Wednesday, December 31, 2014

Bring it on, bebeğim !

Yalan değil, birçok açıdan oldukça boktan bir yıldın ama salla. Yapacak bir şey pek yok! İnadına yaşamak, hem de güzel yaşamak dışında. En azından denemek lazım. İnadına keyif, inadına kahkaha, inadına glamour, inadına bling bling, inadına mutluluk, inadına içki, inadına şampanya, inadına hayat, inadına direniş ...

O yüzden bring it on !!! Nick Cave'in dediği gibi hem de, oh beybi...

Tuesday, December 30, 2014

Wish List # 2

Yıl biterken yüreğim heyecanla yükselmişlen şöyle geçtiğimiz yılın Wish List 'lerine baktım ve pek şaşırtıcı vaziyette karşıma çıkan sadece tek bir yazı oldu. Ya geçtiğimiz yıl çok sıkıcı bir hayatım olmuş ya da hayat beni tüketmiş, bezdirmiş ve ciddiyete boğmuş. Valla kendimin sıkıcı olma ihtimalini kafadan elediğim için hemen ikinci seçeneği tercih ediyorum...Beni bu hale sokanlar utansın, daha ne diyeyim...Ne ruhumda glamour kalmış, ne şampanyanın içine düştüğüm günler kalmış, ne keyifle uyanıp da hayatın güzelliğini hissetmek kalmış. Hayatım, mutsuz insanlar, mutsuz insanların hırslı davranışların, mutsuz çocukluk geçirip de mutsuz yetişkin olanların kötü insana dönüşme hallerinin savaşlarla, bombalarla, açlıkla, öldürülen çocuklarla, adaletsizlikle süslendiği neredeyse siyahın hiç kalkmadığı günlere saplanmış resmen ...  Çok sıkıldım. İnsanoğlundan da hırsından da çirkinliğinden de aptal egosundan da. 

Kendime wish list'im (kırmızı altın Rolex'i geçtim bu yıl): " Sarhoşluk döneminde görüp de öğrendiğim karşındakini takdir etmeme, başarısını es geçip görmezden gelme hatta itibarsızlaştırma, özellikle de güzelliğini başarısını kıskanma gibi korkunç huylardan kurtulmak!". Aynılarına maruz kalıp tepki olarak sadece benzer davranış gösteren bir kısım insana yapsam da mazereti olmayan bu çirkin hareketler tamaman bitmeli. Hepsi tek kelimeyle korkunç! En sevmediğim şey karşımdakine bakıp da takdir etmemek, beğenimi söylememek...Hiç benlik değil ama sarhoşluk döneminin öğretilerinden olmuş, yapmışım ve hala bugün ne yazık ki kendilerinden görüp de öğrendiklerime karşı da hala yapıyorum. Hiç benlik değil. Aksine bayılıyorum karşımdakine dair güzellikleri, gururları telaffuz etmeye. Yükselsin etrafımdakiler, sevdiklerim. Aksi hal resmen büyük fiyasko! Kendim için. Gerisi ile zaten ilgilenmiyorum. Evet, giderayak 2014 wish list'im budur. Nasıl olsa öğrenilmiş davranışlar bunlar, değişebilirler.

Sunday, December 28, 2014

Never on sunday # 5

oh beybi! oh beybi! cıstak, cıstak! inadına

Beklenmedik şekilde güzel geçen parti, Etiler, hem Sekvotka & pek sevdiğim A. , hem Yeşilköy People, hem Den. a.k.a Louboutin derken tek eksiği hasta bir # 8. Ama o partiye gelemeyene partiyi getirirler değil mi? Aynen! Hasta da olsa, payetli elbiseler içerisindeki evlere şenlik happy halimi göremese de o parti #8'e gelir. Ertesi gün ise, Şayan 'daki tuzlama ardından never on sunday olur. Kahvaltısı, gazetesi, sineması, patlamış mısırı, soğuk hatta soğuk kar havası ile...

P.S. " Planete İ."

P.S. (2) Yalan değil, bu yıl geleneksel partiyi yapmadığıma son anda pişman oldum. Aslında istiyordum da üşeniyordum organizasyonu yapmaya, mailleri yazmaya, günü saati ayarlamaya. İşin organizasyonel kısmı üşendiriyor, evin hazırlanması, yemekler, içkiler değil. Orası en sevdiğim kısmı. Ama geçti gitti, üşengeçlikten geleneksel pre-yılbaşı partisi yapılamadı bu yıl. Oysa T. olsun,  Çirkin ama karizmatik erkek B. söyleyip duruyorlardı "yap yap" diye. Gaza da gelmiştim ama geçti gitti, seneye artık. 

P.S. (3) Herkesin ne kadar çok eğlenmeye ihtiyacı varmış. Ne kadar tüketmiş bizi burası...

Saturday, December 27, 2014

(gece) çıkmadan önce # 2

Yıllar sonra ilk defa bir başkasının pre-yılbaşı partisine hazırlanış, bir yandan çok istemekle beraber bir yandan da gelen duyumların gerçek çıkmasından korkmak ama yine de payet, yine lacivert, yine single malt, yine müzik, yine soul hatta soulshine ile (gece) çıkmadan önce ...

Thursday, December 25, 2014

Sabah Keyfi # 5

Garip, garip, çok garip bir ay, bu aralık ayı. Hem güldüren, hem düşündüren hem heyecanlandıran hem de az biraz tatlı tedirgin eden garip bir ay bu aralık. 

"Touche du bois" bebeğim

P.S. Ey schadenfreude !!! Ne kadar büyükmüşsün ki korkudan ağzımı açamıyor, tek kelime edemiyorum. Ama yalan da değil hani, açtığım anda yaşadığım bokları düşündükçe herhalde en iyisi bu. Sana da respect! Büyük güçsün resmen!

Sunday, December 21, 2014

Arada yaşanlar # XV

Arada yaşananların fazlalılığı, olanlar, bitenler, devam edenler, gelenler, gidenler derken fantastik şekilde geçip giden iki hafta... Radyo Günleri'nin pazartesi etkisi, yazılan paragraflar ve gelen mutluluğu, Miracığım'ın yürüyen ve konuşmaya çalışan hali; gidilemeyen karşı taraf, kavuşulamayan insanlar, üç günlüğüne de olsa Hamburg insanı #8; özlenilen Gina ve Mr. Hyde; ve gelen doğumgünü haftası+ Galata Mevlevihanesi+ Cavit= bday boy #8; insanlar nezdinde artık şaşırmadığım ama epey kabak tadı veren egosantrik ve anlamsız hareketler; eğitim * 2 gün ve hiç beklenmedik şekilde ortaya çıkan, herkesi heyecanlandıran " fikir " ve garip cumartesi ve mutlu cumartesi-pazar ile arada yaşananlar...

P.S. Ya tamam, modern hayatlardaki insanların ego patlamasına, şişmesine filan alışkınız da ne zaman bitecek bu? Gerçekten? Hayır daha da boktanı içinin boş olması. Hadi dolu olsa belki bir nebze olsun çekilir de hem kekeme hem pepeme misali olanı cidden hiç çekilmiyor. Günün sonunda "yazık" diyor insan. O kadar gülünç duruma da düşüyor ki...Cidden "yazık".

P.S. (2) Sema gösterisi oldukça ilginç bir şey. Tahmin edilecei gibi bahsi geçen sema gösterisi biletlerinin 200 küsür lira olup, şakşakçı alkışlarla cumhurbaşkanı konuşması, methiyesi, putlaştırılması ile "maneviyatı hissetme" başlıklı sirk gösterileri değil.  Ayinin ya da "düğün gecesinin" kendisi izlerken bambaşka bir duygu kaplıyor insanı. Son yılların pek rövaçta olan duyguları "aşk, şems" gibi bilindik duygularını geçiyorum ama etkileyici başka bir şey var orada. Ne zaman ayin bitti ve dördüncü selam'a gelindi. Şeyh orada kendisini ortaya çıkartıp selama katıldı ve sesini duyurdu...İşte şaşırtan, şaşırttığı kadar da mutlu eden şey oldu, şeyhin "alçak ama bir o kadar etkili ve güçlü sesi" duyuldu. Mutlu etti çünkü bugünlerin olmazsa olmazı böğürme halinin ne kadar sahte bir gövde gösterisi olduğunu bir kez daha gösterdi. Güçlülüğü hissettirmek veya kendini özgüvenli hissetmek için öyle günümüzün ucuz değerlerinin temsilcileri gibi böğürmeye gerek yokmuş demek ki. O kadar etkileyiciydi ki. Demek ki her muktedir böğürmeye, bağırarak konuşmaya ihtiyaç duymuyormuş. Sosyal hayatta da iş hayatında da politik hayatta da...

P.S. (3) Ah bebeğim ya ... Bu kadar gergin olmaya ne gerek var? Neyin hırsı, neyin kızgınlığı? Sıkıcı bir hayat bu, biraz rahatlamak iyi gelebilir. Uzakta tabii...

P.S. (4) Ego... ego... ego...Şişik ama boş olanı bir yerden sonra cidden çok sıkıcı. 

Thursday, December 11, 2014

Breathe-Respire, III

Elbette çirkin bir yerde yaşadığımız, her günümüzün içine edildiği için keyifle, huzurla nefes almamızı sağlayan pek bir şey yok. Kendimizden başka! Başkalarından, devletlerden, hükümetlerden, kurumlardan, adamlardan, kadınlardan, çocuklardan medet ummaktansa kendimizi bilmemiz muhtemelen en sağlıklı ve kolay yolu. Geçen gün Jules'e yazdığım gibi "j'emmerde le pays".

O yüzden sadece istediğim, güneş açtığı, bir şekilde sebepsizce keyifli, leş, cıvık olduğum için breathe-respire. 

"Apres moi, le déluge" herhalde artık birçok insanın yaşam motto'su olmuştur diye tahmin ediyorum. Bu kadar manasızlığın yaşandığı yerde ne olacaktı ki ...

 

Tuesday, December 9, 2014

Arada yaşananlar # XIV

İlginç ve bir o kadar fantastik günlerin gelişi ; mutlu mesut radio days, fantastik karşılaşmalar, yapılan ilginç bir o kadar fantastik görüşmeler ; bir o kadar değişik ocakbaşı buluşmaları ve masada çirkin ama karizmatik erkek b., sahnelerin insanı t. ve # 8 ile geçen "deyişik" konuşmalar ; devam eden ilginç günler gelen yeni ay, yıl bitiren aralık ayının gelmesi filan derken elbette her aralıkta olduğu gibi ağlaklar kraliçesi evsahibinin beklenen  "kira artışı" temalı konuşmalarına geçen senenin büyük üzüntüsünün üzerine verilen fantastik cevap ; hakkında düşünüp de kendimce harekete geçtikten neredeyse 1 yıl sonra gelen haliyle afallatan telefon konuşması ; benden beklenmeyen şekilde cumartesi günü karşı'ya geçiş-dönüş ve devamında bize göre uzun sayılabilecek bir zaman neticesindeki date nite ve Cavit ve tarama ve altın seri ve keyif ve kahkaha... 

Bir de tabii talihsiz bir vaziyette sıkıcı ve boğucu ve cahil topraklarda yaşadığımız için gündelik hayatımızın içine eden bizleri kendileri ile muhatap olmak durumunda bırakan yalakalar, gerizekalılar, cahiller, sevimsizler, kötülerle dolu günlerin akışı...O yüzden "don't let idiots ruin your day". forever.

P.S. Lahey. 

P.S. (2) İlerleyiş yavaş; yalan değil. Ancak televizyona çıkıp malum mevzu "osmanlıca" hakkında moron ötesi yorumlarda bulunup bir de cehaletle savunan doçent ve profesörleri gördükçe iyi hırslanıyor, "bu embesiller yazıp bitiriyorsa..." deyip her şeyden öte sırf "inadına" yazıyorum. Ama yavaş; yalan değil. 

 

Thursday, December 4, 2014

Devlet denilen şey

Ferguson'da olanlar, bizde olanlar, Hong Kong'da olanlar, dünyanın herhangi bir yerinde otorite ile otoriteye karşı vaziyette yaşananlar çok kötü, çok üzücü ama değişmeyecek olan gerçek. Değişmesi de mümkün değil çünkü devletin, otoritenin istediği her zaman kendi dediğinin uygulanması, kendi izin verdiği ölçüde bireylerin hareket edebilmesidir. Belki bazı devletler daha medenidir, daha insancıldır ama hepsi günün sonunda devletin otoritenin çıkarını savunmak durumundadır. İnsan denilen yaratık elbette sahiplenmek, destek görmek, verdiklerinin karşılığını karşısından geri almak istiyor. Ancak bu gerçek bir rüya! Sözde fakirlik yardımları, bedava sağlık sigortaları, tepedekilerden gelen ödüller, takdirler vs ... Bunların hepsindeki amacın bireyi yerinde ve kendi istediği koşullarda "ehlileştirilmiş" vaziyette tutmak için olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O yüzden en iyisi hiçbir zaman devlet kavramına inanmamak, savunmamak, güvenmemek. Gerçekten de kişinin güveneceği tek güç kendisinden gelmeli. Gerisinin ne kadar yanlış olduğu zaten ortada.

Thursday, November 20, 2014

" Like" etmenin dayanılmaz etkisi ve iletişim gücü

Günümüz modern zamanlarının belki de en önemli iletişim biçimi "like etmek". Tanıyıp tanımamak fark etmiyor önemli olan like etmek, iletişimde kalmak, ilgilendiğini göstermek. Özellikle de tanıdıklar, arkadaşlar, iletişim halinde olunanlar için like etmek ama aslında like edilmek çok daha önemli. Herkesin beğendiği veya onlaca "like" ibaresinin görüldüğü yerde asıl gelmesi gereken isimlerden gelmeyince bozulmalar, tepkiler, benzer şekilde "zor beğenen" karşılık vermeler yaşanıyor. İşte o zaman işler iyice komikleşiyor, garipleşiyor, yabancılaşıyor, uzaklaşıyor. 

Bu like meselesindeki bir başka ilginç durum ise ilişkilerin ilerlemesini çok kolaylaştırması. Elbette her türlü şarkıcı türkücü Hollywood yıldızı ile iletişime geçmeyi kafadan atlayıp (hatta kendini onlardan biri, onların arkadaşı hatta hayatları hakkında ahkam kesme lüksüne sahip olma sanrısının) kişinin kendi sosyal ilişkileri için de iletişimi epeyce kolaylaştırmasına geliyorum. Konuşmaya gerek yok, arayıp bir şey söylemeye gerek yok, nasıl olsa "like" ediyorsun yani iletişimdesin yani bir şekilde aranızdaki ilişki yürüyor, bir şekilde karşındaki ile ilgileniyorsun ve hatta ilgini ve alakanı ondan gelenleri "like ederek" gösteriyorsun. Başka bir şeye gerek var mı? Bu kadar basit. Bu kadar şahane. 

Like üzerinden en güzel ilişkiyi yaşamayı öğreniyor insan. Konuşmaya dahi gerek duymadan. " e like ettim ya" neden arayayım

P.S. Resimler altındaki "çok güzeliz", "çok şahaneyiz", "benim güzel evim", "benim müthiş yemeğim", "benim harika çocuğum", "benim topmodel karım/kocam", "benim ultrasonik kahve makinem", "benim uzay mekigi arabam", "benim über mercekli fotoğraf makinem", "benim antik kitap koleksiyonum" vb spastik tanımlamalara yazacak fazla bir şey yok. Her şey gayet ortada işte. Tam anlamıyla ebediyen, sonsuzca kadar "unlike" bir durum...


Sunday, November 16, 2014

Never on sunday # 4

Değişik ve garip bir yoğunlukta geçen haftanın never on sunday'i; Beylikdüzü gibi benim için fazlasıyla acayip ve fasntastik bir yere taşındığından beri yani yıllar sonra ilk kez gittiğim kitap fuarı, F.A.'nın sürekli "kızım gelmiyor musun, bekliyorum ama" ısrarlarına konforlu bir seyahat desteği ile kanıp gidip dönüş yolunda ruhumu teslim etmem derken, vakıf makıf derken, ödül töreni möreni derken, kırmızı balenciaga derken, eski düşmanlar, fantastik karşılaşmalar derken, eski güzel halinden eser kalmayan Otto derken, radyo günleri derken, her geçen gün daha da fantastikleşen radyo günleri derken, İ.K. & Rey gecesi derken, sakin ama eski Pan Café günlerinin kahramanları ile bol konuşmalı, bol dedikodulu, geçen şahane cumartesi akşamüstüsü derken sabahında gelen never on sunday günü, pazarı, keyfi...

P.S. Korkunç çirkinlikteki Supreme terlikleri elbette kendime değil ama sırf çakallığına #8'e alırdım. Hediye olduğu ve giymemenin ayıp olacağını düşündüğü için de aynen resimdeki gibi bir güzel giyerdi. Ama olurdu da, yakışırdı yani.

P.S. (2) Evet, kaçırmalar olmadı değil ama haftada *3 gün...Tamamdır.

P.S. (3) Hala garip geliyor insanların bazı davranış biçimleri, hareketleri. 

P.S. (4) Saçmalıklar serisi devam ediyor anlı şanlı ülkede...Amerika'yı müslümanların keşfetmesi filan derken??? Ciddi miyiz? Ya yazık, düşülen bu duruma üzülüyorum aslında ama Fuket ile dediğimiz gibi "anında yırtarım, yakarım, umrumda dahi olmaz". Peki, şunu gerçekten merak ediyorum, en güzel ve yaygın örneklerinden Sabah gazetesi filan gibi bu tarz bilgi ve kültür ötesi lafların hemen ardından destekleyici ama gerçekte varolan olmayan olayların başlıklarını manşete yapıştıran gazeteler, haber siteleri vs kimler tarafından nasıl bir duygu, nasil bir bilinç, nasıl bir eğitim seviyesi ile hazırlanıyor?  

Friday, November 14, 2014

Sabah keyfi + cuma keyfi

Çok doğru değil mi? Birinin ipod'una, hazırladığı müzik listelerine bakmak onun karakteri hakkında çok şey söylemiyor mu bize? Geçenlerde seyrettim Begin Again'i. İçinde müziğin, müzik tutkusunun bu kadar yoğun olduğu ve bu duygunun yansıtılabildiği ender filmlerden. Acıklı veya sıkıcı romantik komediye kaçan bir film ise hiç değil. Hem de hiç benlik olmayan şekilde İsveçli'nin tavsiye ettiği sitelerden birinde seyrettim, kendime de inanamadım böyle bir şey yaptığıma. 

Eğlenceli, New York temalı, müzik dolu, yaz dolu, yaptığına inanç tutku dolu...Tamamdır o halde, yeter de artar bile. Gayet güzel olmuş işte. 2013 tarihliymiş. Hala sonbaharı, soğuğunu, yağmurunu, tam hissettirmeyen (iyi ki hissettirmeyen) bir cuma gününe denk düşenbu kasım gününün erken saatlerde hissettirdiği keyfin en iyi anlatıldığı kare budur belki de...


Müzik olsun, kitap olsun, yemek olsun, kahve olsun, içki olsun, tiril tiril ruh hali olsun yani keyif olsun kafi...

P.S. "Yanlış anlamlar yüklenen yazıların anlamlarını değiştirme enstitüsü" gibi bir yer oldu blog. Şaşırılacak bir şey değil; daha önce de defalarca oldu burada yazılanları kendisi veya kendi çevresindekiler hakkında olduğunu sanmalar, sanrılar filan. Durum zaten öyle olmadığı gibi gayet sıkıcı bir durum bu insanoğlunun bütün dünyayı kendi etrafında dönen sıradan bir gezegen gibi görmesi. Elbette bütün bu sıkıcı egosentrik öğelerden ayrı olarak Sekvotka'nın telefondaki hafif telaşlı hali çok şahane, bir o kadar kadim dostluğunu yansıtır vaziyetteydi...Okuduğunda doğal olarak telaşlanıp aramış ama bebeğim, yanlış anlamış. Olsun! No worries! Bu coğrafyanın getirdiği her türlü manasızlığa rağmen her şey gayet yolunda, bizim cephede de rahatsızlık edici bir değişiklik yok. Ha, gündeliğin ruhlarında, paylaşımlarında ilişkilerinde var ama oralarda her daim kaynayan, kıpırdayan şeyler var, Dorian Gray'in yadsınamaz etkisi her daim mevcut. Ama that's life. Üzülecek, hayıflanacak bir durum yok. whatever. Benim kaale aldığım ise önceki gün telefondaki Sekvotka. Sekvotka'lığını gösteren bir Sekvotka. Gerisi ile ilgilenmiyorum; üzerine alınacak alınsın. Zaten yıllardır böyle gelmiş böyle gidiyor. 

Tuesday, November 11, 2014

Bizim şarkı

"Üzülmedim" desem yalan olur.  Yok, hayır, şaşırmadım ama üzüldüm. Şaşırılacak bir şey değildi belki de. Ya da tam tersi. Üzülünecek değil de şaşılacak bir durumdu. Hangisi doğru ben tam bilemedim ama neyi isteyip, neyi istemeyecek kadar kendimi biliyorum. Ve biliyorum ki kafamdaki uzun "istemediklerim" listesinde yer alan tarzdakine benzer şeyler bunlar.

Belki de Fuket yorumunda haklıydı. Belki de aramızdaki, Dorian Gray'ın Portresi vari bir durumdu ve haliyle sonunda olduğu gibi gerçeğin sevimsiz yüzü ile aynada karşılaşmak iyi gelmedi. Belki de belli bir yaştan sonra kurgulananların fiyasko olma ihtimalinin yüksekliği günün (günlerin) sonunda bizi de vurdu. Belki de bizim şarkı, bizim film, bizim muhit, bizim şehir, bizim kafe de aslında bizi değil, Dorian Gray ve Lord Henry tadındaki kurguyu ağırlıyordu.

 "Üzülmedim" demek isterdim ama yalan olur. Gel gör ki yapacak, hayıflanacak, ağlanacak bir durum da yok ortada. Bundan ancak kişinin kendisine çıkarttığı ders ile eksiklerini olabildiği ölçüde yaşanabilir kılma hal çıkar. Eh, bu da yeterince iyi zaten. 

Hani bazıları böğürerek "beraber yürüdük biz bu yollarda" diyor ya. İşte bizim şarkımız bu kadar uzun vadeli, kalıcı filan değil aksine yaz boyunca plajlarda 5 milyon kere çalınıp yaz bittiğinde çoktan tüketilmiş pop şarkısı tınısındaymış. 

Olur, olur, her şey olur bu hayatta. Şaşırmamak, hayalkırıklığına uğramamak lazım. that's life deyip, gelip geçmek lazım. Hayat devam ediyor neticede.

Sunday, November 9, 2014

Gece # 03:44

Neredeyse yıl bitecekken, neredeyse bu yıl henüz hiç "gece" başlıklı yazı yazılmamışken, neredeyse yaşanmış onlarcasına imzasını atan belki de en güzel, en keyifli gecelerden biri oldu cumartesi gecesi.

Vatana, yurda dönüşüyle inanılmaz mutlu eden (ama yine gittiğinde gidişiyle onun adına bir o kadar mutlu edecek olan) Fuket, Fuket ve Furi ve #8 ve Levazım ve güzel ev ve nihayetinde evde cumartesi akşamı buluşması, yemeği, buğulama sevmeyen biri olarak Furi 'nin müthiş lezzetli buğulaması, nihayet balık çatal bıçağı olan bir evin sofrasında balık yemenin keyfi, Fuketciğim'in beni düşünerek ince ince özel tariflerle hazırladıkları, Tekirdağ Altın'nın ne kadar şahane bir rakı olduğunun gecikmiş keşfi, ben hariç herkesin yaşamış olduğu muhtelif Tayland maceraları, Haberci dedikoduları, aile dedikoduları, komşuluk maceralarının anlatımı, delirten, güldüren "yaren"lik mevkii, içilen içkiler, viskiler derken "neeaa? saat 4 mü olmuş?" ile sisli İstanbul gecesinden eve dönüş ...

P.S. Evde pişen balığı kesinlikle erkekler yapmalı. Bir şekilde balık pişirmede çok başarılılar. 

P.S. (2) Ya çok sıkıcı veya çok ciddi yahut çok olumsuz karanlık bir gece olsaydı? İnsanların tek olarak, birey olarak iyi olması birlikte, başkalarıyla beraber iyi, keyifli, uyumlu olacakları anlamına gelmiyor. Birini sevmek de yine aynı şekilde onunla beraber geçirilen zamanı sevmek olmuyor her zaman. Çoğunlukla insanlar "mış gibi" yaparak zaman geçirdiği veya zamanını "idare ettiği", "idare eder" insanlarla geçirdiği için bu 2li, 4lü, 6lı buluşmaların üzerine kaçınılmaz bir sıkıntı duygusu kaplanıyor. İnsanoğlunun "inanmak istediğine inanma arzusu" ile bu durum görülmez ve gösterilmez oluyor olsa da kaçınılmaz uyumsuzluk neticesiyle gelen sıkıcılık, keyifsizlik, vakit kaybı ilişkilerdeki, arkadaşlık paylaşımlarındaki büyük sorunların en önemlileri. Ama öyle olmadı cumartesi gecesi. Büyük şans. Büyük keyif. Büyük kazanım. 

P.S. (3) " Hırvatistan 80lerin Kumburgaz'ı gibi" cümlesi herhalde daha uzunca bir süre bizi terk etmeyecek. İşin daha da boktanı aslı hiçbir şekilde benden çıkmamış olan bu cümle, asıl kahramanları biz tatil programlarını etkiliyor. Dilimi tutmayı öğrenmem gerektiği gibi, bilmediğim bir konu hakkında başkalarından öğrendiğim gözlemleri, yorumları da öylesine dillendirmemeyi öğrenmeliyim. Ya da belki kimin yorumunun kaale alınacak, kiminkinin ise ilgilenilmeyecek olduğunu ayırt etmeliyim. Haliyle daha kolaylaşabilir işim. 

P.S. (4)  "Katran, tüy" de bir nevi "Lahey" tadında bir ifade benim için. İnandığım, daha uzun yolu olan ama gerçekleşeceğine inandığım bir ifade. Belli bir mevkiide, belli bir midesizlikte, belli bir çirkinlikte, belli bir yandaşlıkta olanlar için. Yalan değil, o katran tüy zamanı bir şekilde bir gün gelecek...    

P.S. (5) Evet, saat kaç deyip de saatin 03.44 olduğunu görmek dördümüz için de bir anda afallatıcı olduğu kadar fantastikti. Hiç kimse o kadar oturulacağını, konuşulacağını, yenileceğini düşünmüyordu. Ama oldu işte! Ve hiçbirimiz pişman değiliz. 

Wednesday, November 5, 2014

Sabah keyfi # 4

"Troy: You see, Lainie, this is all we need. . .couple of smokes, a cup of coffee... and a little bit of conversation. You and me and five bucks.". Reality bites. 

Wednesday, October 29, 2014

Arada yaşananlar # XIII

Başlayan rédaction günleri, yazılan ilk sayfa mutluluğu, sabahın köründe asla açık olmasını beklemediğim Kanyon ve sabah erken toplantısı, buluşması; İ.K.'nın mini doğumgünü kutlaması; (mutlulukla) hala Radio Days deyip çıkışında hiç beklenmedik şekilde- şahin gözlerim sayesinde- yaşanan R. tesadüfü ile pastane masasında yine beklenmedik şekilde eğlenceli geçen kısa görüşme; pastırma yazının taçlandırdığı cuma mutluluğunun yine ve yeniden beklenmedik şekilde artıp Sabahattin'de öğlen rakısına dönüşmesi; pek özlediğim Fuket'i cumartesi trafiğinde gecikmeli ve müthiş "grafiker abla" olarak görmem, yine efsane ilgisizlikteki garsonlar derken en azından güzel servis ve güzel yemeklerin şaşmayacağı Cavit ve hafta içi günkü mini kutlamadan asıl kalabalık doğumgünü kutlamasına dönüşmesi, içilenlere ve yenilenlere rağmen never on sunday hafifliği ile haftayı kapatmışken, pazartesi ile başlayan haftanın tatillere bölünmesi, aylar sonra gelen İsveçli ile mi-journée geçirilen gün ve gün ortası yemek masası, gün ortası dedikoduları, gün ortası anlatılanlar, gün ortası söylenenler, "şoktayım" duygularının telaffuzunu sonuna kadar hakeden televizyon programları, "hoşbuldum" ve "tesssekkür ederim" dünyasındaki gülünen ama ağlanacak haller ile devamın gerekliliği...her türlü çirkinliğe, gerçekliğe, yaşanan korkunç üzücü olaylara rağmen devamın gerekliliği.

P.S. Rédaction hala tek sayfada duruyor. Ama dedikleri gibi başlamak işin yarısını yapmak gibi bir şey. 
 

Monday, October 27, 2014

"Yeni" inadı, "yeni" ısrarı ile gelmesi kaçınılmaz olan yeninin çöküşü

..." Almanya'yı düşünmek istemiyordu artık, günün birinde uykuya kavuşacağını ümit ediyordu. Rio'daki siyasi durum iyileşiyordu. Rejim, bir diktatörlük biçimiydi elbette, Vargas'ın kişiliği Roosevelt'ten ziyade Franco'ya yakındı. Onun Estado Novo'su siyasi partileri yasaklamış, komünistleri hapse atmıştı. Ancak, Makyavelci cumhurbaşkanı, Reich ile içli dışlı olduktan sonra giderek Amerika'yla yakınlaşmaktaydı."... Laurent Seksik, "Stefan Zweig'in son günleri" s:77

Unutmuşum Brezilya'nın bu "çok afedersin bizden daha kötü olmasın, estado novo'sunu". Ülkeyi daha doğrusu kendi kafasında kurguladığı haliyle cumhuriyetten kurtarıp da yarattığı Estado Novo'sunu 15 yıl diktatörlük ile yönetip intihar eden Getulio Vargas 'lı Brezilya'yı. Stefan Zweig'ın son günlerini anlatan kitapta okuyup da hatırlayınca ne büyük talihsizlik ki kendi yaşadığım sınırları da hatırladım. "İntihar ve son günler" kısmı değil elbette ancak yeni Türkiye kısmı nedense tarih boyunca yaşanmış estado novo'ları getirmiyor mu akla?  Eskinin neredeyse iğrenç olarak kabul edildiği, yeni dönemde her şeyin tertemiz, pirüpak olduğu eskinin köhnemişliğine en güzel cevabın devasa binalar, devasa projeler olduğu, mutlak çocuk sevgisi ve mutlak üreme  geleceğinin en büyük geleceği şeklinde kabul gördüğü, her daim fakirin yanındaki şefkatli kurtarıcının varlığı ile hayalleri süsleyen ancak gerçekte iş bitip devran dönünce fakirliğin, yozlaşmanın örneği olarak gösterilen estado novo'lar. Hadi tamam, Almanya var ama o da işte istisna denilen şeyin en güzel örneği.


  In the tenth and final commandment, the circle is closed with the justification of repression: 'The enemies of the New State are the enemies of the nation. In the service of the nation — order, common interest and justice for all — strength can and must be used, since it puts the nation's self defence' into practice (Decálogo)

Antonio de Oliveira Salazar- Portekiz, Estado Novo, 1933-1974
Getulio Vargas- Brezilya, Estado Novo, 1930-1945
Adolf Hitler- Almanya, III. Reich, 1933-1945


 P.S. Aslında arada Sovyet Rusya ve Joseph Stalin dönemi var ki neredeyse gökyüzünü delecek kadar yükseklikteki gökdelenleri, "büyük temizlik" uğruna gulaglarda ölesiye çalıştırdığı entelektüelleri ile muhtemelen diğerlerini geçer de yönetim içerisinde bir yenilikten, bir dönemin bitip diğerinin başladığını ilan etmediği için onu ayrı tutmak gerek sanki.

Monday, October 20, 2014

Hem pazartesi, hem başlangıç

Öyle olsun...Başlangıçlar olsun, keyifli mutlu olsun, uzak olsun, olduğu gibi olsun, sabah erken olsun, güneşli olsun, tiril tiril olsun ...

Chicago 'ya bayılıyorum. Hele bu şarkısına, Beginnings , sonlara doğru özellikle de 4. dakikadan itibaren insana kendisini kaybettirecek kadar coşturup dans ettirmesine ise resmen kendimi kaybediyorum. "Only the beginning. Only just the start " . 

Tamam, arada kaytarmaya izin var ...

Sunday, October 19, 2014

Beklenmedik geceden geriye kalanlar


Aslında hiç beklenmedik biçimde şekilenen bir gece oldu. Öyle evde oturup da kebapçı televizyonunda maç seyretmeye, maç seyretmek için eve insanları toplamaya, yemekler yapmaya, hele hele şampanyaları patlatmaya hiç ama hiç niyetim yokken kendiliğinden gelişen, davetlileri ile yolunu çizen bir gece oldu. İyi de oldu. En güzellerinden biri oldu. Her şeyden öte hafif oldu. Gerisini sallayabiliriz. o halde. 

...uzun zamandır sekvotka'nın manitasinı eve çağırıp "vejetaryen" ağırlama arzumu gerçekleştirme çabasındayken "ama cumartesi maç var" diyen çirkin ama karizmatik erkek b. sayesinde gecenin konulu ve maçlı bir hale dönüşmesi, "kaçta gelelim, ben 6'da gelir viskimi içmeye başlarım" konuşmalarının tamamen boş çıkması ve yanında sürprizlerle çıkıp gelen sekvotka, pek sevdiğim manitası a., gecenin asıl sürprizi paris çocuğu " ve artık o doktor " olan f.t. , daha da ilginç bir konuk olarak ayağında şahane stand smith'leri ile ali akay, gecikse de buzu unutmayan e. & r., geceye damgasını vuran t. ve tabii geleneksel olarak en geç gelen kişi olarak # 8 kadrolu bir gecenin bitmeyen vukuatları, talihsiz bir şekilde sesli tepkili şekilde seyredilen bir maç, talihsiz ve sıkıcı bir maç, dünyanın en aptal ve gereksiz futbolcu hareketlerinden birine imza atan alves salağı, gelip de koltuğa oturduğu anda o takımın gol atmasıyla ayağının uğursuzluğuna inanılan, hele hele gelen 2. gol ile iyice balkona çıkması farz olan # 8, biten maç, biten yemekler, biten şahane bamya kızartması, biten içkilerden oluşan mini bir dağ görüntüsü, t.'nin sahneye çıkıp neredeyse hiç inmemesi, talihsiz bir şekilde- cumartesi gecesi 12'den önce- yan taraftan gelen uyarı (!) vuruşuna girişme girişimimin engellenmesi, çok manasız ve yanlış olduğu için kaale alınmayan uyarıya uyarı ile verilen cevap verip dümdüz devam ederek kendiliğinden aynen başladığı doğallıkla biten keyifli gece ...

P.S. Bir kez daha Türkiye liginin ne kadar kötü olduğunu ve Lig TV aboneliğini iptal etmenin ise ne kadar doğru bir hareket olduğunun görüldüğü bir gece idi, dün gece. Bunları, bu şımarık ve futbol oynadığını zanneden, her sezon aldığı parayı (ve tabii beraberinde gelen toplumsal itibarı) zerre haketmeyen adamların oynadığı oyunu mu seyredeceğim, para mı kazandıracağım bu kötü sisteme? No fuckin' way, bebegim. Sevenlerine, ekmeğini yiyenlere geçmiş olsun bir kez daha!

P.S. (2) Yinelemek için değil de, sadece kendime hatırlatmak ve bunu daha sıklıkla tekrarlamayı hatırlatması için: "en sevdiğim şey evde insan ağırlamak". Yorgunluğu, pisliği, uğraşı geride kalan keyfinin yanında görülmeyecek kadar ufak  kalıyor. 

P.S. (3) Peki uzun zaman sonra gelen bu gecenin değişeni neydi? Ya da var mıydı? Her şey. Veya hiçbir şey. Doğal olarak akıp giden hayat içerisinde hiçbir şey aynı kalmıyor. Aynı kalıyor gibi gözüken de aynı kalmamaya devam ediyor. Ve ne güzel, iyi ki de hiçbir şey aynı kalmıyor.  Kötüsünü görmek yaşattığı tatsızlık içerisinde bir hayat dersi olurken, iyisini görmek ise zenginlik yaratıyor, ufukları genişletiyor, hayallere ulaşımı sağlıyor.  

P.S. (4) Karşı cinse özel bir not: İlişkiyi bitiren her zaman kadın olduğu gerçeği. Eğer kadın kendi kafasında henüz bitirmemişse veya yaşananların acısını çıkartmak istiyorsa ya da kendince almak istediği bir intikam duygusunu içinde hala taşıyorsa o ilişki bitmemiştir, daha oynanacak rauntlar var demektir. 

P.S. (5) Şampanyalarıma kıydığıma göre belli ki cidden içimden gelmiş, çok mutlu olmuş, keyif almışım demek ... 

İşte beklenmedik ama bir o kadar fantastik geceden geriye kalanlar; "emek". Futbolda da, hayatta da, ilişkilerde de. 






Monday, October 13, 2014

Arada yaşananlar # XII


Evde kalınan bayram tatili, A. Ailesi'nin devam eden ada macerası ile ilk gün gidilen adanın toplu taşımadaki insanı bunaltan bütün arap yarımadasını neredeyse taşıyan kalabalığı, tatilin devamı, tatilde okunacaklar, tatilde konuşulacaklar derken hala en lezzetli, hala en sevdiğimiz meyhane Cavit'e taramalı, lüferli bir nevi bayram ziyareti; artık Buenos Aires'i ikameti olarak seçen Forever A. buluşması, Cihangir'de yaşayıp da Cihangir'de herhangi bir yere gitmeyi sevmeyen biri olarak Forever A. sayesinde bilmediğim gitmediğim mekanlara gitmenin ilginçliği; hala devam eden hatta gelişen, içinden bir yenisini doğuran radyo günleri, üzücü ve insanı boğan gündemde nefes alabilmek için biraz J.A., bolca # 8 deyip cumartesi gecesi mutluluğu olarak Sabahattin, toplum içerisinde utandırarak doğumgünü kutlaması yapılan Boogie Boy & U. ve tabii Muzo ve her daim "siz biraz kendi aranızda hasret giderin" deyip geç gelen # 8, gecenin fantastik sürprizinin Sabahattin'e geldiğimizde karşıma çıkan ve kendilerini pek bir özlediğim K. Sisters ve A.Ç.  ile geçip giden rakılı lüferli palamutlu bir saturday nite happiness ile never on sunday sakinliği, pazar sineması, patlamış mısırı, ikili yapışık koltukları ile arada yaşananlar...

P.S. Bayram öncesi tez için yapılan konuşmalar bir şekilde iyi hissettirdi, yalan değil. Ama artık başlamak yazmak lazım. 

P.S. (2) Sıkıcı olduğu kadar bir savaş alanına dönen kaderimiz olan coğrafya sebebiyle keyfim pek olmadığından Gülben Ergenli "kocasının ve kendini elini öpme" hadisesi gibi konuları geçiyor gibi oluyorum; işte ona üzülüyorum. Daha detaylıca ve derinden gireceğim günler yakındır ama keyfim yok bu tip konulara. Yine de şöhretli takımına gelene kadar şöyle bir etrafa bakıp, elbette sadece benim değil hemen herkesin hemfikir olup diyeceği şey şudur ki "insanoğlu ancak inanmak istediğine inanır, karşısındakini, kendi içinde bulunduğu durumu ancak görmek istediği gibi görür". Nasıl Gülben Ergen'nin asıl sevindiği olayın boşanmış ve üç çocuklu biri olarak birisini bulması olup, bunu dışarıya sanki istisnai bir sevgi ve saygı paylaşımı ile beraber en çok da bugünlerde çok para getiren musluk maneviyat yolundaki müthiş bir birliktelik gösteriyorsa; nasıl yan masadaki adam gençliğinde yaşadığı ilişkiyi kendisinin olmasını istediği hali olan "acıklı, fedakar, büyük aşk" şeklinde çizip, olayın gerçek yüzünü yani ruhsal bir sarhoşluk olarak kabul etmeyip kendisini kandırıyorsa; nasıl telefonda bir zamanlar ilk aranacaklarda ismi kayıtlı olup bugün ancak bitmiş veya şekil değiştirmiş arkadaşlığın bir aktörü yaşananların gerçek sebebini görmezden gelip kendi inanmak istediği mazereti dillendiriyorsa; nasıl politikacılar yaptıkları bütün hataları yalan söyleyerek süsleyip yeniden satıyorsa hepimizin bu hayatta oynayacak sahnemiz, daha çok takacak maskemiz var demektir. Buradaki ince çizgi kafada kurgulananın gerçeğin üstünü örttüğü yerde gizleniyor. Yoksa mesele takmak ise, hiç sorun değil, herkesin bir şekilde bir yerlerde bir takım insanlarla beraberken taktığı maskeler var. Maske ile gerçek birbirini tamamlıyor, birbirine uyumlu ise sorun yok ama maske kendini "ben buraya ait değilim" deyip sürekli düşüyorsa işte orada iş ilginçleşiyor. Günün sonunda herkesin maskesi kendisine. 

P.S. (3)   "Allah yazdıysa bozsun" derdi Sekvotka ikimiz için çıkan dedikodulara, varsayımlara. Gerçekten de arkadaşlar arası yaşanan ilişkilere "dostluk mu sevgililik mi" denirse kesin dostluk kazanır. En azından bizim dükkanda. Ne var ki bu "Allah yazdıysa bozsun" lafı kimi zaman kimi ilişkiler için herhangi bir yere gitmemesi ne kadar doğruymuş, yaşandıkça, görüldükçe doğruluğunu ne kadar da hissettiriyormuş. Iyi ki yazılan bozulmuş, iyi ki hiç yazılmamış, iyi ki, iyi ki, iyi ki ... Cidden şöyle bir düşünüp, gözümün önüne getirdim de midem kalktı. 

P.S. (4)   Savaş hali, silahlı saldırı hali, ayrımcılık hali, birbirini, komşunu, kardeşini öldürme hali hiç bitmeyecek mi burada? Hiç mi güne keyifle mutlulukla başlayamayacağız ve hep mi mutluluğa ulaşmak için çaba sarfedeceğiz? Sıkıldım.

Tuesday, October 7, 2014

Coğrafyanın içine ...

Kimin söylediği muallakta kalan bir söz var "coğrafya kaderdir" diye. İbn-i Haldun mu demiş, başkası mı ilk söylemiş tam olarak bilinmiyor olsa da doğruluğu tartışılmayacak bir gözlem, ifade. Öyle değil mi? İnsanların olduğu kadar ülkelerin de kaderini belirleyen bir şey coğrafya. Hele bizimkisi korkunç bir talihsizlik. Resmen talihsizlik. Coğrafyası, komşuları, sınırları, insanları ile o kadar tüketen ve yıpratan bir ülkeyiz ki ...  

Beceriksizlik, çapsızlık, vizyonsuzluk, inatçılık, biat etmişlik, cehalet ile yönetilen çoğunluğun kendilerince haklı ve bir o kadar mutlu günlerini yaşıyoruz. "Yalnız ama güzel" filan değil, bildiğin sürünün yönettiği çirkin bir ülke. Geçtiğimiz on yıl içerisinde her şey iyice çirkinleşmiş, seviye en alta inmiş olsa da bir eksik vardı; savaş. Öyle uzaktan kumandalı filan değil, basbayağı toplu, tanklı, hava saldırılı, cephede askerin olduğu savaştı eksiğimiz. O da geliyor. Hem de çok yakında. Bu sadece beceriksizlik olamaz, üzücü olan bunda kötülük de var. İyilik diye gösterilenlerin iyilik olmadığını yakınen gördük biz. Değişen bir şey de yok. O halde son yakın. Dip. Hem de en aşağılardaki dip. Yeniden doğuşlar için dibi görmek, dibe vurmak gerekirmiş öyle diyorlar. Hayırlı olsun. Kim bilir, belki bu seferki anka kuşununki gibi olur, bambaşka olur ...

P.S. Lahey diyorum ben. 

Wednesday, October 1, 2014

Thursday, September 25, 2014

Dream on # 4 (Budapeşte'den sevgilerle)

Tatil ayrı şey, ev ayrı şey. Yatılan yataklar, uyanılan sabahlar, içilen kahveler, yenilen yemekler, yürünülen sokaklar, gidilen barlar, verilen siparişler, gönderilen kartlar mektuplar hepsi ayrı ayrı şeyler, ayrı ayrı haller. Tatildeki ile evdeki aynı olmuyor. Kimi gün birbirini tamamlarken kimi gün eksik kalıyor. 

Şu içinde bulunduğumuz günlerde ise benim için en fantastik olanı görülen rüyalar. İstanbul'da, evde, yatağımda gördüğüm ile tatil için gittiğim yerde gördüklerim arasında o kadar büyük farklılık oluyor ki, Rüya görmeyi seven, gördüğü rüyaları hatırlayan, kiminin gerçekleştiğine tanıklık eden birisi olarak durumun fantastikliğine şaşıp kalıyorum. İfadesi gerçekten de zor olup ama tanımlamak gerekirse "bi değişik" geçip giden yaz aylarında neredeyse hiçbir sabah gördüğüm rüyaları hatırlayarak uyanamayıp tatilde veya seyahatta olduğum her sabaha şaşırtıcı, eğlendirici, öğüt verici, hatırlatıcı yani yine bir manidar, fantastik rüyalarla uyanmış olmak bi değişikti. Oyun değişmedi, Budapeşte'de aynı şey oldu. O kadar acayip, o kadar farklı ve bir o kadar manidar rüyalar gördüm ki olan biteni rüyalar üzerinden sorgulamamaya başlamak sanki yanlış olurdu.

Sonuç: 1 # Derdim büyükmüş. Hal varoluş derdi olunca insanın ilk "anlamlıca" sorgulamaya başladığı ortaokul yıllarına kadar gider bu büyük dert hadisesi. Allah'tan dertlerin (veya büyük harfle Derdin) bugünkü hayat ile sıkıcı ve çılgın ergen dünyasındaki büyüklük çapı aynı değil. Elbette temelde bir rahatsızlık, bir ayrıklık hep var, muhtemelen de olmaya devam edecek. Önemli olan kabul ederek uzaklaşabilmek.
2 # Derdim büyükmüş ve susmamalıymışım. Özellikle de karşıdaki rencide olmasın diye çabaladığım gereksiz nezaket içine girdiğimde.

3 # Bazı davranış biçimlerini, manasızlıklarını, tutarsızlıklarını kabul edemiyormuşum. Kabul etmeyi kabullensem fena olmayacak. 

Günün sonunda rüyalar üzerinden tahlil sadece kıçın açıkta kalmasından daha derin çıktı. Bir Freud kadar olmasa da. 



Tuesday, September 23, 2014

Motto # 3 (hem de en büyük harflerle)

Ama öyle değil mi zaten? Hayatta özellikle de gündelik hayatta, sosyal hayatta öyle huysuz, aksi, suratsız, sevimsiz, sinirli, "ciddi insanım ben" tavırlı olmamak lazım. Ha, olabilir tabii, neticede paşa gönlü bilir ama sonuçlarına da katlanır. Artık her türlü çirkefliğin, adiliğin, sevimsizlğin kendi başına gelmesi mi olur, davranışları yüzünden etrafındakileri kaybetmek mi olur, başka şeyler mi olur bilinmez de, işte çekmek, çağırmak diye bir sey var. Var, var. Görüyorum ben. Iyi bir şey görmek. Hem başkasında. Hem de kendinde. Aynaya bakmak önemli, işe yarıyor-çoğunlukla-. Bu arada yazan da Banksy imiş, iyi mi?

Monday, September 22, 2014

Le retour # 4

j.a.'nın doğumgünü için ailecek gidilen budapeşte, aradaki mesafenin sadece 1,5 saat oluşu, değişik otel bize pek uymayan otel, öncesinde çalışılan adresler, lokantalar, kafeler, müzeler, semtler, sokaklardaki çiş birikintileri, erken içmeye başlayan macarlar, en ufak bir soruya dünyanın en önemli sorununu çözmeye yardım ediyormuşcasına cevap veren ilgilenen macarlar, yenilen domuz sosisleri, salamları, içilen biraları, müthiş tokaji şarapları, şehrin her tarafındaki puskas resimleri, formaları, f.a.'nın, onun yaşındaki her futbolseverin olduğu gibi, puskas aşkı, taksi şöföründen sosiscisine kadar herkesle puskas konuşması, kızların güzelliği değil de kendileriyle olan barışıklığı, rahatlığı, sokaklarında genç veya yaşlı farketmeden her çiftin keyifle öpüşmesi, müzelerin güzelliği, kitapçılarının neredeyse tarifi imkansız albenisi,  pazarların çekiciliği, şehirdeki çoğu binanın köhneliği ama aradaki bazılarının muhteşemliği, new york café, gerbaud gibi yerlerin en az 100 yıllık geçmişleri olması, karpatia etterem 'deki doğumgünü gecesi kutlamasında j.a.'nın pek mutlu olması, hiç benlik bir şey olmayan çigan çalgıcıların onun tepesinde değil de ne yazık ki benim tepemde çalması, yemeklerin garsonların tam anlamıyla kutlamaya uygun olması, günün sonunda bir şekilde her şeyin her şeye rağmen mutluluk verici olması derken le retour ... bir sonrakine kadar. 

p.s. budapeşte gerçekten güzel şehir ama doğu avrupa anlaşılan benlik bir yer değil. fazla melankolik, fazla şiirsel, fazla spleen duygusu uyandıran yerler. elbette tüm bu özellikleri ile f.a.'ya çok uygun. e belli zaten, daha iki ay önce gittiği bir yere bir insan bu kadar kısa bir süre sonra yine gidiyorsa belli sevmiştir.

p.s. (2) avrupa'da, rusya'da sokakta içmek, sokakta işemek çok yaygın bir şey olsa da herhalde budapeşte'deki kadar çiş kokan bir şehir görmedim. ama yine de alkolik bir toplum mu yoksa yobaz bir toplum mu denirse kesinlikle alkolik olması tercihim. elbette her ikisi de çökertici ve sağlıksız bir durum toplum açısından ama yobaz olacağına alkolik olsun. 

p.s. (3) en çok akılda kalan...herhalde kitapçıları daha doğrusu eski kitapçıları, sahafları. her yerde her sokakta. hala okuyan, kitap satın alan insanlar.
 

Monday, September 8, 2014

Eski Türkiye (Açık) Yeni (Sarı) Desene !

Ne kadar sıkıldığımın tarifi zor. Her gün bir olay, bir felaket, bir kayırma, bir yalakalık neticesinde gelişen çirkinliklerin hüküm sürdüğü bir ülkede geçip giden hayat. Gülsen hissettiğinin bir garip, delirsen delirdiğin ile kaldığın bir yer. 
Artık yeniymiş, öyle diyorlar. Demek ne kelime, resmen böğürüyorlar, her yerde büyük harflerle etiketliyorlar, "oh be rahatladık bu yeni Türkiye bir harika dostum" nidaları ile çığırtkanlıkta çığır yapıyorlar.

Peki anladık, yeni ve şahane bir ülkedeyiz. Her şey çok güzel de eskisinden daha kötü ve daha vahim bir durumda olduğu nasıl açıklanacak? Eskisi belki çok matah değildi, yaşattığı derin acılar vardı, köhne yapısı hayatı felç edebiliyordu da hiç bu kadar çiğ, bu kadar cahil, bu kadar ucuz, bu kadar kötü niyetli, bu kadar rezil, bu kadar çirkin olunmamıştı... 

... kayıtsızlıktan ölen madenciler, şirketlerin korkunç para hırsı sebebiyle ölen genç işçiler, ota boka "darbe yapılmak istendi" saçmalığı ile masum insanlara açılan davalar, cehaleti ile ortalıklarda çıkıp kanaat önderi gibi konuşan gazeteci, manken gibi tiplerin gülünç ve acıklı halleri, istedikleri okullara gidemeyen eğitim hakkından mahrum edilen çocuklar, yağmur yağdığında sele dönen devasa köy-şehirler ve bundan kendisine hiç pay çıkarmayan pişkin belediye başkanları, şehirleri çirkinleştiren iğrenç inşaat manzaraları, kaba saba konuşan kelli felli adamlar, kocaları sevgilileri tarafından hunharca öldürülen kadınlar ve alınmayan tedbirler ...

Bitmedi. Bir süre daha bitmeyecek. Sözde yeni olan eskisini mumla aratacak kadar sıkıcı ve çirkin. Ben almayayım ve alana da "doğumgünü kutlu olsun", benden uzakta olsun. Tek bildiğim bu sürecin inanılmaz sıkıcı, sahte, mış gibi ve cahillik dolu olduğu. 

Keşke eski açık sarı dese, ona bile tavım... 

Saturday, September 6, 2014

Arada yaşananlar # XI

Tembellik böyle bir şey işte. Birçok konu, mevzu, fikir olmasına ve bunları yazmak için belirgin bir istek duyulmasına rağmen işi bir bir şekilde tembelliğe vurup, "nasıl olsa arada yaşananlar var, yazarım işte oraya" diye düşünüp geçiştirmek. Oysa neler neler var ...

hala sıcak hava, eylül sıcaklığı, illa ki "yaz bitti" başlıklı, temalı yazıların her taraftan kendisini göstermesi, çok uzaklara gidip de bizi neredeyse unutan çin fatihi f.a.; hafta içi daha da keyifli olan karaköy lokantası ve i.k. & rey. ; biz neredeyse açıldığı günden bu yana gayet türkçe telaffuzunu kullanırken herkesin örbın demesine şaşkınlıkla baktığımız urban ve fuket, bisikleti ile bizi şaşırtan amstrong # 8; karşı günü cumanın gelmesi, nikah günü, kadıköy evlendirme, isveçli, ilginç nikah memuresi, adını hiç hatırlayamayacağım selamiçeşme cadde pizzacısında kutlama ardından m.m. & t. ile papermoon coşması, eğlencesinin ertesindeki değişik sakinlik, dinginlik; gidip de katılamadığım ama gidip de katılmayı çok çok istediğim a.ç. 'nin çeşme düğünü, pharrell'e yaklaşmanın heyecanı ile arada yaşananlar...radyo günlerini, mutluluğunu, nikah tebriğini, resimlerini unutmadan geçen günler.

Saturday, August 30, 2014

Arada yaşananlar # X

muhtemel gestalt günlerinin başlayış konuşmaları, bir şekilde beceriksizlikten hatta şımarıklıktan portishead'e gitmeyip sonrasında haliyle  i.k. ile hayıflanış; neredeyse- belki- iki yıl sonra sekvotka ile beraber, sadece ikili olarak rakı sofrasına oturuş ve bir şekilde kalkmayış, şehir meyhanesi, artık hiç mi hiç aynı olmayan istiklal'de yürürken yine sefahat'e uğrayış derken hafiften döne döne eve varış; karşı'dan eski semtine gelen isveçli ile buluşup süssüz ama güzel, varaklı emanetlerini neredeyse trafiksiz bir cuma gününde td'de görmek ,bir şekilde sönük akan cumanın ardından yine bir şekilde sönük ve summer sadness halinde devam eden cumartesinin miracığım ile aydınlanması, şenlenmesi derken günlerdir akan sönüklüğün juno'da, kendiliğinden gelişen ve hiç rahatsız etmeyen bir kalabalığın içinde, ortasında, keyfinde, kahkahasında bitmesi ve hatta balkon konuşması ile neticelenmesi ardından never on sunday hali; pazartesi, anlamlı pazartesi, # 2, "ooo çok korkutucu, "ooo çok heyecanlı" bir pazartesi; sabah 6 gece 12 saatleri arasındaki trabzon-gümüşhane-giresun-trabzon üzerinden cidden yemyeşil geçen salı, giresunluların katıksız deli olması; radyo günleri, cumanın sıcak ve boğucu saatlerinde arşınlayarak ne kadar uzun olduğunu farkettiğim tepecik yolu'ndaki talihsiz adres aramalar, bulamamaların ardından çirkin ama karizmatik erkek b. & g.g. ile td 'de geçen cuma eğlencesi ile arada yaşananlara "eh maşallah"demek.    


 

Tuesday, August 19, 2014

Le retour # 3

# 8'in "ama bi gittin pir gittin bebeğim" serzenişlerini neredeyse doğru çıkartırcasına gidilen yollar, seyahatlar, tatiller derken iassos günlerinde şekillenen tekne seyahati derken öncesinde erzurum, ,iş, cağ kebabı derken (bu arada "çağ" değil "cağ" kebabı. sorduk herhalde. o yüzden hemen "ona çağ denilir" diye atlanmazsa makbule geçer), bodrum, turgutreis, tekne, j.a. + 40 yıllık arkadaşları n. & y. ve kalimnos ve leros ve deniz, ve ege mavisi ve sürekli yemek sürekli içmek ve o kadar yemeğe o kadar içkiye verilen paraların bodrum yakasıyla ilgisi olmaması, denizin de bizim artık pis olan bodrum denizi ile uzaktan yakından olmaması, yelken terimlerinin yabancılığı, tekne ve deniz kurallarının katılığı ama her halükarda deniz içerisinde olmanın keyfi ile le retour ...

p.s. tekne yolculuğu her zaman zor bir şey. defalarca çıkılmış olması, teknelerin konforlarının yükselmesi filan bir şeyi değiştirmiyor. öyle deniz yelken tutkunu olmayan biri için her daim zor. ha, ama güzel.

p.s. (2) "her şey güllük gülistanlık, hayat çok güzel" sanrısı çok kısa süren bir şey. belki iyi de öyle, gerçeklikten insan hiç ayrılmıyor, her daim gerçeğin soğuk yüzü kendisini hissettiriyor. aynen bir koyda sakin ve huzurlu saatler içerisinde elde içkiler yemek için karaya çıkmayı beklerken karşımıza çıkan Suriyeli kaçak göçmenler ve yürek burkan manzara. İki küçük çocuk iki kadından oluşan en 10 kişilik bir grubun Yunanlılarca kurtarılışı, dağlarda yürürken yırtılmış kıyafetleri, aç ve susuz hallerine rağmen sadece su içip kendilerine ikram edilen yemeklere dokunmayışları ve insanın ülkesini topraklarını bir zorunluluk sebebiyle terk etmek zorunda kalışlarının acı manzarası vs ... gerisinde herkesin değil sadece suratlarının yüreklerinin de bombok oluşunu, gecenin ve takip eden günlerin hep bir buruk geçişini söylemeye pek gerek yok herhalde. o yüzden insan sahip olduğunun değerini bilmeli, "nasıl olsa cepte" diye hoyratlık etmemeli.

Wednesday, August 13, 2014

Yeni Türkiye'den insan manzaraları

Yalan değil, yeni bir gün, bugün. Her şeyi ile yepyeni bir gün. Yeniden doğan güneşi, biten gecesi, yükselen sıcaklığı, gidilecek yerleri yapılacak işleri ile gerçekten de yeni bir gün. Yeniliğine yenilik katan bir başka özelliği ise ilk defa denenmiş bambaşka bir seçim sonucunda değişen yüzler, isimler, mevkii makam sahibi insanlar ... Ama yine de bu kadar istisnai yeniliğe rağmen değişmeyen özellikler, hareketler, insan tiplemeleri de olabiliyor. Hiçbir zaman değişmeyecek Türkiye insan manzaları gibi. Hep bir coşkulu, heyecanlı, iyiliksever, kendinden önce başkasını düşünecek kadar fedakar, asla ön plana çıkmak istemeyen, kendi egosundan ziyade birlikte yaşadıklarının, çalıştıklarının ilerlemesini isteyen, güç karşısında asla kendisini gülünç duruma düşürecek hareketlerde bulunmayan ve tabii her şeyden öte şahsiyetli ve haysiyetli ... Aynen resimdeki gibi. 

Hayırlı olsun. 

P.S. yine de şöyle bir gerçek var ki hayatta hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor. halen dünya denilen yerde yaşıyoruz ve halen insanoğlu ölümsüz değil. ölürken de yanına dünyevi hayatında cebine doldurduklarını alamadığı gibi, yaşarken isminin yanına eklemeyi pek sevdiği ve onlarla kendini özleştirdiği "ulu", "yüce", "büyük" sıfatları da götüremiyor beraberinde. neticede her şey bir gün bitiyor. işte o bitişte nerede olacağını iyi düşünmeli insan. belli olmaz belki yarın inanılan tapılan o düzen bitiverir ve kollamak gerekebilir bağzı arka bölgeleri...

Thursday, August 7, 2014

Le retour # 2

#8'in tabiriyle "ooo bebeğim gittin 20 gün gelmedin" dediği birbirini takip eden tatil günleri; önce iassos, a. ailesi, deniz, midye, yine deniz, yine midye, haliyle artık sonlara doğru patlaması beklenen kavga, istanbul'a dönüş, one nite only ve zürih ve a. & s.  ve göl ve şahane göl suyu ve herkesin yüzdüğü kendisini attığı göl suyu ve boesch tekne ve yemek ve street parade ve fantastik konular ve fantastik insanlar ve fantastik yorumlar ve fantastik yaşananlar ve her köşedeki 911ler ve fantastik özlem ve le retour...

p.s. isviçre bayıldığım, hayran olduğum bir ülke olmadığı için gidip dağlarını görmek, edelweiss peşinde koşmak hiçbir zaman çekici gelmedi. olsa da olur olmasa da olur yerlerden. 6 yılı kapı komşusu olarak geçirmiş hatta ve hatta f.a.'nın görüşmediğim haliyle de aile ağacında amca sıfatı taşıyan kardeşinin 1,5 saat mesafede yaşamasına rağmen sınırı geçtiğim seferler parmak hesabını geçmeyecek kadar sayılıdır. ama işin içine gerçekten sevilen insanlar, arkadaşlar girince iş değişiyor, mesafeler önemsizleşip gidilen yer ise güzelleşiyor. zürih de böyle oldu işte. f.a.'nın kardeşi hiç konuşmadığım, buraya geldiğinde yemeklere kahvaltılara gitmediğim halde olsam da nedense ve anlamsızca bir "davet" halinde. neden ki? yıllarımız ilgisizlik, iletişimsizlik hatta ve hatta nadir iletişim kurulduğu anlarda da "gerçek bir iletişimsizlik ile geçtikten sonra neden görüşelim vakit geçirelim ki beraber? neden tatilimi, keyifli anımı, hayatımdan bir kesiti ona vereyim ki? 

gerçekten insanların yaptıkları davranışların, ettikleri lafların karşılarındakinde herhangi bir yansıması, sonucu olmayacağını düşünmelerine çok şaşırıyorum. her türlü hıyarlığı, düşüncesizliği ettikten sonra hal ve tavırlarını bayağı geniş, komik buluyorum. ama daha da ilginci insanlar hem böyle düşünüp hem de hiçbir zaman aynaya bakmadan, sürekli "diğerini" suçlayarak, eleştirerek yaşayabilmeleri. gerçekten insanoğlu çok fantastik ama çoğunlukla da bir o kadar yorucu bir yaratık. 

whatever. kısacası aile çizelgesinde sözde üst sıralardaki birine emek, para, vakit, keyif vermektense sonradan tanıdığım ama yakınlığı ile başka yerlere gelmiş, beraber vakit geçirmekten keyif aldığım insanları tercih ederim. 

p.s. (2) döndük ettik de yalnız ama güzel ülkem hala aynı çirkeflikte, ucuzlukta, bayağılıkta. en büyük ızdırap da bu olsa gerek. her güne kişisel mutluluk çabası ile başlamak...






     

Wednesday, July 30, 2014

Göl




Bildiğim şey değil, göl. Gerçi Yeşilköy'den pek de uzak olmayan Küçükçekmece Gölü dibindeki anneanne ve dedenin meyve ağaçlı, köpekli, bahçeli, sandallı evinde çocukluk geçirmiş olsam da, göl bildiğim bir şey değil. Gerçi Boğaz dışındaki bir suyun şehrin içinden akmasına da alışık değildim ama altı yıl Rhin'nin yanında geçti gitti.  Önümüzdeki birkaç gün göreceğim göl neymiş değilmiş. Her ne kadar ıssız dağlar arasında değil de, kendince büyük bir Avrupa şehrinin ortasında olsa da eğer üzerinde tekneler dolaşıyor, insanlar yüzüyorsa o göl kocamandır, gayet şenliklidir. Ya da değildir, hiç bilemedim. whatever. on verra.

Çirkin yaz nesneleri-forever-

Gerçekten bitmiyor. Bitecek gibi de gözükmüyor. Her yaz aynı şey. Nedense kadınlar o beyaz güneş gözlüklerinden, beyaz saatlerden, askılı bluzlerinden çıkan naylon askılı sütyenlerin giymekten, ayak bileği ve diz kapağı arasındaki korkunç pantalonlardan ( hele bir de bunların kot ve üstü taşlı, süslü olanları var ki...) bıkmıyorlar. Hele bir de bunlara çirkinlik göstergesinin yeni temsilcisi Michael Kors marka çantalar eklenince her şey daha da bir fantastik estetik oluyor. Michael Kors çanta türk kadının yeni tutkusu anlaşılan. Hiçbir özelliği olmayan sıradan bir marka hatta Guess ile aynı kategori sayılır ama işte türk kadının en sevdiği en taktığı marka çantaların başında geliyor. whatever. Beyaz gözlük gibi daimi çirkin yaz nesnerlerine bir de taklit veya değil bir de bu yaz Michael Kors çanta eklensin, sahibine hayırlı olsun. Bütün Bodrum, Çeşme, Ayvalık, Antalya sahilleri lokantaları kafeleri dükkanları bu görüntüleri sergileyen kadınlarla dolu. Tekrardan tebrikler. Yaşasın yaz çirkinlikleri!