Sunday, November 30, 2008

"out of booze"

m. ile iki kişilik mütevazı maç seyretme planına kadim dostum sekvotka, çirkin ama karizmatik erkek b. ve manda t. 'nin de dahil olmasıyla "forever seviye" planına dönüştü, rakı, köşebaşı, jameson, cin, bira derken fenerbahçemin maçı ortamdaki galatasaraylılara rağmen kazanması, fevkalade bir şekilde yahya kemal beyatlı iddasını kazanmam ve mercan'da ümit besen programında en ön ama en ön masayı ayırtmamız, maç sonrası elbette "forever musique" deyip şarkılara geçmemiz....

tek sorun: sigara müptelası iki gerzeğin sigara bulmak için 1de çıkması geri dönmemesi. bravo yani.

never on sunday

Saturday, November 29, 2008

(gece) maçtan önce, çıkmadan önce


saat 7'de maç, fb-bjk, önce 2li organizasyon derken şimdi seviyesiz bir topluluk buluşması oldu, elbette yemek yapan ben olmayacağım, elbette sipariş veren ben olacağım, elbette içen ben olacağım. devamında çıkmayabilirim, yağan yağmurda eriyen şekerlerden olabilirim, üşenen olabilirim, suratsız olabilirim, bana merhaba demeyene hiiiç merhaba demeyen olabilirim, bildiğin "burnu düştüğünde almayan olabilirim" her şey olabilirim (misal hemşire, misal hostes, misal rahibe) . ha, frankie...

Bandaj derken şöyle alayım sizi...

Doktora gidip ağrılar içerisindeki kolumu sarmam gerektiğini öğrenip böylesine komik bir şekilde sarıp yemeğe gidip alemlere çıkmam Magdelana 'nın tabiriyle öküzler gibi yiyip içmem pek şahane oldu. Ama önü bayağı bir açık elbisemi giymeme engel oldu mu? Hayır. Aksine gayet havalı bir görüntü kattı (okul yıllarından yaptığım için biliyorum sargılı kol, kırık kol vs pek bir afilli duran hallerdir).

sekvotka ile rocker boy n .'nin evinde yemek, kendisinin elleriyle hazırladığı yemekler, lüfer, rakı, gay rakı t., iyis, taksideki "ben julius sezar'dım eskiden" muhabbeti, yan, roxy, m. (gelemeyen b. & r. ) sargılı kolum, rock n' roll ... 04:30. güzel yemek, güzel sohbet, güzel müzik derken ertesi gün-yani bu sabah- kan vermek için gidememe hali, yine sargılar, yine ağrılar ve şiş bir el (resimden baktım da gayet şişmiş yahu) ve yine kullanılmaması gereken bir sol el.

Friday, November 28, 2008

Cuma eğlencesi # 29

Bugün biraz erken yazıyorum kim bilir belki öğleden sonra kaçarım giderim. Hava soğuk ama güneşli yani güzel, akşam rakı-balığa davetliyim (yarın akşam da bende maç organizasyonu rakı-kebap derken mideme reflüme şekerime ne kadar dikkat ettiğimi şu satırları yazdığımda daha iyi görüyorum. bravo diyorum irademe, şuuruma), belki belki...

Sevmediğim beğenmediğim ayrıca yeteneksiz bulduğum kadının annesi. Yani Gwyneth Paltrow'un oyuncu annesi. Bence annesi oyunculukta kızından daha yetenekli. Kızın o oscar kazanması da elbette anne-babası sayesinde oldu (kimse beni ikna edemez o gerzek rol ile müthiş yeteneğinin olduğuna); büyük hollywood prodüktörü baba, eskilerin yıldızı anne, kıza da verdiler işte. Sevmiyorum.
Daha geçen gün kendisini taş gibi bulduğumu söylemiştim ama şu kıyafet nedir yahu?Of ki of. İnsan bir aynada bakar kendisine, kıçım çıkmış üst bacaklarım dana gibi kalın, değil poz vermeye aşağıdaki bakkala gitmeyeyim böyle diye kendine söyler. Söyler de ego malum yüksek oluyor celebriti tayfasında. Ama haklılar yahu. Benimki şu halime şu kadar yüksek iken bütün dünya ayaklarının altında sana hayran iken kim bilir nasıl oluyordur? Hmm iyi ki bir superstar, mega star olmamış, anotherstar halimle kalmışım.
Kız rus, parti Vogue Russia gecesinden, elbise-tahminimce Roberto Cavalli. Şöyle hatırlıyorum, 2007 yılının ilk günlerinde benim için beğenip mail kutuma göndermişti bir arkadaşım elbisenin resmini. Hatta buraya da koymuştum "the lure of the dress" diye ama onun püskülleri vs vardı. Bunda yok çok şahane olmuş. Fakat o çirkin yeşil çizmeler... Oy ki oy!
Sağdaki yani kafasına taç takmış Camilla Al-Fayed. Babası Harrods'ın sahibi, ağabeyi Diana'nın beraber öldüğü sevgilisi Dodi kendisi de ingiliz vatandaşı jet-setter. Babası Muhammed pek yakışıklı bir adam değil ama demek ki anne güzel ki kız böyle hoş bir şey çıkmış. Elbiseyi filan göremiyorum ama kafasındaki tacı istiyorum. Hoş tacın taşları gerçekse ki gerçektir o paraya şu blogspot satın alınır ama neyse. Düşmüş ve artık fakir bir rus prensesi olarak istiyorum, ne yapayım ki?

Tanımam etmem ama amerikalı bir oyuncu anladığım kadarıyla. Galiba da vampir rolü canlandırıyor. Yani vampirlik durumu var anladığım kadarıyla. Biraz genç, biraz salaş ama tutunur, eve vampir olarak alınır hatta beyaz çok ince deriye sahip boyun uzatılır ve ...

My dear Magdelanacığım daha "glamour" yapacaktım ama top modeller yok bu hafta davetler kısıtlı eldeki malzeme bu kadar. Kim bilir belki haftaya...

Thursday, November 27, 2008

Ezik

Bilen bilir uyurken garip şekillere girenlerdenim. Cenin pozisyonundan dağınık yatak pozisyonuna geçenlerden, elim yüzümün altında sıkıştırım sabah ağrı ile uyananlardanım. Yine bilen bilir yıllarca el bileğimi sargılı gezmişimdir çünkü hem gerçekten yer etmiştir ters bir harekette çok acır hem de müzik dersinden kaçmak ve blok flüt denilen şeyi çalmamak için geliştirdiğim bir taktikti (işe yaradı mı? yaradı. 3 yıl boyunca bir kez olsun flüt çalmadım).
*
Dün gece ne yaptım nasıl yaptım bilmiyorum ama sol elimi öyle bir ezmişim ki ağrıdan elimi hareket ettiremiyorum resmen ( ha bu arada bir el nasıl böyle ezilir hiç fikrim yok. kaç ton çekiyorum ki elimi bu hale getirdim? ya da gece ne oldu da ben hatırlamıyorum).
Sonuç itibariyle elim acıyor, parmaklarımı harekette zorlanıyorum. İzin alıp eve mi gitsem? SP'de her hafta müzik hocasına dediğim gibi "hocam, elimi ezmişim, kullanamıyorum" mı desem? Ya ne kadar eğleniyordum, eğleniyorduk... Off, elim acıyor.

ben ve yine ben ve yine biz



Kim ne derse desin ben Beyoncé'yi çok beğenirim. Öyle ortalıklardaki "pop" müziği altında 4/4 lük ölçüde üretilmiş şarkılar yapmaz. Gayet soul geleneğini takip ederek nu r&b 'dir yaptığı. Genç kuşak yeni r&b'nin belki de en öne çıkan müzisyenlerindedir. Kesinlikle yetenekli ve bir o kadar da çalışkandır. Çocukluk mocukluk hak getire, ömrü boyunca çalışmış, çok çocuk yaşlardan beri idealinin peşinden koşmuştur.
whatever...
Ben çok severim (ayrıca da taş gibidir kendisi.).Bu şarkı ilk solo albümünden "me myself and I". Müzik güzel, sözler zaten güzel "self-help" cinsinden, "yıkılmadım ayaktayım" tadında.

all the ladies if you feel me,
help me sing it now...

I can't believe I believed
everything we had would last
so young and naive for me to think
she was from your past
silly of me to dream of
one day having your kids
love is so blind
it feels right when it's wrong

I can't believe I fell for four years
and i'm smarter than that
so young and naive to believe that with me
you're a changed man
foolish of me to compete
when you cheat with loose women
it took me some time but now i moved on

cuz I realized I got
me myself and I
that's all I got in the end
that's what i found out
and it ain't no need to cry
I took a vow that from now on
I'm gonna be my own best friend

me myself and I
that's all I got in the end
that's what I found out
and it ain't no need to cry
I took a vow that from now on
I'm gonna be my own best friend

so controlling , you said that you love me
but you don't
your family told me one day
I would see it on my own
next thing i know I'm dealing
with your three kids and my home
I've been so blind
it feels right when it's wrong

now that it's over
stop calling me
come pick up your clothes
no need to front like you're still with me
all your homies know
even your very best friend
tried to warn me on the low
it took me some time
but now i am strong

because I realized I got
me myself and I
that's all I got in the end
that's what I found out
and it ain't no need to cry
I took a vow that from now on
I'm gonna be my own best friend

me myself and I
that's all i got in the end
that's what I found out
and it ain't no need to cry
I took a vow that from now on
I'm gonna be my own best friend

me myself and I
I know that I will never disappoint myself
all the ladies if you feel me
help me sing it now
ya, you hurt me
but I learned a lot along the way
after all the rain
you'll see the sun come out again
I know that I will never disappoint myself

Wednesday, November 26, 2008

Gizli ajan, gizli ilişki



Oldum olası James Bond filmlerini severim. Ancak çoğu James Bond seveni gibi ben de sarışın James Bond Daniel Crag'i sevmiyorum. Daha doğrusu beğenmiyorum. O yüzden daha filmi görmeye gitmedim. Adamı beğenmemekle beraber yeni James Bond kızını yani Olga bir şeyi çok beğendim. Kız gibi, doğal, öyle ulaşılamayacak donuklukta değil.

Müzik derken, sevişme derken...

Günlerdir türk varoş celebriti dünyası hangi müzik eşliğinde seviştiğini konuşuyor, orada burada beyan ediyor. Yok Orson Welles şarkıları (ki bundan kalın erkek sesinden hoşlanıldığını tahmin ediyoruz), yok 50 cent, yok ritmik şarkılar filan derken gerçekten bu konu beni benden aldı. Şimdi öncelikle bize ne? Elin çaptan düşmüş veya 2. sınıf oyuncusu/şarkıcısı ne ile sevişirse sevişsin, açıkcası pek ilgilenmiyorum. Bunun bir konu veya başlık teşkil etmesine de anlam dahi veremiyorum.
Ancak bu kadar ortalıklarda okuduktan gördükten sonra şunu sormak istiyorum: bu kadar teşkilatlanma neden? yani sevişirken illa müzik mi lazım? illa her şey romantik, büyülü, gecenin karanlığında mumlar eşliğinde "alice harikalar diyarı" gibi mi olmalı?
Nedir bu aynı esnada müzik dinleme arzusu, anlamadım ki? Demek ki ben bir şeyleri eksik veya yanlış yapıyorum.
Gerçekten biri de dese ki "sesi bastırmak için müzik açıyorum"yemin ediyorum anlayacağım ama bu romantik müzikler, yerlere gül yaprakları vs nedir Allah için? Ya gerçekten mümkünse sevişmeyelim bu şartlarda ...

Tuesday, November 25, 2008

Gün ortası keyfi


Farklıyım, farklı
Beyazım, siyah
Espresso'yum, nescafé
Viskiyim, votka
Kahve niyetiyle yazmıştım neler neler oldu. Hay allah. Ben bir otto'ya gideyim.

Wish list # 14

giles & brother musket charm

Son zamanlarda sık sık guns n' roses duyduktan, eski günlerimi, axl 'ı, şarkıları andıktan dinledikten sonra bunu görünce "ulan takmaz mıyım bunu boynuma" diye de düşünmeden edemedim. Kesin takarım. Çok şık, çok Audrey Hepburn bir elbisenin üzerine bunu takıp çıkarım, şahane olur. Tam ben olur; muhteşem ve kusursuz olacabilecek bir görünümü çocuksu bir şekilde kırmak. Budur. İstiyorum. Maşallah tasarım masarım ayağuna 140 dolar gibi bir fiyatı var minik tabancanın. Ulan bir hediye alanım yok be! Ne talihsiz bir insanım ben!

Monday, November 24, 2008

Av, avcı, avlanan, avlanılan


Avcı değil, av olmak istiyorum. Komik olduğunun, beni bilenler tanıyanlar için değişiklik olduğunun farkındayım ama avcı vs almayayım; av olayım mümkünse yakalanayım. "deer" yerine de "gazelle" olsun, tam olsun.
Yavrum ne demiştin "hunter" şarkısı mı? Yok Dido hiç sevmem de Bjork'ten ve Portishead'den gelecek "hunter" çalabilir fonda, eğlenceli olur.

av, avcı, güç, kaçış, kovalayış derken happy ending
Film de '78 tarihli yine bir Vietnam filmi, Robert de Nero filan.

Sadece "tarz" meselesi

Herkes modayı takip edebilir, paranın alabildiği en güzel en pahalı kıyafetleri aksesuvarları alabilir ama herkes tarz sahibi olamaz. Olanlardan, beğendiğimiz insanlardan Erin Wasson. Evi, kıyafetler, "personal style"ı üzerine...How would you sum up your personal style?

"Frumpy sexiness. If I'm buying a T-shirt, I buy it oversized. I like oversized jeans, I like oversized denim shorts, I like oversized jackets. I like having an undone, loose feel to everything. You know, there's so much of a tomboy in me where I still enjoy wearing guy's clothes. More often than not I'll go to a store and I'll be in the men's section buying men's pants, or a men's vest, or a men's button-down shirt or something. It's hard for me in women's departments because the stuff is a little bit too feminine, or a little bit too frilly, or a little bit too girly."

Seviyorum erkek kıyafeti giyen kız modelini. Misal erkek gömleği. Ki en son çok güzel bir tane kaptım birinden sağolsun kırmadı verdi son 2 gündür onu giyiyorum. Hem de lacivert, hem de oversize, hem de uzun kollu .

Sunday, November 23, 2008

İsim, film vs

Bu hafta 2. kere şu sıralar sinemalarda gösterimde olan ve "kent yaşamında modern zamanlarda geçen (karşılıksız) aşk filmi"ni ( "ıssız adam") seyretmem gerektiğini duyuyorum.

Yani, olabilir, bilmiyorum, gidebilirim ama açıkcası sinema salonunda ağlak kızlar, romantik kızlar yani chick flick denilen hadisenin kız kısmında yarattığı fiziksel ve ruhsal hallerden hoşlanmadığım için gitmeye üşenebilirim. Hiç sevmediğim şey kızların aşk filmi karakterlerine bürünüp ağlaması, garip duygusallıklara girmesi. Ya da daha doğru bir deyişle bana göre değil böyle haller ( bu da öküz olmak demek değildir. biz de seviyoruz aşık oluyoruz yerlerde sürünüyoruz ama bir adap var, haysiyet var, gurur var; her şey öyle kurgu senaryoda yaşandığı, mükemmelleştirildiği gibi olmuyor ki gerçek hayatta. bıçak bir kere kesince keskin kesiyor, acıtıyor, o acı da kolay geçmiyor).

whatever ...

Ayrı ve uzak programlardan sonra buluşan A. ailesi istisnai bir şekilde pazar günü earl grey buluşması yaşarken soru J.A.'dan geldi.
j.a.- çocuğum gittin mi ıssız adam'a?
anotherstar- yok
j.a.- git bence. yeni erkek tipini görürsün. bencil olanlarını.
anotherstar- hmm olabilir belki giderim bu hafta ama ben zaten görüyorum onlardan her gün.
j.a. - biliyor musun sana ada ismini koymayı düşünmüştüm.
anotherstar- amann derim. zaten yeterince fantastik bir ismim var, bir ada olması eksikti.

Sinema salonuna gidip de ağlak kızların yanında 2 saat oturup seyredebileceğimi pek sanmıyorum ama bilmiyorum, adam kim, ada kim, bencil ilişki neymiş, "olay neymiş" diye de gidebilirim. Ama gerçekten bilmiyorum. Acaba öncesinde kendimi şaraba mı versem?

J.A. için "ada" ismi fantezisi dışında never on sunday; feci yağmurlu cumartesi gecesi, feci yağmura yakalanmadan taksi bulabilme ve ıslanmadan rocker boy'un evine (rezidans mı desem?) varabilme, sabaha kadar rock n' roll konuşma, dinleme, söyleme (evet, 13 yaşındayım ya, elimde şarap flatline'da 14 years söylüyorum), iğrenç bir misafir olarak hiçbir şeyi toplamayıp kanepede "ben biraz gözlerimi dinlendireyim" halim, gecenin üçünde sekvotka'nın gelip de "hadi çıkıyoruz" diye iteklemesi, yağmurun dinmesi, yan'da yanmak, m. & b. ile buluşmak, roxy'e sanki evin diğer odasına gidercesine uğramak, kalmak, kapatmak ... frankie. love me two times, people are strange, black (herhalde 500 farklı konser yorumunu rocker boy'da dinlemek), until the end of the world...ve sabah 6.

love me one time
I could not speak
love me one time, baby
yeah, my knees got weak
but love me two times, girl
last me all through the week

"love me two times", the doors, strange days, 1967

P.S. unutuyordum. filmde bahsi geçen, havalı erkeği sahibi olduğu lokantanın gerçek hayattaki sahibi de arkadaşım olur. çocuk bin kere çağırdı, bin kere bozuldu ve hala gitmedim ama şimdi filmden sonra deli gibi rezervasyon patlaması yapmış, yer yokmuş haftalarca. vah vah romantik insanlar demek zorundayım. beni resmen benden alıyorlar. bu neyin açlığı anlamadım ki? ha arda da iyidir, severim ve ne yazik ki o da feci gs'lıdır (çok şaşırtıcı olmayan bir şekilde).

Saturday, November 22, 2008

(gece) çıkmadan önce # 3


I used to love her
but I had to kill her

"I used to love her", gn'r lies, 1988

stephanie seymour, richard avedon, axl rose, rocker boy, şarap & peynir, saucisson daveti...

Friday, November 21, 2008

Cuma eğlencesi # 28

Cuma, lodos, soğuk, sallapati hal, baş ağrısı derken coşan people dünyası..

İşte sevmediğim, beğenmediğim kadın Gwyneth Paltrow. Üzerindeki bayağı kötü bir elbise. Kendisi müthiş ince müthiş makrobiyotik zayıflıkta olsa da güzel de olmamış şık da olmamış. Hele hele olmayan göğüslerinin üzerinden düşen bir elbise ile hiçbir şekilde şık olamaz bu kadın. Elbise atmıyorsam kankası Stella Mccartney imzalı. İşin ilginci benim beğenmediğim bu kadını geçen hafta ingiliz medyası dalga konusu yaptı. Kıyafetleri ve özgüven sorunu sebebiyle. Giydiği kıyafetlerin yaşını yansıtmaması, sürekli "ben çok inceyim ama bir o kadar huzurlu yogiyim" dışavurumu ile birlikte giydiği ilgi çeken çok genç hollywood oyuncu tarzı kıyafetlerin uymadığı yönündeydi makale. Zaten beğenmem, işte dedim düşüncelerimi anlayan çıktı bir yerlerde diye. Eski top modellerden Helena Christiensen. Elbise de rengi de kumaşı da boynuna astığı fular da güzel. Ama asıl elindeki lacivert saten el çantası çok güzel. Pek belli olmuyor ama çok güzel çanta. Lacivert renge tutkum zaten malum. Kadın da güzel kadın işte. Fotoğrafçılık yapıyor şimdi, Liam Gallagher vs aşklarından sonra çocuk, evlilik derken yıllar geçiyor (pek bir içli yazdım ama ilgisi yok tabii).
Artık çirkin ördek yavrusu olmayıp kas yapıp iyice parlayan italyan iç çamaşırı mankenlerine benzeyen Marc Jacobs alemlerde giydiği etekten sonra bu sefer de elinde kadın el çantası ile (purse de denilebilir) boy gösteriyor. Ceket beyaz gömlek ve sakallı erkek beğeniyorum da elde çantalı olanını almayayım ( bu arada az önce yemekte beğendiğim tipi anlattığım arkadaşım "senin beğendiklerine gayet paralı kıro erkek ağır abi tadındaki erkek tipi" diyoruz dedi, ben gülmekten dağıldım ama inkar da edemedim. frankie? acaba? hmm olabilir.)
Derken efsanevi modacı Valentino (ki müthiş markadır valentino. asalet zarafet ve seksapel, hepsi mevcuttur) artık pörsümüş yüzü ve cildi ile karşımıza çıkıyor. Derisinin rengine yorum yapamayacak kadar şaşmış durumdayım. Geçiyorum ama Valentino bu ne hal demek istiyorum. Bu renkte yaşayan bir sen bir Roberto Cavalli, bir de Fedon. Of ki of.
Değişmeyen insan Anna Wintour. Saçları, fönü, makyajı, kıyafetleri ile aynı. Saygım sonsuz ama tarzı bazen beni sıkabiliyor. Ama kendisi Anna Wintour'dur, başka lafa gerek yok.

Gerçekten ruslar ve eski doğu bloğu insanları giyinmeyi bilmiyorlar, hele zevkten sahibi olmaktan ise bihaber yaşıyorlar. Hana Soukupova. Uzun ince sarışın mavi gözlü ama zevksizlik abidesi bir insan. Elbise desen elbise değil, mevsimi desen o hiç değil, saçları perma desen yazık, duruşu desen bir top modele yakışmayan eziklikte. Sadee diz kapakları ve omuzundaki Chanel olduğunu tahmin ettiğim çanta tutunur, geri kalanı isteyene verelim.

Cuma. The night is young. Ama lodos var. Sallanırım ben.

Haykırış


İnsan bazen haykırma ihtiyacı duyar. Her şeye bağlı ve her şeyden ayrı olarak. Kaçınılmazdır.

Hayatın kendisi, yaşananlar, yaşanamayanlar, eldekiler, elde ol(a)mayanlar, sevilenler, sevilemeyenler, beklenenler, bekleyenler, beklenip de gelmeyenler, dostlar, arkadaşlar, sevgililer, beraber yaşananlar, beraber ortaya çıkartılanlar, beraber yaşamlar, beraber kaderler, beraber yaşanan sessizlikler ve beraber yaşanan pişmanlıklar, yıllar önce beraber poz verilmiş resimde beklenmedik şekilde ortak gelişen ama bireyce yaşanan yalnızlıklar, her ay hesaba yatırılan paranın harcaması, yemek masasında hesabı kimin ödeyeceğinin kavgası, büyük laflarla edilen ama hiç gidilemeyen yemeklerin ne kadar tutar düşüncesi, yeni yaptırılan mutfak-banyonun fayansları, zeytin ağacından yeni bir masa siparişi, alınan hediyeler, verilen ve verilmeyen hediyeler, doğum günü hediyesi kanlı elmasın hala ödenen borçları, aidat borcu, telefon faturası borcu, telefona gelen indirim mesajlarının bütçeyi yıkacak çekincesi, alınan kitapların hala okunamaması, dergi sayfalarının hala layığı ile çevrilememesi, hediye edilmiş 3 beden büyük gömleğin hala giyilememesi, sabah güneşini görmek istememek, müziği ise hissedememek haykırmaya iter insanı ( ... gibi herkesin her yerde, her zaman, her şekilde, her koşulda yaşayabileceği, düşünebileceği milyonlarca sebepten bazıları veya hiçbiri).
Sebeplice veya sebepsizce haykırma isteği herkesin başına gelir. Oysa haykırmak rahatlatır insanı, iyi gelir sakinleştirir, öfkeyi durdurur. Sanki zehir olarak görülen gitmiştir vücuttan.
Peki ya o zehir yine gelirse? Her seferinde haykırmak mı lazım? Kim bilir belki de. Duyguları içinde çok tutmamak lazım derler. Belki. Neden olmasın?

P.S. e. munch da hiç ama hiç sevmem ama en azından bu graffiti olanı.

Thursday, November 20, 2008

Cevap

Soruların cevabı kimi zaman evet kimi zaman hayırdır. Ama kimi zaman da her şey bu kadar siyah-beyaz keskinliğinde değil daha rahat daha à la légère bir haldedir, öyle gelişir. O yüzden de peut-être de bir cevap olarak kabul edilebilir.

* -yarın gelecek misin?
-peut-être

- akşam gezip tozduktan sonra bana döner misin?
- peut-être. ararım ben seni. olmazsa anahtarım var girerim içeri.

- yemeğe çıkar mıyız?
- bilmem, peut-être. nereye?

muhtelif sorular, muhtelif cevaplar muhtelif "belki"ler ...

Bu arada yukarıdaki aslında bir kolye, markası da rock n' rose. Güzelmiş, rock n' roll, guns n' roses, axl rose, rose günleri , rose zamanları, rose bahçeleri

Wednesday, November 19, 2008

Geceyarısı müziği





Son günlerde türk televizyon kanallarında çok rastlıyorum. Rastladıkça da önce heyecanlanıyorum bu kadar sevdiğim bir müziği duyduğum için sonra da bu kadar ortalıklarda olmasından müthiş rahatsızlık duyuyorum. Aynen çocukluğumun en güzel müzikal anısı Rimsky Korsakov'un Şehrazat'ına olduğu gibi. Yok dizi müziği olarak kullanmak, yok telif ödenmiyor diye ota boka çalmalar vs.

Reklam ve dizilerde benzer bir furya halinde yaşanan Claire de Lune veya Ayışığı Sonatı bir başkadır. Beethoven 14 no'lu c minör "quasi una fantasia" Sonatı'nı 1800lerin başında tamlıyor ve elbette rivayet olarak anlatılan bir aşk hikayesi mevcut. Çocukluk yılları dışında ilk defa SP'nin ilk sınıfındaki audiovisuel dersinde zorla ezberletilen Pierre ve Mireille'in maceralarında duymuştum. Mireille "c'est une sonate de Beethoven" diyordu (bu kadar gereksiz detayı neden hatırlıyorsam?) Pierre ile evdeki odasında otururken.

Gece, sessiz, gizli bir gecenin sonatı belki de. Claire de lune.

p.s. ludwig van beethoven'nin ne kadar büyük bir deha olduğuna dair kısa bir not: meşhur 9. senfoni'yi bestelediğinde işitme duyusunu tamamen kaybetmişti ve bütün besteleme süreci boyunca ortaya nasıl bir eser çıkardığını duyamıyordu. senfoninin prömiyerine orkestrayı yönetmek için sahneye tedirginlikle neredeyse korkarak çıktı ve en sonunda salon alkıştan yıkıldığında alkışları duyamadı ve sırtı seyirciye dönük olduğu için de insanların yüzlerinden tepkileri anlayamadı. hüzünlü ve keskin sessizlik içerisinde batonunu yere indirdi. o sırada orkestradan biri seyircileri görebilsin, insanların müziğine duyduğu sevgiyi hissedebilsin diye onu seyircilere doğru döndürmek durumunda kaldı. hüzünlü ama dahice. hüzünlü ama gerçek. hüzünlü ama ironik. that's life (magdalena'nın sözlükte yazdığı gibi galiba bu laf bir anotherstar motto'su)

Gün ortası kâbusu

Gündüz düşlerinin gece görülenlerden ziyade daha fantastik daha fantezi yüklü olduğu söylenir. Elbette psikolojik olarak olayın daha derin açıklamaları var ama girmeyeceğim; benimkisi gayet fani ve sufli bir yazı neticede. Hatta hemen resme geçip, şu müthiş çirkinlikteki pantalonu görüp gün ortası uykumdan uyandığım bir kabus gibi nitelendirmek istiyorum. O kadar çirkin o kadar zevksiz o kadar feci bir görüntü ki daha fazla yorum bile yapamıyorum( louis vuitton çanta zaten çirkin olduğu için tekrarlamaya gerek duymuyorum). "Yani cidden Brandy, şahdın şahbaz oldun o pantalonla".

Anotherstar'ın gündüz düşleri demek öyle bir başlık atmak isterdim ama daha fantastik olanlara saklıyorum.

Sabah keyfi# 14




1998'de çıkardılar ilk sayılabilecek albümlerini (ilkini sonra tekrar bastılar ünlendikten sonra). Moon Safari. Dinlediğimde beni çok etkileyen şarkı olmuştu All I Need.
Yaz mevsimiydi. Tatile gelmiştim. Bütün günlerimi hemen herkes çalıştığı ben avare gezdiğim için sonradan evlenip 2 çocuk yapıp sonra da ayrılan D. ile geçiriyordum (hoş o da çalışıyordu ama ). O kadar eğleniyorduk ki beraber. Yaz eğlencesiydik resmen. bebek'te kahvaltı, cihangir'de yürüyüş, gizli bahçe'de içmeler...
Geçenlerde şarkının klibine rastladım ki klibi de güzeldir. Hemen albümü çıkarttım ve dinledim.
Aslında sabah başka şarkı istiyordum ama bulamadım üşendim sıkıldım öyle romantik romantik sözlerden. Bunun müziği de güzel, klibi de, sözleri de (romantik ama şarkıların sözleri hep romantik ben ne yapayım?)

all I need is a little time,
to get behind this sun and cast my weight,
all I need is a peace of this mind,
then I can celebrate.

all in all there's something to give,
all in all there's something to do,
all in all there's something to live,
with you ...

all I need is a little sign,
to get behind this sun and cast this weight of mine,
all I need is the place to find,
and there I'll celebrate.

all in all there's something to give,
all in all there's something to do,
all in all there's something to live,
with you ...

Tuesday, November 18, 2008

Uzaktan


lorick lady by lorick

Uzaktan dilemek, uzaktan istemek... Ben bilmezken, adını dahi duymamışken pek sevdiğim insanlardan Chileksuyu bana yakıştırarak Lorick'ten bahsetti. Güzel şey insana birilerinin bir şeyleri içtenlikle söylemesi, kalpten gelerek istemesi. Yapılır yapılmaz, alınır alınmaz, verilir verilmez dert değil; önemli olan niyet etmek, istemek, dilemek. c'est l'intention qui compte der fransızlar. Doğrudur da. Hiç ama hiç önemli değildir bu kadar güzel ve büyük bir düşüncenin yanında "yapılamaması", "olmaması".
Hayatta her şeyin olduğu gibi bu durumun da istisnası var. Tek bir tane. O da yapabilecek iken yapmamak. İşte her şeyin bir anda içine eden, tüm büyüyü bozan harekettir bu manasız davranış biçimi: alabilecek iken almamak, verebilecek iken vermemek, taçlandırabilecek iken taçlandırmamak, koklayabilecek iken koklamamak, sarılabilecek iken sarılmamak, öpebilecek iken öpmemek .. gibi.
Uzaktan dilemek, uzaktan istemek... Kimi zaman o kadar yakın, kimi zaman o kadar uzak. That's life. That's the way it is.

p.s. elbiseyi, kızı, pozu, elbisenin yeşilini, boyundaki kolyeyi, arkadaki kitapları çok beğendim.

Sipariş zamanı

Victoria's Secret yeni defilesini Miami'de yapmış, geriye de kızlara bakanlar biz olmadığımız için alınacak çamaşırlar kalmış (yani işte bakıyoruz da bir yere kadar. bir yerden sonra ilgimiz dağılıyor).

yavrum, ne dersin sipariş versek mi?

p.s. bu kadar deli gibi bir yoğunluğumun patladığı bir günde nasıl buna vakit bulabildim, ben de şaşıyorum.

Monday, November 17, 2008

Hem sanat hem eğlence


İlk resim efsanevi Guggenheim ailesinin sanat dünyasına ve sanatseverlere kazandırdığı müzelerden New York'takinin içi. Hugo Boss bilmem ne partisini geçen hafta New York, 5. Cadde'deki mimarisi Frank Llyod'a ait Guggenheim Müzesi'nde yapılıyor .

Altta ise efsanevi ailenin efsanevi kız çocuğu Peggy Guggenheim ve Venedik'teki müze evinin terası. İlginç bir şahsiyet kendisi. Anton Gil imzalı Art lover: A biography of Peggy Guggenheim diye yazılmış bir biyografisi var ama sadece Amerika'da basılmış olduğu için bulamıyorum bir türlü. wish list'imde ilk sıralarda aslında (işin sanat kısmını anlatmayıp bu işi halinden ve seviyesinden hiç belli olmayan sanat tarihçisi kadim dostum sekvotka'ya bırakıyorum). Güzel rahat hedonist bir hayatın sahibi bir şekilde yaşamış bir insan. Bir de arkasında müze ev, gayet sansasyonel bir sanat koleksiyonu. Yani Palazzo Venier dei Leoni.

Şu fani hayatımda ne kimseye özenirim ne de kıskanırım. Kimsenin parasına malına mülküne itibar etmem, onlardan etkilenmem, iç geçirerek bakmam, hele benim olsun hiç istemem.
Fakat şu üç aile beni benden alıyor, "ulan bir medici doğamadım" diye düşünmüyor değilim ara ara. Medici, Guggenheim ve Rothschild aileleri uygun olurdu bana, yeni kuşak Peggy olurdum kah NY'da, kah Barcelona'da, kah Paris'te. Ah be kahpe kader...

Pamuk eller cebe

valentino, pre-fall 2008

Araştırmalara göre kırmızı rengi, kırmızı giyen kadınlar erkeklere para harcatıyormuş. Benim için zaten "pahalı kadınsın" denmişliği, bana söylenmişliği var o halde daha da para harcatabilirim (zaten bir kere adım çıkmış), bütün kırmızılarımı çıkartıyorum piyasaya, indiriyorum dolaplardan, beyaz tenime geçiriyorum hemen.

Sunday, November 16, 2008

Pazar albüm kapağı


Yeni rock gruplarını bilmediğim dinlemediğim gibi böyle bir arzu da taşımıyorum. Ancak bu albüm kapaklarına tav olmamı engellemiyor. Gayet güzel, bobo bir şıklık içerisinde bir kapak bu. Hatta 70lerin ilk yıllarını andırıyor, hafif "almost famous" tarzı groupie görüntüsü veriyor, her ne kadar 2000li yıllar olsa da.

p.s. albüm de güzelmiş. doğrudur ama işte ilgimi çekmiyor

Bir gece önceden kalan (pazar) hafızası


Dün gece M. ile gecenin bir yarısı konuşuyorduk "la mémoire affective" diye.

*Mémoire épisodique
(autobiographique, affective) : c'est l'histoire personnelle du sujet, elle est essentielle à l'orientation spatio-temporelle et à ce titre les amnésies qui la touchent sont particulièrement invalidantes en causant une désorientation spatio-temporelle.*

M. & B. ile geçen pek bir eğlenceli, pek bir keyifli, pek bir zeytinli yemekten, kara efe'den sonra ise mémoire personnelle canlandı, düşündürdü hatırlattı güldürdü unuttuklarını ortaya çıkardı. Gerçekten de giden gitmiş kalan kalmış ama neye kalmış kimde kalmış nasıl kalmış işte o da başka bir soru. Bazı alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremeyen biri olarak topu topu üç kere gittiğim yerdir Zeytinli ("insanın gittiği meyhane öyle her gün değişmez" diye öğrettiler bana. a. ailesi olarak yıllarca refik'e gittikten sonra refik'in artık gelmemesi, yemeğin ve servisin bozulmasıyla çok zor bir şekilde bırakıp cavit'e yöneldik. pek mutlu, memnun olduk.). Gitsem de olur gitmesem ama muhtelif sebeplerle Zeytinli'ye gittik, haliyle 2 kadehten sonra mémoire personnelle'imin de açılmasıyla birden gözüme merdivenler ilişti; güldüm, söyledim, güldük ve geçtik gittik. Kalmadı, kalmadık, kalmayız da artık. M.'nin dediği gibi "biz giderken o dönüyordu".

Gecenin devamı yine her zamanki gibidir. Tanıdık, mekanlar tanıdık insanlar, Frankie ...

p.s. saçlarımda kelebekler... öyle gerzek "bebişiiimm" diyen kızlar gibi romantik kelebekler değil bunlar. londra'dan aldığım eğlenceli kurdelemsi, saç bandımsı bir şey. çok komik, çok siyah, çok küçük, çok soho, çok london, çok bobo, çok vogue.

p.s. (2) fantastik laflarıyla beni benden alan m. yine o kadar komik bir laf patlattı ki ağzım açık kaldı. hiç ilgisiz hiç beklenmedik hiç konusu değilken geçenlerde roxy'de bizi bizden alan müthiş yakışıklı u.e.'dan konuşurken "mutlu oluyorum seni gs'lılar .... " dedi, ben gülmekten neredeyse düşüyordum. ya şanslıyım ki işte böyle fantastik laflar eden arkadaşlarım, kadim dostlarım var.

p.s.(3) takım demişken allah'ın futbol topunu atmayı unuttuğu yerlerden olan gereksiz ülke isviçre'de olan f.a. az önce arayıp basel-zurich maçına gitmek için tramvayda olduğunu söyledi. futbol sevmek böyle bir şey galiba. dünyanın her yerinde maça gitmek, o coşkuyu heyecanı seyretmek istemek. of sıkıcıdır ama basel-zurich maçı.

whatever...never on sunday...

Saturday, November 15, 2008

(gece) çıkmadan önce # 2


I wanna dance tonight
I wanna toast tonight
I 'll spend my money tonight

"dance tonight", lucy pearl

Friday, November 14, 2008

Düne niyet bugüne kısmet

Kısmet aslında güzel şey. Hayatta kimin kime, neyin neye ne zaman kısmet olacağı belli olmadığı için olunca seviniyoruz kısmet diye.

Dünkü arzumu bugün gerçekleştirdim. Gitmedim. Yaşasın uzun hafta sonu denilen şey... Yaşasın cuma günü...

Thursday, November 13, 2008

Sokak



Şişli'de açılmış ama nerede bilmiyorum ama hemen gitmek istiyorum, tanışmak evimin bir duvarına"gelin graffiti/stencil yapın" demek istiyorum, belki kitap belki plak bulurum, mutlu olurum, mutlu ederim, happy together baby...oh baby...


Donut Graffiti Store...

Take me ... take me to the store...
p.s. biz kızlar için bu tip "özel" dükkanlarda şöyle komik bir durum oluyor; dükkan sahipleri veya dükkan müdavimleri genelde erkek olduğu için kızların böyle daha alternatif , daha özellikli ürünler satan dükkanlara gidebileceği gibi bir de üstüne üstlük bu konularda bilgili olabileceklerine hiç ihtimal vermiyorlar. haliyle de ortaya fantastik konulu diyaloglar çıkıyor.
çok havalı alternatif karşı cins - bizde sadece plak var, cd satmıyoruz ancak pikabı olanlara hitap ediyoruz.
anotherstar - yani?
çok havalı alternatif karşı cins - yani cd yok gördüğünüz gibi eğer evde minik müzik setiniz varsa ...
anotherstar - &#!$* (= ben seni minik müzik seti yapıcam ama neyse) koçum, eski bir caz albümü arıyorum, 1964 yılı argo'dan çıkmış early in the morning arıyorum var mı?
çok havalı alternatif karşı cins- eee...aaa...yok galiba, kim dediniz...:(:(:(
ve tabii böyle gelişen diyaloglardan sonra çocuğumuz hayran oluyor telefonla aramalar e-mail göndermeler vs ama ne gerek var böyle şeylere. baştan medeni ol medeni davranılsın. gerçekten bazen o kadar gülüyorum ki bu karşı cinsin sonradan sönen hareketlerine.

Hafta arası

Ya ben yaşlanıyorum ya da artık bilmiyorum ama hafta arası çıkınca yoruluyorum. Halim kalmıyor ertesi güne erken başlamaya. Of keşke bahane bulsam arasam gelmiyorum desem. Ayrıca gece giydiğim leopar ceketim çok güzeldi, kadim dostum Sekvotka ile muhabbetim tatminkar ve açıklayıcıydı, Roxy'de fantastik 4'lüyü bulmam harikaydı ( her ne kadar hem r.'den hem b.'den "neredesin?" laflarını duysam da) , Roxy'nin doğum günü sebebiyle sarılıp öpüştüğüm yüce ses Kaan ile çocukluğumun neredeyse o mekanda geçtiğini yad etsem de, Frankie burnumun dibine yapışıp kokusu ile beni çarpsa da, .. artık tüm bunlar yorulmamı engellemiyor. Peki vazgeçiyor muyum? Hayır. I just can't help myself.

Of bir bahane bulsam arasam da gelmiyorum desem. Ne kadar harika olurdu şu gün şu an sıcak evimde, yatağımda

Wednesday, November 12, 2008

# 2


....Gahan adds, "today I feel the most content I've ever felt. I go on stage, I perform and I really, really enjoy that -- it's where I give it my all. And then I come offstage and I just want to sit in front of the TV and watch 'The Simpsons' and eat a pizza, and I'm very happy to do that. I get online, stick my eye-cam on the computer and talk to my kids. I'm very content in that way, but I'm also really, really enjoying the work. That's what's very different from now and what it was like then...

Hayal kırıklığı-yine yeniden





Hiç öyle özel ve duygusal bir başlık olmayıp sadece yemekte çok sevdiğim belki de en sevdiğim Depeche Mode şarkısı olan 1987 tarihli Never Let Me Down Again'a ve de muhteşem yüce seksi insan Dave Gahan'a bir post bu.


Bir insan bu kadar mı seksi olabilir, bu kadar mı yüksek bir cazibesi çekiciliği olabilir (gerçekten içimden sıcak bir su aktı tekrar adamı görünce). Ayrıca gençliğinde bu kadar çirkin yaşlandıkca bu kadar güzel kaç tane adam var? Yazın yine konserde göreceğiz kendisini. Hele hele konser bizim buradaki mekanda olursa cebimde all acces backstage kartımla odasını basmazsam adam değilim.
p.s. muhteşem yüce seksi insan ile aynı gün doğmuş olmam beni de öyle yapar mı? ondan öte kendisine bunu söylesem "dave gel sana boğaz manzarası göstereyim evde pul koleksiyonum, plak koleksiyonum da var" desem gelir mi?
p.s.(2) şarkı zaten tek kelimeyle mükemmel. pump up the volume

Tuesday, November 11, 2008

Karşı cins ve kavga sendromu


Bazı kızlar vardır yanında kavga edilmesinden veya daha da manasızı kendisi için kavga edilmesinden hoşlanırlar, bunu kendilerine bir itibar meselesi olarak görürler ki ben onlardan değilim. Kavga etmekten de, edilmesinden de hoşlanmam (buna ilişkide edilen kavgalar da dahil. öyle gözüksem de zerre "let's fight then we can make up" insanı değilimdir). Kısaca sevmem. Mamafih karşı cins bu kavga konusunda bir garip. Özellikle de hemcinsleri ile giriştikleri kavga mevzularında.
*
Geçen gece Yan'da gördüğüm her daim çok sevdiğim, A. ailesinin hanesinde neredeyse yaşamışlığı olan Muzo'yu alnında bir yara izi ile görüp ne olduğunu "iki gece önce firuzağa'da büyük kavgaya karıştığını " öğrenmemle, genelde sessiz sedasız tepkisiz gibi duran ikiz adamlar Boogie Boy & U.' nın geçen hafta kavgaya karıştığını pazar sabahı gelen U.'dan "biz iki kişiydik onlar beş, haliyle sonunda yerlere döküldük" diye anlatmasıyla, maçı seyretmeye gelen Çirkin ama Karizmatik Erkek B.'nin "gergin'le taksim'de yine büyük bir kavgaya karışmasını" konuşmakla erkeklerdeki bu kavga mevzusunun çok ince bir iş olduğunu anladım. Anlaşılan o ki adamların kavga etmesi için öyle büyük ciddi bir sebep gerekmiyor. Herhangi bir sebepten, bir bakıştan, bir sözden, bir ağız burkuştan, bir korna sesinden kavga başlayabiliyor ve artık kim kazanırsa diye devam ediyor. Şayet biri kazanırsa.
İlginç olan sadece "erkekler ve kavga" meselesi değil. Bu bahsi geçenlerin hepsinin de gayet yakınım oluşu. Bu kadar yakın olduğum, oturup kalktığım yiyip içtiğim dertleştiğim adamların neredeyse bazen kendilerinden hiç beklenmeyenlerin gayet kool bir şekilde kavga etmesi bana bir şeyi düşündürdü: "bu kadar kavgadan hoşlanmazken en yakınım karşı cinslerin bu denli kavgacı olabilmesi benim de mi acaba kavgacı olabileceğim" fikrini getirdi aklıma. Açıkcası hiç böyle düşünmemiştim. Yani öyle derinlemesine bir düşünme olmasa da sadece bir anda aklıma geldi.
whatever ... Kavgacı mavgacı değil gayet kız gibi, kız çocuğu gibi insanım, çiçek böcek seviyorum, pelüş hayvan koleksiyonum var, defterimin sayfalarını kalplerle süslüyorum, "bebişim" diye hitap ediyorum ayrıca da çok romantik bir insanımmmm (diyerek bitirirmişim)...
p.s. adonis kası nedir diye soranlara yukardaki resim cevaptır.
p.s. (2) sendrom kelimesi de son günlerin popüler kelimesi olduğu için yazmak istedim. yoksa sendrom değil tabii buraya uygun gelen kelime.

Keşke






Keşke kışa değil de ilkbahara doğru gidiyor olsak. Keşke önümüzdeki aylar boyunca lahana bebek misali olaşıyor durumunda olmasak. Keşke bahar gelmiş olsa...Ha bir de keşke yaz mevsimine hazırlanan Brezilya'da Rio'da Ipanema'da, üzerimizdeki tiril tiril kıyafetlerle o kaldırımlarda yürüyor olsak, bossa nova dinliyor olsak...

Daha önce yazdım ama The Girl Froma Ipanema, 1963 aslen Antonio Carlos Jobim ve Vinicius de Moraes yazılmış sonrasında Stan Getz, Joao Gilberto ve Astrud Gilberto 'nun da eklenmesiye efsanevi Getz/Jobim albümü piyasaya çıkmış şarkıdır. Soğuk ama güneşli bir kasım sabahına yakışan bir şarkıdır.

Monday, November 10, 2008

Karşı cins ve aksesuvar durumu


Bir süredir gelişen bir trend var erkek cephesinde: boyun bağı. Boyun bağı deyince insan hemen Hıncal'ın ipek fularlarını düşünüyor ama değil. Karşı cins cephesinin kılık kıyafet modasında yeni trend genelde tişört üzerine takılan şöyle atkı gibi ama atkı kadar kalın olmayan ve aynı amaca hizmet etmeyen, genelde düz tek renkte çok kalın bir kumaş üzerine değil de daha ince yani biz kızların taktığı fuları anımsatan boyun bağı. Karmaşık bir tanım gibi olsa da resimdeki gibi bir şey, belki biraz daha ince de olabilir.


Neredeyse bütün kent mekanları boynuna hafif bir fular takmış karşı cinsle dolup taşıyor. Ofis, sokak, bar, pavyon, kulüp ... Ama olmuyor. Ne yazık ki yakışmıyor. Her ne kadar yakışıklı da olsa, uzun ince de olsa olmuyor. Taşımak başka şey haliyle. Geçen gece Roxy'de en az 10 erkek boynunda fular/atkımsı bir boyun bağı ile arz-ı endam etmişlerdi ve hiçbirinde de olmamıştı. Nedir bu furya anlamadım ki? Ve yakışmıyorken bu inat niye? Havalı olma düşüncesi mi? Eğer takan kişi manken filan değilse (o da "werner schreyer" filan olursa ancak) yani öyle Manhattan'da, Londra'da kulislerde geçen bir hayatı, yaşam tarzı yoksa hiç böyle çabalara girilmesin uğraşılmasın. Neden mi? Öncelikle sakil duruyor ayrıca hiç mi hiç erkeksi değil. Biiir çantalarını bilekten düşürerek taşıyan Olsen Sisters gibi paytak paytak sanki her an düşecekmiş gibi yürüyen genç türk kadını; ikiiiii tişört üzerine boynunda fular takan genç türk erkeği en güzel örnektir bu açıklamaya.
P.S. kışın takılan atkıdan bahsetmiyoruz burada. atkı başka boyun bağı başka.

Ayağa kalkan balıkçı

Sirenlerin öttüğü 2 dakika boyunca pencereden baktığımda gördüğüm manzara idi "ayağa kalkan balıkçı". Vapurlarla, deniz otobüsleri ile mukayese edildiğinde küçücük bir nokta olarak gözüken balıkçı teknesinde yine ondan küçük gözüken bir başka nokta gibiydi ama bir o kadar belirgin farkedilendi. 10 kasım günü saat 9'u 5 geçe 2 dakika tüm şehirden duyulan siren sesleri boyunca küçücük teknesinde saygı duruşunda duran adamdır "ayağa kalkan balıkçı".

Saygı duymak veya kendine saygı duydurmak zorla olacak iş değil. Baskı ile olacak iş hiç değil. Ne kadar komik ki yöneten takım yani devletmiş, hükümetmiş, oralarda varolan oralarda kendine bir güç kalesi yaratanlar sahip oldukları güç kadar saygı gördüklerini sanıyorlar. Ancak yanılıyorlar. Gördükleri saygı sadece gösteriştir, yalakalıktır, korkudur. Asıl saygının ise bunlarla hiç ilgisi yoktur. Olmadığı gibi asıl saygı duyulan adam her zaman devlet erkanından, büyük kahramanlardan ziyade sıradan hayatlarında farklılıklar yaratmaya çalışan sıradan insanlardır. Ayağa kalkan balıkçı gibi. Hiçbir zorunluluğu olmadan sadece istediği, sadece duygulandığı, sadece içinden geldiği için saygı duruşunda bulunduğu için. Yoksa kim farkedecek ki boğazın sularında minicik teknesinin içindeki adamının ayağa kalktığını?

Gerçekte saygın olmak, itibar edilmek zor iş olsa da sahte saygı gösterilerini para veya güç ile satın almak bir o kadar kolay.

Sunday, November 9, 2008

Pazar mutluluğu # 2

Elbette mutluyum. Uzun zamandır korkuyla seyrettiğim hatta seyredemediğim Fenerbahçem beni mutlu etti, umut verdi keyif verdi siyah efe'nin 2 dublesi sevinçle 4 duble etkisi yaptı.

bende, evde, topkapı sarayı ile kuleli arasında, gelmek için geberen ama gelemeye pis gs'lı sekvotka, çirkin ama karizmatik erkek b., rocker boy n., köşebaşı eve servis, kara efe, maç öncesinde money for nothing, whipping boy, tom waits, nick cave, cin tonik ve sonrası her zamanki gibi güzel bir sonuç mutlu bir sonuç ve telefonun ucundaki üzgün insanlar (en çok da f.a.. koskoca adam, nasıl da üzgün çıkıyordu sesi telefonda)

p.s. etrafımdaki çoğu sevdiğim insan (ama gerçekten öyle ama ne yazik ki öyle) gs'lı olduğu için bu özel mesaj onlaradır: bu güzel sonuç için çok teşekkür eder hepinizi itina ile öper severim ama yine y... y.....z, cicim

p.s. (2) maçın yavşakları: 1) servet 2) ayhan 3) arda

Pazar mutluluğu


Sırf pazar değil, haftanın hatta ayın mutluluğudur benim için. En sonunda kavuştum kendisine. Az önce. Hiç beklenmedik bir anda bir günde bir zamanda. Ne dün geceki Sekvotka'lı mutluluk hali, ne Frankie, ne başka şey. Biraz büyük ama müthiş güzel müthiş fiyakalı ve müthiş bir coşku hali.

Sekvotka ile pek güzel pek eğlenceli bir geceden hatta Frankie'den sonra hiç beklemediğim bir telefon ile gelen U. ve sayesinde yerleştirdiğim technics 1210. Sabahtan beri coşku içerisinde bütün plaklarımı dinliyorum anfiden seslerinin çıkışını duyup kendimden geçiyorum.

Dün yönetmenin birinin röportajında okuduğum gibi "sinema olmazsa kimse ölmez". Çok doğru. Ama müzik olmazsa hayat durur.

Saturday, November 8, 2008

(gece) çıkmadan önce

Have I gone?
Left you here alone
If I would, could you?

"would", Alice In Chains, Dirt, 1992

Friday, November 7, 2008

Cuma eğlencesi # 27: ortaya karışık

İhmale uğrayan bir post bu cuma eğlencesi. Hoş bugün de öyle aman aman bir durum yok ama maksat cuma eğlencesi devam etsin. Üzerimde The Clash tişörtüm ve elimde lacivert ojelerimle (oje ya. hey yarabbim erkek kısmı yazmak istediğinde ne kadar komik olabiliyor).

Yukardaki şu muhteşem bedene saran lateks lacivert tayt giymiş şahsiyet ırak asıllı ingiliz mimar Zaha Hadid. Bir nevi süperstar entellektüel tasarım dünyası için. Kimse kusura bakmasın ama çirkin bir kadın. Öyle çirkin karizmatik filan da değil gayet görüldüğü gibi. Ha bir de bu görüntüye şu kıyafetleri giymiş olması kendine güvenin tavan yapması olarak da algılanabilir tabii. Unutmadan Kartal Sanayi Bölgesi kendisine emanet. Bekleniyor yıllardır.
Kate Hudson. Çok beğeniyorum nedense. Öyle çok özellikli güzellerden değil belki ama barışık hali var kendisiyle. Kendisiyle mutlu kendisini cidden seven kadınları seviyorum. Gerginliği yok kavgası yok rahat rahat yaşayıp gidiyor. Tarzı güzel şapkası ayrı güzel.
Kim olduğunu bilmiyorum ama yer NYC. Kızın elbisesi sade, saten ve güzel. Kafasına taktığı yaprak Sezar tacı o kadar büyük olmasa daha bir güzel olacak ve tam bana göre olacak (biliyorum m. nefret ediyor hatta resimde görünce de hiç beğenmedi ama ben çok seviyorum saçıma çicek kopartıp veya böyle taç takmayı).
Hana Soukupova. Elbisesi sıradan kendisi güzel. Ama o kadar işte.

Erin Wasson. Bence kendisi gibi top model olan Hana Soukupova'ya basar. Onun kadar bebek yüzlü, sarışın iyi kız görüntüsünde değil belki diz kapakları da o kadar güzel olmayabilir ama kesinlikle kendisine ait bir tarzı olan gayet taş gibi bir insan kendisi.

Gönül ister ki şuraya sevdiğimi beğendiğimiz karşı cinsleri de koyalım ama nedense poz verenler onlar olmuyor, hep kadınlar. Ayrıca her taraf kadın dolu. Bütün kafeler, lokantalar, barlar kadın grupları ile dolu. Yani çok sıkıcı. Hem de çok.

whatever... Bugün bitti, yarın geldi ve sonra pazar... Ooooo pazar heyecanlıyız saat 19'da ne olursa olsun, geçen geceki gibi korkudan uyumayacağım. Ho ho ho ! (evet lig heyecanım biraz olsun yerine geldi)

"cici bebek" sıfatı, "deli" sıfatı, e sonra?

Gerçekten insanların kendilerine sıfat vermesini hayranlıkla izliyorum. Yok "ben deliyim" , "ben psikopatım", "ben çılgınım" gibi tabirlere bakakalıyorum. Bırak başkası senin için bir şey söyleyecekse söylesin. Hiç sevmem kendini sıfatlandıranlardan özellikle de böyle "deli" "çılgın" "manyak" gibi sıfatları marifetmişcesine kendine yapıştıranlardan.
Off bazen müthiş sıkılıyorum bu gereksiz muhabbetlerden de, ilişkilerden de...

Az önce bir tanesi geldi. Hani bebek gibi konuşan kadınlar vardır ya, onlardan. Yemin ediyorum bebek gibi konuşunca içimden 10'a kadar sayıyorum sussun diye, kafamı öne eğip zamanın ve sinir katsayımın geçmesini diliyorum. Hem bebek gibi konuşarak hem de "ben deliyim deli" tamlamaları içerisinde bana bir şeyler anlatmaya çalıştı ve yemin ediyorum 10 değil 50 yetmedi içimden saydığım sayılar ve patladım "nolur rica ediyorum benimle böyle konuşma! ve bil ki sen deli filan değilsin" diye. Ayıp oldu belki ama (ama bağırmadan usulce ama gözlerimden ateş çıkarak söyledim) lütfen lütfen kadınlar bebek gibi konuşmasın, bebek gibi konuşarak sevimli olduklarını düşünmesinler çünkü değiller. Aksine sevimsiz ve antipatikler. Kazık kadar bir insanın bebek gibi konuşmasının nesi gerçek olabilir, sahici ve etkileyici olabilir? Nokta!

P.S. ayrıca şu kadar yer gördüm ettim gittim yaşadım türk kadını dışında hiçbir ecnebi kadının bebek taklidi yaparak konuştuğunu, iletişim kurduğunu, sevimlilik mimikleri yaptığını görmedim duymadım.

Sabah keyfi# 13



Bir şekilde hayat her zaman devam ettiği, su yolunu bulduğu için...

Aslında çok hareketli kıpır kıpır bir 1963 tarihli The Chiffons için bestelenmiş 2-3 dakika süren bir şarkıdır (ki ben yıllardır the shirelles'in söylediğini sanıyordum). Ama burada söyleyen duru sesiyle Natalie Merchant. Güne başlarken, kahvemi yudumlarken aklımdan geçiriyorum "one fine day" diye (ki sözleri itibariyle epey romantik bir şarkı. hele bana göre had safhada)...

O halde one fine day you'll look at me, and you know our love was meant to be vs vs

P.S. londra bugün yağmurluymuş.

Thursday, November 6, 2008

Yorumunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim


İşin doğrusu garip ve eğlenceli şey yorum yapmak. İster dalgasına olsun ister ciddiyetle olsun hemen herkes yorum yapmayı bir şekilde sever, kendini yorumları üzerinden ifade eder. Tabii bunun adaplıca yapılanı var yapılmayanı var.
*
Türk insanı da maşallah yorum yapma makinesi halinde. Her yerde her şekilde ota boka yorum yapıp ders veriyor. Kendisi muhtemelen hayatta bir bok becerememiş, şakşakçıdır ama yorum yaparken aslan kesilir.
Burası ben sen bizim oğlanın oyun bahçesi olduğu için öyle fantastik boyutlarda yorum yapanlar yok; yapanlar da ben sen bizim oğlan. Ancak bazı bloglarda bazı sitelerde ne yorumlar var ki insan ne diyeceğini ne düşüneceğini şaşırıyor. Bence en fantastik olanları gazetelerin web sayfalarında yayınlananlar. "Sayın Obama ..." diye başlayan var, "hadi başkan seçildin umarım vaatlerini unutmaz bizi utandırmazsın" diyenler ve böyle saçmalıkla devam edenler.

Anlamaya çalıştığım kadarıyla böyle yorumlar yaparak belli bir tatmin sağlanıp yine belli bir başarı elde edilmiş olunuyor. Yoksa başka türlü yapılan gerzek yorumları hiçbir şekilde anlamak mümkün değil. Ya da her şeyi bilen türk insanı bütün bilgisini ve kültürünü yaptığı yorumlarla dünyaya açıyor, büyük bir iyilik sağlıyor biz cahillere, yorum yap(a)mayanlara.

P.S. yorumları okuyarak yorumcu hakkında tahminlerde bulunmak bu durumun belki de en eğlenceli hali. benim favorim 80 sonrası doğmuş gençler. imlaları bozuk türkçeleri yetersiz cahillikleri had safhada olsa da heyhat! umrunda mı dünya? o yine her şeyi bilen hali ile yorum kutucuklarını dolduruyor, karşısındakine hayatı gösteriyor, öğretiyor. ama sonra büyük sıçtığını anlayınca ne yapacağını şaşırıyor özür diliyor elinde alsa baklava börek ile ellerinden öpecek. vah vah...

P.S. (2) son günlerde tarihin tekerrür etmesini yaşıyorum. ki bu yorum konusu da bir tekerrürdür. ve yine geçen sene bu zamanlarda çok benzer olmasa da yorum ile ilgili bir post yazmıştım. demek ki bugün de "yorum" yazmak varmış. her ne kadar sebebi , ruhu aynı olmasa da.


Assez de commentaire! Assez de parler! C'est bien le moment d'agir.

Kim nerede kaçta ne yiyor?

Bugün dilerdim ki müthiş tasarım müthiş gentrification müthiş trendy müthiş çağdaş mekanda olup manasız tasarım yemekler yiyeceğime cenaze için karşıya geçen ve sonrasında Üsküdar Kanaat Lokantası'na giden F.A. ile kuru fasulyemi yiyeyim.

tasarım, gentrification trendy çağdaş yemekler: vegi burger, somonlu pizza, vezüv, anne mantısı, bagel sandviç

kanaat yemekleri: kuru fasülye, pilav, turşu, muhtelif zeytinyağlılar ve hatta sorbet

Doğru, belki her gün kanaat yemekleri yenmez ama her gün de füzyon mutfağı yenmez. Burası çok tasarım bir yer olduğu kadar çalışanını çok aç bırakan bir yer aynı zamanda. Her seçenek Asmalı Mescit'in havalı mekanı ve türevleri gibi. Kantin olması gereken yer ise kantin değil, Uğur Dündar programlarında baItalicskın yapılan yemek viraneleri gibi bir yer. Çıkıp gidip yemek yenilecek yer yok, olanlar ise ufak taburelerde oturtan uykuluk satan yerler (ki tatmışlığım yok uykuluk denilen şeyi). Hal böyle olunca etrafında bol seçenekli yerlere özeniyor insan. O yüzden bugün F.A. beni arayıp da "kızım şimdi Kanaat'te kuru fasülye yiyeceğim sen nerdesin?" deyince çok kıskandım. Ben o sırada havalı Asmalı Mescit mekanının gentrification şubesinde füzyon yiyip Kanaat'tekilere imreniyordum.

P.S. acıklı ama kantin denilen o kadar kötü o kadar dolandırıcı ki gitmeyip orada yemeyip protesto ediyoruz. herkesi bilmem ama ben gitmiyorum para vermiyorum ve para kazandırmıyorum. hal böyle olup da her gün diğer füzyon lokantalarında yenmeyeceği için evden yemek getiriyorum. evet çok "uncool" bir durum olduğunun farkındayım ama hayat işte. insanın hayatta ya bir duruşu, söyleyecek bir lafı vardır ya da yoktur. O yüzden ve bu durumun değişeceğine inanmadığımdan sefertası arıyorum. yani öyle çelik- metal olanlarından değil de biraz daha güzel biraz daha kool duranlarından. galiba habitat'da varmış gitmem lazım o acayip adresistanbul denilen yere ki depresyona giriyorum orada ben.