Saturday, March 31, 2007

NATALE con i tuoi, PASQUA con chi vuoi

Yağmurlu İstanbul gününde Yeşilköy tayfası ile buluşma, Galatasaray Emir Nevruz Sokak'ta yeni açılmış olan Lindt'i keşfetme ve yeni yeni ortaya çıkan Paskalya çikolatalarında kendini kaybetme (umuyorum bu kadar yeme-içmenin sonucunda akşamki partiye giyeceğim elbisenin içine girebileceğim)...

Hani hiç de öyle çikolata, tatlı hastası olmadığımdan kendim de şaşıyorum. Ne var ki bazen olabiliyor böyle engellenemeyen tatlı ihtiyacı. Lindt'te çok güzel Paskalya çikolataları satılmaya başlamış tavşan, yumurta şeklinde. Çikolata tavşan açılıyor, içinden dökülen çikolatadan minik yumurtalar, hooop mideye...

Haftaya pazar günü Paskalya, hıristiyan alemi zaten cumadan tatil. Bizde yok tabii tatil ama yabancı okullar tatildir hatırladığım kadarıyla. Başlıktaki italyanca söz de genelde İtalya'da gençler arasında söylenir: "noel aile ile, paskalya ise kiminle istiyorsan onunla geçirilir" manasina gelen bu cümlede anlaşılan genelde sevgili olur. Kısacası eğlencelidir Paskalya tatilleri...

Hooop mideye...Off kesin akşam, değil elbise, çuvala filan ancak sığacağım...aman boşver 1 tane daha hooop mideye...

Rehab



Bugünlerde Rehab modası var. Son rehab'e giden celebrity de herkesin pek bir sevdiği benimse sıradan bulduğum Marc Jacobs. New York Moda Haftası'ndan sonra Rehab'e gitmiş (sevmem bağımlılığı... ne maddeye, ne de insana. ne ben ona bağımlı olayım, ne de o bana; sadece bağlı olalım, tamamdır. madde bağımlılığı ise, yine aynı şey, tahammül edemem benden başka bir şeyin bende hüküm sürmesine).

Gören görmüş, dinleyen dinlemiştir. Amy Winehouse. Albüm güzel, şarkı zaten güzel, " rehab", kız güzel değil ama inanılmaz güzel diz kapakları var. Baktıkça kahroluyorum! Arıza sevenler için vardır bir çekiciliği. Napoli'li kadınlara benziyor, uzun siyah saçlar, ince bel, ince bacaklar, sabahlığı ile çamaşır asmaya çıktığı balkondan her an arıza çıkartmaya, sokaktaki erkeğinin başkasına baktığını görüp kafasına saksıyı yollamaya meyilli...

Aaa bir de duygusal rehab var ki... Derin konular, haftasonu günlerine yakışmaz; konular bu iki gün fani, hafif olmalı. Ancak giren girsin duygusal rehab'e, belki işe yarar.

Uyurken

Son dönemlerde gördüğüm sansasyonel rüyalarla beraber uykuyu düşündüm. Tamam, gördüğüm rüyalar çok eğlenceli, çok komik ve çok beautiful people da bu acaba uyku kalitemin düşüklüğünün bir göstergesi mi yoksa hayal gücümün inanılmaz bir çalışması mı? Her ikisi de olabilir buna cevap olarak diye düşünüyorum ne var ki sabah komik rüyalar görmüş olarak kalkmak çok eğlenceli (p.s. son iki gecedir gördüklerim çok komik: sürekli yurtdışındayım; kâh akdeniz kıyıları italya, ispanya ; kâh kuzey iskoçya, irlanda. yoksa yine mi gidiyorum?)

Yaptığım derin ve engin araştırmaların sonucunda gördüm ki uyku kalitesinde, uykunun pozisyonu da önemli olup bu pozisyon kişinin karakterinin bir göstergesiymiş. Yani ne kadar doğrudur bilemem ama bir yere kadar doğruluğu olabilir, gerisi her şeyde olduğu gibi "eh işte" (benim pozisyonumda sağduyulu ve mükemmelliyetçi bir yapı varmış). Muhtemelen her şey yine beyinde bitiyor. İnsanın kafası ne denli rahat ve sorunsuz ise uyku kalitesi de o kadar yükseliyordur haliyle.

Ve bir de uykuda geçirilen saatlerin aslında uyku kalitesine hiçbir şey katmadığı gerçeği var. Yani saatlerce uyumak uykunun kalitesini arttırmıyor. Bunu bilmek benim için iyi bir şey çünkü istisnalar hariç, gece kaçta yatarsam yatayım sabahları erken kalkan yapıda olduğum için öyle öğleden sonra 1'e 2'ye kadar uyuyanları anlayamam. Zaten o kadar uyumak hiçbir şeyi değiştirmiyormuş.

Neyse lavazza qualita oro'yu içerken uykudan bahsetmem ne kadar komik değil mi? Kesinlikle! Yalnız mümkünse bitene kadar bulaşılmasın...

Monday, March 26, 2007

Kıskançlık, granturismo, Roma,

Daha dün M. ile kıskançlık konusu üzerinde konuşup gülüyorduk. Kendisine oldukça garip gelir, bendeki yanımdaki karşı cinse dair kıskançsızlık hali. Gerçekten de öyledir. Kolay kolay kıskanmam, vukuatlarım yoktur, olsa da sayılıdır, hele hele "yan masadaki kıza baktın, bakmadın" gibi hallerim hiç yoktur. M. de benim tam tersim olarak mekandan gitme, masada yer değiştirme gibi garip sayılabilecek hareketler yapan karakterdir. Karşı cins kıskançlığı dışında da, öyle milletin malında filan gözüm olmadığı, "neden bende yok da onda var" diye düşüncelere sahip olmadığım için pek bilmediğim kıskançlık duygusunu hissettim bugün.

Tam evden çıktım, karşımda duruyor...Nasıl güzel, nasıl asil, nasıl Roma kokuyor. İç geçirip, "rengi de trench coat'uma uyuyor" diye düşünerek yoluma devam ettim.

Bahar havası geldi ya, durmuyorlar, her yerdeler! Hele bizim cumhuriyette, her sokakta bir tane var zaten. Haliyle ben hepsinin önünden geçerken bunalımdayım.

O kadar ki, yine bayılmış bir vaziyette manasız kardio hareketlerimi yaparken baktığım camdan bile görüyorum. Bir tane olsa neyse, neredeyse onlarca, renk renk. Hepsini gördükçe kıskandığımı hissediyorum...

Kendime inanamıyorum, duyguma inanamıyorum, beceriksizliğime inanamıyorum, zamanında sahibi olabilecekken, R 80 sahibi ciddi motorcu Efsane'nin "kursa gitmen lazım, ciddiye alman lazın, bileklik takman lazım, trafiğe çıkmadan önce en az 100 saat kullanman lazım" laflarını dinlediğim için kendime asla inanamıyorum vs. gibi düşünceleri kafamdan geçirip bir yandan da bacaklarımı çalıştırırken, birinin bana bir şeyler söylediğini duydum.

- vespa club üyesi misin?
o anda aklından vespa kıskançlığı geçen ben, bu laf üzerine şoktayım zaten. dedim "allahın elinde sopası yok".

a- yoo, neden?
- üzerinde vespa club t-shirt'ü var da o yüzden sordum, sen sık giyiyorsun bu t-shirt'ü.
görülüyor ki bende spora götürülecek t-shirt mevzusunda herhangi bir akıllanma söz konusu değil, halen çantaya ne attığımın bilincinde değilim. ancak karşı cins de bir alem. ne diye, kimin neyi, ne sıklıkla giydiğine bakar ki?

- şu aşağıdaki de benimki, yeşil olan.
ama bu kadar da olmaz. ben kaçmaya çalıştıkça, kendime bir tane alana kadar geçmeyecek olan kıskançlığımı frenlemeye uğraştıkça önüme çıkıyor.

a- güzelmiş ama ben renkli sevmiyorum diyerek konuşmayı bitirmeye çalışıyorum.

Gülüyorum konuşulanların, aklımdan geçenlerin akabinde yaptığım bu sohbete. Bir yandan da hissiyatımın bu hali beni korkutuyor. Ne var ki bununla bitmiyor bugünkü maceram, tam çıkışta kıskançlıkla bakarken granturismo'ya, vespa boy "istediğin zaman al kullan" gibi, beni benden alan bir laf ediyor, ısırdığım elma parçası boğazıma takılıyor...

P.S. II


Abuk subuk yazmanın alemi yok. Güzel olsun işte bugün, bu hafta, bu ay, bu yıl... devam etsin aheste aheste akmaya zaman, kanatmasın mümkünse.
... elin hemen altında güzel bir kahve, mırıldanılan o şarkı, beyinde gündeliğin devam zorunluluğunu kılan durumlar ..





Rescue Kit:
Julie London- Fly me to the moon
Henri Mancini- Moon River
S.Getz& J. Gilberto&A. C. Jobim- Girl From Ipanema
Marlena Shaw- Feel Like Makin' Love
Al Green- Simply Beautiful
Prince- When the lights go down
Diana Ross- What a difference a day makes
Lorez Alexandria- Morning

Sunday, March 25, 2007

Aslında 04:44 olsa da artık 05:44'de "dostluk"

Biz 4'lü olarak bir şekilde aile gibi olduğumuz için haliyle ebeveynlerimiz de aynı şekilde kabul görüyor. Bu gece de B.'nin annesinin doğumgünü kutlaması vardı, hep beraber oraya gittik. Taa Florya'ya. Aslında "taa" diye ifade etsem de, doğma büyüme Yeşilköy'lü biri olarak, çoğu insana uzak gelen bu semt bana o denli uzak gelmez. Florya'yı sevmem ama neticede Yeşilköy'den bir adım ilerisi.

Çok sevdiğimiz S.'nin 50. yaşgünüydü. Onun kendi arkadaşları, akranları, en sevdikleri ve biz hep beraberdik kutlamada. Gece, eğlenceli geçmesinin yanı sıra temenni ettiriciydi bizim için. 4'müz de, geleceğimiz için bugünkü duygularımızla kalmayı diledik. En iyide ve en kötüde, bugünkü gibi teklifsiz bir dostlukla.

İlginç bir şeydir dostluk. Telaffuzu ucuz olmamalı, hele hele arkadaşlık ile hiç karıştırılmamalıdır.

A. ailesinin sanıyorum her şeyden üstte tuttuğu değerlerden biridir. J.A. & F.A. çocukluğumdan beri "sen tek çocuksun, biz her an ölebiliriz, hayatta bir anda her şey değişebilir, o yüzden de güçlü olmalısın, kardeşin de olmadığı için kendine kardeşin kadar yakın dostlar seçmelisin bu hayatta" gibi cümleler kurarlar.

Doğrudur, insan ailesini seçemez ancak dostlarını seçebilir. İnsanın dostu ile "konuşmasına" bile gerek yoktur, beraberken de sessizce oturabilir, tek bir hareketinden neyin ne olduğunu anlayabilir. Uzun zaman görüşmese de tek bir mesaj, tek bir telefon veya bir fincan kahve etrafında gerçekleştirilen buluşmada her şey yine kaldığı yerden devam eder.

Aile içerisinde her şey günlük gülistanlık giderken bir anda "para" gibi abuk bir mevzuda ipler kopabilir. Dostlukta da aynı şey geçerli olsa da o ilişki kelepçe gibi bağlamaz insanı, yürüyüp gidebilir insan, oysa ki ailede hep kandan, yükümlülüklerden, zorunluluklardan bahsedilir.

Aile ve dostlar söz konusu olunca kendimi hep şanslı gördüm çünkü onları hep yanımda hissettim, değerlerini taşıdım. Yargılanacağımı düşündüğüm ânlarda yargılanmadım, sadece mutluluğum istendi. Bundan daha güzel ne olabilir ki?

Sanıyorum şanslıdan öte gerçekten zenginim ben... Her daim iyi ve kötüde benim yanımda olan ailem ve dostlarım var, işte asıl zenginlik bu olsa gerek. Yoksa çantan, araban, evin büyük paralarla değer görmüş, etiketler yapıştırmış üzerine ne var ki, yanında bunları tebessüm ederek paylaşacağın ailen, dostun, sevdiğin yoksa ciddi fakirsin demek.

***

Gecenin devamında gidilen Roxy 'yi anlatıp da yukardaki haysiyetli konuları tuzla buz etmeyeceğim. Ancak M. çantasını R. de telefonunu çaldırdı. Tatsız oldu.

Saturday, March 24, 2007

Easy come, easy go


Çocukken bakmaktan en çok zevk aldıklarımdandı Miro'nun Blue II tablosu. Hazır keyifliyim, neşem geri gelmiş, blog'a bunu yansıtayım, anonimlerin yüzü gülsün istedim.
Tam yazacağım bir baktım anonim grup durmamış comment girmeden. Alınganlık göstermiş komiklik olsun diye yazdığım şarap sıfatına . Peki, yapacak bir şey yok. Alınan alınır, nefret eder, seven de sever; bence mahsuru yok! Bir tuşa bakar ekranı kapatmak, yukarıda sağda, koskocaman X var, işte ona basıldığında yok Anotherstar, Manotherstar.
Boş işler, sanal işler bu ekran pc/laptop üzerinden yaşanan alınganlıklar, bağlılıklar. Hava güzel, İstanbul güzel, hayat fena değil çünkü zorlu da olsa her an bir yerden sürpriz çıkartabiliyor insana (yunuslar). Miro 'ya bakmak bile enginlik ve huzur hissi veriyor. easy come, easy go- en azından bugün...

P.S.

Sabah sabah yine çok güldüm.. Hazır gazeteler daha gelmemişken biraz internete göz gezdireyim diye düşünürken haliyle blogu da açtım. Dün yazarken beceriksizliğim sebebiyle aynı post'u iki kere göndermişim ve tabii anında yeni bir comment gelmiş. Gecenin/sabahın o saatinde! Cidden bu sanal alemi anlamak zor, takip eden anında takip ediyor, yanlış yapmak yok yani burada. Hayır, herkes bir şekilde bir yerlerden tanıdık çıkacak, işte o zaman ben çok güleceğim. Hoş okurken de epey bir güldüm zaten. Neyse, umarım içilen şarap köpek öldüren filan değildir.

Whatever...

* yazmadığım günlerde yine bol bol gezerken hisar'da, dalgaların içine girip çıkan, gemilerin yanında yüzen, suyun içinde atlayıp zıplayan yunusları gördüm! nasıl güzellerdi... uzun zamandır boğaz 'da yunus görmemiştim.

* 4'lü ile buluşmaya giderken ipod'um elimden kaydı ve merdivenlerden aşağıya uçtu. ikiye ayrılır gibi oldu, sonra çalışmaya devam etti, ama kendi listesine göre çalıyor ve bazen durup bazen çalışıyor. çok mutsuzum. yazmayacağım bundan sonra ipod'um bilmemnem diye. şimdi reset'lemenin yolunu arıyorum.

* corridor hafta içi geceleri güzelmiş. ayrıca istanbul tüm kaosuna ve büyüklüğüne rağmen gerçekten küçük bir şehir gibi. herkes bir yerden tanıdık çıkıyor. hele hele dün geceki hadiseye inanamadım. ne yapayım, tebessüm etmekle yetindim.

* rüyalarım biraz daha az kâbus haline dönüşse de yine görüyorum. ancak en komiği rüyalarımda gördüğüm celebrity- insanları, objeler, mekanlar. kadim dost sekvotka 'ya, altın rolex ve jaguardan sonra, en son gennaro g.'yi rüyamda gördüğümü söyleyince "seni kampa alıyorum artık çünkü iyice maganda zevkli biri oldun çıktın. bundan böyle maç seyretmek, saçma sapan sitelere/bloglara girmek, mafya dizileri seyretmek yok. sadece pasolini, godard filmleri seyredip, edebi kitaplar,metinler okuyacaksın " dedi. gerçekten kendime de şaşırdım. hiç de sevmem kendisini, feci çirkin ve feci çirkef bir şeydir. bilinçaltı ilginç bir olgu.

Sessizce ...

Akşam çıkıp da, sabaha doğru bir saatte eve dönmüş gibi bir his! Anahtarı yavaşca, çok ses çıkarmadan çevirip, ayakkabıları aynı dikkatle çıkartıp, usulca, koridordan ilerleyip yatağa gidilen bir dönüş. Kısacası heyecana gerek yok ; burdayım... Ancak isteyenler kadehini kaldırabilir, bence mahsuru yok...

P.S. hadi oldu olacak, karşı cinse, kızlara dair bir "bilgilendirme" kıyağında bulunayım: asla bir boğa kadınının öfke sınırlarını zorlamayın ve duyduğu inancı sarsmayın. vik vik eden histerik kız tipinde olmadığı ve karşısındakini kendi kafasındaki değerler çerçevesinde etraflıca tarttıktan sonra ona neredeyse şuursuzluk derecesinde bir güven duyduğundan, bu güvenin sarsıldığı, kendisinin de gerçek anlamda öfkelendirildiği noktada gemileri yakabilir. varlığı kesinlikle çok eğlenceli ve hayata renk katandır ama bu durum gerçekleştiğinde kopan fırtına kolay kolay dinmez. benden söylemesi. ama beraber yaşaması epey bir şenliklidir, orası ayrı.

Tuesday, March 20, 2007

Kapalıyız...

Nevrim döndü, bütün sanal kapılarımı kapattım (gerçi ben işin çok başında, bunlar sanal işler demiştim de, dinletememiştim). Bu bağlamda dükkanı da kapatıyorum. Canım isterse yine açarım-belki yarın, belki çok sonra...

Tadilat, yeni yapılanma, sahibinin değişikliği gibi komik sebeplerle dükkanımız bir süreliğine kapalıdır.

Wild is the Wind




Oxigen'de bazen sürprizler olabiliyor.

Önce Jealous Guy- ki ne Beatles'dan, ne John Lennon takımından hazzetmem ama sonra büyük insan David Bowie yorumuyla Wild Is The Wind bir anda bu kadar mı etkiler insanı, giyeceklerimi bile değiştirdim. Kesin Barthez 'in işi bu... Arada bir Young Americans filan da çalar radyoda Diana Ross 'un Stevie Wonder 'ın yanında, müthiş olur.

Monday, March 19, 2007

Karaborsaya düşen biletlerimiz

Yine-Komik bir olay-

Malum geçen gün Emek'teki manasız film festivali kuyruğunda beklemekten bayıldığımdan, biletleri almayı biletix'e bırakmış ama ne zaman yapacağımızı kararlaştırmamıştık.

Normal şartlarda böyle bir aktiviteyi yapmamak için binbir bahane bulan, üşenen ben, "hazır İstiklal'e çıktım, Emek'e uğrayıp şu biletleri alayım ve sürpriz yapayım" diye düşünüp 4 kişi için, 4 filme, 14 bileti aldım.

Sürprizimden mutlu mesut duygular içerisinde ayrılırken, yaklaşık 10 dakika sonra B. , M. ve şahsım arasında geçen üçlü telefon konuşması aynen şöyle gerçekleşti:

M.- lütfen bana emek'ten biletleri aldığını söyleme!
A.- aa aldım valla sürpriz yapacaktım size akşam. bir tek r. altman'a kalmamış, ona alamadım
M.-duydun mu? almış!!
B. inanmıyoruuum!!!
A.- neden, noldu? hayır, sakın sen de internetten aldığını söyleme!
M.- aynen! 10 saniye önce biletleri aldım ve ekranı kapattım.

Bu son cümlenin ardından gelen üçlü bir sessizlik ve patlayan kahkahalar...

Sonuç itibariyle Sienna Miller'lı factory girl olsun, sonrası partili bilmem ne filmi olsun, Kurt Cobain 'nin son günleri olsun, fazladan 14 biletimiz daha var ve hiçbir şekilde iade edilemeyen bu biletleri ne yapacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. MSN'ime filan yazsam "film festivaline fazladan biletim var" diye, ama arkadaşıma nasıl satarım ki? Acaba film günü kapıda, konser öncesi Açıkhava'nın önündeki karaborsacılar gibi usulca, sessizce "bilet var, bilet var" mı desek? Kendimi bu sahnede hiç düşünemiyorum, hele bizi topluca hayal dahi edemiyorum. 14 bilet bu ya. Az da değil, kime satılır, kime verilir ki?

Güzel başlangıç için...sesi de açalım lütfen



Haftaya güzel bir başlangıç olsun; hastalıktan kurtulayım, geceleri artık kabus görmeyeyim, düşündüklerim gerçekleşsin, kahve içeyim, kitaplarımı bitireyim, müzik dinleyeyim, "giyinip" çıkayım ... uzar gider de kısa kesip güne atılayım ben.

Sunday, March 18, 2007

Innocent when you dream



1995 tarihli muhteşem Smoke filminin en son "hayal" sahnesinde duyulan muhteşem Tom Waits şarkısı. Tom Waits şarkıyı ilk defa '87 yılındaki Franks Wild Years albümünde yayınlamıştır. Bu albümde bir de Telephone Call From Istanbul diye bir şarkı vardır ki uzak diyarlar aranıp bu cümle söylendiğinde pek eğlenceli olur. Ne var ki albümdeki şarkı bence Innocent when you dream'dir.

the bats are in the belfry
the dew is on the moor
where are the arms that held me
and pledged her love before
and pledged her love before
chorus:
it's such a sad old feeling
the fields are soft and green
it's memories that i'm stealing
but you're innocent when you dream
when you dream
you're innocent when you dream
running through the graveyard
we laughed my friends and i
we swore we'd be together
until the day we died
until the day we died
repeat chorus
i made a golden promise
that we would never part
i gave my love a locket
and then i broke her heart
and then i broke her heart

"Kelepçe" oldu bu hastalık bana

O kadar hastalıktan kırılıyorum diye detaylıca anlatırken B. & M.'ye anlatamadım, dün o halimle kalktım Emek 'e festival biletleri için kuyruğa girdim. Ne o, Cavit'te filmleri seçmişiz çarşamba gecesi, biletleri de ben yakın olduğum için hemen alırmışım. Üşengeç bünyem de itiraz etmedi nedense, olur alırım dedim.

Ancak Emek 'in önüne geldiğimde gördüğüm bilet kuyruğu beni benden aldı diyeyim, tanımın gerisi anlaşılsın.

Hayır, türk toplumu ne kadar entellektüelmiş, sanatla ilgiliymiş, ben bugüne kadar görememişim, ona yandım! Yarım saat kadar bekledikten ve kuyruğun hiçbir şekilde ilerlemediğini gördükten sonra aynen A.K.' ya hasta ziyaretine gittim (hoş, hastanın hastayı ziyareti ne kadar doğru olduğu tartışılır).

Kuyrukta bekleme süresince yine komik bir şey oldu: tam ağzımdaki sakızı atacak bir kağıt ararken, cüzdanda geçen gün yaptığım bir alışverişin fişi elime geldi tesadüfen ve tam sakızı yapıştırdım atacağım, üzerindeki rakamlara gözüm çarptı ve biraz fazla geldi. "aaa nasıl ya" diye düşünürken, fazla çektiklerini farkettim. Bunun üzerine bir sinir bende, gidip yıkacağım dükkanı! Kuyruğu da bırakamıyorum ilerler mi diye ama hiçbir şekilde ilerlemediğine kanaat getirdikten sonra aynen hızlı adımlarla Tünel'e kadar yürüyüp, hışımla dükkandan içeri girdim ve girmemle mağazanın yöneticileri karşıladı beni "hanımefendi, dün size ulaşmaya çalıştık, telefonunuz yoktu bizde, bankayı aradık sizi aramaları için, fazla para çekmişiz kartınızdan" vs vs vs. Olay şu ki, alışveriş esnasında çocukluğumun ayakkabası stan smith'lerden mi alsam diye düşünen ben, bunu kasadaki çocukla paylaşma gafletine düşmüşüm, o da karttan eşofmanın değil de, stan smith'in parasını çekmiş. Neyse binbir özür, binbir gülücük derken ben de sakin kaldım, zaten hastayım, Corsal beni sakin yapmış, bir şey demedim.

Sonrasında A.K.'ya gittim, o benden de beter, iyice hasta olmuş, oturuyor. Biraz güldük, konuştuk, ben maça yetişeceğim diye eve koştum, evde titremeye başladım, üşümeye devam ettim, maça gelen O. ve Efsane "sen bu halinle ne diye çıkıyorsun sokağa?" diye kızıp, "maçtan sonra hemen uyuyorsun" diye laf ettiler, ki zaten ben yine uyuyakaldım. Ya bitmeyecek mi bu hastalık durumu merak ediyorum?

Sabahtan beri iyiyim gibi geliyor ama bilemiyorum ki...Hapsoldum eve tüm haftasonu, inanılır gibi değil.

Sabah sabah Ertuğrul Özkök 'ü okudum da bünyem biraz tepki verdi, kendine gelir gibi oldu. Yazmış bizimkisi Madonna hakkında, yine fevkalade düşüncelerini, gözlemlerini bildirmiş, çok severmiş Madonna 'yı. Lütfen sevme! Yazma, çizme, konuşma! Sen, giy o iğrenç çiğ sarı renkteki Lacoste t-shirt'ünü blazer ceketin içine, Sharon Stone'la konuştum diye ona buna anlat ama başka hiçbir faaliyette bulunma.

Hadi oldu olacak kendisiyle ilgili dolaylı anımı da anlatayım: bundan uzun yıllar önce daha reha muhtar bugünkü bel çapında ve anchor man mantığında değil, atina'dan yeni gelmiş ve yanılmıyorsam nokta'da çalışıyor. bir yazı dizisi yapmak istiyor "'68liler ve çocukları" tadında bir şey, haliyle de babama geliyor, danışıyor ve rica ediyor "abi nolur seni ve kızını da çıkartalım dergiye, beraber röportaj verin" diye. f.a. "valla benim kız inatçıdır, asla kabul etmez öyle şeyleri, sorarım ama hiç umutlanma" diyor. ben, tabii ki de, karşı çıkıyorum ve neticede biz yeralmıyoruz o ağlak olması istenilen yazı dizisinde ancak bizim yerimize ertuğrul özkök ve kızı katılıyor. ertuğrul da daha genel yazı işleri müdürü değil, sıradan bir hayatı var yani. hatırlıyorum uzun uzadıya anlatmıştı devrimci olmak ne demek, politik duruşu olmak ne demek, kızına hangi değerleri iletmiş vs biz de f.a. ile bunlara muzip muzip gülmüştük.

Nereden nereye? Hayat da böyle işte; nereden nereye, kimden kime, akıp gidiyor su gibi, kimse neyin ne, ne zaman olacağını bilemiyor. Of şu hastalığın ne zaman biteceğini bilsem yeter de bana...

P.S. Acaba ilaçlardan mı sürekli kâbus görüyorum? Dün gece de yine komik bir şekilde, rehin alındığımı gördüm, korkarak uyandım. Sonra sabah bir baktım gazetelere Antalya'da manyağın teki adamın birini rehin almış.


Saturday, March 17, 2007

Das Leben Der Anderen- başkalarının hayatı


Yazacağım yazacağım deyip, hastalıktan, vakitsizlikten bir türlü yazamamıştım "das leben der anderen" filmini. Eğer aldığım Corsal'ın etkisiyle gelen uykum ekranı kapatmazsa bu akşam yazacağım (zaten evdeyim zorunlu olarak).
Kesinlikle uzun zamandır gördüğüm ve hiç beklemediğim kadar iyi bir film. Alman kültürüne veya almancaya olan genel önyargı bende de mevcut olduğundan önce mırın kırın edip öyle girmiştim sinemaya M. ile. Az daha büyük hata yapıyormuşum! B. filmi önceden seyredip bize ısrarla tavsiye ettiğinden o "doğal güzellik" günü biletlerimizi das leben der anderen'e aldık.
Film 1984 yılının Doğu Berlin'ninde geçiyor. Yukardaki romantik (!) resimde görülenler filmin başrollerini paylaşanlar. Adam bir tiyatro oyun yazarı, kadın da sevgilisi. Adam (bu arada filmi gören her kız istisnasız adamı çok beğenmiş. m. ile ben de pek beğenip, bir kez daha erkeğe gömleğin ne kadar yakıştığından bahsettik) biraz muhalif bir yapıda olsa da aslen sosyalizme inanıyor ve Doğu Almanya'dan başka bir yerde yaşamayı düşünmüyor.

Kadın da, güzel olmayan ama ciddi bir çekiciliğe sahip olan, tiyatro oyuncusu sevgilisi.
Doğu Alman İstihbarat Servisi olan Stasi bir şekilde adamın suçlu olduğunu kanıtlamak ve kara listeye eklemek için kanıtlar toplamaya çalışıyor, bu iş için de görevinde en iyisi olan memurunu görevlendiriyor. Ve işte filmin asıl başrolü karşımıza çıkıyor. Başroldeki Ulrich Muhe görev aşkının her şeyden önce geldiği, donuk bakışlı, hayatta hiçbir zevke ve duyguya sahip olmayan bir Stasi ajanını canlandırıyor. Doğu Berlin'nin sosyal konutlarının bulunduğu bir semtteki küçük bir apartman dairesinde herhangi bir sıcaklıktan, evi andıracak bir dokunuştan yoksun, yalnızlığın hakim olduğu bir hayata sahip olan bu ajanın, tiyatro oyunu yazarının renkli ve mutlu hayatını kablolar üzerinden takip etmesiyle yaşadığı ruhsal değişimin anlatımı.
Uzun ancak çok fazla sıkıntı yaratmayan bir film. Yine yaratanda yaratır da, eğer hayatlardaki ince detaylara, arka planlara bakılıyorsa bu film bunun içindir.
Filmin bana göre bir diğer alıcı noktası, müziğin insan üzerinde ne denli etkili olabileceğinin gösterilmesidir. Hayattaki yaşam kaynaklarından biri olarak gördüğüm müziğin, insan ve duyguları üzerindeki etkisini herhalde bu filmdeki kadar doğru ifade edebilirdim.
Konunun kendi içindeki çekiciliği dışında, aslında başkalarının hayatı sürekli gündemimizde değil mi? Kim, nerede, kiminle, ne yapıyor diye merak etmiyor muyuz? Bunun yüzünden televizyon programları izleyip, dergilere göz atmıyor muyuz? Hatta bu kadar geniş tutmayıp kendi özelimize indirgediğimizde de aynen bunlar yaşamıyor muyuz? O şu anda, nerde, kiminle, ne yapıyor, ne düşünüyor, mutlu mu, keyifsiz mi, gülüyor mu, beni düşünüyor mu gibi cümleler geçirmiyor muyuz aklımızdan? Demek ki başkalarının hayatı önemli bir mevzu gündelikte. Yolda yürürken evlerin içine bakıp, avizeden, duvar kağıdından, ampulün verdiği ışıktan yaşanan hayatları hayal etmek; bir kafede otururken insanların hayatlarının çizgisini yüzlerine, hareketlerine bakıp çıkartmaya çalışmak; tanımadığımız insanların bloglarını okuyup hayatları hakkında bilgiye sahip olmak gibi birçok hareket ile başkalarının hayatını düşünüyoruz ve hayal ediyoruz.
Bunların içinden bana epey acı gelen bir başka olgu var ki, yaşamayı çok tercih etmem hayatta. Yaşarken, başkalarının hayatını yaşamak istemem kesinlikle. Bu durumlar genelde birlikteliklerde, ikili ilişkilerde ortaya çıkar. Her şey (ilişki, evlilik, arkadaşlık) bir şekilde devam ederken çift aslında başkalaşmış ve başkalarının hayatlarını sürüyordur. Kolay kolay farkedilen bir durum da olmadığı için, hayat böyle sürer gider, hasbelkader yaşanır, ömür de biter zaten. Ne o, yaşanmış olunur hayatta. Kimsenin tercihine bir şey diyemem ama tercih yapmak önemli şeydir hayatta. Tercih, başkalarının hayatını yaşayıp, hasbelkader ömür sürmekse hiç itirazım yok, tutmayayım kimseyi. Ancak bundan mutsuzluk duyulup, söyleniliyorsa o zaman tercih yapmaktan başka çare kalmıyor.

Evet, hayatta tercih yapmak zordur çünkü mutlaka iyi veya kötü mutlaka sonuçları vardır ne var ki tercih kişiyi yansıtandır, haysiyetidir. İşte bu yüzden tercihim olmasını, bana sunulanı öylesine yaşamaya tercih ederim. Sonuçlarına katlansam da, benim tercihimdir. Nokta ( geçen gün havalı spor salonundan, bambaşka düşüncelerle caddeye bakarken efsane'yi gördüm. üzerinde yılbaşı hediyem olan montu, yanında harikulade köpeği ile yine sevdiğim gibiydi. ama değildi işte. artık o, başkasının hayatıydı. kendi hayatıydı. belki bundan iki ay öncesi gibi kısa bir döneme kadar ortak hayatlarımız vardı ama artık yok. başkalaşmamak, yüzyüze bakabilmek, çirkinleşmemek için bir tercih yapılması gerekiyordu ve yapıldı.).

"Seksten bile iyi..."


Bugünün gazetelerin cumartesi eklerindeki başlık budur. Manolo Blahnik ayakkabılar artık Harvey Nichols'da satılmaya başlamış, türk kadınını bekliyormuş.

Sevdiğim, kâale aldığım insanlardan biri, zamanında bana eğlenceli bulduğu bir blog göndermişti. Manolo Blahnik ayakkabıları hakkında hazırlanmış bir blogdu bu. Ve " vardır senin şimdi bir çift Manolo'n" diye sormuştu. Yok valla Manolo'm! Olsa da olur, olmasa da olur diyeyim hatta.

Olmamasının en büyük sebebi topuklu ayakkabı giymeyi çok sevmemem ama bir de daha önemlisi, hadi aldım diyelim paraya kıyıp güzel bir çift Manolo, nerde giyeceğim onları?
Beyoğlu'nun Çin'den dönmüş Türk granitleri üzerinde mi, yoksa Akyol'dan rampayı çıkarken mi? Hadi yolu da geçtim, hangi klube giyeceğim? Klup mü var İstanbul'da? Dans 'da çoluk çocuğun yanında mı, Şamdan'da yarım dünya adamların yanında mı? Bazı şeyler bana bazen "mış gibi" geldiği için yapmıyorum, yapmayı özellikle tercih etmiyorum. Zaten, dünün yapma sarışın bugünün kızıl ışıltılı kadınları alır veya aldırtırlar hemen, hatta ân itibariyle Harvey Nichols 'da tükenmiş bile olabilir. E o zaman mümkünse ben hiç almayayım, elimdeki Chanel, Sergio Rossi 'lerimle idare edeyim.
Daha Türkiye'de pek kimseler bilmezken bu ayakkabıları (en az 8 yıl önce), J.A.'ya "ya böyle fenomen ayakkabı markası var ama bizim yokuştan çıkarken nasıl olur bilemedim, o yüzden de almadım" dediğimde oldukça derin bir nefes çekip "iyi etmişsin çocuğum, alma boşver" demişti.
Başlıktaki cümleyi Madonna sarfetmiş bu ayakkabılar için de, ben nacizane bir şekilde şüpheliyim" diyeceğim. Hani kendisini çok beğeniyoruz, Confessions on the dance floor dvdsini seyrederken, ayağında o topuklar varken yaptığı danslara, figürlere hep beraber hayran olduk da, bu söylem biraz abartılı geldi bana desem. Altı üstü bir ayakkabı, kuş kondurmuyor neticede. Topuğu kırılır, bizim arnavut kaldırımlarının arasına sıkışır, olur da olur yani. Ama yine de Madonna bu, vardır bir bildiği.
P.S. Hastalığıma J.A.'nın verdiği her zamanki gibi "çocuğum öyle zemheri zürafası gibi çıkarsan sokaklara olacağı budur. Yok mu palton, takken, söyletiyorsun beni şimdi? " oldu. İyiyim ama şimdi.
P.S.(2) İlaçların etkisiyle bir sürü kabus gördüm, hiç iyi uyumadım. Ancak uyandığımda kolumda saat gördüğümü hatırladım. Hadi itiraf ediyorum, kolumdaki saat altın bir Rolex'di (biraz kıro zevklerim olduğum için haliyle rüyalarım da kıro). Aradım baktım, aslında saat çok iyiye işaret değilmiş ancak saat ne kadar güzelse her şey o kadar güzel olacak demekmiş. Evvelsi gece de sabun görmüştüm, hatta Roger& Gallet sabunlardan ama o da iyi bir şey değilmiş.

Friday, March 16, 2007

Ve nihayetinde hastayım.

Günlerdir, özellikle yağmurlu Kanyon gününden beri süren, hastalanma öncesine işaret eden durumlar nihayete erdi ve yatağa & koltuğa yapıştım. İnatla yatmamak için direniyorum ne var ki mümkün değil gibi. Ellerim bir soğuk, bir sıcak ve sürekli üşüme halindeyim. Başım dönüyor. Halsiz ve moralsizim.

"Çok çıkıyorsun, çok geziyorsun" diye laf ediyordu bana. Çok güzel, şimdi hiçbir yere çıkamıyorum! Kapandım daha bugünden eve, önümde ilaçlar ve vitaminler, aklımda akşam Babylon'daki parti, üzerimde eskilerden yürüttüğüm kocaman kapüşonlu gri renkte bir sweat-shirt. Kitap dahi okuyamıyorum, başım düşüyor, birazdan ekrana da düşecek.

Allahtan burnum akmıyor ama sesim yine kısıldı anında. Offf....

P.S. Kimle konuşsam hasta... Hiçbir zaman hasta olmamak için aşı filan olmak istiyorum. Yok mu bunun çaresi? İsviçreli bilim adamları daha bulamadılar mı hastalıklara multi fonksiyonlu iğneler filan? Kadim dostum Sekvotka'dan çare geldi: "sen kendine votka hazırla içine de karabiber koy bolca, iç tek seferde, bak nasıl ayağa kalkıyorsun".

Thursday, March 15, 2007

Yine bir çarşamba gecesi...


Yağmurlu, yorucu bir İstanbul günü derken akşam saatlerinde önce B. sonra M. ile buluşup beraber hediye baktık sonra da artık rituel haline getirmeye çalıştığımız eski günlerin anısına çarşamba geceleri sortie olayını gerçekleştirdik.

Havanın inanılmaz soğuk olmasına rağmen, İstanbul ahalisi çarşamba geceleri mekanları doldurmuş, şöyle 3 kişilik yer bırakmamış sanki. Neyse Asmalı Mescit'de, Refik, Yakup, Zeytinli gibi seçenekleri eledikten sonra Asmalı Cavit'e gittik ve pek bir memnun ayrıldık. Gerçi yine yer bulma sorunu olmasına karşın bir şekilde halloldu ve B. & M. ve şahsım leziz mezeler eşliğinde, yaş üzüm rakısımızdan keyifle yudumladık. Ve bir kez anlamış bulundum ki, rakı tercihim kesinlikle yaş üzüm rakısı değil. Sevmiyorum nedense. Tadı nedense başka geliyor ama herkes seviyor valla, masalarda açılan şişeler genellikle yeşil renkli olandan. Ancak ben Tekirdağ ya da kara kapaklı Efe diyorum (kulup de güzel ama işin doğrusu kendimi kulup içecek kadar ağır görmüyorum. sanki İhap Hulusi'nin çizimlerine uymuyormuşum gibi geliyor, rakıyı o kadar ağır, o kadar haysiyetle içemiyormuşum gibi hissediyorum).



P.S. Asmalı Cavit çok iyi olsa da çıkışta gidilen Sefahathane hiç olmadı. İnanılmaz kötü ve sıkıcıydı. Çıkarken rastladığımız kadim dostum Sekvotka'nın "kalıyorsun" ısrarlarına uymayıp adabımla evime dönmüş de olsam sonrasında gelen mesajlarla "acaba kalsa mıydım" diye de düşünmedim değil.

P.S. (2) B. bize Barcelona programları yaptı, haziran sonu tarih belirlendi. Gidiyoruz! Bütün gün tapas yiyip cava içecekmişiz.

P.S.(3) Yine "Başkalarının Hayatı" filminin ne kadar güzel bir film olduğundan bahsettik uzun uzun. Bunlar gecenin başında herkes 1. kadehindeyken konuşuldu, sonrasında muhabbet yine bir seviyesizleşti, muhteşem sp günlerine geri dönüldü. Pek güzel bir şey bu "seviyesiz" dostluklar...

Wednesday, March 14, 2007

Justin Timberlake- What Goes Around




Farkındayım biraz Justin Timberlake "hayran"ı 13 yaşında kız görüntüsü oldu ama klibi asıl koyma sebebim, blog kullanımlarını yavaş yavaş kullanmayı öğreniyor olmam. Başka bloglarda görüp, pek bir özeniyordum ama inadımdan da kimseye soramıyordum. Neyse öğrendim, hemen deneyeyim dedim. Biraz ihtiras, biraz pop müzik olsun sayfada, fena mı? Zaten hava buz gibi İstanbul'da.

Tuesday, March 13, 2007

The secret of Santa Vittoria


Nasıl güzel bir filmdir bu! Bizde "Kasabanın Sırrı" olarak çevrildi ve bir dönem TRT'de sıklıkla yayınlanmışlığı vardır. Kasabanın tipik italyan erkeği Italo Bambolini karakterini canlandıran Anthony Quinn ve onun tipik, koyu katolik karısını canlandıran Anna Magnani 1966 tarihli filmde başrolleri paylaşmaktadır.

DVDsini, zamanında aramış ancak bulamamıştım. Sadece video kaset formatında satılıyordu. Bilmem belki şimdi çıkartmışlardır. Ancak ilk 10 film listemde vardır bu film.

Hastalanmaktan korktuğum şu saatlerde MGM'de karşıma çıkıp, vitamin etkisi yapmıştır.

Doğal güzellikle başlayan gün

Yine eğlenceli bir gündü.

Bizim sp 4'lüsünden, M. büyük bir firmanın "doğal güzeli" seçildi ve billboardlarda çıkmaya filan başladı (cumartesi etiler'dekinin altındayız, görgüsüz gibi resim çektireceğiz). Bugün de onun ilk pr tanıtımı vardı Esma Sultan'da, haliyle herkes iznini aldı ve M.'ye destek olmaya gittik.

Sabah saat 10 ve Esma Sultan'dayım. İçerisi kadın dergisi çalışanları, markanın müdürleri, gazetelerin kadın-güzellik bölümlerinden insanlarla dolu-inanılmaz sıkıcı yani. Herkes birbirini süzüyor, ne giydiğine hatta açık büfeden ne aldığına bakıyor.

Önce B., sonrasında epey bir gecikmeli olarak da R. geldi. Hemen ikinci sıraya oturduk. Ancak bizim ortaokuldaki kız çocuğu halimizi hiçbir şey etkilemediği için, güzellik kavramından bahsedecek olan sosyolog, psikolog, diyetisyen gibi meslek gruplarına ait davetliler konuşurken, neredeyse panelden atılıyorduk. Hele hele Taylan Kümeli onun güzellik ve beslenme tavsiyelerini dinlemediğiniz için bizi az kalsın bakışlarıyla öldürecekti . Of bir de psikolog vardı ki evlere şenlikti ( j.a.'ya tanıyıp tanımadığını sormalıyım).

Tanıtım, konuşmalar, vs. saat 13 gibi bittiğinde R. çekim için İzmir'e, B. de söylenerek işine döndü ve ben ve M. yine işi kırdığımız için kendimizi Kanyon 'a attık. Aman yarabbim, o ne kalabalıktır öyle. Kitchenette artık öğle molasının çoktan geçtiği saattlerde bile ne kadar kalabalık bir mekan. Gördük ki türk halkı çalışmayı pek sevmiyor. Sonra sinema, sonra yine bira derken eve dönüş ve metro çıkışı doluya yakalanış.

Metro demişken, çok seviyorum ben büyük şehir trafiğinde metroyu kullanmayı. Farkındayım, verdiğim intiba sebebiyle genelde insanlara şaşırtıcı gelir benim metro kullanmam ama bu kadar hızlı bir ulaşım aracını yolumun üzerindeyse neden kullanmayayım ki? Taksicinin ağız kokusunu çekeceğime, burada en azından kulağımda ipod, dümdüz boşluğa bakıyorum işte. Off, bir de otoparkta beni bekleyen bir araba mevzu var ki, hiç ona girmeyeceğim. Nasıl bir insan hiçbir şekilde araba kullanmayı istemez? İstemiyormuş işte, örneği yazıyı yazan şahsiyet.

Metroda jeton alırken insanların hiç konuşmadan, sadece parayı uzatması çok garipsediğim bir durumdur. Oysa ben hep bir cümle kuruyorum, iyi günler filan diliyorum. Adamlar da şaşırıyor, bir şekilde hoşlarına gidiyor ama açıkcası metroda, mağazada, lokantada filan çalışanlara kaba davranılmasından çok hoşlanmam ben (dünyanın en nazik insanı olmaktan oldukça uzak bir yapım da olsa, bana bulaşılmadığı, görgüsüzlük veya küstahlık yapılmadığı takdirde kimseye kötü davranmam. ancak bunların olduğu durumlarda muhtemelen epey iğrenç bir insan oluyorumdur).

Film çok güzeldi ( en iyi yabancı film oscar'ını kazanan film: başkalarının hayatları. filmden bilare bahsedeceğim), filmden sonra gidilen Sosa çok kötüydü. Bira servisi yapıp, çerezi, patates kızartması olmayan mekan nasıl bir şeydir ya? Gitmem ben bir daha. Sağlıklı yemekse var bizim burda Cuppa, ona gidiyorum işte.

P.S. Asla hava şartlarına göre giyinmeyi beceremeyen ben, yine üzerimde bir trench coat ile sokaklara çıkmışım. Haliyle Kanyon'nun soğuğu, metro sonrası yakalandığım dolu çarptı beni, muhtemelen bu akşam ateşim çıkıyor, yorgan döşek yatıyorum önümüzdeki günlerde.

P.S.(2) Kanyon'daki minyatür buz pateni sahasını ve üzerinde ciddi ciddi kayanları görünce beni ve M.'yi bir gülme aldı, nereye bakacağımızı şaşırdık resmen. Yalnız M. korktuğum şu cümleyi kurdu: "biz kesin burada bir yerlerde içip, sarhoş sarhoş çıkarız bu pistin üstüne". İşte o an... izleyenlere tarifsiz komiklikler yaşatacaktır derim ben.

P.S.(3) Bugünkü tanıtımda Ayşe Düzkan vardı. Ne alaka diye soramadan edemedim kendime. Dediğim gibi davetliler bir çeşitliydi.

Monday, March 12, 2007

Ortaya karışık

Yaşanan kaotik haftasonundan sonra bugün gerçekten ortaya karışık bir mönü çıktı.

Ancak ana tema, iyi ruh halinin geri gelmesidir. Guess who's back ("guess who's back"-rakim: old school hip hop'un büyük mc'lerindendir, bu şarkısı da 1997 tarihli the 18th letter adlı albümden çok güzel şarkıdır. 1999'dan beri albüm yapmıyor ama biz halen inatla albüm yapacağı günü bekliyoruz, takip ediyoruz. rakim'in kendisi de, çirkin ama karizmatik erkekler listesinin üst sıralarındadır) !

Spor salonu yine bir şenlikliydi bugün. Geçen günden sonra korkup dümdüz siyah t-shirt götürdüm, haliyle üzerime atlayan da olmadı. Ne var ki ilginç bir şey oldu. Spor yapmaktan hazzetmeyen bir insan olarak külfet halinde yaşıyorum bu spor deneyimini. Yine söylene söylene çıkmışım koşu bandının üzerine kulağımda ipod kendimi daha hızlı yapmak için gaza getirmeye çalışıyorum. Nafile! Sonuç sıfır. Ancak, o esnada tanıdığım ve muhabbetim olan hocalardan biri geldi yanıma (not: ben yalnızken çok domuz gibi olurum. öyle herkesle konuşmam, milletle ilgilenmem filan, kısacası sevimsiz bir tip oluyorum yalnızken sosyal ortamlarda). "Naber, nasıl gidiyor" diyor, ben baygınlık geçirmek üzereyim, yüzüm filan kızarmış ve bence feci bir görüntü içerisindeyim. "İyilik" derken, demez mi "fıstık gibi gözüküyorsun". Pestili çıkmış, neredeyse yere yapışacak durumdaki ben, bu cümleyi duyunca bir gaza gelmişim, normalde yapmaya üşendiğim tüm hareketleri yapıp, normalden 1 saat daha fazla kaldım. Demek ki motive olmak böyle bir şeymiş...

J.A. ile buluştuğumda, cumartesinden sonra beni iyi gördüğüne çok sevindi, "porselen gibi gözüküyorsun, çocuğum" dedi. Bir de çok komik, cumartesi günkü olayın etkisinin bir anda suratıma çökmesiyle ilgili "sen sakın poker moker oynama, yüzünden her şey okunuyor, bırakırsın valla paralarını masada" dedi. Doğrudur, ne diyeyim.

Bugün bir de kuaför macerası var, da çok sıkılıyorum oralarda ben. Neyse yine dergi mergi okudum. Arena dergisinin ilk sayısı çıkmış. Aslen ingiliz dergisidir diye hatırlıyorum ama yanlış da olabilir. Ancak türk versiyonu feci olmuş. Yazi işleri müdürü de, köşesine takım elbiseli resmini vermiş bir kadın. Hayırlı olsun türk medyasına. Bir de kapakta Jude Law. Tamam gerçekten yakışıklı, etkileyici bir adam da bilmiyorum, fazla süslü, fazla kız gibi sanki, çekiciliği yok gibi.

A. ailesi bu akşam yine kokteylde ama acaba nasıl bir bahane bulsam diye düşünüyorum. Nasıl gitmek istemiyorum? Düşüp, bileğimi mi burktum desem? Ortaokulda flüt çalmamak için bu bahaneyi kullanır sürekli el bileğim sargılı giderdim derse. Yine mi bağlasam bantları ayağıma da bizimkilere söylesem.

Sunday, March 11, 2007

The Rat Pack haysiyeti

Hayat Dersi # 2: "Hayat insanın cesareti oranında daralır veya genişler"- Anais Nin

Garip bir gün olan dünden sonra az önce evime döndüm. Haftasonunu evde geçirmeyi pek düşünmesem de, halet-i ruhiyemin yönlendirmesi sonucu ortaya bu durum çıktı.

Evin bütün pencerelerini açtım. Soğuk olan hava iyice içeri girsin ve varolan o boğucu, sıkıcı hava dışarı çıksın diye. Her ne kadar bahar çocuğu da olsam yağmursuz soğuk havaları seviyorum (hele "kar" en sevdiğim şeylerden biri). Sabah uyandığımda pencereyi açıp serin havayı solumayı seviyorum, nedense kendimi iyi hissettiriyor.

Çok konuşmak ya da çok anlatmak istemedim dünkü sıkıntımı. Neticede hayatın çirkin yüzlerinden biri. Başetmeyi öğrenmeli insan. Aynı zamanda çıkmak da istedim. Haliyle sorgu sual durumları ile muhatap olmayacağım yer olan A. ailesinin ikametgahına geri döndüm. Her ne kadar eski odamı ben gider gitmez başka bir kullanım alanına çevirmiş de olsalar yayları sırtımı acıtan bir çek yat mevcut.

F.A. ile beraber sabahki mükellef kahvaltının üstüne bir de Sevgi Abla'nın yaptığı kurutulmuş biber ve patlıcan dolmasını yiyip saat 23'de NTV'de yayınlanan maçı seyrettik. Maçın inanılmaz keyifli olmasının dışında, başka bir şey daha vardı bana iyi gelen. O da, en azından günün son saatlerinde herhangi bir şey ilgimi, dikkatimi çekebildi, yüzümü güldürebildi.

Maçtan sonra F.A. yine bombasını patlattı: "ne gs maçı ya yarın? Bunu seyrettikten sonra gitmem ben maça filan".

Sırtıma batan yaylarların üzerinde geçen bir gecenin sabahında, erken saatlerde açtığım televizyonda gördüğüm Breakfast At Tiffany's bir anda gerçekten tebessümü yüzüme sabitledi. Günlerdir seyretmek istiyordum ama üşeniyordum. Hiç beklenmedik şekilde karşıma çıkınca o kadar mutlu oldum ki üzerimdeki- zaten gitmeye başlayan- gri bulutlar daha bir hızlı gitmeye devam etti.

Aslında acıklı bir filmdir Breakfast At Tiffany's. Büyük bir yalnızlığın, aidiyetsizliğin resmidir. Ne var ki Audrey Hepburn o kadar güzel ve o kadar klastır ki, insana eğlenceli bir film seyrettiği hissini verir. Aynı şekilde New York şehrinin 60lı yılların başındaki hali de insanı karşı konulmaz bir cazibe ile içine çeker (gerçi Truman Capote kitabını '58'de yayınlamıştır ama film '61 tarihlidir). Ve Pembe Panter serisinden bildiğimiz yönetmen Blake Edwards, filmdeki detayları ince bir zevk ve zeka ile birleştirip azar azar dozlarda verdiği spleen'e rağmen seyredilmesi en keyifli filmlerden birini ortaya çıkarmıştır.

Neticede sabah sürprizi inanılmaz güzel oldu. Günün devamında keyfimi iyice yaşayabilmek için, The Rat Pack dinleyerek ve seyrederek geçirmeyi düşünüyorum. Çıksam mı acaba diye düşünürken ama üşenmiyor da değilim hani. Yine güzelleşti her şey bir şekilde. Audrey Hepburn olayım ben bugün. Trench coat'umu giyip sokaklara çıkayım, yakasını kaldırıp soğuktan korunayım, elime de kahvemi alayım, onunla buluşayım.

P.S. Kadim dostum Sekvotka dünkü olayı öğrenip hemen beni aradığında, telefonda söylediği ilk cümle " mermileri saydırtayım mı topuğuna? " oldu. Yok, paşam, şimdilik istemiyorum, derler ki " intikam soğuk yenen yemektir".

Saturday, March 10, 2007

Hayat Dersi # 1: Kifayetsiz muhteris olmak bir insana ne kazandırır?

Dante, Inferno'da. G.Doré, 1861

Sabahın ilk saatlerinde her şey çok güzeldi. Kahvaltıya A. ailesi ve yakın aile dostları gelecekti(entelijansyanın mühim isimleri diyeyim de havalı olsun). Üşengeç bünye olarak, sabahın erken saatlerindeki karanlık ve serin havaya rağmen üşenmeden yokuşları aşıp, güzel alman ve fransız ekmeklerini bir de gazeteleri alıp, eve dönmüş kahvaltıyı hazırlamıştım.

Önce J.A. & F.A. teşrif ettiler. F.A.'nın sanki yıllardır görmüyormuş gibi "kızımm kızımmm" diye uzun süren sarılmalarından sonra (bu arada aramızda sadece 3 sokak ve 1 yokuş var) ufak çapta aile meclisi toplandı ve gündelik mevzulardan sonra gündemdeki asıl ana konuya geldi sohbet (ailenin kısaca bir karakter dağılımını yaparsam daha anlamlı olacaktır yazdıklarım: f.a. çok rahat, eğlenceli, inanılmaz iyi niyetli, bazen fazla hayalperest, fazla duygusaldır; j.a. ise çok cool -kesinlikle iyi anlamda- çok becerikli, hayata dair gerçekçi ama inandığına tüm desteğini hissettiren, hep iyiyi görmeye çalışan, asla pes etmeyendir. ben de haliyle her ikisinden biraz ortaya karışık oluyorum).
Ve kahvaltıdan önce J.A. oldukça cool bir tavırla bana yapılan bir teklifin, kendisinin de yeni öğrendiği, "gerçekleşmeme nedeni"ni açıkladı. Açıklamasıyla da ben neye uğradığımı şaşırdım, duyduklarıma inanamadım, büyük bir hayat dersi aldım-yine.
Sonrası tabii ufak çapta bir kriz oldu ama şimdi iyiyim...
Sadece bir insanın nasıl böyle bir şey yapabileceğine inanmakta zorluk çekiyorum. Ne var ki, iş hayatı böyle puştlarla doluymuş (bu sayede ilk kez blogumda küfretmiş oldum) ve gerçekten kimseye ama kimseye güvenmemek lazımmış.
İyi niyet, mütevazilik iş yaşamında olmaması gereken meziyetlermiş. İş hayatındaki hatamdır; insanların iş çevresinde de arkadaş olabileceğine inanmak ve dolayısıyla karşımdakine doğru, dürüst ve iyi niyetli davranmak hatta duvarları kaldırmak. Ancak bu son deneyimden sonra bu davranış biçimleri bitmiştir.
Ne denli büyük bir hata yapmış olduğumu bir kez daha görmüş bulunmaktayım. Yakınım, arkadaşım olmayanların gözünde zaten küstah piç bir görüntüm var, o halde bu görüntü iş dünyasında da devam edebilir, ki tecrübeyle ortaya çıkan sonuç da böyle olması yönünde. Bütün küstahlığıma, ukalalığıma rağmen bu kadar kazığı yiyorsam ve karşımdakine bu denli iyi niyetli yaklaşıyorsam, pek de parlak bir zeka örneği göstermiş sayılmıyorum (sp'deyken rahibeler beni yaramazlıklarım sonucu cezaya bıraktıklarında "çok yaramazsın ama çok da iyisin, o yüzden sana kızamıyoruz-sadece fiil çekimlerini 1.000 kere yazdırıyoruz" derlerdi. demek ki böyle saçma bir iyi niyet durumu bende mevcut).
Gerçekten de duyduğumda çok üzülüp, bir o kadar sarsıldım ama bu durum, bu ruh hali sürmemeli. Ayağa kalkmalıyım. Aksini takdirde ona koz vermiş olacağım ve onun düşündüklerini, söylediklerini haklı çıkartacağım. Oysa ki hayatta her şey bir döngü ve döngüdeki sıranın ona geleceği zaman da olacak.
*Son of a gun*
Yukardaki azap konuların dışında kahvaltı çok keyifliydi. Konuklar ve A. ailesi pek bir eğlendi. İnanılmaz şekilde yenildi, içildi, pantalonların ilk düğmeleri açıldı (ben etekli olduğum için lastiğinden biraz aşağıya çektim de midem nefes alabildi). Sadece F.A. yumurta yapmadığım için çok bozuldu, "kızım ama olmaz ki, yine de ortaya bir sucuklu yumurta yapsaydın" dedi.
Bu arada mutlu haber: F.A. galiba, küstüğü 20:45 takımıyla barışma yoluna gidiyor. Son zamanlarda takımın gidişatına dair çok mutsuzdu. "Bitti artık Türkiye'de futbol" diyordu. Evde bile olsa maçları seyretmiyor, ali sami yen'e ise hiç gitmiyor, "o adnan polat salağının olduğu yere gitmem" diyordu. Onun gibi, Chelsea maçı için Londra'ya giden veya geçen sene 20:45 t-shirt'ünü giyip bana resmini gönderen bir taraftarın bu hali, beni bile üzüyor, bir fenerli olarak yenilgisinden başka bir şey dilemeyeceğim o takımın-sadece çok sevgili babamdan dolayı-neredeyse yenmesini dileyecek hale geliyordum. Ancak dilememe gerek kalmadı, galiba yarınki maça gidecek (miş).

Friday, March 9, 2007

Running Up That Hill






Aslen bir Kate Bush şarkısı. Doğrusu Kate Bush ve David Gilmour ortak eseri. David Gilmour bildiğimiz Pink Floyd insanı. Yılını hatırlayamadım şimdi ve itiraf ediyorum aramaya da üşendim, ama 80lerin sonu 90ların çok başı daha. Radyoda tesadüfen Placebo versiyonu duydum ve inanılmaz güzel olduğunu unutmuş olduğumu farkettim. Orijinali ve versiyonu olarak ikisini de koyuyorum, artık hangisi güzel gelirse. Sözler de var, maksat hizmet olsun, gece şenlensin.

it doesn't hurt me.
do you want to feel how it feels?
do you want to know that it doesn't hurt me?
do you want to hear about the deal that i'm making?
you, it's you and me.
and if i only could,
i'd make a deal with god,
and i'd get him to swap our places,
be running up that road,
be running up that hill,
be running up that building.
if i only could, oh...
you don't want to hurt me,
but see how deep the bullet lies.
unaware i'm tearing you asunder.
ooh, there is thunder in our hearts.
is there so much hate for the ones we love?
tell me, we both matter, don't we?
you, it's you and me.
it's you and me won't be unhappy.
and if i only could,
i'd make a deal with god,
and i'd get him to swap our places,
be running up that road,
be running up that hill,
be running up that building,
say, if i only could, oh...
you,
it's you and me,
it's you and me won't be unhappy.
"c'mon, baby, c'mon darling,
let me steal this moment from you now.
c'mon, angel, c'mon, c'mon, darling,
let's exchange the experience, oh..."
and if i only could,
i'd make a deal with god,
and i'd get him to swap our places,
be running up that road,
be running up that hill,
with no problems.
and if i only could,
i'd make a deal with god,
and i'd get him to swap our places,
be running up that road,
be running up that hill,
with no problems.
and if i only could,
i'd make a deal with god,
and i'd get him to swap our places,
be running up that road,
be running up that hill,
with no problems.
if i only could
be running up that

Sen misin yasaklayan?

Yasaklardan gına gelen Türk insanı en son gerçekleşen youtube'a erişimin yasaklanmasından sonra çalışmış ve bulmuş: artık youtube'a girebiliyoruz... çok mutluyuz ...

Hatta o mutluluk fırtınasından kaynaklı şevkle giriştiğim aramalar sonrasında, uzak diyarlarda yaşadığım dönemdeki hayatımda varolan çirkin ama karizmatik erkeği youtube'da buldum. Gözlerime inanamadım ve ufak çaplı yaşadığım bir şoktan sonra hemen kapattım sayfayı. Lokal mokal de olsa celebrity ile beraber olmak zor şey valla, her an karşına çıkabiliyor. Ayrıca internetin bu her şeye ulaşılabilir hali beni korkuttu, bitmiştir bundan sonra msn'den resim mesim göndermeler.

Goldie derken öteki ingiltere



Akşam Indigo'da Goldie konseri var. Hani şu drum n' bass 'e ismini veren DJ. Ya da daha başka bir hatırlatma ile Guy Richie'nin muhteşem filmi Snatch 'deki altın dişli, korkak mafyazo kılıklı adam.

Bir dönemler pek beğenirdim kendisini (zaten şu beğeni konusuna dün akşam yemekte çok güldük, kendim de dahil olmak üzere şahsımın karşı cinse dair beğeni kriterleri ile epey bir dalga geçtik. komik olan şu ki, hep mafya kılıklı, ağır abi tadında, adam tipli adam beğenmişim ben. ha bir de çirkin ama karizmatik olma özellikleri var. daha iki ay öncesine kadar, uzun yıllar boyunca hayatımdaki adam olan efsane de öyleydi mesela. ancak teorim şöyle: insanlar, ya kendilerine benzeyeni beğenirler ya da kendi şahsiyetlerindeki eksiklikleri tamamlamış olanları. mesela, sözünün arkasında durmak, arkadaşını satmamak, kaypak olmamak gibi değerler benim için çok önemli olup, aksinin yaşanması çok taviz verebildiğim durumlar değildir. herhalde bunları karşımdakinde bulmayı seviyorum ama neden bunlar hep çirkin ama karizmatik adamlara denk geliyor orasını çözebilmiş değilim. hmm aslında bu başlı başına bir post konusu olabilir: çirkin ama karizmatik adamlar).


Goldie 'ye dönersek, kendisi kazınmış kafası, altın kaplamalı dişleri ve bling bling altın mücevherleri ile öteki ingiltere'den çıkmış gibidir. Biraz bizim gündelik tabirimizle "kıro" olarak da görülebilir kendisi de bu sıfatlar, stigmatlar ilginç kullanımlardır. Her ne kadar dilime çok hakim olamasam da haddimi bilmeye çalışırım (başarılı olup olmadığım tartışılır ama c'est l'intention qui compte diyelim tam olsun). Neticede çok iyi bir DJ, iyi bir müzisyendir kendisi. Ancak drum n' bass öyle kolay dinlenecek bir müzik türü olmadığı için akşam kimle gideceğimi bilmiyorum. Orada illa olur birileri de, kapı 23'de açılıyor bu demek ki 00'dan önce hiçbir şey başlamayacak. Yoruluyorum artık, yaşlanmışım. Dün Nişantaşı'ndayken uğradığım U. kapıyı halledeceğini söylemişti ama bilmiyorum gider miyim. Cidden bilmiyorum. Öncesinde Goldie 'yi yemeğe götürecekler, acaba U.'ya takılıp yemeğe mi gitsem onlarla? Tamamı altın kaplama dişlerle nasıl yemek yendiğini yakinen görmüş olurum ...

P.S. Başlıktaki Öteki İngiltere aslında çok daha sosyolojik bir bağlamda irdelenmesi gereken bir konu. Bilare bahsedeceğim ancak bugün içimden gelmedi. Neyse, nasıl olsa Wayne Rooney var bir başka vakur temsilcisi olarak, onun üzerinden giderim.

Thursday, March 8, 2007

Girls just wanna have fun

Gerçekten şu kız milleti bir alem...Ne zaman, ne yapacağı asla belli olmuyor (nasıl zevkli !) .

Yine klasik 4'lü SP grubu ve artı 2 ile beraber evde biraz yemek, biraz şarap, eğlence diye düşünülen bir akşamdı.

Cumhuriyet 'imden, herkesin beni oturduğumu zannettiği semte doğru yola çıkıp, B.'ye vardım.

Kapıda karşılamalar, günlük ve daimi dedikoduların konuşulması, şen kahkahalar, Madonna'nın konser dvdsini seyrederken bunalıma girmeler, iç çekmeler filan derken gece ilerledi ve acaba dışarı çıksak mı diye lafları dönmeye başladı. Çıksak da nereye gitsek çarşamba akşamı derken, M. 'den Şamdan lafı çıktı ve noktayı koydu...

Şamdan'a yıllardır gitmemiştim. Öyle Şamdan çocuğu da değilimdir, ilk gençlik dönemimde gitmişliğim vardır ama ne kapısını bilirim, ne garsonunu tanırım. Ne var ki, bir şekilde severim ancak beraber gidecek kimseyi bulamadığım için de gitmem.

M. bir dönem Şamdan çocuğu olduğu ve kendisi Şamdan'dan çıkmış ama içindeki Şamdan'ı çıkartamamış olduğu için kendisinde ayrı bir heyecan da oluşmadı değil hani. Ayrıca akşam akşam öyle sortie durumu hiç planlarda olan bir durum olmadığından için kılık kıyafette yapılan ufak rötuşlarla kendimizi bir anda Nispetiye Caddesi'nde bulduk.

İçeri girdiğimde, bir an yıllar öncesine dönmüş gibi oldum. Garipti. O zamanlar neymişim, kim neymiş, neler yaşanıyormuş, şimdi her şey nasıl düşünceleri geçti kafamdan. Nasıl her şey değişiyor, beklenmediklerle karşılaşıyoruz, boyumuzdan büyük konuşunca ettiğimiz lafları yutuyoruz. Ne var ki hayatın sürprizleri bunlar ve yine de her şey -bir şekilde- güzel.

Müzikler kesinlikle birçok mekandan çok daha güzel, daha disko çalıyordu. Imagination, Sugarhill Gang, The Whispers...hepsi çaldı. Hele Just an Illusion ile ben kendimi gerçekten bir an için '79 yılında Studio 54'de sandım...Ne var ki, rüya uzun sürmedi ve latın müzikleri geldi peşi sıra ve biz çıktık.

Ancak gece bitmedi... Eve dönme amacıyla bindiğimiz taksiden istikameti, M.'nin asıl Şamdan kızı ablası M. arayıp çağırınca, Cahide'ye çevirdik. Hiç anlatmayacağım, feci idi. Madonna olmaya çalışan bir Hande Yener sahnede vardı ki evlere şenlikti. İçerdekiler ayrıca facia idi. Kısacası benim işim olmaz Cahide'de, girdim 20 dakika kaldım, atladım taksiye eve döndüm. Giden gitsin, tutmayayım, benden uzakta olsun.

Bunun dışında gecenin özeti ise çok eğlenceli ve hiç beklenmedik bir gece olarak ifade edilebilir.

Güzeldi.

Anekdotlar ise:

*şamdan'da baktım da mekanda pek öyle güzel kadın yoktu. Erkekler ise yaşlı ve biraz yarım dünya görünümünde. ama çalan müzikler güzel. eski anıları olduğu için de eğlenceli.

*narlı mojitosu ehvenişer ancak otto'nunkinin yanında lafı olmaz. öyle renkli içecek sevmeyen ancak içecek sıralaması rakı, şarap ve şampanya olarak giden, aynı zamanda reflü ve şeker hastası biri olarak da, gece çıktığımda ne içeceğimi şaşırıyorum. rakıyı adabıyla içmek gerektiğinden öyle elimde görgüsüz gibi rakı kadehiyle dolaşmayacağımdan, barlarda verilen şaraplar kötü olduğundan, şampanyaları da gereksiz pahalı bulduğumdan narlı mojito, votka sprite gibi acayip içkilere kalmış durumdayım. hiç de sevmem öyle renkli içki ama yapacak bir şey yok galiba.

* eskiden çarşamba akşamları çıkılır, klube gidilirdi. dün gece aynen öyleydi. inanılmaz keyifliydi.

Wednesday, March 7, 2007

Uzaklarda yitip giden biri daha

Akademik kariyer istemeyen, kurallardan, neyin ne zaman nasıl yapılacağının söylenmesinden hazzetmeyen şahsım için gerek şahsiyeti, gerek haysiyeti, gerek akademik çalışmaları ile yeri her daim ayrıydı.

Yukardaki, ilk okuduğum kitabıydı. Dili, üslubu akademik değil diye eleştirilirdi ama o hiç önemsemeden devam etti yoluna. Ta ki düne kadar.

2002'de Pierre Bourdieu gitmişti, 2007'de Jean Baudrillard. Daha da devam edecek gibi gözüküyor (2006 da öyle bir yıl olmadı mı? kimler gitti kimler, geride kaldı).

2006'da Papi de gitti...Belki benim babam, papi'm değildi ama içtenlikle papi dediğim insandı.

Çocukluğumun geçti evlerden birinin papi'siydi. Kardeşim gibi gördüğümün papi'siydi. Haliyle de benim de papi'mdi. Telefonumda bile papi olarak kayıtlıydı, uzun süre silememiş ancak geçenlerde silmeyi becerebilmiştim.

Haberi geldiğinde manasız şekilde mağazanın tekinde elbise deniyordum. Elimde telefon, elbise ve elbise askısı öylecene kalakalmıştım. Ağlayamamıştım da (ki düşünüyorum da, şu günler ne kadar ağlak vaziyetteyim, ota boka ağlıyorum. demek ki o zaman demir leydi günlerimmiş) öyle salak gibi durmuştım. Hemen atlayıp eve gitmiştim. Yine ağlamamıştım ama onun yattığı yeri görünce süzülmüştü gözümden gözyaşı. Hayatta çok değer verdiğim insanlardan birini kaybetmiştim: beraber güldüğüm, şakalaştığım, grana yediğim, chianti içtiğimdi. Hatırlamıyorum ne zamandır onu papi diye çağırdığımı ama onların ailede böyle söylene geldiği için olsa gerek, bende de yer etmişti. İtalyan kültürü önemli yer tutardı ailede, ne de olsa yıllarca ikamet edilmiş yerdi orası.
Yatağını gördükten sonra akan birkaç damla gözyaşını silip ayağa kalkmıştım. Hem öylesini isterdi, hem de yapısal bir şey bu. İlginçtir boğa kadını. Bir sorunu, acıyı duyduğunda ilk anda yüreğine bir şey saplanır, nefes alamaz gibi hisseder, dünyanın sonu olarak algılar ancak sonra ayağa kalkar, yapılması ne gerekiyorsa onu yapar. Yine öyle olmuştu. Ve yine öyle olacak (diye umuyorum çünkü daha o acıları yaşamamış olan için konuşmak hep kolaydır).

Sabah düşünüyordum güzel, eğlenceli resimler koyayım, mutluluk aksın blogumdan. Vazgeçtim. Koymayacağım bugün başka post, başka güzel resim. Bitmiştir. Dükkanı kapattım bugün.

Tuesday, March 6, 2007

Sadece bir t-shirt derken, alamet-i farika çıktı

100 metrelik mesafeye dahi taksiyle giden üşengeç bir bünye için yokuşlardan yürüyerek çıkıp, daha çok efor sarfedeceği spor salonuna gitmek hayli külfetli bir durumdur. Ne var ki hayatta sağlık nedeniyle, bazı şeylerin bir şekilde yapılması gerekli oluyor.

Spor salonuna gitmenin mutsuzluğu, hareket edecek olmanın verdiği ağırlık ile mahallenin(popüler dergilerin tabiriyle cumhuriyet) tam ortasındaki mekana varıp, çantaya attıklarımı üzerime geçirip, şu yürüyen bantlara doğru yönelmemle birlikte salondaki karşı cinsin gülen, selamlayan bakışları ile karşılaştım. Allah allah noluyor diye düşünürken yanımdan geçen bir tanesi "güzel t-shirt" dedi.

"Ne, altı üstü lacivert t-shirt" filan diye düşünürken üzerindeki yazının olay yarattığını anladım: "I love gambling" . Aman yarabbim, ne kadar düşkünmüş karşı cins bu gambling durumuna. Sormayan, güzel demeyen, değişelim demeyen kalmadı salonda.

Benim de gambling hayatta anladığım, bildiğim bir durum değildir. Ne oynamasını bilirim, ne oynayanı gördüm çevremde. Sadece hayatı kumara benzetirim o kadar; neyin, kimin, ne zaman, nasıl, ne şartlarda olacağı, karşımıza çıkacağı asla belli olmadığı için öyle yaşamaya çalışırım. T-shirt'ü de alma sebebim buydu, komik geldi, hoşuma gitti, aldım.

Bugün gördüm ki yanlış yapmışım valla güzelim t-shirt'ü spor salonuna harcamaya. Hemen yıkatıp, ütületip, haftasonu çıktığımda giyiyorum. Boşuna, Missoni elbiseymiş, saten eteklermiş giyip çıkıyormuşum, elimin altında I love gambling t-shirt'üm dururken.

Asıl bir tane Bruce Lee t-shirt'üm var, yine bir yerlerde kayıp vaziyette, onu da bulup çıkartayım ortalığa.

P.S. Çocuklardan birinde George Best t-shirt'ü vardı, keşke ben de onu sorsaydım. Hayır merak ediyorum, spor salonu olayı mıdır bu, havalı t-shirtler giyip gitmek?

Bahar geldiii.....

Gün daha bu kadar aydınlık, deniz ve gökyüzü bu kadar mavi hiç değil ama o günler de gelecek... Mayıs gelecek, haziran gelecek, tiril tiril etekler giyinilecek, vespalar çıkacak piyasaya, camlar kapatılmayacak, yürekler ferah olacak, elde soğutulmuş şampanya kadehi olacak. Temmuzdan sonrası bana fazla sıcak gelir, eylül sonuna kadar almayayım mümkünse.

Mart ayına fazla güven olmaz derler, doğrudur ama yine "şaşkın" da olsa bahar mevsimi güzeldir, mutluluk vericidir, yaz gibi bezdirici kesinlikle değildir.

Sadece içimden geldi (dükkan benim değil mi?), mutluluk aksın istedim blogumdan.

Hadi bir de şarkı listesi koyayım da tam olsun:
*Roy Ayers- everbody loves the sunshine
*Sons and Daughters of Lite- let the sunshine in
*Diana Ross- ain't no mountain high enough
* Stevie Wonder- another star
*Micheal Jackson- don't stop 'till you get enough

Liste uzar gider de, tutuyorum kendimi...

P.S. Havalar biraz daha ısınsın, sıcak olsun, geliyor bikini, elbise resimleri.

Monday, March 5, 2007

Boşuna hayatlar

Ukranya'daki Turuncu Devrim renklerini taşıyan, günlerdir yaratıcılık ötesi reklamlarıyla billboardlarda yeralan, türk televizyon dünyasında da bir devrim yaratacığının iddasında bulunan kanalın balosu vardı bu akşam (balo da ne demekse bu arada?).

A. ailesi olarak, gereklilik olduğu sebebiyle, söylene söylene gittik. Söylene söylene çünkü ne de olsa televizyon dünyası, televizyon insanları başka şeyler, haliyle de içinde varolmayı tercih etmediğimiz hayatlar (tüm bunlar içerisinde F.A. kravat takmak durumunda kaldığı için ayrıca söylendi çünkü lise mezuniyetimden beri, ki 10 yıl oluyor, kendisi ilk defa kravat taktı ).

Gecede herkes vardı diyelim, olsun. Magazin programlarında gözükenler, gözükmeye çalışanlar. Feci şekilde sıkıcı idi. Gereksiz merhabalar dendi, dedikodular öğrenildi vs. Tüm bunların arasında büfe fena değildi ama şampanya yine yoktu.

Gece, uzun uzun yazılacak kadar kâale alınacak bir özellikte olmadığından, ufak notlar düşeyim de rapor bitsin:

* karikatürden çıkmış gibi olan ılıcak ailesi'nin bebe ruhi görünümündeki şarkı söylemeye hevesli oğullarının boyunun kısalığına ailecek pek bir şaşırdık.
* zamanın çocuk yıldızı, bugünün yeşim salkım'dan kalan taze dulu kendi çapında da bir fenomen ancak fazlasıyla gergin bir tip. gözleri her an bir şey yapacakmış gibi fıldır fıldır. gözler kalbin aynasıdır, derlermiş, görünce daha bir inandım.
* gözlerime inanamadığım bir görgüzlüğe şahit oldum. önümde, şu zamanında arçelik reklamlarına çıkan ve robot karşısında komikten bir cahil tiplemesini canlandıran adını bilmediğim bir oyuncu vardı .açık büfeden doldurduğu tabağını, garsonun tekini çağırıp, tutturtup öyle yedi yemeğini. garson da önünde, ağzına yemekleri tıkan, adam kalıbına hiç mi hiç yakışmayan adamın yemeğini bitirmesini bekledi. ben ise karşılarında utancımdan nereye gireceğimi bilemedim.
*bunun dışında daha çok isim vardı, ancak ben bile üşeniyorum yazmaya. hepsi ve her şey o denli sıradandı.
* a. ailesinin taksideki yorumu "boşuna hayatlar bunlar".

Evet, insan kendi dünyasında, kendi denkleri iler mutlu oluyormuş, istanbul modern'in açılışlarını bile aradım bu gece. Ne mümkün şu insanoğlunu hayatta tatmin etmek ?

Daha "fani" konular derken faniler...


Perşembe gecesi Yapı Kredi'de oldukça etkileyici bir serginin açılışı vardı: Pınar Yolaçan'nın Faniler adlı sergisi. Sergideki işler öyle yatak odama koyayım da uyumadan önce bakayım, ya da salonumun tam ortasında dostlara ince çağdaş sanat zevkimi gösterecek şekilde sergileyeyim türden değil ancak düşündürücü ve soru sordurtucu.
Görülür. Hatta önünde geçerken bir kez daha girilir, tekrar gezilir sergi. Ve bundan sonra sanatçı diğer işlerinde de takip edilir.
Kokteylden anekdotlar ise:
* kanepeler, aperatifler lezzetliydi. hele hele istanbul modern ile mukayese edildiğinde...
* celebrity takımı azdı ancak ömer koç kendi zaten büyük harflerle celebrity olduğu için her şey yolundaydı. yalnız ben çıkıp alemlere doğru yönelirken rıfat özbek gelmiş, fevkalede etkileyici bir giriş yapmış. kaçırmışım.

Sunday, March 4, 2007

Gökyüzünde çakan şimşekler ve Fındıkkıran




Boğazın üzerinde neredeyse bütün şehri aydınlatacak şimşekler çaktığında aklıma ilk o geldi : Tchaikovsky'nin Fındıkkıran Balesi. Çocukluğumdan kalan bir şey bu. O zamandan beri ne zaman gece vakti gökyüzünde şimşekler çaktığını görsem, bizimkilerin gök gürültüsünün bende yarattığı korkuyu dindirmek için anlattığı ve dinlettiği bu bale gelir. Yetişkinlikle beraber insan böyle şeyleri unutuyor veya önemsemiyor ama yine de 1-2 saniyeliğine düşünmek bile gülümsetendir.

P.S. Ne yazık ki buraya koymak için Fındıkkıran 'ı bulamadım ama yerine koyduğum Kuğu Gölü de bir o kadar etkileyicidir.

Kişinin otorite ile muhakemesi


Filmi seyrederken bazı davranışlarının, yaşam biçimlerinin ve kabullenişlerin insanda ne denli bir rahatsızlık yaratabileceğini düşündüm.

Nasil bir şeydir otoriteye boyun eğmek? Yoksa zaten bu, her gün yaşadığımız bir durum mu? Toplum içerisindeki süregelen bir hayatta birçok olguya, duruma, kuruma boyun eğmiyor muyuz? Veya özel hayatlarda, diğerine boyun eğmiyor muyuz?

Bahsettiğim Weberien tarzı bir otorite değil elbette. Çok daha sıradan, çok daha etkileyici, çok da içiçe geçmiş bir otorite bu.

Otorite neticede varolan gücün kullanım hali. Hiçbir kurumsal otoritenin kabul görmediği, kişinin ve sosyal toplulukların devlet başlığı olmandan kendi iradesiyle yaşadığı ütopik sayılacak anarşist bir düzende varolmadığımız için de her ânımızda, her hareketimizde bir otoriteye bağlıyız. Evde aileye, okulda öğretmene, işte patrona, hayatta ise çoğu zaman kesinlikle tercih etmediğimiz sisteme.

Türkiye'de son 10 yıldır, herhalde Ecevit'in, son kez aktif şekilde politik hayatta söz sahibi olmasından bu yana gelişen bir "sayın" söylemi var. Sayın başbakan, sayın vali, sayın Çavuşoğlu, Sayın Clinton gibi. Nasıl bir şeydir bu? Nasıl bir otorite baskısı, nasil bir kabulleniştir?

Şahsım, bu konuda pek başarılı sayılmam. İşle ilgili ciddi haberleşmelerde dahi, başlığa sayın sıfatını eklemekte zorlanan bir yapıda olduğum için, filmde gördüğüm ve kendi sisteminin işleyişinde çok olağan sayılabilecek olan otoritenin karşısında boynunu eğmek, önünde diz çökmek, elini öpmek gibi hareketler tüm bu "otorite" algılayışlarını getirdi aklıma.

Toplum hayatında kişinin otorite veya güç ile kurduğu ilişki, yetiştiriliş ve eğitimle ilişkilidir (öğretim de, verdiği sıfatlar nedeniyle toplumda belli bir ayrım gerçekleştirdiğinden buraya sayılabilir). Toplumda öteki olarak kalmış, bunun ağırlığını hissetmiş birey üzerindeki otorite duygusu ile sürekli desteklenmiş, beğenilmiş, özel olduğu hissettirilmiş birey üzerindeki ile aynı değildir. Biri otoriteden çekinir, korkarken diğerinin ilişkisi neredeyse kayıtsızlık derecesindedir.

Ancak otorite sadece kraliçe gibi bir kurumla sınırlı değil. Daha içimizde, daha gündeliğimizde çok daha yoğun şekilde yaşadığımız bir durum aslında otoriteyle olan ilişkimiz.

Kızlar arasında bahsi geçen konudur ilişkilerdeki otorite meselesi. Ne, ne kadar, nereye kadar olmalı. "o" ne kadar söz hakkına sahip olmalı? Nereye kadar karışmalı? Karışmayan sevmiyor mu demek? Yoksa etek boyuna karışan, eski sevgilileri sorgulayan çok mu seviyor demek?

Genelde ortak bir düşünce çıkmaz çünkü hem herkes birbirinden farklıdır, hem de yaşanılan ile anlatılanlar çoğu zaman sosyal yargılardan dolayı birbirini tutmaz.

Sadece, ortaya beraberliğinde "aidiyet" duygusunu yaşamak isteyeceği çıkar. Bu da aslında tüm bireyler için geçerli sayılabilecek bir savdır. Derecesi, şiddeti, yoğunluğu her kişiye ve her ilişkiye göre değişir ama insanoğlu aidiyet duygusu arayışındadır hep, sahip olmak ister.

Pour en finir, benim tercihim ise "davulun dengi dengine olması"dır. Karşıdaki denk olunca her şey daha bir kolaydır, daha bir aynıdır, daha bir özeldir. Kimsenin ne bakıcısı, ne de yaşadığını söylediği zor, acımasız, sorunlu hayatının kurtarıcısı olayım.
Ben ben olayım, o da o olsun, tamamdır.

P.S. Pazartesi sendromunun geldiğini bu yazı ile anladım (yine de seviyorum pazartesilerini). Ancak döneceğim daha fani, eğlenceli konulara.






Pazar günü denilen şey



Müzik, hele hele caz varken, modern hayat kelepçesi televizyonu açmaya hiç mi hiç gerek yok bugün. İstanbul'a yakışan bir gün, bugün. "öngörülemez" havayı solutan, soğuk ile sıcağı aynı anda hissettiren hiçbir zaman nereden ne veya kim çıkacağı, ne olacağı belli olmayan, gerçek anlamda İstanbul gibi bir gün, bugün.

Bugüne yakışan tek şey keyiftir. Gazete ve dergilerle geçen kahveli sabahtan, kadim dostlarla buluşulmaya giden konyaklı akşama uzar bugün. Arkada ise bugün kesinlikle Coltrane duyulmalı. Sabah saatleri için John Coltrane & Johnny Hartman'nın 1963 tarihli tarihli albümü harikadır. Albümün bazı şarkılar fazla romantik de olsa, boyalı ayaklarla sürüne sürüne kahveye ulaşılmaya çalışılan sabaha, neredeyse Moon River beraber en çok yakışandır.

Günün ilerleyen saatlerinde ise 1960 yılına dönülür ve Atlantic Records'dan çıkma My Favorite Things albümü dinlenir. Gazeteler bitirilmiş, kitaplara geçilmeye başlanmıştır (aynı anda birkaç kitap okununca yaşanan durumdur). Yine bu saatlerde çok sevilen, özenilerek alınmış olan minik not defteri çıkar bir süredir kaldırıldığı yerden ve eskisi gibi notlar düşülmeye başlanır: alınacak albümler, alınacak kitaplar, bitirilmiş kitaplar ve en güzeli gidilecek adresler(nasıl da özlemişim ihmal ettiğim defterimi, notlarımı almayı, içine yapıştırdığım etiketleri, resimleri. nasıl da kaptırmışım kendimi moderniteye, internete. bugün v.milor'u okuyunca hemen leziz lizbon adreslerini not ettim defterime).

Devamında Blue Train, Coltrane Plays The Blues, A Love Supreme vs gelir.

Neticede gün geçer gider, sevilenlerle güzel vakit geçirilir, ağızda yemek varken gülünür......boyalı ayaklarla yatağa gitmeden önce de Moon River dinlenir, son nokta konur, pazartesi sendromu gelmiştir.