Friday, February 26, 2010

Cuma eğlencesi # 4

Bir sürü bir şey oluyor, herkes birbirine bakıyor, herkes birbirinden bekliyor, herkes başka bir halet-i ruhiyede hissediyor ama sonunda mutlaka öyle veya böyle bir şeyler oluyor. Amaç zaten her halükarda, illa ki, nasıl olduğu umrunda olmadan "yeter ki olsun" mantığı içerisinde bir şeyler olması ise o zaten oluyor, sorun yok. Ama gerçekten olması, gerçekleşmesi ise ancak "o işin olması gerekiyorsa oluyor". Cuma eğlencesi gibi. Yok yahu, fani işler bunlar, sadece eğlence.

Jacquetta Wheeler ve Liberty Ross, ingilizlerin nisbeten yaşlı top modelleri. Burada pek güzel çıkmamış ama Liberty Ross'u bayağı beğenirim. 2002'de filan Kate Moss ile ikisinin saçlarının kısa olduğu zaman Vogue UK için harika resimler çektirmişleri vardır. İkisi de kısa saça methiye düzercesine poz vermişlerdir ki şu anda iyice uzayan saçımı önümüzdeki birkaç yıl kullanacağımı bilsem de sonrasında yine kestireceğim. Kısacık.
Geçen haftanın ingiliz bulvar gazetelerinin kahramanı Elisabeth Hurley ve transparan kıyafeti. Hiç beğendiğim kadınlardan değildir ama burada güzel olmuş; saçı makyajı ve tabii elbisesi. Buradan belli olmasa da elbiseni içinde iç çamaşırı-yani sütyen diyoruz ona- yok. Yani her şey ortada. Peki çirkin miydi? Hayır. Pamela Anderson gibi ucuz duruyor muydu? Hayır. O halde sorun yok. Beyi de gayet kendisine güvenli, hanımının see through elbisesini güvenle taşımasına gururla bakıyordu. İşte burası ne yazık ki bizi aşar. Türk erkeği böyle bir şeyi güvenle kaldırabilir mi? Hayır. Ve kendi güvensizliğini şöyle ifade eder: "sana değil erkeklere güvenmiyorum anlıyor musun? hayvan onlar, hayvan." Hanımı da erkeğinin bu kıskançlığını sevgi ifadesi olarak alıp onu istediği gibi hareket eder, ona göre yaşar. Evet aynen böyle. Örnekleri için ise çok uzağa öyle doğuya filan gitmeye gerek yok, sadece karşımızdakine, ofiste alt katta çalışanlara, lokantada aynı masayı paylaşanlara bakmak yeterli.

Sadece Kate Moss olduğu için koydum. Yorgun gözükse de suratsız dursa da she's Kate.


Bu da sadece bir Erdem elbisesi olduğu için. Yoksa kötü topuz kötü ayakkabı, sadece güzel elbise.
Kötülerden bir tane daha. Değil güzel hiçbir şekilde çekici bulmadığım bir aktris daha. Claire Danes. O tende o saç renginde o dudak renginde kabus bir elbise, ki muhtemelen başka bir insanda çok muhteşem olabilecek bir elbise. Ama Claire Danes ...tarifsizim sıradanlığını ifadede.
Bob Geldof ve kafayı sıyırmış kızlarından biri, elbette adını unuttuklarımdan ama şu her tarafı dövmeli ve sürekli çok arzulanıyormuş gibi bakışlar atan değil. Ama yine de giyinmeyi bilmeyenlerden. Saçı güzel ayakkabıları güzel de o koltuk kumaşından elbise nedir? Ve neden? Bu biraz ingiliz olmakla ilgili bence. Hala kraliçeye hayran, monarşiye bağlı, toplum içerisindeağır bir işçi sınıfı geleneğini sürdüren (ve ne yazık ki işçi sınıfı her zaman working class hero olmuyor) bir ülke İngiltere. İlginçlikleri var yani. Gidip görmek lazım. Sevenleri için ise tekrar tekrar.
Küçük kibritçi kız Natalia bir şey. Rusya'nın ucra bir kasabasının pazar yerinde çalışırken keşfedildi, İngiltere'nin köklü zenginlerinden biri ile evlenip elbette 3 çocuk doğurdu ve newly aristocrat oldu. Genelde kötü giyinenlerden ama burada elbisesi şaşalı olsa da ayakkabıları asıl güzel olan. Saten sanki, bilekleri de fiyonklu. İnce bilekli kızlar lütfen bunlardan giysin.
Antipatik ve ruh hastası kadın Gwyneth Paltrow'un BFF'i Stella Mccartney kendisi tasarımı içerisinde. Elbise fazlasıyla renkli ama altındaki koyu siyah çorap ve göğsünün açıklığı çok güzel. İyi bir şey insanın kendisini bilerek giyinmesi, giydiklerini seçmesi.
Carine Roitfeld'in güzeller güzeli kızı Julia Roistein - Roitfeld. Eğer brunette güzellerden bahsediyorsak lütfen Julia olsun konumuz. Buradaki elbisesi belki en harika fashion statement'ı değil ama yine de güzel; lacivert ve siyah. Yeni nesil güzel kızlardan bir Julia Roistein-Roitfeld, bir de Charlotte Casiraghi derim, diğer sarışın yanık tenli saçları açılmış olanları mümkünse geçelim. Hani kanda olur derler ya bazı şeyler aynen onun gibi. Her ikisinin de genlerinde olan bir durum. Yani yukardaki küçük kibritçi rus kızının hiçbir şekilde sahip olamayacağı bir şey, evindeki Hermes yemek takımlarına, ingiliz aristokrat spor arabalı kocasına rağmen sahip olamayacağı farklı bir şeyleri var. Olmayınca olmuyor işte. Oluyor gibi dursa da aslında olmuyor. Aynen hayatta sahip olmak için peşinde koşulanlar gibi. Birinin peşinden koşuyoruz, aşık oluyoruz ve bizi oluyor sanıyoruz ama aslında olmuyor sadece kendimizi kandırıyoruz; bir çantanın peşinden koşuyoruz büyük paralara alıyoruz takıyoruz ama o kadar olmuyor ki sakilliğimizi fark etmiyoruz; bir kariyer peşinden gidiyoruz konuşmaya bile gerek yok hiç mi hiç olmuyor sürmüyor ve bitiyor mutlaka bir yerde bir şekilde; biri ile bir şekilde beraber kurulan yaşam biçiminin, bir hayat düzenin peşinden gidiyoruz ama olmuyor sadece "mış gibi" yapıyoruz herkesi ve tabii kendimizi kandırıyoruz, yıllar geçiyor mutsuzluğumuz daimi oluyor hırçın oluyoruz nihayetinde schadenfroh olarak ömrümüzü bitiriyoruz. "Değmeyecekler için yorulmaya çaba sarfetmeye gerek yok çünkü zaten olmayacak o yüzden bırakmak lazım bazen bazı şeyleri" deyip pek felsefi şekilde bitiririm cuma eğlencemi.

Gündüz ve gece# 2

... gündüz ; levent, msgsü, kadim dostum sekvotka'nın fakültedeki odasına audrey hepburn hediyesi, odanın bir anda ışıldaması, "çıkıp içelim", "sıdıka", kaçıp giden sergi açılışı, w hotel, bar, "macallan yok mu? hayır onlar ayrı adaların viskileri olmaz aynı değil", asansör, kat sorunu, yürüyüş derken al jamal ve kapıdakine "ne yani w hotel'deki gibi içki içemeyecek miyiz mekanınızda?", touchdown, sevdiğimiz insan kool şahsiyet k. ile karşılaşma, biraz bira biraz jameson, gece; saat 22 civarı, e. insan değil ,sarılıp öpüşme, partiye giden sekvotka, aşağıya iniş, koridor, fark edilmeden eğlence,güzel müzik, yeni bebeğim (ama öyle böyle değil),f., kapatış, kapatamayış, neredeyse ayrılamayış, neredeyse bir yaz gecesi eğlencesi ve keyfi ...

p.s. günün ve gecenin lafı: "onlar ayrı adaların viskileri, olmaz"

p.s. 2 "benim de ışın kılıcım var".

Wednesday, February 24, 2010

"sıraya kaynak yapmayalım lütfen"

Az önce resimleri gördüğümde "herhalde insanlar çıldırmış olmalı" dedim. Biliyoruz ki Vogue Türkiye aybaşında satılmaya başlayacak ve bu Türkiye'de dergicilik adına çok büyük bir gelişme bu. Hatta salt dergicilik yayıncılık için değil moda kültürü, tasarım kültürü, tekstil sektörü için de önemli bir gelişme. Fakat ilk 1.000 kopyadan birini satın alabilmek için alışveriş merkezinin önünde kuyruğa girmek hatta beklemek nedir? Ve neden? Bu kadar Vogue seven, her ay ingiliz baskısını sektirmeden satın alan, moda ile ilgilenen, bakmaktan seyretmekten keyif alan bir insanım ama beni hiçbir güç ne o sıraya sokabilir, ne de o sırada bekletebilir. Yani zaten sırada beklemem gereken aktiviteleri zorunlu olmadıkça yapmayan bir insanım, hele keyfi bir mevzu söz konusu olduğunda ise asla sırada beklemem. Misal gece kulübünün kapısında beklemek gibi. Hayatta beklemem, sıraya da girmem; sıraya girmeden girmeyeceğim bir yer ise zaten gitmem, gerek yok.
Vogue'u merak ediyor muyum? Evet ama mümkünse hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Alırım mart başında. Ama sıraya girer miyim? Hayır. Sıraya girmeyi anlar mıyım? Hayır. Sıraya kaynak yapanlara girer miyim? Kesinlikle!
Hayır sonra kızanlar oluyor "varoş" lafını kullanıyorum diye ama bu görüntüler bu tarz hareketler varoşluk değil de ne?
Resimlerin altyazısı şu: ve türk kadını vogue'u keşfetti. hallelujah!

via ntvmsnbc

Şans


Olan biten her şeye, etrafta bana dair "schadenfreude" hisseden herkese rağmen şanlı insanlardanım; biliyorum bunu. Hele dostlar bakımından cidden şanlıyım. Her türlü didişmemize, ota boka farklılıklarımız yüzünden kavgalarımıza rağmen iyiyiz, iyi götürüyoruz dostluk meselesini.

Dün önce korkuttu sonra sevindirdi. Aslında komik ve eğlenceli bir sürpriz yapacakmış ama anlamayayım diye manasız bir ciddiyet yüklü tavır sergileyince iyice afalladım telaşlandım hatta kızdım. Sonrası ise B., Grissini, önüme konulan paket, içinden çıkan ışın kılıcı, kahkahalarımız, garsondan yıldız tornavida isteyişimiz, pilleri koyunca yanıp sönmeye başlaması, sesler çıkarması, o anda mekanın önünden geçen S.'nin beni B.'nin yanında ışın kılıcı ile oynayan bir çocuk olarak farzedip hiç bakmaması sonra ben olduğumu anlayınca ufak çaplı şoka girmesi, heyecandan ve mutluluktan B.'ye yeterince tepki verememem, ayrıldıktan sonra ışın kılıcımla S.'nin bulunduğu mekana gidip vuuu vuuu sesler çıkartan kılıcımı göstermem vs. netekim dün güzel bir gündü, güzel bir hediyenin, düşünülmüş, özenilmiş bir sürprizin günüydü. Oynar mıyım? Elbette. Hem de Julius Sezar ile beraber.

biliyorum, evet, bence de, ben de onu, hem de çok!

Tuesday, February 23, 2010

Uyandırılmak

Bir süredir uyandırılıyorum. Gece yarısı, sabaha karşı fark etmiyor ama uyandırılmış oluyorum ve sonra uyumaya devam ediyorum. Bu sabah da uyandırıldım, kafamı çevirip saate baktığımda 07:07'yi gösteriyordu. Hoş gece erken yatmak isteyip uyumayı denediğimde de 1 civarı yine uyandırılıp saati görüp yatmıştım ama sabahkini açıkcası beklemiyordum. Aslında biliyorum ama beklemiyordum. Belki de bekliyorumdur. Özellikle de cumartesi gününden sonra her şeyin bir şekilde açığa çıkmasından sonra. Demek ki doğruymuş, hayatta her şey sadece elle tutulur gerçek değilmiş, bilinçaltının hayal dünyası ve hislerle ile birleşmesi o kadar da yanlış değilmiş. En azından benim için. Gördüm yaşadım bir kez daha emin oldum ve rahatladım. Bundan sonrasına gerek yok, biliyorum çünkü. Allahtan da yalnız değildim de "delirdi artık iyice" yaftası yapıştırılması daha zor. Ya da o yafta zaten yapıştırılmış da ben farkında değilim, o da olabilir. Kim bilir arkamdan deli diyen çoktur da ben kendimi akıllı sanıyorumdur (gerçi cumartesi gecesi resimlerinde deli saraylı kadınlar gibi mücevherler içerisinde sarınıp çıkmam şahane olmuş, onu da dün gördüm b.'nin gönderdiği resimlerde).
whatever...Umrumda mı? Değil. O halde uyandırılmaya devam.

Monday, February 22, 2010

Gurur

Belki saçma belki naifçe belki de olması gereken bilemiyoroum ama sevdikleri ile gurur duymayı sevenlerdenim. Geçen hafta pek sevdiğim öğrencim E. Ö. ödül kazanmıştı, haliyle ona çok sevindim. Dün de çok ama çok sevdiğim, hayatta kaybedeceğimi hiç düşünmediğim kadim dostlarımdan Boogie Boy Berlin'den altın ayı ile dönünce sadece sevinç değil gurur da işin içine girdi. İnsanın dostu ile gurur duyması nasıl harika bir duygudur! Galiba her şey schadenfreude değil, bunun aksi yönde bir duygusu da yani onun mutluluğu ile mutlu olmak da var hayatta. Belki herkes için geçerli değil ama yine de her türlü kötü davranışa rağmen hayatta başkalarının mutluluğundan mutluluk duymak da var, onunla sevinmek de var. Ona da telefonda söylediğim gibi kendim yapmış kadar mutlu oldum ve belki de konuşurken uzun zamandır birisine bu kadar içtenlikle, bu kadar hissederek "canım" dememiştim. O kadar mutlu oldum ki...
Evet, evet hayat sadece schadenfreude değil. Çoğunlukla schadenfreude olduğunu kabul ediyorum ama az sayıda da olsa Allah'tan mutluluğu ile mutlu olacağımız, gururu ile gururlanacağımız benzer şeyleri bizler için hissedecek dostlarımız var.
Mutluyum. Evdeki Veuve-Clicquot'u ikizi U.'ya söz vermiştim ama artık böylesine büyük bir olayda ikisinin de olduğu bir yemekte patlatırız yine yemek yaparım içip sarhoş oluruz. En kısa zamanda. canım ya.

p.s.bizimkisi yönetmen değil, görüntü yönetmeni. yani öndeki gözlüklü değil.

Friday, February 19, 2010

Cuma eğlencesi # 3

Kaç zamandır yazmıyordum cuma eğlencesini, moda haftaları, biraz biraz ödüller partiler derken neden olmasın.
Her daim partilerde gezen ingiliz socialite Daphne Guinness. Oy ki oy demek istiyorum şu çabaya şu kılık kıyafete hem de bir maskeli balo söz konusu değilken. Upper East NY'da bir upper east side bir gece parlar, glamour filan ama şu kıyafet yorumsuz bıraktı beni. Herkes Lady Gaga demek ki o halde Lady Gaga'ya da bravo böylesine etkilemiş tüm kılık kıyafet eksenli yaşayanları.
Kız pek güzel değil, hele Şarlo vari komik kemik gözlükleri daha da güzel yapmamış kendisini. Ama üzerindeki saten bluzu çok beğendim. Hem rengini, hem dökümlü halini, tamamdır, yani bir saten bluz nasıl da fark yaratabilir görülüyor. Ayrıca saten dokusu...Son birkaç gündür sadece saten giyiyorum ve altına spor ayakkabı ile daha da muhteşem oluyor. Saten. Touch me touch me I wanna feel your body ...
Yeni nesil amerikan modasının en başarılı markalarından Rodarte'in tasarımcıları kızkardeşler. Kaliforniyalılar ama Kaliforniya'nin alışıldık gerizekalı sarışın sağlıklı yanık tenli spor delisi low-fat yiyecek ve hatta giyecek insanları gibi değil gayet biz gibi insanlar. Şu yıldızlı hırkayı çok beğendim, yıldızlı bir şeyler mi giysem bugün? Yarın gece mesela?
Yer Paris, Zac Posen ve Yaz Bükey'den Yaz Kurhan. Sahne güzel, Zac Posen'nın kemik yapısı bayağı güzel de sadece ben resimde soldaki kişinin soyadını okuyunca çok güldüm. Kim bilmiyorum ama soyadı Niquet. Epey talihsiz bir soyadı fransız argosuna göre. Tamam Niquet diye yazılıyor ama "niké" diye okunuyor ve argodaki "niquer" fiilinin çekimli hali gibi okunduğuna göre öyle de adamın soyadı pek talihsizce niqué yani bizdeki S harfi ile başlayan argo fiilin çekimli halinin anlamı. Ya, insan soyadını seçemiyor ama soyadı bazen önemli olabiliyor.
Şimdi şu fotoğraf ve boyuna atılan tilki hadisesini ne yazık ki ilk kez görmüyorum. Büyük bir gecekondu organizasyonu içerisinde yapılan kurdele kestirilip açılan Istanbul Fashion Week (miydi adı unuttum) kapsamında gelen yabancı erkek konukların paltolarını süslüyordu tilkiler. Aynen bildiğin tilkiyi alıp öldürüp (galiba kürkün kalitesi bozulmasın diye hayvanları öldürmeyip canlı canlı derilerini yüzüyorlar, emin değilim ama bir PETA reklamında görmüştüm. harika yani), derisini yüzüp sonra da postu omuzlarına atıyorlar. Yalan değil şaşırmıştım görünce ama yapacak bir şey yok tercih meselesi. Bir de tabii elde büyük kadın çantası. Michael Stipe da yeni nesil NY'lu tasarımcılardan biri (phillipe lim değil de onlardan biri işte) ile poz vermiş. Her ikisi de kürklerle süslü. Peki tercih hiçbir itirazımız yok ama Michael Stipe'inki biraz bu ne perhiz bu ne lahana turşusu değil mi? Sen gel Greenpeace desteği ile konser ver, her yerde politik bir tavır takın (ki destekliyoruz), yıllarca vejeteryen beslenme biçimini uygula ama sonra da gidip kürk giyin çık. Eğer sahteyse ben boşuna yazmışım da ne yazık ki sahte gibi durmuyor.
Oh be nihayet güzel bir insan. Gerçi benim için o siyah ipek bluz fazla kapalı ama yine de kız da güzel üzerindeki de güzel şapkası da güzel. Gayet rahat gayet kool duruyor. Oh be nihayet güzel biri sayfada. Fazla zorlama fazla makyaj fazla tasarım olmadan birisi arz-ı endam ediyor.
Vik vik sesi, une beauté tres française sanrısı içerisindeki hali ile tahammülümü zorlayan insanlardan Vanessa Paradis, Chanel gecesinde. Gül işlemeli haminne kıyafeti ve saçları ile bir kabusken lacivert Chanel çantası en azından farklılık yaratıyor. Fransa'da nedense kızlar çok sever Vanessa Paradis'yi. Aman yarabbim, ne güzelliği ne asaleti ne muhteşemliği kalır bütün konuşmalarda kızlar ona hayranlıklarını dile getirirler. Hiç sevmem güzel de bulmam bulanı da anlamam.
Bıyık ve erkek; erkek ve bıyık. Pek başarılı bir birleşim değil. Neredeyse kimsede, özellikle de yukardaki genç Hollywood oyuncusunda. Aman yarabbim sadece "neden" diye sormak istiyorum : neden erkekler sanki kendilerine çok yakışıyormuş gibi bıyık bırakıyorlar? Ama haksızlık etmeyelim, yakışan nadir de olsa birkaç örnek var istisna var. Ben görüyorum mesela kendisini. Her gün olmasa da görüyorum ve bıyığın nasıl nasıl yakıştığına hayranlıkla bakıyorum. Allah'tan bencil bir insan değilim, hemen durumdan haberdar hemcinslerimi haberdar ediyorum, güzelliğini paylaşıyorum. Ya işte böyle Mrs. Robinson tadında bir insanım...

Thursday, February 18, 2010

Sabah sürprizi: cebimdekiler

Saten bluzumsu pelerinimsi garip bir şey giydim sabah üzerime. En son Atina'da Katerina'nın düğünde parlak yanar döner sansasyonel elbisemin üzerine geçirmiştim ki, işte aylar geçmiş üzerinden bir daha da dokunmamışım dolaptan çıkarmamışım.

whatever ...

Dünkü sansasyonel ve heyecanlı ve Mrs. Robinson yüklü bir iş günü üzerine sabah bluzumsu pelerinimsi saten (oh beybi) şeyin ceplerine elimi soktuğumda düğünün sürprizleri ile karşılaştım : pirinç taneleri ve kurumuş gül yoncaları. Ne kadar romantik değil mi benim gibi anti romantik birisine? Yunan düğünlerinde kiliseden çıkan çifte pirinç taneleri ve gül atıyorlar; ben de herhalde o an yaşanan mutluluk ve heyecandan cebime de atmışım. Sabah da elimi cebime atınca bir baktim ki pirinç taneleri avucumun içinde. Sabah sürprizi ile beraber sabah kahkahası da oldu. Hele hele dün, mrs. robinson macerası ve heyecanına önceki gece aica partisi, kadim dostum sekvotka, pornstar v., gözen veya gülgün ile eğlenceye eklenince iyice kış ortasında hafiflik hissiyatı oldu. forever hafiflik...

Tuesday, February 16, 2010

Anlaşılmak

Zor iş anlaşılmak. Herkes için, herkes tarafından. Doğru ifade etmek ne kadar zor olabilir ki düşünürken değil doğru, ifadenin kendisinin zorlu olması bile ilk anda caydırıcı sanki. Sözlü hali de yazılı hali de zor; en azından benim için. Hele hele içindekini, duygunu, yaşadığını, üzüntünü, sevincini muhtelif sebeplerle ifade edememek. Ne var ki bazen belki bir beceri belki bir hissiyatın doğru ifadesi ile olabiliyor bir şeyler. Bir de karşıdaki de anlamak istiyorsa her şey sanki daha bir kolaylaşıyor.

pazar günü, never on sunday'ımsi bir hal ve gün yaşarken, b.'den gelen "radikal 2'nin ilk sayfasını oku, seni düşündüm" mesajı, okuyunca da anlaşılmanın getirdiği tebessüm ile gönderilen cevap ve bir şekilde anlaşılmanın getirdiği huzur hali.

Gerçekten güzel şey anlaşılmak. Sevdiklerince doğru şekilde anlaşılmak en iyisi olsa gerek. İnsanoğlu hayatın akışında o kadar sıklıkla "hayır öyle değil aslında demek istediğim bu değil, yanlış anladın beni, doğru ifade edemedim kendimi" diye düşünüyor ki anlaşıldığında nefes alıyor resmen.

Breathe- Respire # 3

biraz kitap, biraz müzik, biraz kahve, biraz vogue, biraz keyif, biraz ılık hava, biraz güneş ve je respire.

kitap: le bosphore a la roquette
müzik: paz e futebol, talib kweli, new york state of mind

Saturday, February 13, 2010

Beklenmedik koollukta bir gece



hiç hesapta yokken, herkese "yok hayır çıkacağımı hiç sanmıyorum" demişken, e.'yi arayıp "hani öyle basit bir program yapalım hatta iptal mi etsek" demişken buluştuğumuzda "sadece 1 bira" ile kendimizi sınırlamışken kadim dostum sekvotka ile rastlaşıp sarılıp öpüşmüşken, gece beklenmedik şekilde gelişince, 3.yü devirmiş, patates kızartması ve klöbb sandöviçleri yemişken e.'nin sevdiklerinden bizden olup da sj'e devam edenlerden b. de gelince her şey daha da bir komikleşmişken, urban'da dışarda otururken, hiç üşenmeden elimizdeki teknolojik aletlerden bir insana ulaşmak için (ki galiba kendisi "insan" değil. insan olamaz. insan değil) insanüstü bir çaba sarfedip gördüğümüzde de en az 1 saat boyunca kendisi üzerine konuşabilmiş, kurgulayabilmiş ve "her türlü teklifi" kabul etmişken, akşam üstü buluşmasında vakit ilerlemiş gece yarısını çoktan geçmişken, beklenmedik koollukta bir gece yaşanmışken, e. ve onun b.'si ile mart ayı içinde yeni bir "hayır ben yemek yiyen bir insan değilim, hiç sanmıyorum o kadar yiyebileceğim lütfen ısrar etmeyin" buluşmasına kadar ayrılınmışken unfinished sympathy ...



p.s. demek ki bitmeyen veya bitmemiş sempati duyguları olabiliyormuş. elbette, neden olmasın ki? biraz benden biraz ondan biraz bizden biraz geçmişten biraz ileriden ve gerçekten de ortaya çıkan sempati oluyor. ama evet diğerinden hiç hoşlanmadım. gerek de yok zaten.

p.s. (2) ve müthiş komplo. bugünün hayran duyulan spor yorumcusu kafasına taktığı anlamsız bant ile ortalıklarda dolaşan a.e.'nin dünden sj'den sınıf arkadaşları olan e. & e.'nin b. kendisine etkinlikte soru sormak istiyorlar. "pardon ali bize bir ofsaytı anlatabilir misin, şöyle mümkünse irlanda topraklarından örneklerle fransızca kompozisyon introduction développement ve conclusion şeklinde olsun lütfen". off gerçekten ama ya. insanoğlu ne acayip gelişimler veya transformasyonlar geçiriyor...

Friday, February 12, 2010

Kırmızı ruj

Galiba daha önce yazdım ama yineleyeceğim "kırmızı ruj her kadına yakışmaz". Biliyorum sıkıcı Melis Alphan yazıları gibi oldu ama ne yapayım karşıma çirkin kırmızı ruj faciaları çıkınca dayanamadım (kendisi de buğday olduğu için kırmızı ruj ona da tam olarak yakışmaz). Bütün gün görmek zorunda kaldım. Keşke kalmasaydım. Keşke birileri bizim buralardaki kırmızı rujunu sürmüş ama yakıştıramamış kıza kırmızı rujun beyaz tenli kadınlarda güzel durduğunu söyleseydi. Keşke esmer kadınlarda kırmızı rujun paçozdan ve çingeneden Çağla Şikel'den hallice durduğunu söyleseydi. Keşke hiç sürmeseydi ve keşke görmek zorunda kalmasaydım. Beyaz ten &kırmızı ruj olur, esmer ten & kırmızı ruj olmaz. Net.
Julia Restoin-Roitfeld'de gayet güzel olduğu gibi. Tabii Çağla Şikel'in de kırmızı ruj vakaları var ama sayfayı kirletmek istemiyorum çünkü o kadar kabus. Ha bir de alınacaksa kırmızı ruj lütfen Chanel alınsın; başka marka değil. Hatta New York Red Hydra base 60.

Thursday, February 11, 2010

Schadenfreude

Schadenfreude.

Günlerdir aklımda olan ama bir türlü tam olarak hatırlayamadığım almanca kelime. Almanca bildiğimden elbette değil ama kaç zaman önce Yıldırım Türker bir yazısını schadenfreude üzerine kurgulamıştı, oradan hatırlamaya çalışıyorum. Bu hatırlama çabamın sebebi de etrafımda, etrafımızda tüm dünya düzeninde artık schadenfreude 'ye çok sıklıkla rastlıyor olmamız. Son günlerde ise iyice arttı hatta çığırından çıktı. Yapacak bir şey yok. Ya da belki de tek şey; söylememek paylaşmamak ilgilenmemek ve o mutluluğu mümkün olduğunca tattırmamak. Her ne kadar bu mümkün olmasa da en asgari düzeyde tutabilir, denenebilir.

Ha, schadenfreude'nin anlamı mı: başkalarının mutsuzluğundan mutlu olmak. Örnekleri mi? sadece etrafa bakmak dahi kafi gelecektir. Ya da belki kimilerimiz için aynaya.

"schadenfreude is pleasure derived from the misfortunes of others"
veya
"schadenfreude
est un terme allemand signifiant « joie provoquée par le malheur d'autrui » sans équivalent dans la langue française."

Monday, February 8, 2010

Gereksiz # 2


İşte feci gereksiz bir alet. En azından benim hayatım için. Hani tamam Star Wars seviyoruz, heyecanla B.'nin alacağı ışın kılıcı ile oynamayı heyecanla bekliyoruz ama play station hiç mi hiç çekici gelen bir oyuncak değil. Küçükken Commodor 64 vardı belki biraz heyecanlıydı ama yani bilgisayar oyunu, bilmiyorum feci sıkıcı. Hele erkeklerin saatlerce bunun başında vakit geçiriyor olması ayrıyetten sıkıcı. Ama unuttum pardon, bazı spor yorumcusu insanların bloglarında "vazgeçilmezlerim" adı altında geçen bir nesne play station (neyse sonra çok üzülmesin diye üstüne gitmeyeceğim. sonra duyuyorum ağlayıp şikayet filan ediyormuş ona buna). Şayze.

Peki her şey bir yana, gereksiz başlıklı ilk yazının üzerinden tam 1 yıl geçmesi ve yine 1 yıl sonra aynı günlerde aynı başlığın altına yazı yazmak nedir? Tesadüf mü tarihin tekerrürü mü? Her ikisi herhalde. Bir de bazı tesadüflerin artık kabak tadı vermesi de olabilir. Iykkkk.

Miss Black America


1964 yılında Amerika'da Civil Rights Act ile beraber zenciler artık beyazlarla eşit haklara sahip oldular. Sosyal, ekonomik olduğu kadar aynı otobüste seyahat edebilmek, aynı mekanda yemek yiyebilmek gibi daha önceleri yasaklanmış olan gündelik hayatın basit ama bir o kadar kısıtlayıcı yasakları sona ermiş oldu. Soul 'un büyük ama bir o kadar mütevazı ismi Curtis Mayfield zenci amerikalıların düzenledikleri ilk güzellik yarışmasından 2 yıl sonra yaptı Miss Black America şarkısını. 1970'de. Curtis isimli albümünde yer alan şarkı kısacık ama yine de etkileyicidir.


Sunday, February 7, 2010

Wish list


2010 yılının ilk wish list 'idir.

Never on sunday: P.S.



* kış günlerini, kış soğunu sevsem de kış insanı değilim (nasıl mutluyum kışın doğmamış olmama, anlatamam). baharın, ılık havanın tiril tiril hissettireceği günlerin gelmesini istiyorum artık. mart ile ilgili büyük planlar peşindeyim. nisandan önce mayıstan çok çok önce şubattan hemen sonra; martta.

* j.a. avatar'a gitmek istediği için avatar'a gittim. her şey mükemmel ama fazlasıyla mükemmel ve sıkıcı. en azından hikayesi sıkıcı. kötü amerikalılar, kötü dünyalılar, kötü dünyalılar içerisindeki iyi insanlar, iyi yerliler, insanların doğadan nefret etmesi, öldürmek için her şeyi yapması, elbette aşk (ayrıca öğrendik ki her şey bitse de seks bitmeyecek, ister insan ol ister avatar) ama gözlüklerle seyretmek vs eğlenceli, ayrıca hayal gücünün ifadesi de bir o kadar eğlenceli. ne var ki bana fazla bir şey ifade etmeyen bir film. o kadar teknoloji o kadar tasarım, bilmem bir yerden sonra iyice sıkıcı geliyor. ha, bir de bayağı şiddet sahneleri var filmde. çocuğum olsa herhalde belli bir yaşa hiçbir şekilde seyretmesine izin vermezdim ama gördüm ki salondaki minik çocuklarını getirmiş onlarca ebeveyn kendi doğru yollarındalar. 3 yaşındaki çocuğunu televizyonun karşısına saatlerce oturtan, boş zamanlarında eline bilgisayar oyunu verenleri de gördükten sonra herhalde önümüzdeki kuşakların boş beyinli olacağını düşünmek yanlış olmayacaktır. ebeveynlerinden daha boş beyinli ve daha aptal. offf. düşüncesi bile sıkıcı.

* bitti. nihayetinde. aylar sürdü ama şu anda masanın arkasında duruyor. tüm ihtişamı ile. ve şu anda bakıyorum. o kadar güzel ki. o kadar özel ki.

* erkek olsam sanıyorum favori markalarım american vintage ile supreme olurdu. şu supreme'e de bir ulaşabilsem içimdeki audrey hepburn'u kaykaycı yapacağım (bayılıyorum gri renkli erkek sweatshirtlerine) . fakat kız olduğum ve de gerizekalı moron berberim cuma günü saçımın rengini bok ettiği için r.'ninkine gitmek durumunda ve her şeyi baştan anlatmalı kendimi tanıtmalı istediğimi doğru ifade etmeliyim. hayır merak ediyorum 3 yıldır bir saçı aynı renge boyamak ne kadar zor olabilir? cidden. ve her seferinde mi kızılın içerisinde sarı olur. sarı ne ya? sarışın olmak istesem sarışın olurum. belli ki istemiyorum, belli ki istemediğimi her seferinde söylüyorum ama aptal olunca insan herhalde bazı noktaları anlaması imkansız oluyor. iyi insan olmak aptal olmayı engellemiyor. merak ediyorum bunun eline joystick'i ne zaman verdiler de beyin hücreleri öldü- ne de olsa o zaman play station yoktu, şimdiki çocukları play station'nın içine atıyorlar resmen. başarılı.

* espresso bizim harikulade ülkemiz sınırları içerisinde pahalı kahve. kimse bana starbucks'tan kahve içip de çok güzel kahve içtiğini söylemesin. kahveden anlamayanların ve nescafe'cilerin güzel kahvesidir starbucks. düşündüm de evde yapmak için espresso'ya verdiğim para beni öldürüyor resmen. lavazza imparatorluğu'nun velihatı ile izdivaç yapmak istiyorum, malikanemiz
qualita oro koksun istiyorum. ayrıca sürekli "çok yakınım" "beni çok sevenlerden" olduğunu söyleyip her uğradığında eli boş gelip de hemen "kahve isteyen" bedavacı takımına da hastayım. ayıp yahu! boş ve büyük konuşmanın, hazır yiyiciliğin bu kadarı da olmaz. bir kere de eliniz dolu gelin, değişiklik olur.

* bir şeyin kırılması bu kadar mı beklenir? umarım kırılır diye bekliyorum. mutfak tezgahından düşssün, kırılsın ve kırılan her sevdiği objenin kırıklarını toplayıp yapıştırmayı deneyen ben çöpe atmak için heves edeyim. hadi, kırıl artık.

* elbette star wars var akşamın eğlencesi olarak. hem de en güzel bölümü. hem de başka bir eğlence ile de beraber.

* 1 haftayı geçti. finito diyoruz biz buna.

Friday, February 5, 2010

Cuma eğlencesi # 2

Bir sürü ödül töreni geçip giden geceler derken belki üşendim belki yoğunluğumdan yazamamıştım ama nedense cuma eğlencesi özletiyor kendisini. Here we go again, here we go ...

Bence Grammy'de giyilenler bayağı kötü. Hani o kadar para o kadar imaj maker herhalde bir işe yaramaması bu kadar aleni olur. Genç genç kızlar kocaman kadın gibi olmuşlar, sözde müzik ödülleri birden Oscar geçit törenine dönüşmüş. Beyoncé. Müziğini de kendisini de beğendiğim gibi azmine ve disiplinine müthiş saygı duyuyorum. Ne var ki giyinmekle ilgili bir sorunu var. Eskiden annesinin çizdiklerini giyerdi okul müsameresine gider gibi şimdi de kumarhane perdesi kumaşından bir elbise giymiş. Roland Mouret'in bu kumaşı işlemesi bir şeyi değiştirmiyor. Kemikli, yuvarlık hatlı kadınlara göre bir elbise değil bu. Belki çok ince bir kadında çok daha başka dururdu ama bilmiyorum bence Beyoncé şu halinden çok daha seksi çok daha albenili bir kadın.Elbise çok güzel, elbisenin rengi çok güzel ama bu kızda hiç olmamış. '89lu iken kendisi birden etekleri yerlerde sürünün payetli yanar döner bir elbise ile '79lu olmuş. Yazık daha bu kadar gençken bu kadar yaşlı gözükmenin ne alemi var. Bizim buralarda da var benzer örnekleri. Öğlen Asmalı Mescit'in havalı mekanının bizim buradaki şubesine gelen 19 yaşında olup 29 yaşında gözüken kızlar var. Merak ediyorum 29 yaşında nasıl olacaklar? Bence erken yaşta cougar olurlar, devir değişti artık bizimle onlar aramızda büyük fark var. 10 yıl sonra biz cougarlığa başlamamışken yeni yeni adım atıyorken onlar cougar'lıktan milf'liğe terfi etmiş bile olabilirler.Çok merak ediyorum baştan sonra bütün bir Black Eye Peas albümünü dinleyen var mıdır? Sample üzerine kurgulanmış başarılı prodüksiyonlar, eğlenceli sahne şovları yapmak iyi müzisyen yapar mı? Yapmaz. O kadar ortalamalar ki sadece cilaları çok kuvvetli. Yeni nesil No Doubt işte. Ortada ikon olduğunu sanan bir kız etrafında da sokak çocuğu görüntüsüne bürünmüş erkekler. Ayrıca Fergie'nin yüzü gerilmekten ifadesizliğinin son safhasında. Baştan aşağı sıkıcılar. Hem de o kadar cilaya, o kadar uzay mekiği kıyafetlerine rağmen.
İşte gecenin en güzellerinden en şıklarından; belki de en şıkı. Sheryl Crow ve Bottega Veneta elbisesi tamamdır bence. Üzerine konuşmaya gerek dahi yok. Herkes Bottega Veneta almak isteyebilir (çok pahalı olduğu için. misal louis vuitton'dan kat be kat pahalıdır) ama onu taşımak istemez çünkü Bottega Veneta'nın üzerinde hiçbir şekilde markanın logosu vs yoktur. Herkesin dışardan gördüğü sadece deri ve el yapımı olduğu belli olan bir çantadır. Ne bir arma ne bir işaret ne bir "şu kadar para saydım ben buna" hissiyatının gösterişi. Yani harikulade bir marka.
Gecenin en güzel kıyafetlerinden. Şaşırtıcı bir şekilde hilkat garibesi haline dönüşen bir Victoria Beckham elbisesi. Geçenlerde sürekli stiletto giydiği için zamanında "eğer balerin değillerse insanlar babet giymemeliler" diyen ama ayağında çıkan yaralar sebebiyle Repetto'lara sarılan kabus bir iticilikteki insan Victoria Beckham markasının bu yeni genç Hollywood oyuncusuna uygulanmış hali. Galiba kendisi gibi iskeletor olmayan normal beden ölçülerindeki insanların da kıyafetlerini taşıyabileceklerini göstermiş, olmuş da. Ama kendisinin bile çizmediği bir markaya kim para verir, kim alır giyer muğlak. Ya markası yakında alışveriş merkezlerine düştüğünde oradan satın alacak amerikalılar ya da PR ilişkileri çevresinde dönen şöhretli arkadaşlar.

Galiba sıkıldım; bitiriyorum.

Biliyorum ki buradasın..!

Biliyorum ki buradasın ve burayı okuyorsun. Aslında okuyorsunuz. Ben burayı popüler olsun veya herkes okusun diye yazmıyorum. Yazsam reklamını yapar reklam alırdım para kazanırdım bu sayfa üzerinden ama istemiyorum. Tercih. Sen ve sen tesadüfen keşfettiniz. Bunda biraz benim de dikkatsizliğim var ama çok da dert değil; zaten biliyordum ki biliyordunuz. Ama bugün bildiğimden emin oldum. İşin doğrusu ikiniz ile de öyle yakın bir ilişkim olmadı iyi ki de olmadı. Zorunluluk olmasaydı aynı yerde bütün bir gün aynı havayı solumak istemezdim.
Herhalde sizin için de öyle ama iş dünyası bu yapacak bir şey yok, beraber çalıştıklarını seçemiyorsun. Kısa keseceğim ve önce genç olanınızdan, çırak olandan başlayacağım.

Benim için fazla "yüzüne gülümseme yapışmış sevimli iyi kız" gibi konuşuyorsun ve bu yüzden de gülüşünün samimi olmadığını düşünüyorum. Ayrıca sürekli oynayan iyiliksever yanılgısı veren büyük gözlerin her an senden gelecek bir tehlikenin bir göstergesi gibi. En yakın arkadaşların da keza senin gibi ve topunuzun tiyatrocu olması zaten kabus bir şey çünkü sürekli sahnedeymiş gibi davranışlarınız bizler için çekici olmaktan çok sıkıcı. Nedense seni çok seven, benim de onu çok sevdiğim birisi var. Sırf ona saygımdan bir şey yapmıyorum ama bil ki dediklerinden, hakkımda söylediklerinden haberdarım. Ama savaş sanatını uyguluyorum. Zamanın daha gelmedi ama gelecek. Ha bir de burayı okuyunca görmüşsündür ki ne benim gibi yazabilirsin ne de bu kadar bilgiye sahip değilsin. O yüzden yorulma ve hayatınla ilgili söylenmeye devam et; her zaman yaptığın gibi.

Büyük olanınıza gelirsek, üzgünüm ama gitgide eski patronun gibi oluyorsun. Yakında onun kadar sevilmeyen birisi olacaksın herhalde. Sen ve öğle yemeğine çıktığın altın kızlar çok komiksiniz ama olmuyor, bir şeyler sakil duruyor. Neticede sen de hayatın da 10 yıllık geçmişin de ortada. Herkes hakkında çok şey bildiğini düşünürken bir de benim senin hakkında bildiklerimi ve bunların ne zaman nasıl karşına çıkacağını düşün. The art war! Unutmadan, hakkımda bildiklerin benim bilmene izin verdiklerim, yani bilmenin benim yararıma olacağını düşündüğüm için bilmene izin veriyorum.

Budur. Biliyorum ki buradasın ve buradasınız. Bu sefer de sürprizi yapan ben olayım dedim.

Thursday, February 4, 2010

Ayrımcılık ayrımcılık daha eder daha büyük ve genel bir ayrımcılık


Günlerdir aklımda Garanti Bankası'nın "2010'dan en büyük dileğim" isimli imaj reklam kampanyası var. Her rastladığımda, o küçük çocuk sesinin "babam çok güçlüdür, ağabeyim iş arıyor annem yeni bir mutfak istiyor" yankılanmasında tüylerim diken diken oluyor. Bir çocuğun reklamda kullanılmasını zaten geçtim (ki karşıyım ben bu çok küçük çocukların reklam-dizi gibi alanlarda yer almasına) ama asıl rahatsız eden reklam metnindeki toplumsal kadın erkek rollerinin dağıtılışı.
Çocuğun gözünden kadın (anne veya abla) evdedir, yeri ailesinin yanıdır. O evde kocasını bekler, ona destek olacak şekilde evi çekip çevirir ve sonunda da bu kadar yorulmasına karşılık güçlü kocası tarafından bir mutfak/banyo/araba ile ödüllendirilir. Kadın mutfak/araba gibi domestik bir nesne ile ödüllendirilse de ekonomik bir gücü veya bağımsızlığı veya veya evin dönmesinde herhangi bir ekonomik katkısı yoktur; yani yine güçlü olmayıp ve güçlü olan erkeğe bağımlıdır.
Oysa erkek yani baba veya ağabey dışardaki dünyada var olan, sosyal bir etkileşim içerisinde bulunan ve yaşam ile bağı kuvvetli bir roldedir. İş yaşamı değişebilir yani işe girebilir işsiz kalabilir ama önemli değil çünkü her halukarda güçlüdür, her derde çözümü bulacak olan yine odur yani erkektir.

İşte bu, cinsiyet ayrımcılığı denilen kavrama güzel bir örnektir. Ayrımcılık sadece ten rengine, dini mezhebe, cinsel tercihe karşı yapılmaz. Aynen şiddetin sadece "fiziksel" olmadığı; pasif şiddet, pasif ırkçılık olduğu ve bu pasif halin aktif halden çok daha tehlikeli ve etkili olduğu gibi.
Bugünlerde Amerika'da bir başka ayrımcılık sorusu soruluyor. Yılların boş ama fani işler dergisi Vanity Fair, büyük paralar vererek alanının büyük ismi Annie Leibovitz'e çektirip kapağına koyduğu yeni kuşak Hollywood oyuncularının temsilcilerinin hepsinin beyaz ve zayıf ötesi (skinny) olması sebebiyle ayrımcılık (discrimination) sorusu ile boğuşuyor. Özellikle de geçen sene Oscar almış hintli Freida Pinto ve bu yıl yine Oscar'a aday genç amerikalı zenci oyuncu Gabourey Sidibe gündemi meşgul ederken. Bu da bir ayrımcılık biçimi; ten rengi ve toplumsal estetik kabul ediliş üzerinden yapılanı. Bizim Garanti reklamınınkinden daha aleni daha görülür şekilde yapılışı belki işin Amerika'da gerçekleşiyor olması ile ilintilidir. Her ne kadar ülkenin başkanı bir siyah da olsa yıllarca pasif şekilde yapılmış öğretiler, kitaplara müfredatlara yazılmış önyargılar kolay silinmeyecektir. Hele dün beyazlarla aynı otobüste yan yana oturamayan, aynı lokantada yemek yiyemeyen ve hor görülen bir kesimin kabul görmesi (kabullenilmek değil) uzun zaman alacaktır.
Elbette her ülkenin kendi sosyo- kültürel yaşam biçimi ile bağlantılı olarak ayrımcılık gösteren davranışlar birbirinden farklılık gösterse de ne var ki bu farklılık işin "ayrımcılık" olduğu gerçeğini silmeyecektir. P.S. gaborey sidibe'nin kim olduğunu filmin fragmanını görene kadar bilmiyordum. Sonra hatırladım ki burada yine bir cuma eğlencesi sayfasında ona buna salladığımda (melis alphan'dan iyi olmayayım) kendisinin resmini koymuş ve giydiğinin beğendiğimi yazmıştım. garip işte, her şey en pahalı, en lüks, en ince, en skinny, en mavi gözlü, en renkleri güzel olmakla olmuyor...







Wednesday, February 3, 2010

P.S.

* karlı günün sabahında ne yazık ki-zorunluluktan- fashion week telaşı ile karşılaşma, beyaz cherokee'si içerisinde yolu kapayan ve bundan zerre rahatsızlık duymayan varoş moda temsilcisinin güvenlik görevlilerine "arabamııııı nereyeee park edeceğimmmm" diye bağırışları;

* karlı bir güne "acaba tatil olmuşuz mudur" umuduyla uyanma;

* 3. gündeyim. iradeli olduğumu bilirim de irademi kullanmam ne yazık ki her daim vuku bulmuyor. ama herhalde mide bulantısı insan bünyesinde ve sağlığında böyle bir etki yapıyor (hayır! rejim değil bahsettiğim)

* evet, hâlâ bir dönem gördüklerimin, beraber yaşadıklarımın, gündeliğimi paylaştıklarımın, evimde/ dışarda/ yemekte/ oturup konuştuklarımın bazılarının gerizekalı olduğunu konusundaki fikrim değişmedi. gerizekalı ve sevimsiz. allah'tan benim gerizekalılığım o kadar uzun sürmemiş de gerçeği görebilmişim.

* televizyona bakıp da meclistekileri gördükçe mideme kramplar saplanıyor ama değiştiremiyorum. ne verdiğim oy ile ne de devrim ile.

Tuesday, February 2, 2010

Mide

Midesi hassas insanlar kategorisindeyim. Eskiden böyle değildi belki ama zamanla ve yaşla edinilen hastalıklarla midesi sebebiyle yerlerde sürünen insanlardanım. Yine geçenlerde konuşuyorduk ki artık hiçbirimiz eskisi gibi içemiyoruz. Gençken amma çok içebilirmişiz, elimizde şişelerle dolaşırmışız ertesi gün de gayet olağan şekilde güne başlayıp okula işe gidebilirmişiz diye hayıflanıyorduk; ki dünyanın sonu bir durum değil. Daha az içersin daha çok keyif alırsın yine güzel her şey.

Bir de midesizliğin yarattığı mide hassasiyeti, bulantısı var ki; işte ona çare yok galiba. Omurgasızlık dışında. Dün gece televizyon seyrederken bir ara gerçekten midem bulandı. Bakamadım resmen. O kadar kötüydü.

Monday, February 1, 2010

Bir başka amerikalı Howard Zinn


Maşallah 2010 gümbür gümbür ölüm haberleri ile başladı. J.D: Salinger öldü, Ömer Uluç öldü, Howard Zinn de sessiz sedasız gidince insan tedirginleşmeye başlıyor. Hele hele yoğun bakımda olmasa da "hastanede" hastası olan bir halde olunca tedirginlik kendini hissettiriyor iyice.
Howard Zinn, sürekli "aptal bu amerikalılar" diye adlandırılan bir milletin farklı isimlerinden. Hoş, amerikalıları aptal diye adlandıranların kendileri nerede ne yapıyor veya kendi milletleri hangi seviyede orası başka mevzu da Howard Zinn yazdıkları düşündükleri ve duruşu ile sadece amerikalılardan değil herhalde hepimizden ayrı bir yerde duruyor, gerçek bir saygıyı hak ediyor. Bu arada saygı nasıl hak ediliyor diye düşünecek olursak en azından bir tavır sergilemek sonrasında da onun arkadasında durmaktan başlayabiliriz (yani hırstan ona buna laf edip sonrasında laf ettiklerinin yanına çöreklenip nemalanmak saygı uyandıran bir davranış değil mesela).