Tuesday, April 30, 2013

Gereksiz # 7

Beyaz ile ilgili olarak (elbette sevimsiz şovmen olanını değil) her şeyi sevsem de, evimin beyazlığına, tenimin beyazlığına, beyaz gömleğe, beyaz gömlekli erkeklere, beyaz cekete, beyaz elbiselere, beyaz ayakkabılara, beyaz stilettolara, beyaz fedora şapkalara,  tiril tiril işlemeli beyaz bluzlere bayılsam da sınırlarımı zorlayan, tahammülümü zorlayan iki beyaz var. Birini zamanında yazmışım; "beyaz güneş gözlüğü". Of nasıl çirkin bir şey o. Bir diğeri ise, beyaz saat. Aman Allah'ım! Herhalde beyaz güneş gözlüğü kadar çirkin bir nesne. Ve bir o kadar gereksiz. Ne marka, ne tarz olursa olsun beyaz saat, özellikle de beyaz kadın saati gerçekten lüzumsuzlukta bir numaraya oynayan nesnelerden. Gözlemleyince farkediliyor ki beyaz saat takan kadınların hepsi bir şekilde aynı sanki; aynı giyim tarzı, aynı yaşam tarzı, aynı beğeni tarzı,aynı kariyer tarzı, aynı türk dizisi tarzı, aynı "küçük ev" dizisinin şirin çilli iyi aile kızı laura'nınki misali "aile" odaklı mutluluk tarzı, aynı beyaz sıradanlık gibi. Sıradanlık işte, beyazı da altını da siyahı hepsi aynı, hepsi sıkıcı.

Gerçekten bilekteki beyaz (saat) büyük gösterge. Kimilerine. Kimileri için ise, beyaz saat beyaz güneş gözlüğü bir de kısa paçalı kot pantalon neticesinde "açıl dünya, ben geliyorum" hali.Talihsiz tabii bu durum. Şiştim!







Beklenmedik

beklenmedik şekilde gelişen pazartesi, beklenmedik şekilde güzel gelişen bir pazartesi, sanki never on sunday 'in devamı gibi, sekvotka 'nın doğumgünü, juno, beklenmedik şekilde güzel ve keyifli geçen doğumgünü, biraz jameson biraz leffe, eski (hediye) elbiseye yeni kuşak, değişenler, değişmeyenler, çoktan değişmiş de değişmemiş gibi yapıp "mış gibi" talihsiz hayatlar yaşayanlar, bunu bir de tedirgin hareketlerle dışa vuranlar,  kaç zamandır görmediğim pek özlediğim john travolta deri ceketli leopard lover g., pornstar v.'nin kulağıma söyledikleri ile hissettirdiği mutluluk temennisi, tumblr m., çirkin ama karizmatik erkek b., yeni a.,  akademikler, akademik olmayanlar, üşenmeyip de gelen, mutlu eden, her daim güldüren # 8,  ama her şeyden öte kaykay videosunun kahramanı # 8daft punk ve insanı kendinden geçiren  "get lucky", bazı insanların cidde ama cidden hiçbir şekilde müzikten anlamamaları, dans, müzik, eğlence, çekilen resimler ve çekilemeyen resimler ve gerçekten de beklenmedik bir pazartesi akşamı... hem de keyiflisinden, güzelinden. 

p.s. insanın hayatında birilerinin cidden ama cidden onun için mutlu olması, ona dair güzel duygular hissetmesi, ona inanması çok nadir bir şey. "aşkım", "hayatımın kadını/erkeği", "mutluluğumun kaynağı" gibi büyük sıfatlı, büyük ifadeli insanları zaten geçiyorum. bahsettiğim gerçekten küçük gibi duran, kıl gibi duranların, sert gibi duranların öyle olmayıp en güzel en samimi şekilde duygusunu belli etmesine bayılıyorum. aynen pornstar v.'nin kulağıma söylediği gibi, aldığı cevaba gülüp "gel öpeyim o halde seni" dediği gibi. öyle icazet vermeden, kendini onay merci gibi görmeden, ağır abi afra tafralarına girmeden doğallıkla, gerçeklikle. cidden mutluluk vericiydi.

p.s. (2) bence harikulade beyaz deri ceketi ile gelen leopard lover g.'ye de dediğim gibi benim tahammülüm kalmamış bazı insanların üslubuna, tarzına, ifadelerine, hissettirdikleri olmamış duygulara. uzak ve daha da uzak. 



     

Sunday, April 28, 2013

Never on sunday # 7

gerçekten de resimdeki hafiflikte kıyafetlerin giyibileceği bir pazar günü hava sıcaklığı öncesinde, cuma ve kaç zamandır görmediğim artık arjantinli olan forever a., akşamı, cavit, a. ailesi ve uzaktan gelen geek yeğenin ilk meyhane seferi, tarama sevgisi (m), havanın güzelliği, elbette yazlık-kışlık kıyafet sorunu, "hipster mısın yoksa homeless mı? " cumartesi, touchdown, g.g. ve eklenen g.g. arkadaşları, güneşten resmen broné vaziyette gelen # 8, "aslında evde peynir-şampanya deyip de çıkma arzusu ile uzak olmayan çıkılmış gibi olan ama bir o kadar da  keyifli olan juno, sekvotka ve a., yedikçe yenilenlere inanılamaması, yürürken  rastlanan koparılan mor salkımlar, pazar, iyice sıcak hava,bare-faced bir gün, beşiktaş'taki bulgar heyecanının kalabalıklara yenilmesi, kaykay, cidden ama kaykay, "adolf hitler saçları(m)", sinema, ilaç toplumu, yeni nesil prozac toplumu, psikiyatristlerin psikologlardan hoşlanmaması, psikiyatristlerin ilaca inanması, ilaca bağımlı kılması, ehvenişer film, milli içecek ayran manasızlığı, büyük büyük ölçüde never on sunday. zaten de mayıs geliyor bile.  

Friday, April 26, 2013

Cuma plaketini takdimimdir

Ne çoklarmış. Ne çokmuşuz. Plaket almaya meraklı ve aldığı plaketin üzerine adını soyadını ve tabii evlenip de üstüne koyduğu soyadını yazdırmaya ne çokmuşuz, bravo gerçekten.

Artık eskilerden yani 5 yıllık ilkokul üzerine 3 yıl ortaokul 3 yıl da lise görenlerden (hatta alman ve italyan gibi liselerin 4 yıllık olmasına alışkın) olduğumuza, her gün yaşımız büyüyüp bizim de yaşlandığımıza göre bazı yerlerden mezuniyetlerimizin 10. yılı, 20. yılı, 30. yılı gibi kavramlarla tanışıyoruz.

Bu yıl, SP'den yani zamanın tekin olmayan Beyoğlu arka sokaklarındaki katı disiplinli fransız kız ortaokulundan mezuniyetin üzerinden 20 yıl geçmiş ve okul yönetimi mezunlara plaket vermek istemiş. Buraya kadar her şey normal her şey anlaşılır da bir anda herkesin almak için büyük heyecan duyması pek normal değil açıkcası. Gerçi almak isteyenlerin çoğunluğunun o zaman da çalışkan nörd bugün de aynı çalışkan nörd tipler olduğunu görmek şaşırtıcı olmasa da asıl güzeli herkesin plaketine mutlaka evliliği ile gelen soyadını da yazdırmak için çabalaması, bunun altını ısrarla çizmesi, "düzeltilmesini rica ederim" ifadelerini kullanması.

Boşa değil bu toprakların kurumlarındaki plaket, şilt arzusu, devlet adamları gelince öne serilen kırmızı hali seremonisi. İlla yazılı, ismin önüne " Sn." ifadeli bir " teşekkür, minnet, onay, beğeni, başarı " cümlesi yazılacak ve bu genelde kırmızı veya lacivert kadife kaplı bir kutu içerisinde kişiye sunulacak. Ne kadar güzel çünkü artık "onaylandım". Hem de tekil birey olarak olsam neyse, bir de üstüne üstlük varlığı ile şekillendiğim kocamın soyadı ile de bunu yapıyorum. Çok şanslıyım. Yo, sadece şanslı değil hem de başarılıyım. Ne de olsa bu yaşta toplumun gözünde "evli, çocuklu, yüzüklü, arabalı"yım. Yani güçlüyüm. İstersem benim gibi olmayan dişimi geçirebildiğim hemcinslerimi "anne olmadan bu duygunun yüceliğini anlayamazsın" veya "evlilik başka sevgililik başka" gibi cümlelerle ezebilirim. Yani ben toplumun "kutsal" diye nitelendirdiklerindenim. Sorun çıkarmayan, onaylanmış, elindeki ile mutlu olan, eşi ile varolan sıradan bir kadınım. Fransız tedrisatlı okulda okumuşum, iki dil öğrenip çıkmışım ama bunun pek önemi yok çünkü en çok kendimi onaylandığımda, o soyadının yazılı olduğu plaketi elime aldığımda ile kendimi iyi hissediyorum

Of ki of. Cidden içim sıkıldı, şişti. Bu da benim cuma plaketini takdimim olsun, bitsin gitsin.

Ya bu arada da o soyadı oraya yazılacak filan diye çabalayanların neticede aldığı soyadları Ahmet'in, Mehmet'in, Ali'nin soyadı. Yani araya karışmış bir de Roitschild, bir Guggenheim, bir Getty, bir Kennedy, bir Arnault yok, bir von Furstenberg yok. O halde olayın ne bebeğim? Cidden what's the story ?
 

Wednesday, April 24, 2013

Le retour

kısa 23 nisan tatili, bodrum, ama gitmeden önce gelen mila sürprizi, hediyesi, sabahın köründeki uçuş, g.g., h. & u., yağmur ve daha da yağmur, bir anda edinilen külotlu çorabın hayat kurtarışı, soğuktan değişim zorunluluğu geçiren kıyafetlerin flatline'a gidilen günlerin kıyafeti haline dönüşü (minus dr marten's tabii. yani kot şort altına siyah çorap olur da altına dr marten's'e gerek yok artık ), böceklerin midyelerin garip garip deniz yaratıklarının içine düşülen orfoz * 3, lisedeki 19 mayıs tatilinde kalıp da kaldığımı hatırlamadığım şimdi ise bambaşka bir hal almış otel olan manastır, uzun yollardan dağları taşları aşıp da gelen #8, geldiği gibi adamik, nisbeten ısınan hava, maç kavgası, pina's penis'in kime niyet kime kısmet çıkışı, iyice ısınan son gün, 23 nisan bandosu, hediyesi ve havuza atlamayan ben ile atlayan arasındaki fark, le retour, ucu ucuna yetişilmesi, feribot kalabalığı, eşofmanlı insanlar, eşofmanlı erkekler, eşofmanlı kadınlar, gündelik hayatta eşofman giyme tercihi, uzaklaşılma nedeni, makul saatte home sweet home ve nokta...

p.s. mücevher ağırlığı resmen yordu beni. hayır, benim kıro (!) hallerim değil ama başka bileklerdeki, ellerdekiler. işin ilginci (belki de daha doğrusu, zarafeti ile öne çıkanı) hepimizi satın alabilecek olanınkinin görülmeyecek kadar sade oluşu ile diğerlerinin görgüsüzce bling bling sıradanlığında ilerlemesi, rüştü'nün w.a.g. karısından hiçbir farkı olmaması, gösterişinin bile sıkıcı olması. sadece sıkıcı, etkileyici değil.

p.s. (2) hayat karşılaştırıyor işte. dün senin canını sıkanlarla, acıtanlarla bir gün veya  bugün bir şekilde karşılaşıyorsun. ve daha da komiği çok da eski olmayan günlerde o senin düşmen için çabalamışken bugün baktığın yerden çoktan koltuğundan düşmüş olanın o olduğunu görmen. "ne ekersen onu biçersin" sözü gerçekten de doğruymuş. demek ki yükselişine o kadar güvenmemek lazımmış çünkü önemli olan yükselişin değil de düşüşün şiddeti. yoksa herkes bir şekilde bir ara gazı alıp yükseliyor.     


 

Tuesday, April 16, 2013

P.S. # 5

- fazıl say'a verilen hapis cezası ve her şeyden öte gerekcesinin saçmalığı;
- e. bayraktar ve karşısındaki insana akıl almaz küstahlıktaki davranışı;
- meclis önündeki protestocu üniversite öğrencilerine yönelik bir başka akıl almaz derece düşmanlık yüklü şiddet; 
- boston maratonu 'nda patlayan bombalar 
vs vs vs vs 

                                     via ntvmsnbc

peki, bir başka insana duyulan nasıl bir hırs ve nefret ifadesidir bu?


 Her gün zaten kişinin kendi dünyasında, toplumsal yaşantısında veya aradan okyanusların geçtiği uzak topraklarda sayısız üzücü, sinirleri hoplatıcı olay oluyor, bunlar neticesinde yüreği sıkışıyor, küfrediyor, yapanlara saydırıyor, hırsı ve nefreti her türlü aksi çabasına rağmen artıyor. İşte modern hayatımız. İşte tam da bu yüzden zaten her şey istem dışı vaziyette bu kadar siyah iken gülebilmek, direnebilmek, iyi şeyler düşünebilmek, yüzde iyiliği yansıtabilmek daha da önem kazanıyor. Yoksa her gün ağlanacak, nefrete yelken açılacak yeni bir gün.

Pazar akşamüstü metresim E.'nin doğumgünü buluştuğumuzda, kendisinin bir o kadar sevdiğim kocası E., kendime dair bir başkasından uzun zamandır duyduğum en güzel laflardan birini etti. Gerçi haksızlık etmemek lazım çünkü uzun süredir degradasyon ülkesinden uzakta yaşadığım için güzellikleri daha sık duyuyorum ama yine de gayet hoştu söylediği de, içtenliği de.

p.s. ama herhalde guzel lafların en bombasını # 8 etmiştir; " hesap yapmama, amaca yönelik ince hesaplarla mesaj vererek yönlendirmeme" mevzusu üzerinden. tamamdır benim için.

Sunday, April 14, 2013

Never on sunday # 6

zurich insanları a. ve s. yemeği, a.'nin heyecan yaratan talimatlı çıkışları, juno, keyifli kavuşma, aslında gergin bir cumanın ardından gelen kahkaha, buluşma-buluşamama neticesinde istikamet olarak -haliyle- tek adres, cumartesi ılıklığı, g.g. ile belki de ilk defa yürüme mesafesinde buluşma, cavit ve dana gibi masanın boş kalması, yine zurich insanları, a.'nın daimi fantastik lafları, güzel şapkası,  sekvotka, # 8, a. & s.' i bayağı özlediğimi farketmem, pazar hareketliliği üzerinden never on sunday hali, motorculuk ve kötü çocukculuk oyunu peşindeki # 8, metresim e.'nin doğumgünü kutlaması, gey kapılım z.'ye kavuşmam, korkunç kötü mekan unter, sahibinin "istemediğim tarzda insanlar gelirse kapatirim mekanı birkaç ay, hiç düşünmem" dediği mekan unter, hiçbir şey yemeden ufak çaplı servetin bırakıldığı mekan unter, taksideki  celebration ve kool and the gang eğlencesi ile arka koltukta üçlü dans figürleri, dönüş ve never on sunday...

p.s. biz buralarda never on sunday hissiyatı içerisinde yaşarken pazar günleri okulun bahçesi-parkta böğürerek tepişerek hayvanca top oynayan çocuklar taş atıp camı kırmışlar, orası ayrı. aynen, pazartesi sabahın tatsız sürprizidir en üst katta oturup taş atılarak cam kırıldığının farkedilmesi. hayvan desem hayvan yapmaz da vandal işte! sevilmeyenlerden mal olanlardan. manyak mısın nereye atıyorsun o taşı? sapanla mı atıyorsun? neyi hedef alıyorsun? martıyı mı vandallığı mı? evde olsaydım asıl daha mükemmel olurdu, aynen inerdim aşağıya da evde olmayınca iyice can sıkıcı. şimdi camcı peşindeyiz. şahane. 


      

Friday, April 12, 2013

Sabah keyfi # 3


Olabiliyor böyle şeyler. Her şey olur hayatta. Yenmemiz, tur atlamamız mutluluğu dışında Lazio olduğu, Roma olmadığı için daha da mutluyum. Nasıl olsa Roma, bizim yanımızdaydı. Lazio 'yu tutacak hali yok herhalde. Bizim o takımı tutmayacağımız gibi. Totti'ciğim de sevinmiştir, bebeğim...

Güzel kahvemi içeyim. Üstüne belki Camel (box) bile içerim. O kadar keyifliyim.

Thursday, April 11, 2013

to whom it may concern # 3

gömlek, saat, yüzük, muziplik, gözükmese de belli kesin sakallıdır da...ufak matematik hesabı neticesinde kaçta kaçı var? oh beybi!

Wednesday, April 10, 2013

Doğumgünün kutlu olsun Brixton !

İtibar etmeyenleri, özellikle de belli bir güce, bir zümreye itibar etmeyenleri, devlete veya başka bir güç sahibine itimat etmeyenleri, balık hafızalı olmayanları, unutmayanları, düşüncesi itibariyle itiraz edenleri, şahsiyetiyle varolanları, şahsiyet sahibi olmayı bencillikle kaba saba davranma ile bir saymayanları, direnenleri, yılmayanları seviyorum. Sadece bireyler nezdinde de değil; cemaatlerin, toplumların, şehirlerin, ülkelerin şahsiyetli, dirençli, haysiyetli, akıllı ve unutmayanlarını seviyorum. Brixton gibi !

Brixton, 1981 yılında bölgede başlayan şehir ayaklanmasını ve başbakan Margaret Thatcher'ın inanılmaz sertlikteki yöntemlerle bunu bastırmasını unutmadı. Yıllar geçti, tam da bugün itibariyle 32 yıl geçmiş olsa da, hayat kendini garip şekilde hissettirdi ve bir şekilde Brixton 'a tam 32 yıl sonra doğumgünü hediye geldi. Thatcher the milk snatcher, Brixton ayaklanmalarının yıldönümü olan 10-11 nisan günlerinden sadece bir gün önce öldü. Garip değil mi? Hiçbir şeyin aynı kalmaması, hiçbir gücün etkinin sonsuza kadar sürmemesi, hiçbir duygunun garantisi olmaması, hiçkimsenin cepte olmaması, hiçbir davranışın (öyle veya böyle ama bir gün mutlaka gerçekleşeceği) sonuçsuz kalmaması, kimilerinin hiç unutmaması, bugün gerçekleşmiyor diye yarın gerçekleşmeme ihtimalinin olmaması gibi... 




Monday, April 8, 2013

Motto gibi hatırlatma!

Öyle değil mi ama? Ölmek neticede yaşamaktan daha kolay bir şey. Ayrıca ölünce genç kalıyorsun veya bazıları gibi badem gözlü oluyorsun. Ancak yaşamak dediğin şey zor iş. Hayata direnmek, hayattakilere direnmek, seni aşağıya çekmek, senin kötülüğünü isteyenlere, kuyunu kazanlara, yüzüne gülüp de sırtından vuranlara, adaletsizliğe, haksızlığa, çirkefliğe, görgüsüzlüğe, özensizliğe, yağmura, aşırı sıcağa, sosyal zorunluluklara, etrafındakilere, en yakındakilere, günü geldiğinde kendine direnmek ve hayata devam etmek her zaman daha zor değil mi? Ölünce öldün işte, artık geridekiler düşünsün dursun. O yüzden hayatta biraz cesaret, biraz cüret, biraz inanç, biraz tutku, biraz güven lazım devam edebilmek, uğruna yaşamak için. Bir de saygı. Açıkcası sevgiden şüpheliyim çünkü nedense sevgi denilen şey ne saygıyı ne de başka nitelikleri beraberinde getirmiyor. Eğer sadece seviyorsan sevmiş oluyorsun, sürekli "seviyorum" deyip duruyorsun. Ama bu "seviyorum" hali insanı çoğu zaman hiçbir yere götürmüyor, varlığına da herhangi bir duruş katmıyor. O yüzden biraz saygı çokca sevgiden daha iyidir muhtemelen.
whatever.  

Badem gözlü (ölmüşler)

Badem gözlü, daha doğrusu ölünce badem gözlü olmak. Öyledir ama. Yaşarken korkunç olan insanlar, ölünce bir anda çok iyi insan veya kötülüklerine çok iyi mazeretlerle donanmış olurlar. Bunda tabii ölümden veya ölmüşün arkasından konuşmanın yarattığı tabu da var. Neden? Çünkü ölümden konuşmak insanları rahatsız eder, "tamam tamam" diye kapatmak isterler. Ama gerçek de gerçektir, güneş balçıkla sıvanmaz.

Geçenlerde eskiden İstanbul'un güzel meyhaneleri arasında sayılan Refik 'in yeğeni bir başka meyhanecisi Yakup ölmüş. Refik geçen sene gitti bu dünyadan, kendisi etrafındaki herkese yol yordam, adap, üslup öğreten çok düzgün bir insandı, İstanbul'a büyük değer katmış bir adamdı. Yaşı iyice ilerleyip, karısını kaybedip, iyice hastalanıp dükkana gelmeyi bırakana kadar da meyhanesi en sevilen, en çok gidilen, gittiğinde mutlu kalkılan yerlerdendi, İstanbul'un olmazsa olmaz mekanlarındandı. Sonra işler değişti, genç akrabalar yardıma geldiler, her şey ticari ve turistik olmaya başladı, tabakta "yaprak sarma, acılı ezme, beyaz peynir"in kötü örnekleri gelmeye başladı, devir bitti zaman değişti. Refik, kendisinden sonra Istanbul'a gelen akrabalarını da kendisi gibi meslek, mekan sahibi yaptı ama işte aile denilen şey her zaman istenildiği ilişkileri sağlamıyor. A. Ailesi, uzun zaman Refik'i tercih etti, her gidildiğinde güzel zaman geçirildi, Refik, masaya gelip de J.A.'ya takıldı, latife etti ve gece bitip de kalkıldığında her şeyiyle güzel bir gecenin ardından kalkılmış olundu. Yakup 'a ise neredeyse hiç gidilmedi. Ki o kadar tanıdığın, yazar-çizer takımının gittiği yer olsa da Yakup bize hiçbir zaman o samimi duyguyu vermedi. İnsanına göre davranan esnaflardandır Yakup. Çakaldır. İyiysen, şöhretliysen, paralıysan sana başka muamele yapılır, ayrı yemek çıkar. Yok değilsen, yemekler de kötüdür, servis de, onun o çok bayıldığı "dostluk" da. Bunun en iyi örneğini en tatsız şekilde yaşayan Fuket 'ten bilirim. O büyük sözler, büyük dostluklar, büyük "can"ların nasıl da yalan olduğunu ... O günler geçip gitti ama bugün Yakup da gitti. Ama kim bilir nasıl gitti? Ardından methiyeler düzüldü,  hatta yine bir gün Fuket ile karşısındaki (zamanında yakup'tan kendisine büyük kazık atılan) Cavit 'te otururken kendisine çok seven gazeteci dostlarına da "sevmediğimi" söylediğim dostları da yazılar yazdı. Ama gerçekler başkadır, değil mi? Gerçekler süslenebilir, şirinleştirilebilir, yüceltilebilir ama hiçbir zaman gerçekliğini kaybetmez, her zaman orada durur, günü geldiğinde zamanı geldiğinde ortaya çıkar.

Bugün de bir başka hayran olunan, arkasından methiyeler düzülecek insan Margaret Thatcher ölmüş. Geçen sene yine bu zamanlarda The Iron Lady sonrası uzun uzun yazmış kendisine olan büyük sempatimi (!) sunmuşum. Günün sonunda yüzlerce hatta binlerce insanın ölümümden sorumlu, Kuzey İrlandalı mahkumları açlık grevinde ölüme terkeden, kuzeyli madencilerin aylarca işsiz parasız kalmalarını seyretmiş, Pinochet ile el sıkışmış, oğlunun silah kaçakçılığı yapmasına bundan da çok zengin olmasına göz yummuş bir insandır, bugünlerde kariyeri hayranlıkla dile getirilen ama yatacak yeri olmayan biridir Margaret Thatcher. Her ne kadar bir başka şahsiyetli, haysiyetli insan Ertuğrul Özkök kendisine büyük hayranlık beslese de ...

İnsanların ölümleri kim olursa olsun elbette üzücü durumlar. Ne var ki ölümün kendisine üzülmek veya bunun adaletsiz bir durum olduğunu düşünmek, ölenin özelinde, şahsında üzülmeyi veya herhangi bir duygu hissettirmeyi gerektirmez. Sadece gerçekler gerçektir ve hayat kendi akışında o gerçeği bulur. Neticede her şeyin her hareketin bir sonucu vardır bu dünyada. Yapılacak seçim ise tamemen kişiseldir.
 


Sunday, April 7, 2013

Never on sunday # 5

bahar gibi cumartesi günü, terleten cumartesi günü, çorap giydirmeyen cumartesi günü, saatli randevulu isveçli buluşması, kıskandıran marin bluzu, bir o kadar ukte yaratan beyaz sarı saçları, td, içilenler, konuşulanlar, söylenenler, gülünenler, gülünüp de geçilenler, anlatılanlar, anlaşılanlar, anlaşılıp da telaffuz edilmeyenler, değiştirilen yerler, beklenenler, gelenler, eklenenler, çirkin ama karizmatik erkek b., yeniden okullu olup üstüne üstlük bir de olup bitenleri ciddiyetle takip eden # 8, beklenmedik şekilde gelişen ve beraber gidilen juno, "ne yesek, neyi daha çok yesek, az mı oldu biraz daha mı yesek" cümleleri ile masaya çökmek, kısa ama lacivert ceketi içerisinde çok iyi gördüğüm kadim dostum sekvotka, uğranılması beklenen doğumgünü peşinden korkunç galatasaray mekanlarına yönelen istikamet, korkunç müzikler, korkunç ortam ile süslü çatıların üzerinden gece iyice güzelleşen istanbul, şişen ayaklar, "seni yürüttüğüm için benden nefret ediyorsun şu an değil mi"nin ne kadar doğru oluşu, yolda rastlanılanlar, salyangoz, lüfer, gece 03:00; garip puslu pazar, bütün bahar mutluluğunu bir anda kesen puslu pazar havası, çiğ hindistancevizi sütünde eritilen çikolata ve krep üzerinden orgazmik dakikalar, sesler,  güzel film eksikliği, konuşulacak konu eksiksizliği ve tabii ruhtaki never on sunday eksiksizliği ile geçen giden saatler...

p.s. isveçli ile, şu bizim için efsane olan "buzsuz" hadisesinin bizim dışımızdaki kimseye bir şey ifade etmemesini hala anlayabilmiş değilim. gerçekten ya biz gerizekalıyız her şeyi abartıp yanlış anlıyoruz, ya da insanlar fazla köşeli, ciddi bakıyorlar hayata? hoş, bu "buzsuz" konusu dışındaki ciddiyet ve gülmeme olayına ayrı takığım ya, neyse geçiyorum.    



     

Saturday, April 6, 2013

to whom it may concern # 2

bir süredir planlanan yemek, asıl düşünülen mekana hiçbir şekilde ulaşılamaması ile her daim sevilen, gidilen, güzel yemekler yenilip bir de iyi servis ile mutlu eden asmalı cavit, tribün çocuğu ve daktilo koleksiyoncusu i., değişen yemek planları, beklerken çekilen resimler, instagram kültürü olmayan biri olarak takip edilen resimler, "nasıl yorum yapacağım şimdi ben buna" gibi gerzek sorular, çantadan çıkan el kreminin beklenmedik adresi, minik minik yemeğini yiyen i., değişen yemek planı neticesinde gelebilen, gelip de mutlu eden # 8, kendisine göre garson kıyafeti bana göre ise her daim beğendiğim istediğim sevdiğim "beyaz gömlek-siyah ceket" birleşimi, şahane kırmızı gömleğim ile tomato hali (m), uzun uzun konuşulanlar, "3 bin liralık kütük", eleştirilenler, gülünenler, yenilenler, yenilemeyenler, amsterdam hediyelerimin şahaneliği, ayık kafayla brainstorming mutlakiyeti, yine mekanın kapanması ile gitmek durumunda kalmak neticesinde eğlence, keyif, karşılıklı bilgi alışverişi ve cidden konuşabilmek. hem de hiç bugüne kadar bu kadar uzun saatleri beraber geçirmemişken i.'nin "seni fenerliliğin hariç çok beğeniyorum. nasıl fenerli olursun ki?" tadındaki holigan ve bomba halleri diye daha çok devam eder de... biraz da susayım gözlerim konuşsun...hani içinden ışık çıkan.

p.s. "başka türlü". demek sadece ben kendim gerek dünyamda böyle yaşamıyormuşum, başkaları da görebiliyormuş. tribün çocuğu da deyince bir kez daha "evet" dedim. ama kendisi beni tanımıyormuş, bunu da bir kez daha gördük. ne yani hayvan mı çıkartacaktım ortaya? yavaş! ortalarda olmaktan, açık olmaktan bahsediyoruz, haliyle "iyi ve ötesi" olacak. önyargıları kıralım cicim. görünen hiçbir şey gerçek olmayabilir, değil mi?

p.s. (2) new york planları, büyükada planları...çok da güzel pek de güzel.

p.s. (3) tiril tiril günlerin ilk demleri, hafif çıkabilmenin keyfi. 


Friday, April 5, 2013

Cuma eğlencesi # 4

Aslında aklımdaydı da, işte araya bir sürü olay girdi, durum girdi, cuma eğlencesini yazamadım, içimdeki kötülükleri dışarı saçamadım. Ruhumun yukarlarda bir yerlerde, resmen supreme bir dönemde olduğum için iyice kötülükler kraliçesiyim, hele hele şekerimin de oynaması sebebiyle kısa zaman dilimlerinde tepkisel ve ergen agroluğunda ilerliyorum (bilmeyenler için belirteyim; gençlerin kullandığı ve bana hep bir yabancı dil, bilmediğim bir dili konuşuyormuşlarcasına bir tınıya sahip olan günümüz türkçesinde agro=agresif demek oluyor. fyi, bebeğim)

Yanındaki, biz türk kızlarının özel günlerdeki olmazsa olmazı maşa ile yapılmış yarım metre bukleli saçlı kızlarla olan birlikteliğini basit bir talihsizliğe vererek sadece Kate Lanphear ile ilgilenip yine saç rengine olan hayranlığımla bakıyorum. Daha bugün dedim İsveçli 'ye "herhalde beyaz sarı saçlı olmak içimde kaldı" diye. Cidden herhalde öyle. Çünkü yapanlara hele yakıştıysa resmen hayranlıkla bakıyorum. Aynen Kate Lanphear 'a olduğu gibi de ne yazık ki gözüm yanındaki korkunç tiplere de kaymıyor değil. Neden aynı karede olup koolluk macerasını bitirdin diyesim geliyor.


 Adamı da kızı da tanımıyorum sadece kızı çok beğendim. Saçlarını, rujunu, dövmelerini, ojesinin rengini. Böyle saçlar görünce hemen benimkiler de uzasın istiyorum, kakül kestireyim istiyorum ama üşeniyorum. Bilmiyorum, belki motivasyon gerekiyordur, acaba # 8 ile istişare mi etsem, alsam mı gazı "go for it baby" gibilerinden; "kendi kararlarımı veremiyorum" ya, "onay görmeye ihtiyacım var" ya (blogda "yarılarak gülme" ifadesinin nasıl yapılacağını bulmam lazım. msn yazışmalarındaki gibi gülücük koyamayacağıma, kahkaha efekti yazamayacağıma göre bir şey bulmam gerek "yarılarak güldüğümü" belirtmek için. aynen bu cümleden sonra olduğu gibi.) ...


Şimdi, aşağıdaki hanımefendi Jackie Kennedy veya Jackie O.'nun kızkardeşi, bir nevi Amerikan kraliyet ailesi gibi bir itibarı var bu aileden gelenlerin. Kıta avrupası ile karşılaştırıldığında sadece birkaç yüzyıllık tarihi olan Amerika için gayet normal bir durum. Hele hele kraliyetlerin, prensliklerin, düklüklerin olmadığı bir yerde nisbeten köklü, zengin, varlığını sürdürebilmiş aileler hele bir de fransız kökenli soyadı filan taşıyorlarsa toplumda kraliyet ailesi etkisi yaratıyor. whatever. Evliliklerinden birini bir prens ile yapmış hanımefendinin kendisi 80 yaşında ve hala dimdik ve tarzına sahip bir insan olmasından mütevellit sayfada yerini alıyor. Yoksa prensesliği, asil kanı pek kaale almıyoruz (alsak gerçekten de tarzı ile bir başka sıkıcı insan prens williams ile evlenmiş kate bilmemneyi baş tacı ederdik ama cidden o kıyafetler o saçlar ne? onda da var maşa ile dalga dalga yapma arzusu. cidden çözemiyorum bu arzuyu)

 Nerede Lower East Side günlerinde kaykaycılarla takılmalar nerede bugünün partileri? Chloe Sevigny de daimi alter it-girl de şu sıralar iyice beğenmiyorum. Hani hiçbir zaman güzel değildi ama bir farklılığı vardı ama son zamanlarda epey bir söndü. Elbisesi güzel ama üstündeki gereksiz olmuş ama belki üşümüştür bilmiyorum. Çanta da pöti bir şey, alsan olur almasan da olur. Yalnız en boktanı saçlarımız şu an aynı. -yine yarılarak gülüyorum- ama ne yazık ki durum aynen böyle. Tamam, benimkisi onunki gibi kezbanca ortadan ayrılmıyor ve bu renk değil ama yani küt işte ve bu boyda. Hey yarabbim! Vik vik konuşursan olacağı budur.

 
 Hiç beğenmediğim, oldukca sıradan, overrate bulduğum ingilizlerin her yıl çıkarmaya çalıştıkları bir it-girl zorlaması Alexa Chung. Güzellik estetik bunlar göreceli kavramlar, hiç işin orasında değilim. Güzel gözüken çok çirkin gelir, çirkin gözüken de çok güzel gelir insanlara, orası kesin ama bu kız Vogue, MTV vs iteklemeleri olmasa kimsenin farketmeyeceği kadar sönük ve sıradan tipli tarzlı bir kız. Kendine ait olmayan bir tarzı, işte bir şekilde şöhretli birine dönüşmüş olmasından dolayı tasarımcıların verdiği kıyafetlerle süslüyor, bir gün üzerinde Alice In Chains tişörtü ile grunge, bir gün asilzade olarak çıkıyor. Sonuç ise iyi bir askı olmaktan ileriye gidemiyor. Parlamayan, gözükmeyen sadece çok zayıf, temiz yüzlü, verilenleri taşıyabilen bir askı. Ve sıkıcı.

 Adını unuttuğum Ethiyopyalı mankenlerden güzel kadınlardan ve üzerinde kırmızı Jason Wu elbisesi. Her şekilde güzel, elbise de kız da, tarz da, duruş da.


Babasının oğlu. Bryan Ferry'nin oğlu ve güzel manitası. Yani boynuz kulağı daha geçememiş belli ki de takım elbisesinin altına giydiği Converseler şahane olmuş. Kız bayağı güzel kim bilmiyorum. Kıyafeti de hoş. Olmuş işte ya, rahat yani.

 Allah'ım sana geliyorum! İşte sarışın denilince akla bunlar da geliyor. Gerçi sağdaki tutunur da arada yanındakinin korkunç varoşluğunda resmen kaynamış. O kaşlar o saç rengi, o dipler, o üzerindeki, o hiç olmamış içine yakışmadığı DJ kabini feci resmen. Daha fazla bakamayacağım o kadar üstüme bastılar.
 Bob Geldof 'un kızı olmak gibi bir talihsizliğe sahip şöhretli çocuklardan. Pixie Geldof. Yine bu iyi olanlarından. Bunun bir de kardeşi var, çocuk arabasını yürütürken telefonla konuşup arabanın içindeki bebeği düşürüp de telefonu bırakamayan ve tabii bütün ingiliz bulvar gazetelerinde dalga geçilen. Ama ne yapacaksın, annen uyuşturucudan ölmüş gitmiş, ölmeden önce babanı daha genç daha yakışıklı daha efsane Michael Hutchence için terk etmiş, o da seks esnasında boynuna geçirdiği alengirli seks oyuncaklarını denerken ölmüş filan. Bütün bunların üstüne bir de katolik irlandalı Bob Geldof da baban. Zor iş! Ama Pixie burada güzel, hareketi de güzel, elbisesi, ayakkabıları da her şeyi güzel işte.
 Marc Almond. Canım benim! Kadim dostum Sekvotka ile "Marc sandviç yapalım" diye bağırdığımız yıllar önceki Roxy konserinde sahneye Zeki Müren gibi çıkmıştı. Eline de almış şemsiyesini hiç zıpırlık yapmadan pozunu vermiş. Cidden canım benim.

 Vincent Cassel garip ama güzel erkeklerden. Yandaki kızı çok kaale almıyorum haliyle de elbisesi Bottega Veneta olunca da almıyorum. Çünkü güzel değil. Rengi evet ama çok edepli, çok derli toplu, Carolina Herrera asaletinde. Sıkıcı. Oysa bazı Bottega Veneta elbiseler var ki ... Ah hele o göğüslerimden kapanmayan romalı elbisesi olan nasıl da güzeldi. Bir ben bir Kate Upton gerçekten.
 Aman Allah'ım yorumsuzum...Yasmin Le Bon'a olduğu kadar asıl Simon Le Bon'a. Nedir ya o bıyıklar? Katastrofik duo.
 Anja Rubik artık uzun saçlı olsa da genelde güzel mankenlerden. Burada da güzel. Kıyafetinin basitliği, sadeliği, güzelliği, duruşu.
Ve karşınızda Marina Abramovic. Kendisinin efsaneliğini geçiyorum tabii de burada Prenses Lea olmuş halini çok kıskandım. Büyüksün! Ayrıca 1947 doğumlu olduğunu da belirtmek lazım. Bazıları güzel yaşlanıyor. Respect. Her türlü. 
 Soldaki tasarımcı Olivier Theyskens ve biri. Herhalde mankendir. Ama çok güzel. Aşırı beyaz tenli, kısa saçlı harika paltolu harika yeşil paltolu. Belki de sayfanın en güzeli deyip bitiririm, iyi günler iyi yemekle dilerim...


Wednesday, April 3, 2013

P.S. # 4

pazar ertesindeki pazartesi moon sickness sendromunun hafif ölçekli devamı, film festivali, tarzı ile tahammülü zorlayan film festivali izleyicisi, apres mai, olivier assayas, g.g., güzel film, günü birlik kıbrıs telaşı, pek sevdiğim  b.ü. ve salon b.'nin dedelerinin cenazesi için girişilen kıbrıs telaşı,sabah erken uçak telaşı, bir anda geçen mayıs e.k.& e.'nin nikahı için gidilen kıbrıs seyahati ve eğlencesinin hatırlanışı, isveçli ile  sabah bira komikliği derken nisanda bile sıcak kıbrıs, siyah kıyafetlerin iyice sıcağı çektiği kıbrıs, bahçedeki limon ağacı ve harikulade kokusu, b.ü. & salon b. ile yine yeşilköy "aile" günlerine dönmüş vaziyette ailecek arabanın arkasında üçümüzün oturuşu, klasik spastik hareketler, dönüş, bir anda herkesin aynı saatte uçabilmesi, peksimet sevgisi, hep istanbul'a dönmenin güzelliği, mutluluğu, gece istanbul'a inişin güzelliği, alınanlar alınamayanlar, bulunanlar bulunamayanlar, yorgunluk, marin takımlardaki deliksiz uyku, garip rüyalar, benimle ilgili olmayan garip rüyalar, tek biri yeri benimle ilgili, itin g..ne sokup çıkartacak kadar püskürmemle ilgili olup kim bilir belki bir gün gerçekleştiği takdirde hiç mi hiç şaşırtmayacak rüyalar, nisbeten geç uyanış 27 derecelik kıprıs'ın aksine istanbul'un kapalı ama ılık olması, yine de güzel olması, bahar hissiyatı gibi olması, tiril tiril günlerin kapıdan kendini göstermesi gibi olması vs.

ah capri, erguvanlar, mor salkımlar, morlar pembeler içerisindeki capri... take me to capri !