013

Gülmek-forever-

Türkiye gülmenin ayıplandığı, kimi ortam ve meclislerde ucuz kaçtığının düşünüldüğü, hele öyle sokakta toplum içerisinde filan mutlulukla gülen insanlara bakıldığı, "ne var ya bu kadar gülecek edepsiz!" veya "neden bu kadar mutlu ki" düşüncelerinin akıllardan geçtiği bir ülke. Haliyle yetiştirilirken büyürken belki aileden değil ama çevreden, her şeye karışmayı seven hatta kendinde bunun hakkını gören toplumsal hayat aktörlerinden uyarıları duyuyor, ne yazık ki törpüleniyoruz.

"Ciddiyet iyidir saygı uyandırır", "anne baba dediğin ciddi olur" , "öğretmen, müdür, vali, kaymakam, devlet erkanı hep ciddidir, ciddiyetle yönetir, yönetmenin tek yolu ciddiyettir laubaliliye yer olmaz".

Artık pek öyle değil. Dünyada zaten değil de bizde de bir şekilde değişiyor. Geç ve ne yazık ki bezdirici şekilde zorlu olsa da değişiyor, başkalarının mutluluğundan mutsuzluk duyma hali biraz biraz azalıyor. Veya daha doğru bir ifade ile "azalmasa da" kendi hayatlarında mutlu olanların, gülenlerin, kahkaha atanların etraflarında bulunan ve büyük bir mutsuzlukla onların mutluluğunu seyredenleri kaale alma dürtüsü siliniyor. İşte asıl müthiş olan bu! O yüzden gülmek-forever-! inatla!

Gülmeye duyulan garip kin duygusu yeni değil. Ne bizde, ne de ecnebi toplumlarda. Tarihsel ve kültürel bir süreci de var. Ama işte o schadenfreude bakışları, duyguları çok da kaale almamak, ilerlemek lazım. Baktın olmuyor, etraf sadece bunlarla dolu, o zaman da ufak ufak gitmek lazım. Dedikleri gibi "home is where the heart is", dert değil, yeni bir yerde, yeni bir ev de olur yeni bir dünya da kurulur yeni bir çevre de kazanılır yeni bir sağlıklı ilişki biçimi de gelişir, olur yani...

... " Gülme üstüne konuşuluyordu", dedi Jorge tersçe. "Güldürüler, kafirler tarafından seyircileri güldürmek için yazıldı iyi de olmadı. Efendimiz İsa, hiç güldürü ya da masal anlatmadı; o yalnızca Cennet'i nasıl elde edeceğimizi öğreten açık seçik meseller anlattı". 
" Sorabilir miyim" dedi William, "İsa'nın gülmüş olabileceği düşüncesine niçin bu kadar karşısınız? Gülmenin tıpkı banyo gibi bedenki sıvıları veya bedenin öteki sayrılıklarını, özellikle nedensiz can sıkıntısını sağaltamaya yarayan iyi bir ilaç olduğuna inanıyorum ben". ..

Gülün Adı, Umberto Eco, sayfa 194-195


Tuesday, November 12, 2013

Başkalarının hayatına ipotekli çocuklar

Yeni değil aslında aklıma düşmesi ama bir şekilde üşenmiş, dükkana ciddiyet getirmeyi ertelemiş, haliyle de yazmamıştım. Galiba artık (veya sadece bu aralar) sıkılıyorum manasız ciddi hallerden, ciddi olmayı matah saymaktan, ciddi kız/ağır abi tavırlı insanlardan, ciddiyetin karşı tarafta saygı uyandırdığını düşünenlerden. Tüm bu haller bir de zaten bu ülkede yaşamanın getirdiği ağırlık ve baskı altına alınmışlık duygusu ile birleşince belki yazmaktan zevk alacağım birçok konuyu önümden çekiyor ve üstünü örtüyor. Hatta inatla daha laubali, daha umarsız, daha pervasız, daha leş, daha bencil, daha şımarık, daha ergen, daha hedonist, daha savurgan, daha duyarsızmışcasına "hafif" konulara, konusuzluklara, gündemsizliklere itiyor. Olabilir; hayat böyle her şey var her şey olabilir. Olsun da.

Kısacası çok uzun zamandır yazmayı düşünüp de yazmadığım "ciddi" konulardan biriydi ve yüce insanın henüz doğmamış torununa vereceği ismi açıklaması ile de bir şekilde ciddi başlıklı yazılar geri dönmüş oldu.

Gerçekten de böyle bir şey var; henüz doğmamış çocuklara başkalarının hayatını ipotek etmek. Çocuk doğurmanın zaten bencilce bir arzudan geldiği bilinse bile bunu telaffuz etmek dahi neredeyse tabu konular arasında. Çocuk sahibi olmayla ilgili kötü bir şey söylenemez, çocuk sahibi olmak istememek ayıplanır, başkalarının çocuğunu şımarık bulup bir de onları sevmemek filan elbette bunu söyleyen kişinin -özellikle de kadının. veya sadece kadının. erkeklerin çocuk sevmemek gibi hakları var çünkü- " kötü, bencil, duyarsız, duygusuz, kutsal bir sevgiyi tadamayacak kadar aç" olduğu düşünülür. Oysa hiç bu kadar ileriye gitmeden bencilce bir istek veya değil ne olursa olsun çocuk güzel bir şey. Gerçekten öyle. Hele hele istenilerek yapılmış veya daha gerçekçi bir ifade ile doğru sebeplerle yapılmış bir çocuk ise cidden çok güzel bir şey. Umut veren, hayata bir kez daha komik ve masum bir yerden bakmayı sağlayan, kişinin o zamana kadar etrafına kök söktüren bütün kişisel hırsların ve iddialı hareketlerin lafların kendi çocuğu büyüdükçe tek tek sönmesini ve gerçek hayat ile tanışmasını sağlayan, güldüren, güne güzel başlatan, özleten muhtemelen her şeyden farklı bir mutluluk kaynağı. Ancak zaruri değil. Ola da bilir, olmaya da bilir. Kimi zaman kişisel tercihler iken kimi zaman bazı elde olmayan durumların sonucu olabilir.

Oysa başkalarının mutluluğu için dünyaya getirilen, belli niyetlerle (illa kötü niyet olmasına gerek yok ama kimi zaman iyi niyetli hareketler de uygunsuz ve çıkar içeren sonuçlara ulaşabilir) belli amaçlarla çocuklara verilen isimler, sıfatlar, ağır misyonlar çocukları doğdukları günden itibaren ipotekli bir hayata atmış oluyor. Hasta veya ölen bir kardeşin yerine dünyaya getirilen çocuk, yine ölen kardeşin adını taşıyan yeğenler, siyasi amaç uğruna verilen isimler, kendi bıkkın hayatında mutsuz ilişkisinde "bu çocuk bana çok iyi geldi" duygusunu yaşayan ebeveynler, aile üyeleri çocukların ipotekli halini deştikçe deşiyor, sanki her şey çok doğal bir o kadar da gerçekmişcesine kutsal ifadeleri tekrarlıyorlar.

Üzücü. Gerçekten de hiçbir şeyden haberdar olmayan ama daha ilk günden türlü sosyal veya siyasi kalıpların içinde yer alan, nüfusunda yazan isminin ağırlığını "onu yere düşürmeden" taşıma duygusundan kurtulamama, kendi ismini ensesine dövme olarak yazdıran, bu hareketi ile onu ne kadar sevdiğini hiç unutturmayan ve elbette evladı olarak asla hayal kırıklığı yaşatmaması gerektiği annesinin tatmini üzerinde taşıması gereken bir çocuk olması çok üzücü. Belki de en üzücü tarafı tüm bunların "iyi niyetli, sevgi dolu yüce" duygularla yapıldığının düşünülmesi. Ne var ki üzücüden ziyade sinirlendirici ve açıkca kötü olan koca koca insanların hayattaki kendi beceriksizliklerinin tesellisinin, içi boş egolarının, özgüvensizliklerinin "kutsal" dışavurumunun daha hiçbir şeyden haberdar olmayan çocuklar üzerinden geçmesi. Gerisi zaten "daha dün annemizin kollarında koşarken..."

Sunday, November 10, 2013

Never on sunday # 13



cumartesinin yürek kıpırdatan, "hadi kavuşalım artık" hissi ile büyük heyecan yaratan k. sisters buluşması, "sen hazırlama biz getiririz" neticesinde ortaya çıkan retsina ve havyar takviyeli keyifli masa, 17:30 itibariyle konuşmaya başlayıp neredeyse hiç susmadan geceyi geçirmek, uzun saçlarını pek beğendiğim gey kapılım z., big sister e.'nin "yok kalkalım artık" dediği her seferde bir şişe retsina açıp finali prosecco ile yapmak, seyahat hayalleri, hatıraları, komiklikleri, planları, hindistan-kopenhag-yunanistan toplu ve kızlı-erkekli anıları, 2010 stevie wonder londra konseri finali ve another star coşkusu, "yetmez ama evet" eksenindekilerle bitmeyen kavga, ciddi meselelerin retsina ile daha da bir güzelleşmesi, assolist misali geceye aşağıdan yukarıya neredeyse sabaha karşı katılan # 8, gey kapılım ile bu yılki şarkımızın "lose yourself to dance" olması, hala atılamayan boş retsina şişeleri, mutfakta birikmiş çöpe gitmeyi bekleyen şişeleri gördükçe aklıma gelen e.k. & a.'nın strasbourg seyahati ve aynı "boşalmış ve çöpe gitmeyi bekleyen içki şişelerinin" manzarasının aklımdan hiç gitmeyecek hatırası; pazara güzel uyanış, hala güzel hava hala güneş, değişimin garip ama doğal hissi ve never on sunday ... 

p.s. buluşmaya yemeğe vaktinde gelen, geç kalmayan, geç kalmayı, bekletmeyi marifet sanmayan insanlara bayılıyorum. önce 5 demiştik, sonra "ancak 5.30'da gelebiliyoruz" deyip gerçekten 5:30'da zili çalan k. sisters gibilere ise büyük tavım. mübalağasız . aynen nezakete, özene olduğu gibi. 
 
 

Saturday, November 9, 2013

Arada yaşananlar, VI

garip bir şekilde koşuşturmalar, havanın hafifliği, garip sıcaklığı, eğlencesi, tekrar bir şekilde gelen şimdi günleri, tribün çocuğu ve kahve ve fantastik sartorialist fotoğraf makinesi, her şey şahane çocuklar da bir o kadar şen iken asla ama asla anlayamadığım ama tepebi attıran tavırlar; 1 buçuk ve bira ve patates kızartması ve g.g., fantastik şekilde karşılıklı "mücevher" kutuları içerisinde yüzük takdimi, kızlı-erkekli ortamlar, kızlı-erkekli konuşmaların asıl geçiştirilmek istenen gündemi, çirkin bıyıklarının çirkin ve neredeyse kin bürümüş yüzünü iyice çirkinleştirmesi; plank'te neredeyse yarım dakikaya yaklaşmam, gülben ergen ve muhtelif instagram fotocularının pilates aletinde -elbette yanındakinin yardımıyla- asılı kalmalarının büyük bir hadiseymiş gibi dünyaya yaymalarına yayılarak gülmek; kaç zamandır göremediğim pek bir heyecanla kavuştuğum z.ç., yine kaç zamandır kavuşamadığım e.g. ile juno, kısa da olsa fantastik bir juno'lu cuma akşamı, pek özlediğim j.a., (ama cidden çok çok özledim kendisini), "sen hazırlama biz getireceğiz her şeyi" deyip de beni sadece masayı kurdurtarak müthiş heyecanla bekleten k. sisters ve arada yaşananlar ... ve tabii bir de avatar # 8

p.s. seviyorum ileriye gitmek isteyen, sürekli "kötü yanımı" bana iyilik yaparmış gibi göstermeyen insanlarla beraber olmayı. 


 

Wednesday, November 6, 2013

Guess who's back # 2

Tarif edilmesi zor olan ama hissettirdiği doğru olan, gerçek olan ama "guess who's back" olan. Dönüp baktığımda yıllar yılı belli önemli tarihlerde, dönemlerde benzer hissedip kenara attığım ancak sonrasında gerçekleştiğinde kaale aldığım bir duyguymuş. Hem olaylara, yaşananlara, belli sınavlara; hem de kişilere, isimlere dair. Hep böyle gelmiş böyle gitmiş ama nedense etkisinin ehemmiyeti nadiren önemsenmiş. Evet, hep o içteki ses. Başkasını bilmem ama benimkisinin bana dair yanıldığı baki değil. whatever. to whom it may concern desem cevabı I olacak bir durum.

sabahın köründe güneş garip şekilde sıcak ve sarı iken kulağımda tam da kendi kendime telaffuz ettikten sonra ne olduğunu anlamadan duyduğum şahane 2pac şarkı sözü.-rakim'i zaten defalarca söylemiştik bu defa 2pac olsun, sample'lara filan zaten bitiyorum... guess who's back


Eh, but picture how my nigga Sak duke do it.
Guess who's back?
I got keys comin' from overseas.

Cost a nigga 200 G's.
I'm a street commando.
Nino for example.
This lavish lifestyle is hard to handle.
So I got to floss 'cause I'm rollin' like a boss playa.
Thug granted to be a women layer
So many playa haters, imitaters steady swangin'.
Make me want to start bank bangin.
So I'm caught up in the game.
Let's go change.
Packin' 40 glocks.
Contain or rearrange.
All that jealousy and envy comin' from my enemies
While I'm sippin' on green leaves?
In front of black Lexuses, Chevy's on the roam.
96 big bodies sittin' on chrome
As we head up out the zone,
Stone facing is on.
Looking at mine but don't look too long.
I'm livin' a dream with triple beams and my pockets bulgin.
It's hard to imagine.
Picture me rollin'

Tuesday, November 5, 2013

Sabah # 2

dakikalarca bütün sokağı inleten ve nerden geldiğini çözemediğim alarmlı geceye, kabuslu rüyalara, kalkmanın değil de sabahın köründe sokağa çıkmanın zorluğuna,dünyanın sayılı aptallıklarından kabul edilmesi gereken marmaray imdat butonunu bekçilerinin varlığına, hiçkimsenin hiçbir bireyin yaşam hakkına, yaşam biçimini seçme özgürlüğüne karışmayan efsane hükümetin bu sefer de kızlı erkekli üniversite yaşam biçimine karışmama haline rağmen bir şekilde keyifli, güneşli sabah...yoksa geçmez bu hayat!

p.s. incecik, kenarları altınlı porselen kahve takımlara tavım. ama eski olmalı, bavyera, limoges, sevres olmalı, yeni ve özellikle de kare mare öyle grafik tasarımlı filan hiç olmamalı. tek sorun elde yıkamaya çok üşeniyorum yoksa sadece onlarla yer içerim.

p.s. (2) ama artık bu kendileri dışındaki herhangi bir varoluştan rahatsızlık duyan müminlerin her şeye karışması cidden yormaya başladı.

p.s. (3) inadına-hala yaz bebeğim

Monday, November 4, 2013

İnadına-hala yaz # 5

Ama gerçekten inadına gibi, hala sarı yaz sıcaklığında, turuncu keyfinde günler ... Kolay değil gündelik hayatta birçok şeye direniyoruz. İster istemez direniyoruz. Öyle sürekli direnişte olmayı çok tercih etmesek de hayatın bir şekilde önümüze getirdiği bu oluyor. Üstelik bu direniş sadece tahmin edildiği üzere ortak toplumsal hayatın yönünü çizen politik aktörlere değil, sosyal hayatın aktörlerine de oluyor. Zorlamaya, ahkam kesmeye, küçümseyen ifadelere, aşağılamaya, kaba saba tavırlara, (fiziksel veya pasif) şiddete, tahammül sınırlarını zorlayan ergen şımarıklığına, cehalete, cehaletten gelen içi boş özgüvene, yaptırımlı tehditlere, adaletsizliğe, gözün içine bakarak söylenen yalanlara, kendine dönüp bakmayıp başkalarını suçlamaya, sevimsizliğe direniyoruz; hem politikanın kurguladığı vergi, fatura ödemeli toplumsal hayatta, hem de her gün dışarı çıkıp yaşadığımız, vakit geçirdiğimiz sosyal hayatta.

Direniş zor şey, cicim! Ama işte hava bugünkü gibi beklenmedik şekilde güzel olunca kıpır kıpır bir şeyler mutlu ediyor keyifli kılıyor insanı.

#direnyatakodası - mutfak camındaki. aynı zamanda cumartesi gecesinin lafı. aynen donan şampanyayı patlatırkenki "mutluluklar falan filan" için lafı gibi.

Sunday, November 3, 2013

Never on sunday # the gang is back

sinagog töreni ile başlayan cuma sabahı, koşuşturma ile devam cuma günü, heyecanla beklenen cumartesi, daha bir heyecanla beklenen cumartesi yemeği, belini sakatlayan sevgi abla'nın artık gelemeyecek oluşu ile ortaya çıkan ve yakın zamanda çözülecekmiş gibi durmayan temizlikçi krizi neticesinde temizlik hem de ciddi ciddi temizlik yapma zorunluluğu, koşuşturma, yemek, "bagna cauda acaba herkes yer mi?", akşam 8 itibariyle bir anda herkesin düşmesi, herkesin neredeyse içinde + 1 gelişi, d. aka louboutin & e., i.k. & i. & mira, b. ile gelemeyen a., z. & b., ve elbette en yakında oturup da en geç gelen # 8  ile çoktan başlayan yemek, hemen hemen hiç artmayan yemekler, sağlıklı-sağlıksız her şeyin olduğu yemekler, elindeki double black label ile single malt'lara karşı bu yıl da ezici çoğunluğunu koruyan # 8, lahmacun hediyesi, toto sürprizler, bomba dedikodular, bomba haberler, bomba gelişmeler, atılan çığlıklar, kaldırılan kadehler, buzlukta donup da şaşırtan şampanya ve the gang is back ... ama öyle bebeğim; the gang is back baby! derken sabaha karşı uyutmayan-ama gerçekten uyutmayan öyle böyle değil- kas ağrıları neticesinde kişisel tarihimin sayılı öğlen uyanma seferi, garip bir şekilde -havaya rağmen- sakinlik, huzur, keyif, düzenin mutluluğu, "tamam" hissi, sadece j.s.bach ile gelen never on sunday ...

p.s. iassos tatili filan hariç herhalde yıllardır ilk defa kırmızı ojesiz bir gece oldu, zorunlu oldu, ayağını kıran ve aylardır yatan manikürcünün beklenmesi bunun sebebi oldu.

p.s. (2) ah kool and the gang ve ah o 1969 tarihli şahane ilk albümleri ve the gang's back again şarkısı. ama asıl favorim let the music take your mind.

Friday, November 1, 2013

Cuma eğlencesi # 9

Bir anda gelen şevk ve coşku misali yılın bitmesine az kalmışken koskoca bir yaz laylaylom  arzulu yürek sıkışıklığı gezici bir ruh halinde gemişken cuma eğlencelerine sıkı bir dönüş içerisinde olmanın şaşkınlığı ile "hala-inadına yaz" günlerinde yazıyorum.

Güzel oğlanlar güzel kızlar güzel elbiseler jilet gibi takımlar içerisindeler...Takım elbise, gömlek giyen insan zaten beğeniyorum hele hele böyle açık lacivert takıma siyah kravat takana tav oluyorum. Tav olduğum herhalde o ayrıntının etkileyiciliği, sıradan olmayan hal ile gelen özgüven. Yoksa sokakta veya televizyon görülen ama giydikleri takım elbiseleri taşıyamayan erkeklere zerre bakamıyorum. Hele bir de o takımların açık kahverengi açık gri gibi korkunç renkleri yok mu? Iykk deyip güzel görüntülere geri döner kızı da kızıl saçları beyaz teni kırmızı ruju kırmızı elbisesi ile beğenir giderim. 


 Kız bilindik yüzlerden ama ismini öğrenemeyeceğim kadar sıradan yüzlerden olduğu için ismini vs geçip hemen elbiseye geliyorum ve hatta orada kalıyorum. Elbise Dolce&Gabbana ve o kadar güzel ki...Kırmızısı, parıl parıl parlaması filan cidden insanı gördüğü yerde kalakaldırtıyor. Kızda da olmuş ama muhtemelen bu elbise giyen herkeste olur-içine girebiliyorsa elbette. Muhtemelen de biraz ağırdır diye tahmin ediyorum işte o zaman filan yürümek zor oluyor. whatever. Hiç önemli değil gayet güzel dream dress dedikleri -en azından benim için- budur.
 Kız bu resimde o kadar belli olmasa da oldukça güzel mankenlerden. Adını elbette unuttum da rus veya belarus olsa gerek bir de çok beğeniliyormuş ben yeni farkettim tabii. Elbise Versace, poz Angelina Jolie imzalı. Elbiseyi herhalde yeryüzünde sadece uzun ve zayıf ötesi mankenler ve kendisi de skinny ötesi bir insan olan Donatella Versace'nin kendisi giyebilir ama biz normal bedenlerdeki yani kemiğin üzerine et yağ gibi maddeler bulunan normal insanlar giyemez. Ama ondan öte o kadar şekilsiz ve hatta çirkin ki ... Boğaz ve omuzdaki siyah deri askılar nedir mesela? Şimdi yazarken farkettim göğsü olan kadınlar da giyemez çünkü bir yerlerden o memeler fışkırır orası kesin. Kısacası Versace'nin bir kez daha ne kadar manasız bir marka olduğunu görmüş olduk bu resimle. Ha, kızda olmuş onu tartışmıyorum. Bir tek artık o bacak pozu da çok sıkıcı.

 Yine Dolce & Gabbana imzalı Bizans esintili tasarımlarını giymiş people insanı. Elbisedeki figür Bizans İmparatoru Jüstinyen gibi duruyor burada. Hani San Vitale'deki meşhur mozaikteki hali sanki. Bunlar iyi hoş da elbiseyi taşıyan da hiç olmamış, durmamış o imparator varaklı elbise. Yani tamam para verilip alınmış da nolmuş, boşa harcanmış güzeller güzeli bir elbise ve sıradan at kuyruğu ile sıradan gülümsemesi ile sıradan bir görüntü veren sıradan biri çıkmış ortaya. Jüstinyen'e yazık...
 Güzel yaşlanan oyunculardan Glenn Close ve güzel ve anlamlı yüzü, güzel saçları, güzel kıyafeti tamamdır ya...Armani'ymiş her şey. Ama markasından ziyade taşıyabilmesi, üzerinde güzel olması önemli değil mi? Olmuş işte; keşke herkeste de böyle olabilse...
D&G ile devam... Kız galiba Isabella Rosselini'nin kızı veya torunu. Bilmem, beyazlığı güzel ışığı filan yok ama oraları geçelim bu ışık hadisesi ilginç bir şey. Pek insanda yok da herkes kendisinde varmış gibi davranıyor veya karşısındakinde varsa onu öldürmek için elinde  geleni yapıyor, hemen küçümsüyor, onu bir anda sarfettiği bir sözle aşağıya  çekmek istiyor filan. O yüzden bu "ışık" olayı değişik bir şey. Elbisenin ışığı ise aman yarabbim, uzaydan çekilen NY fotoğrafları gibi parladıkça parlıyor, o kadar şahane. Ve garip şekilde kendi ışığı olmayan kızda da güzel olmuş bu sefer. Demek ki artı ve eksi uyumu böyle bir şey. Sanıyorum bu seferki figür (cidden görülmüyor resimden) Jüstinyen'nin büyük aşkı Theodora olsa gerek. Ya da başka bir mozaik. Ama bence çok güzel. Kesin giymek ister bir de üstüne yine kendime imparator Adrianos (veya Hadrianyus) gibi imparator yolu yapmak isterdim. Hiç yalan değil güç ihtişam seviyorum ama Rejans'ta çalışmak zorunda kalan beyaz rus prensesleri gibi düşmüşüm, orası ayrı.
 Oh non! Bir facelift, bir dudak dolgusu bir şehvet iddiası var da o tahta masanın üzerinde olmamış o poz. Ayrıca üst bacakları da o açıdan çekilmiş bir resimde kalın çıkmış ki muhtemelen kendisi de görüp onun bunalımına girmiştir. Rose bir şey, bir aralar Marilyn Manson ile beraberdi sanki de işte celebriti. Bir de oyuncu galiba bunun yanında. 
Beyaz tenli, kızıl saçlı güzel mankenlerden Coco Rocha. Hele hele saçlarını kestirmekten korkmayan güzel kadınları daha çok seviyorum. Üstündeki de dantelli ama olmuş işte.
 Hah yine aynı kız, Isabella Rossellini'nin kızı. Aslında yaşı bu babaanne saten elbise rengi için fazla küçük de işte beautiful people dünyasındaki küçük kızlar genelde olduklarından 30 yaş büyük göstermek için deliriyorlar, ondan sonra da büyüdüklerinde 30 yaş genç gözükmek için yüzlerini gerdirtip garip yaratıklar haline dönüşüyorlar. İlginç. Zaten ışıksız biri bu gri ile iyice yaşlı ve sıkıcı olmuş. İnce olması, köprücük kemiklerinin Armani elbiseden daha çok belirgin olması bir şey değiştirmiyor.

 Lauren Hutton...Nasıl da hala güzel bir insan! Yüzü belki pürüssüz ve makyaj dersi alınacak cinsten değil ama hala gülebilen, gülünce güldüğü belli olan,her şeyden önemlisi rahat hareket edebilen kendisi gibi giyinen tarzı olan bir insan.
 Sadece kaykaycı olduğu hem de şahane kaykay yapan bir kız olduğu için koydum. Şahane karın kaslarını da görmedim değil. Ne diyeyim çalışınca oluyor herhalde.
 Birileri ne güzel dans ediyor da ben sadece kafama bu tip güzel çiçekli taçlar takmak istediğim için koydum. Elbise filan korkunç. Ama taçtan torpilli bir şey demiyorum. Sadece o tacı takmak istiyorum o kadar.

 Fotoğrafçı Bruce Weber ile karısı beraber yaşlanan çiftlerin birbirlerine be kadar benzediklerinin göstergesi gibi. Yüzleri filan da benziyor. Ama beraber yaşlanmayan birbirini yeni tanıdığı söylenen birbirlerine aynı ameliyatlarla benzeyen çiftlerden favorim Ebru Şallı ve Sinan Akçıl. Dudakları filan aynı gibi pout lip dediklerinden. Yeni günlerin Hürriyet Kelebek eğlencelerinden. şiştim!

 Güzeller güzeli Stephanie Seymour 'un gey dünyasında ikon olmuş oğulları. Yorumsuzum. Ama annelerini andırıyorlar. Hele sağdakinin pozu bayağı annesinin Richard Avedon'a verdiği pozlar gibi.

 Plus size tabir edilen mankenlerdenmiş, skinny ötesi olmuş. Eski halini bilmiyordum belki de bu hali iyi olmuştur herhalde de biraz fazla olmuş sanki, her şey fazla bol olmuş, hele o içindeki sütyenimsi büstiyer sanki hiç göğsü olmadığının göstergesi gibi olmuş. Fazla siyah bence. Çok fazla yazdım, sıkıldım. Güzeller belli, çirkinler de ama en güzeli D&G koleksiyonu, her yer Bizans her yer varak...


Wednesday, October 30, 2013

"ben değil miki yaptı"

Çocukların yalan söylerken kabahati attığı zavallı Miki. Ben ise ilkokulda seyrettiğim Uçurtmayı Vurmasınlar filminde altına işeyen küçük çocuğun ağzından ilk defa duymuştum, neredeyse üzerinden geçen yirmi küsür yıl sonra ikinci kez duymak bugüne kısmetmiş.

Ah şu Marmaray...Sadece Marmaray mı? Fırat'ın tabiriyle diğer tüm "uzaya kadar" giden projelerin bitmeden, sonuçlanmadan, her türlü kontrolü yapılmadan, içeriği tam hazırlanmadan, her türlü ince detayı ve olasılığı düşünülmeden ortaya milletin ağzına bal sürmek için atılan vahim sonuçlarını hesaba katmadan projeler bir sorun olduğunda hep Miki'nin hatası vaziyette yaşanıyor. Blame it on Miki!

TCDD müdürü veya müdürlerinden biri canlı yayında konuşuyor; "ben orada değildim ama bir elektrik kesintisi olmuş diyorlar ama olmamış da olabilir" , "ben yoktum görmedim ama bazı gazeteciler kötü niyetli yayın yapmış oldukları için alınmamışlar diyorsanız olabilir, inceleriz ama ben görmedim", "benim de içinde olduğum bir trende bir vatandaş acil butonuna bastı durduk ama kim olduğunu görmedim ama oldu ama ben görmedim kim olduğunu".

" Paroles, paroles, paroles" derken Dalida, bizde de Ajda Pekkan "Palavra Palavra Palavra" diyor. Hadi çocuk olalım ve diyelim ki "ben değil Miki yaptı". Aynen "çıkartıcam o kamera kayıtlarını herkes görecek bacımın üzerine işendiğini" gibi...

İnsan büyüdükçe bazı şeyleri artık yapmayacağını, korkularının gitgide azalacağını hele hele korkup da bir şekilde korkup söylediğimiz yalanların "büyük" hayatında olmayacağını  düşünüyor. Ama işin doğrusu öyle olmuyor galiba. Küçüklükte, çocuklukta halledilemeyen meseleler, korkular büyüdükçe daha da derinleşiyor, kişiliğin gelişmesinde ciddi engel oluşturuyor ve gitgide kişi sıkıcı ve korkuları tarafından yönetilen biri haline dönüşüyor. E yalan da böyle bir şey. Her çocuğun bir şekilde denediği öğrendiği bir şey yalan söylemek de onun devam etmemesi gerekiyor. Ne var ki çoğunlukla ettiği için ortaya yalan söyleyen ve bundan hiç rahatsızlık duymayan bireyler çıkıyor toplumsal hayatta. Elbette "feci yoğunum gelemeyeceğim affet beni başka zaman buluşalım" ya da "başım ağrıyor" filan gibi komik ve unutulacak ifadeleri geçiyorum da büyük insanların hiç duraksamadan söyleyebildikleri büyük yalanlarına şaşırıyorum hala. "Büyük" derken mevkii makamdan ziyade yaş olarak büyük işte, yetişkin yani yaptıklarının sonucuna katlanmak durumunda kalan, işin vehametinden "çocuk" masumiyeti ile sıyrılamayacak "büyük" insanlardan bahsediyorum. Bu büyükler devlet erkanında da olabilir, millet meclisinde de, dost meclisinde de. Bu "yalan" mevzusunda daha da aptalca olan, bir kere söyleyince hep söylendiği ve o insana asla tam olarak güvenemeyeceğin duygusunun kendisini hissettiren varlığı. Nasıl olsa bir kere söylendiğini gördün. Sana olmasa bile senin önünde gerçekleşti, o halde  senin de bir gün o kişiden çıkacak bir başka yalanın merkezinde olmamanın engelleyen ne? Hiçbir şey! Ama hep tetikte olmak, güvenenememek de bir o kadar sıkıcı hatta yorucu. Bu kadar yalandan ben yoruldum da büyükler yorulmadı, o halde  Miki ile beraber yorulalım.

p.s. blame it on miki yerine elbette blame it on boogie'yi tercih ederim. sunshine, moonlight...  




Sabah keyfi # 5

gerçekten günlerin getirdiği hali hakim iken, haftasonu tatili uzarken, uzayan ev hali devam ederken, evde yapılması gerekenler ve bir türlü yapılamayanlar kendini belli ederken, bir takım bazı insanlardan korkunç derece sıkılırken, yüzyılın açılışında sıkıntıdan patlarken, açılıştaki koca koca adamların mevkii makam sahibi adamların birbirlerini itercesine rol çalmalarına afallarken, "sözde laiklik esası varolan bir ülkenin efsane, uzaya kadar önemli bir açılışında diyanet işlerinin, duaların ne işi var diye düşünürken", insanlardan sıkılırken, insanların gerçek yüzü başka olan olayları kendi görmek istedikleri gibi algılayıp öyle yaşamalarından iyice sıkılırken, çocukluğa geri dönerken, eğlenceli bir şekilde güneş açarken sanki baharmış gibi kendini gösterirken, yapılacak çok iş çok şey olmasına rağmen sabah keyfini yaşatırken geçip giden ve gidenler ... 

inadına- hala yaz!

Friday, October 25, 2013

Cuma eğlencesi # 8

Tarifsiz şekilde garip geçen ekim ayı, bayram sonrası gelen garip ruh hali, medeniyet sonrası "yine" içine düşülen gecekondu yaşam biçimi falan filan derken demek ki cuma eğlencesinin zamanı gelmiş, şöyle biraz beautiful people'a sallamak hiç fena olmazmış, garipliğe gelecek en iyi ilaçmış, vs...

Kim bilmiyorum ama yer NY ve G.G.'nin pek sevdiği heyecanla beklediği tasarımcı Isabel Marant'nın H&M'in yaptığı koleksiyonun tanıtım gecesi. Şimdi aşağıdaki kılığa geleceğim de önce geçen sene Martin Margiela H&M satışına yine G.G. ile gidip moda blogger'ı, stilisti olduğunu düşünen feci ötesi varoş tiplerin ellerinde şampanya ile dolaşıp Martin Margiela'yı ilk kez keşfedişlerini görüp kaçtığımzı hatırladım ve bir anda yine unutmak istedim o anı. Eh bu yıl da benzeri olur, of of of ! Şimdi aşağıdaki hanımkızımız pek zayıf pek hanım pek efendi görünüşlü olsa da giyen kişi Janis Joplin, Axl Rose veya bir şekilde rock şarkısı değilse hiçbir şekilde deri pantalon giyilmesinden hoşlanmıyorum. Hele hele böyle kenarları kovboyların giydiği gibi işlemeli ise. Bir de altına giyilen topuklu ayakkabı o kadar ama o kadar kötü duruyor ki...Kotun altına topuklu ayakkabı giymek kadar kötü. Yok hayır, kot pantalonun altına topuklu ayakkabı giymek şık veya moda takipçisi olmak adına yapılmış en kötü hareketlerden biri herhalde. Feci!

Bu daha kötü.Yine aynı geceden. Pantalon çok kötü, ceket belki güzeldir de olmamış, saçlar kezban, çanta sıradan. Hani sokakta kızlar var çantayı bileklerinde taşıyarak üstüste giydikleri sıradan ötesi ama sıradan olmadığını sandıkları kılıklarla kendilerini moda ikonu zannederek yürüyorlar. Hah işte onların bir temsilcisi gibi. Bayağı silik.
Soldaki Michelle Williams kısa saçıyla gayet güzel, elbisesi ne yazık ki değil, Sofia Coppola her zamanki gibi sönük, Elvis Presley'in adını unuttuğum torunun ise saç rengi şahane (kezban buklelerini geçiyoruz tabii). Yazarken farkettim ki oldukça sönük bir resimmiş bu, keşke koymasaymışım ama şimdi silmeye de üşeniyorum.
OMG diyorum başka şey demiyorum. Bilemiyorum yorum yapamayacak kadar zorlayıcı geldi bana. O zayıflık o deri parçaları, o gergin surat of cidden zor buna yorum yapmak. Aman Yarabbim diye nidamı atıp gideyim. Aşar beni bu kadarı.


Yine NY geceleri yine eğlenen beautiful people da bazı kıyafetler bazen ba(ğ)zı insanda hiç olmuyor. Şimdi bu en sağdaki geniş yüzlü geniş göğüs kafesli hanımefendinin giydiği o büstüyerimsi elbisenin bir de göbeğini açmış hali...Of bunu da bilemedim o kadar iddialı o kadar "hem skinny hem fit" olunması gereken bir vücut istiyor ki yorumumu yuttum.

Yalnız anladım ki bu tarz elbise piyasadan kalkmıyor. O kadar az insana yakışıyor ve o kadar çok kadın giyiyor ki ortaya çıkan görüntüler çoğunlukla manasız oluyor. Giyen aşağıdaki gibi manken de olsa eteğin üzerinden uzayan elbise dantel mantel o kadar kötü bir elbise ki elle tutulur hiçbir yanı yok. Yazık kız da güzel, boşa gitmiş bir gece kıyafeti.

Hah back to Isabel Marant ve kızları... Soldaki yani çocukluğumuzun Taş Devri çizgi filmindeki Bambam saçlı January Jones oldukça güzel bir kadın. Soğuk görünüşlü, beyaz tenli platin sarışınlardan ve bir şekilde epey güzel buluyorum kendisini. Yanındaki ise tahammülümü zorlayan feci sıkıcı film Amélie'nin Amélie'si, Audrey Tatou. Filmin kendisi kadar sıkıcı bir şahsiyet. Bir de sürekli mıh mıh ince sesli fransız halleri bir şekilde kendisini sevimsiz yapıyor. Kısa saçlarına rağmen. En sağdaki de herhalde resimdeki en güzel ama adını unuttuğum hintli aktris. Saçları güzel elbisesi Isabel Marant H&M tamamdır, şahane. Kırmızı ruju da olmuş daha ne?
Kendisine hayranım. Iris Apfel. 92 yaşındaki tasarımcı hem efsane hem de şahane bir tarz sahibi. Kimseye kendini veya giydiklerini beğendirmek için değil gerçekten tarz sahibi olarak giyinen insanları seviyorum. İnsanın öncelikle kendisini beğenerek kendisi istediği beğendiği icin bir şey yapması, başkasına kendisini beğendirmek ondan kabul görmek için yapmasından çok daha özgüvenli bir hareket. Ama işte insanoğlunun en büyük yanılgısı, kendisini kenara koyarak birisi için bir şeyler yapmayı (özellikle de çocuk söz konusuysa) büyük bir özveri ve fedakarlık olarak görüyor, kendisini yüceltiyor. Oysa kendini kaale almadığında saçını başkası için süpürge ettiğinde bozukluklarını tamir etmediğinde asıl bencilliği ileride karşındakine yaşatacaksın demektir. Tarz marz olaylarına geri gelirsek de, kendisi için giyinen kendisini kendisine beğendirmeye çalışan insan seviyorum. Diğerleri gelir zaten. Iris Apfel, cidden şahane bir insan.
Charlize Theron ve muhteşem saçları. Elbisesi de herhalde güzeldir de saçları tek kelimeyle müthiş. Bir şekilde tekrar uzatmaya başladığım saçlarımı bu kadar güzel kısa saç örnekleri gördükçe tekrar kestirmek istiyorum. Hemen! Şimdi! Ama bir yandan da köprücük kemiğime gelsin istiyorum. FAK!
Monako'nun yakında sinir harbirden patlayacağını düşündüğüm mutsuz prensesi ve Catherine Deneuve. Güzel yaşlanmayan insanlardan Catherine Deneuve. Bilmem belki de çok önemi yoktur ne de olsa günün sonunda koskoca Catherine Deneuve'sün ve bu yaşlandıkça da değişecek bir şey değil. Yalnız yanındaki mutsuz prenses hala kaygı verici şekilde gülümseyerek mutsuzluğunu yayıyor ortaya. Gerçekten de patlayacağı anı bekliyorum, özellikle de yanında yine kendisiyle beraber The Odd Couple oluşturan önemli şahsiyet olduğunda.
Hah işte bir başka Odd Couple...İkisinin birlikte görünümü cidden çok bezginlik verici ve sıkıcı. Her seferinde başka bir tema seçiyorlar gibi geliyor. Geçen sefer Edi ie Büdü bu sefer de Marc Jacobs elindeki komik çanta ve siyah kasketi ile Brooklyn'de katı dini kurallara uygun olarak yaşayan hasidik musevi esnafı kılığında gelmişken yanındaki Sofia Coppola sıkıcı çiçekli elbisesine rağmen ilk defa "hoş" bir kadın gibi duruyor. İlk defa. İlginç. Sofia'nın hoşluğu kadar Marc Jacobs'ın elindeki çanta. Bir zamanlar sanki Sergen'de de böyle bir çanta vardı, futbolcularda var galiba bu, özellikle de Louis Vuitton olanı. LV veya başka marka farketmez son derece manasız.

Kate Upton ve beğenilmeyen elbisesi. Bence elbiseden öte saçları da kötü çantası da. Ama her şeyden öte iç çamaşırı seçimi en kötüsü. İç çamaşırı var mı giymiş mi emin değilim ama keşke giyseymiş. Büyük göğüslülerde sütyensizlik pek güzel bir görüntü oluşturmuyor aksine şekilsiz duruyor. Öyle olmuş keşke elbise yerine doğru sütyen giyseymiş.


Terry Richardson da sıkıcılıkta Audrey Tatou'yu aratmayan vaziyette. Aynı gömlek, aynı gözlük, aynı poz, aynı işaret. Yaptıklarının pornografik içeriklere sahip olması ise ne yazık ki daha ilginç kılmıyor kendisini. Puf yani! Yanındaki ise deri elbisenin insanı şişman ve göbekli göstereceğinin güzel bir kanıtı. Yani deri elbise giymek isteniyorsa skinny olmak gerekiyormuş. Yani demek ki skinny olmadığım ama bir şekilde de giymek istediğim için J.A.'nin deri elbisesini ceket şeklinde kestirerek çok mantıklı bir harekette bulunmuşum. Bu resim bana bunun kanıtıdır.
Beğeniyorum bu kadını. The Good Wife dizisindeki kadın. Eskiden ER'da George Clooney'nin sevgilisini oynuyor daha internetin olmadığı Fransa'daki televizyon dergilerine yorum yazan tüm kadınların şiddetli nefretine maruz kalıyordu. Yaş kendisine güzel gelmiş, kırışıklıkları yüzünde şık olmuş, hele hele üzerindeki takım şahane olmuş. Herhalde sayfadaki en güzel ve en şık kadın.
Normalde beğenmediğim ama kırmızının etkisinde afallayıp çok beğendiğim kılık kıyafet olmuş. Kate bir şey. Galiba pantalon deri ama cidden güzel ve kırmızı, üzerindekiler kırmızı, ruju kırmızı, çanta siyah. Tamamdır, oldukça çarpıcı. Öyle böyle değil. Kesinlikle kırmızının içine düşme ihtiyacı yarattı bende.
İpek saçlı sansasyonel elbiseli mankenler. İsimlerini bilmiyorum ama güzeller ama o kadar. Hatırlanır mı emin değilim ama işte güzel, anlık shot votka etkisi gibi. Olur ama işte etkisi de o kadar.
Genelde erkeklerin beğendiği kadınların ise sıradan bulduğu brezilyalı mankenler. Cidden çok sıradanlar. İncecikler, uzunlar filan oralara hiç itirazımız yok da işte o kadar. Elbette Victoria's Secret olur ama başka bir şey olmaz. Ha belki Cesare Paciotti ama o kadar. Burada da giydikleri filan bayağı kötü. Ne bir tarz var ne bir farklılık sadece uzun ve ince olmanın getirdiği rahatlıkla her şeyi giymek var. Ama çok kötü.

İşte tarz sahibi olmak ile yukardakiler arasındaki fark. Çok yazmaya gerek yok. Hem güzel bir tarz hem de sıradan bir güzel olmayan kadının özgüvenli duruşu. Tamamdır.


Peki Paris'teki Colette nasıl bu kadar istisnai bir mağaza iken, sahibinin bu kadar mürebbiye kılıklı oluşunu açıklayabilen varsa, lütfen, bekliyorum. O ceket o çanta o saçlar ohhh şiştim.
Yaşlandıkça dantele düşen kadınlar ve Aerin Lauder ve Iman. Yani hem olmuş hem de olmamış. Bir şekilde dantelden hoşlanan biri değilim, bu kadar yoğun kullanılmasını zaten sevmiyorum. Yorucu olmuş ikisi de yanyana. Ama her ikisinin de üzerindeki pahalıdır, D&G'nıdır muhtemelen oralarada sorun yok da bakması yorucu işte.
Keith Richards ve güzeller güzeli karısı Patty'nın kızlarından biri. Deri ceket sebebiyle koydum resmi yoksa elbise asimetrik olmasa güzel de o asimetri benlik değil. Deri ceket de rengi garip keşke babasınınkilerden birini alsaydı daha güzel olurdu. Şimdi herkeste var herkes rockçı herkes easy rider. Olur ya bu kadar iğneleyici de olmamak lazım hayatta der bitirir giderim. ..  -resmen kendime güldüm-