Showing posts with label Holiday. Show all posts
Showing posts with label Holiday. Show all posts

Wednesday, February 7, 2018

Arada Yaşananlar: Şili ...



Yalan değil, fantastik hatta şahane geçen Şili macerasının üzerinden tam 1 ay geçmiş de ben daha burada bahsetmemişim bile. Eskiden böyle şeyler düşünülemezken bugün değil düşünmek, aklıma dahi gelmiyor. Neymiş bir kez daha görüyoruz ki, her şey değişiyor şu hayatta. 

Peki Şili'ye geri dönersek ... Öyle böyle değil, 25 saatlik uzun bir gidiş dönüş yolculuğunun hedefi. Bir de tabii asıl arkadaş ziyareti. Aynen. İnsanın üniversitede beraber okuduğu, sonrasında da farklı milletlerden olunmasına, farklı coğrafyalara yaşamalara rağmen koparmadığı arkadaşları varsa işte ya vaftiz anne filan olunuyor ya da gidip ziyaret ediliyor. İlk olasılık Carlo ile zaten bir ömür boyu sürecek gerçeğe dönüştüğü düşünülürse geriye ziyaretler kalıyor. 
Aynen Jules ile Elisa 'yı Santiago'da ziyaret gibi. 

Sıra ile madde madde gidersek bebeğim;

- Santiago, Şili cidden çok ama çok uzak. Bunu yaptıktan sonra ben artık dünyanın her yerine uçarım. Şimdi üşenmedim baktım; Melbourne 20 saat, Cape Town 11 saatmiş. Hadi Melbourne, Santiago ile aynı fantastiklikte ama Cape Town, bildiğin çerez patlamış mısır tadında. Direkt uçuş olmadığı için İstanbul-Amsterdam-Buenos Aires-Santiago güzergahı evlere şenlik in, bin, dur, kalk, kemer bağla, kemer çöz, uyu, uyuma, yemek ye, su iç, tuvalete git, kulağına tıkaç tak, film seyret, çinlilerin susmasını dile derken geçip gidiyor işte. Zaten geçip gitmeyip ne olacak ki? Ama uçaktan korkan birisi için akıl karı bir iş değil. Kesin her seferinde panik atak geçirir, ortaya bir yere atar kendisini. Uçak korkusu olmayan ve adımımı attığım anda uyuyabilen biri olarak çok önemsemesem de dönüş yolunda Çinliler yüzünden uçağın deli gibi yüklenmesi ve Çinlilerin bir türlü koltuklarını oturmaması sebebiyle kalkışın gecikmesi aklıma Aaliyah'ın overloaded uçağın düşmesi sebebiyle ölmesi ve Uruguay rugby takımının meşhur And Dağlarına çakılması ve yolcuların hayatta kalabilmek için ölüleri yemesi gelmedi değil ama işte olmadı. 

- THY uçmadığı için KLM ile gidip neden ben KLM ile uçmuyorum diye düşünmedim de değil. Evet, yemekler matah değil de yani THY insanda antipatik duygular uyandırıyor. Her şeyi ile.  

- İstanbul buz gibi kışı yaşarken orada havanın 30 derecenin üzerinde olması şahaneydi. 

- Yemekler gayet güzel ama fazla et ve mısır. Deniz mahsülleri ise harika olmakla beraber çiğ yenmiyor. Nedense üzerine peynir meynir gibi şeyler ekleniyor ki bence gerek yok. Ohhh çiğ istiridye filan nasıl da yerim ( gerçi sünniler sevmiyor hatta sevmemekle kalmayıp bunu dinen yasaklıyor filan. gerizekalılar). Ama burada tanesi 8 liraya kadar çıkan avokadonun orada kilosu o kadar. Veya canım yaban mersinleri...burada 100 gr 15 lira, orada kilosu 2 dolar. Ve o kadar lezzetliler ki...

- Evet, şaraplar gerçekten çok güzel. Bir de sevenler için tatlılar. 

- Julien ile günler boyu aynen üniversite öğrencisi gerzekliği ve salaklığında saatler geçirdik. Bayağı Strasbourg'daki gibiydik. Asıl bomba: Petrus'un çocuğunun olması. Şok şok şok. Acayip dalga geçtik.

- Ayrıca çok acayip rüyalar gördüm. Çok fazla geldi her yerde Petrus.  

- Valparaiso ve o kıyı şeridi insanı gayet Güney Amerika'da hissettiriyor. Santiago büyük şehir, her şey var, çok kozmopolit, çok hareketli. Ama ufak yerleşimler muhtemelen daha çekici daha cezbedici. 

- Hayat güzel. Belli ki travmalar yaşanmış atlatılmış ama hafif ve güzel bir hayatın peşindeler. Elbette Güney Amerika denilen yer koskoca bir kıta ve farklı onlarca toplum ve etnisiteden oluşuyor ve genellemek manasız. Ancak bu tarafta yani Şili, Arjantin vs tarafından her şey başka bir denklemde. 

- Meşhur stadyuma yani Pinochet'in darbe yapıp solcuları, solcu öğrencilerin, sendikacıları vs işkenceden geçirdiği stadyuma gittim. Biraz J.A. & F.A.'nın zorlamasıyla desem yalan olmaz çünkü onların hissettiği ile benimkisi çok farklı. Julien de gitmemişti, beraber gittik. Garipti. Çünkü gündelik hayatın devam ettiği, hala milli stadyum olarak kabul edilen, maçların, çeşitli sportif müsabakaların yapıldığı ve şehrin ülkenin akışında gayet önemli yer tutan bir stadyum. Ama bir tribün hala o günlerin anısına dokunulmamış vaziyette duruyor. İçinde fotoğraflarla, mermi izleriyle, kırık dökük hali ile. 

- Pinochet, Evren filan tamam bunlar bir şekilde yargılandı, itibarları zedelendi de yani noldu? Hepsi 90'nına kadar yaşadı bir bok da olmadan öldüler. 90'nında hapse atsan ne olur, atmasan ne olur? Olan sadece genç, pırıl pırıl beyinleriyle sadece daha iyisini daha eşitlikçisini isteyen filizlere oldu. 
Bilmiyorum, bazı kötülükler çok uzun sürüyor ve hiçbir şekilde kötüye bir şey olmuyor. Eeee adalet neresinde bunun? Burada, bu dünyada olmadığını biliyoruz da ilahi adalet gerçekten var mı?

- Ama her şey bir yana, I heart my friends ve iyi ki de gitmişim. 






Sunday, December 24, 2017

Vol. - X ( veya hatırlanamayan)





Muhtemelen 10 yıl oldu ilk partiden bu yana. Ve o günden beri neler neler değişti, evrildi veya sonlandı. Bu yılki de efsane şekilde yaşandı bitti. Yani biz yine yeni yıla girdik. Şimdi ayın 31'inde tüm dünya ile bir kez daha girmemiz gerekiyor ama bizim cephede her sene olduğu gibi pre-yılbaşı partisi her türlü kalabalığı, eğlencesi, coşkusu, mutluluğu, diskosu, müziği, şampanyası ve tabii leşliği ile gerçekleşti...

Mutluyuz, gururluyuz, canım İstanbul'un parti günü saat 3'te başlayan ve ertesi gün yine öğleden sonra 3'e kadar yani 24 saat süren su kesintisine her şey olabileceğinin en iyisiydi. 

# Mutluluk... Şurası kesin ki bu yıl, 2016'nın iğrençliğinden pisliğinden sonra insanlar nisbeten daha hafif, daha keyifli daha umutlu daha mutluydu. Hemen herkesin hissiyati bu yönde bu çizgide olunca ortaya çıkan da mutluluk oluyor. 

# Payet... Zorunlu hiç değildi ama isteyene Studio 54'e gider gibi gelsin demiştim. Elbette kızlar için eğlenceli oldu, şahane oldu. İyi ki oldu. 

Evet, mümkünse yenisi bugünleri aradığımız değil, aydınlığın güzelliğin yılı olsun.... Şampanya hep olsun. 

Not: Her yerde Moet&Chandon fotoları paylaşımları var da, Moet bildiğin vasat bir şampanya. Bayağı sıradan. Onu içeceğine iyi bir Venedik prosecco'su iç daha iyi. Daha lezzetli, daha anlamlı daha ucuz. Ama Veuve-Clicquot, Louis Roederer (ki malum Cristal bu markanın), Ruinart, Dom Perignon gibi markaları mümkünse hep içelim, hep içme fırsatı bulalım.


Sunday, September 3, 2017

Le Retour- Not !




Yalan değil, hiçbir şekilde şehre ve bu topluma dönmek istemiyorum. Ne denizden, ne tatilden, ne o hafif tiril tiril yaz ruh halinden, summer breeze'den çıkıp sözde ihtişamlı olan bu çirkinliğe dönmek istemiyorum.

Ayrıca her 1 Eylül'de tartışmasız her mecrada çıkan "Yaz Bitti" başlıklı, temalı aptal laflardan yazıların söylemlerin klişeliğinden, vasatlığından nefret ediyorum. Ama evet, şaşırtıcı değil, vasatların yönettiği bir dünyada, bir toplumda seviye beklememeliyiz herhalde.

whatever...

Iassos'tan gecenin bir yarısı dönüp hala şehrin sessizliğini yaşayabilmek güzel olsa da bunların geçici olduğunu biliyoruz. 

Dönmek istemiyorum. Yaz, zaten bitmesin. Kendimin de bu kadar "yaz insanı" olduğunu bilmezdim. Mayomdan, hasır çantalarımdan, terliklerimden ve var ile yok arası kaftanlarımdan ayrılmak istemiyorum. Bir de üstüne kendime şaşkınım desem ...




Sunday, August 20, 2017

Ve Nice ...


Yıllarca Fransa'da yaşayıp geç gidilmiş güzergahlardan oldu Cote d'Azur... Meğer ne geç kalmışım, ne kadar yazık etmişim kuzeyde kalarak...

Tamam, kabul ediyorum, 19-25 yaşlarının serseriliğine, "nihilistliğine"; hatta üniversiteye son ergenlik dönemi ile başlayıp tam anlamıyla glamour bir serserilik ile geçen 6 yıl boyunca dolu dolu yaşanmış saçmalık, komiklik, itlik ve serserliğe vermek lazım. Ne güzelmiş orası ayrı ama neden bu kadar geç kalmışım diye de sormadım değil kendime Nice seyahatinde. 

Olsun, geç ama yine şahane bir Cote d'Azur seyahati oldu. Hem de gerçek Niçois (e) ile olması olayı daha güzel kıldı. 

Géraldine ile bir anda bir şekilde karar verdiğimiz Nice seyahati, Nico+les filles (yani yine çoluk çocuk diyeceğim de tabii çocuklar bizim türk çocukları gibi şımarık olmayınca her şey müthiş oluyor) ve tabii gerçek bir Niçois olan Michel-papi severe- deyip ilk geceden fantastik şekilde yemeğe başlamak, içilen şampanyalar, cin tonikler, evde hazırlanan eğlenceli "apéro" hallerin Michelin yıldızlı alengirli lokantalara, küçük köylerin minik pizzacısına uzanması , Eze, San Remo, Fondation Maeght, St Jean Cap Ferrat, La Turbie, Cannes'ın yoldan döndüren trafiği ve her şeyden en güzeli şehrin her tarafından denize girebilmenin hafifliği derken yani her şeyde ama her şeydeki medeniyet ve keyif ... 

 Hep özlemini yaşadığımız hissettğimiz medeniyet ve keyifli ruh hali değil mi? 





 

Sunday, July 30, 2017

Never On Sunday # 2


(Dış dünyadaki) Her şeyin bok gibi olduğu, eldeki sahip olunan bütün güzelliklerin yok olmasının bir an meselesi olduğu, müthiş sıkıcı ve gerizekalı bir toplumsal hayatta yaşarken bazı duygulara, bazı hafifliklere, bazı keyiflere erişim her daim kolay olmuyor. 
Ama yine de bir şeyler tamamen yok olmuyor, bir yerden bir filiz yeşeriyor ve güldürüyor. 
İlginç bir şekilde bugün öyle bir gün oldu. Sabahtan beri. 


Gerçi dün gece Sabahattin dönüşü sahilde U., Muzo, #8, hep beraber yürürken duyulan ağır iyot kokusu bu hafifliğin, tiril tiril ruh halinin ilk habercisiydi sanki. Öyle olmalı çünkü o kadar taze bir kokuydu ki... Üzerine bir de sabah, şehrin bütün gürültüsüne, betonlaşmasına, her tarafın hafriyat kamyonlarıyla çirkinleşmesine, İstanbul'un tüm cazibesini kaybetmesine rağmen yine de balkondan gelen çiçek kokusu ve -komik ama gerçek- kuş sesleri bir anda her şeyi değiştirdi, günü tam anlamıyla never on sunday haline soktu. 

O kadar şaşırmışım ki kendimi gülerken yakaladım. 

Diyeceğim şu ki; kendi küçük dünyamda her şey gayet iyi gitmesi ne yazık ki toplumsal hayatın her saniye çirkinleşmesi hatta leşleşmesini engellemediği için böyle hisler artık eskiye nazaran daha az daha seyrek varlığını hissettiriyordu. 

Bugün böyle bir şeydi. Onca zaman sonra güzeldi. 

P.S. Borsalino'm kırıldı. Yani kırılmadı da minik yırtıldı. Ara ara buhar tutmak gerekiyormuş gerçi 7 yıllık şapka ama işte yırtığı nasıl hallederim diye ararken youtube'dan öğrenmek ilginç oldu. Bir şekilde etamin kumaş bulmam lazım ama nasıl olacak bilmiyorum. Tam Nice öncesi biraz mutsuzum ama halledeceğiz bir şekilde. En kötüsü Roma 'ya giden olursa siparis vereceğim. 

Viva Never On Sunday ...












Monday, July 24, 2017

Gerçek Summer Breeze Mutluluğu: "Apéro"

Yani un apératif ou familierement un apéro est une boisson servie avant le repas dans certaines cultures afin d'ouvrir l'appétit

Yazın en sevdiğim olayı işte bu "apéro". Gerçekten de son birkaç yıldır yaz demek apéro demek benim için. Yukarda tanımı da var, ne olduğunu da anlatıyor. Neden diğer mevsimlerde de apéro takıntısı geliştirmiyorum bilmiyorum ama yazın nedense her gün apéro ile yaşamak, her günü apéro ile olayı bitirmek istiyorum. 

Belki de son beş yıldır yaz aylarının ilk günlerini Virginie ile geçirmektir bunun sebebi. Neticede onun da, benim de olayımız akşam yemekten önce "apéro" saati, sonra da ailecek gidilen yemek. Oradayken evet, tercihimiz şampanya etrafında şekillenen bir apéro saati. Neticede fiyatı makul kendi halinde Fransızların milli içkisi. Burada ise yalan değil kıyamıyorum şampanyalarıma, o yüzden en sevdiğim ikinci apéro içkisi cin tonik 'e dayanıyorum. Ah, canım cin tonik; ama lütfen Hendricks olmasın, Bombay da kalalım. Tamam şişesi güzel ve tasarım da tadı kötü. Minik krakerler, biraz fıstık, belki biraz -ama her zaman değil- peynir ve artık ne içilecekse. 

Apéro ciddi bir keyif, ciddi bir mutluluk. Yazın tiril tiril haline o kadar uygun ki... Hele bir de bizim bok çukurunda yaşayanlar için apéro resmen mutluluk saati.





Saturday, July 22, 2017

Arada Yaşananlar # 6



Temmuz ezelden beri sevdiğim aylardan değil, keza ağustos da. Aynı şekilde Temmuz ve Ağustos ayında doğup sevdiğim insan sayısı da bir elin beş parmağını geçmez; ki bu harika bir şey, böylece feci sıcak gecelerde boğucu doğumgünü kutlamalarına gitmiyorum. Ayrıca bu yeni yazım kuralları gereği ay isimlerinin özel isimmiş gibi büyük harfle yazılmasından ise hiç hoşlanmıyorum.  

whatever.

Zaten sevmediğim Temmuz ayı geçen seneden beri ise iyice kabus bir ay haline dönüşte. Tedirginlik, mutsuzluk, baskı, korku, hayattan bezginlik hepsi bir arada temmuzda toplanıyor, yükseldikçe yükseliyor. 

Biraz #8 'in Ağustos'a kaydırmayı beklediği planlarını öne aldırmış olsam da  ay ortasında bir anda şehirden, İstanbul'dan gitmek şahane oldu. Sadece birkaç günlüğüne de olsa cidden müthiş oldu, nefes aldırdı, o manasız ama süslü ve boyalı aptallıktan, sahtelikten, kötülükten uzaklaştırdı. 

İşin içine Merso ile biraz da arkeolojiyi ekleyince, yüreğim yaz akşamlarının "apéro saatini" bekler oldu. 

Sabah yolculuğu, araba yolculuğu, heyecanlı ve komik ama yer yer kavgalı gidiş yolculuğu deyip Efes'e, Efes Antik Şehri'ne varış, şehrin güzelliği, müzenin güzelliği, tepede güneş 45 derece olsa da o sıcakta manasız itişmeler, iyice anlamsız didişmeler deyip canım Iassos'a varmak, iyice gece olmuş ve yorulmuş vaziyette denize girmek, suyun güzelliği, suyun hafifliği, suyun keyfi, deniz insanı olmanın mutluluğu ile ertesi gün, Padova'dan beri görmediğim pek bir özlediğim Reyyyy ile artık yeni evi Bodrum'da buluşma, vın vın hareketler, sürekli alkol sürekli patates kızartması ve midye dolma ile günleri geçirme, tantana bitti dönme zamanı dendiğinde ise sağanak gelmesi ile istikametin Foça'ya çevrilmesi ile müthiş bir hale dönüşen müthiş bir yaz kaçamağı..

Monday, July 10, 2017

Duvar




Seçim zor iş. Harekete geçmek ise daha zor. Bazı konularda üşengeçlik insanın üzerine oturuyor, kalakalıyorsun. 

Bu sefer öyle olmadı. Garip bir şekilde hızlıca karar verip, harekete geçip 3 günde bir şekilde halledildi. Bir de üstüne üstlük dinamo etkisi yarattı. 

Uzun zamandır summer breeze hissi hissettiren en büyük etkilerden oldu. 

İlginç. Demek ki hayat ciddi bir şekilde, derinden değişiyor. 

Mavi ise şahane bir renk. Hele Yves Klein mavisi, hele Matisse mavisi... Tavım...

Tuesday, August 16, 2016

Brezilya bile unutuldu...

O kadar boktan bir yerde o kadar boktan bir dönemde yaşıyoruz ki eğlenceli hayallerimizi süsleyen, müziği ile bizi mutlu eden, Brazilian Jiu-Jutsu ile bizi kendine çeken, kültürü ile iyice içine alan Brezilya'yı ve Brezilya'da gerçekleşen olimpiyatları unuttuk. 

Elbette gerçek bir unutma değil de, ruhumuz, ruh halimiz 4 yılda bir gerçekleşen ve gerçekleştiğinde yaz eğlencesi haline gelen olimpiyatlar ilgimizin dışında kaldı, uzağımızda kaldı. Bunda hıyar TRT'nin son ana kadar oyunları satın almaması da yok değil de yine de bütün bir yaz yaşananlar, yaşanmaya devam edenler ruhumuzu tüketti. 

Kendimi her daim umutlu, güçlü, yılmayan, hayata sarılan biri olarak görsem de bazı günler cidden zor. İnsanın yüreği sıkışıyor. Son birkaç yıldır böyle. 

whatever.

Gönüller isterdi ki yine önceki olimpiyatlarda olduğu gibi buraya erkek yüzücü resimleri koyalım, adonisleri ile iç geçirelim, hafif hafif tiril tiril bir yaz geçirelim. 

Nah derler adama işte böyle!

Ama yine de yüzücüler pek bir şahane pek bir güzellerdi; yalan değil. Saatler boktandı ama yine de yakalayabildik biraz. 



Sunday, June 26, 2016

Never On Sunday






Gerçekten böyle bir gün oldu. Uzun ama çok uzun zaman sonra. 

Hava ise sanki yağacakmış gibi tiril tiril bir vaziyette. 

Telefon, müzik, gazete, dergi, kitap, yemek ve nudist vaziyette geçen bir ruh hali. 

Dışarda kim bilir neler oluyor ama çok uzun zaman sonra kapıyı çalan bu tiril tiril ruh hali için mutlu olmak lazım, keyiflenmek lazım. 

Son olarak; Marilyn cidden çok güzelsin...

Monday, October 19, 2015

Arada Yaşananlar # 5

En son Arada Yaşananlar ın üzerinden üç ay, en son yazının üzerinden-jusqu'hier- bir ayı aşkın zaman geçmiş. Yaşananlar da, olanlar da hem ilginç hem sıradan, hem çirkin hem güzel, hem mutlu hem mutsuz, hem umutlu hem umutsuz. Her zamanki gibi that's life derdim ama demiyorum çünkü artık işin tadı kaçtı, herkesin yaşanan her şeyde bir imzası iyi veya kötü bir katkısı var. Önemli olan doğru olan tarafta olmak ve evet, bazı şeyler sadece doğrudur bazı şeyler de sadece yanlış. Doğruya yanlış, yanlışa da doğru denmez. 

Yeni hayat öncesi kısa ama şahane Bozcaada seyahati, # 8, beklendiği kadar beklenmedik şekilde müthiş geçen Bozcaada tatili, pek güzel Kaikas Oteli, pek güzel Kaikas Oteli'nin pek bir ses geçiren odaları, pek popüler Bozcaada mekanlarının fiyasko hali (hele o ada'm filan gibi şişirilmiş yerleri cidden geçip daha başka daha güzel yerlere gitmek lazım) neticesinde daha doğru düzgün daha az bilinen yerlere yönelme ; 3 gün neticesinde dönüş ve E. & R. 'nin düğünü ile düğün sezonunun-mutlulukla-kapanması, gayet güzel düğün, gayet keyifli ve eğlenceli düğün, kasmayan insanlar, rahat insanlar, eğlenen ve suratsızlık etmeyen insanlar; başlangıç ve kendine güvenli, iğnelemeden konuşan, güzellikleri söylemekten çekinmeyen, düzgün insanlarla -yine ve yeniden vakit geçirmeye hala şaşmak ; J.A.'nın küçük ama eğlenceli doğumgünü kutlaması, bir o kadar fantastik doğumgünü hediyesi ; bayram tatili, şehir dışındaki J.A. & F.A. ile gerçekleşen erken bayram tebriğini bayramın ilk günü Boogie Boy ve pek sevdiğim ebeveynleri Sani & A. ile yapıp geri kalan günlerde yayılıp tembellik derken tatile vedayı bayram yemeği ile yapmak. Pek sevdiğim A. ve yine pek sevdiğim arkadaşı İ. 'nin komşu çıkartmasına Sekvotka'nın kitap teslim günü yaklaştığı için katılamaması (ki bitmedi o kitap hala), kafasındaki peruğu ile büyük bir heyecan içerisinde gelen A., erken ve gayet keyifli gelen çirkin ama karizmatik erkek B., ilk defa erken gelen #8 ve yine keyif eğlence hedonist güzelliklerde başarılı bir yemek ; her türlü acayip içeceği yiyeceği yemiş denemiş olsam da hayatımda ilk defa yaşadığım üç günlük detoks deneyimi, ilk günün inanılmaz zorluğu (ama o zorluğun sonra o ikinci yeşil içecekten geldiğinin anlaşılması), devam eden günlerin yorgunluğu ama bitimindeki tarif edilemez hafiflik ve daha da ilginci hiçbir şeyin ama hiçbir yiyecek veya içeceğin özlenmemesi. 

Ha tabii bütün bu süreçte ülkenin her tarafındaki patlamalarda ölen insanlar, ablukaya alınan iller, mahalleler, evinin balkonunda öldürülen çocuklar...Neden? Çirkinlikle kaplı insan süretlerinin hırsı ve leşliği uğruna. 

Evet hayatlarımız ne yazık ki iktidar hırsının korkunçluğu ile kişisel mutlulukların nefes alması arasında gidip geliyor. Şansımıza da kaderimize de sıçayım...

Saturday, August 29, 2015

Breathe-Respire, III

Yalan değil tatlı bir heyecan hakim. Birçok şeye olduğu gibi, hemen önümüzdeki günlere de. Zamanıydı, iyi oldu, ani oldu ama iyi oldu, güzel oldu, beklenmedik oldu, summer breeze oldu. 

Sous le soleil bebeğim...

Wednesday, July 8, 2015

Arada yaşananlar # 4

Teslimin ardından gelen "az tatil" ve sonrası ve aylaklık günleri ilerlerken bambaşka şekillenen yeni günlere heyecana kapılmadan yapılan hazırlık, arada yaşanan tatsız ölümler, cenaze törenleri derken ilerleyen zamanlarda yine kapıyı çalması -ne yazık ki- beklenen azrail temalı günlerde pek bir sevilenleri ayakta tutmaya  çalışmak, onlarla beraber olmak, destek vermek derken akmaya devam eden hayat, yapılan kimi kutlamalar, görülen kimi tanıdıklar, gidilen kimi mekanlarla geçen arada yaşanlar günleri...  

p.s. sinagogdaki tören şahane bir sosyolojik gözlem alanı gibiydi.  sosyal dinamiklerle toplumsal ifadelere hiç girmeden daha eğlenceli bulduğum türkiye'nin wannabe beautiful people'nın ne yazık ki beautiful olmayan yüzüne yorum yapıp geçeceğim. bütün kadınların yüzü feci gergin ve aynı ve o kadar gerginliğe rağmen buruş buruş. cidden çok kötü. facelift'e hiç itirazım yok da o kadar paraya, o kadar genç görünme çabasına bari ortaya doğru düzgün bir sonuç çıksa. herkes birbirinin aynısı olduğu gibi herkesin facelift defoları da aynı. istisnai olan tek isim ender mermerci. yaşına uygun ama şahane bir yüze sahip kendisi, oyun arkadaşlarının tersine.

p.s. (2) isveçli 'nin gecikmeli doğumgünü kutlaması vardı cumartesi akşamı. ilginçti; çok uzun zaman sonra bir arada. gerçi "ilginç" doğru bir ifade mi emin değilim çünkü kelimenin sözlük anlamındaki bir ilginçlik yoktu gecede. her şey nasılsa öyle idi. şaşırtıcı, beklenmedik, farklı herhangi bir şey yoktu ama aslında her şey farklıydı. hem de en temelinden olmak üzere. ilginçliğe geri dönersek ise, kelime anlamıyla bir ilginçlik değil ama belki sık yaşanan bir duygu olmayan "kayıtsızlık" (indifférence) duygusunun varlığı ilginç gelmiştir. whatever. ilginç veya değil ama gecenin geçirildiği suna'nın yeri fazlasıyla abartılan, övülen yerlerden biri. yemekler sıradan, servis sıradan, iskelede oturmuyorsan her şey sıradan. hayır, ilk defa gitmiyorum ve evet, her seferinde böyle düşünüyorum. aynı zamanda deniz kıyısında olmasına rağmen hiç öyle summer breeze duygusu veren bir yer değil. fazla zorlama, fazla iteleme. kısacası hayranlarının aksine, benlik mekanlardan değil.

p.s. (3) uzun zamandır görmediğim ve masada pek bir isteyerek karşısına oturduğum julius sezar cidden şahaneydi. yalan değil, pek sevdiğim julius sezar geceyi ilginçleştiren etkenlerdendi. gerçekten "ilginç"leştiren, yani sözlük anlamı ile.

p.s. (4) ancak her şeye rağmen cumartesi akşamı uzun zamandır istediğim kıyafet içeresindeydim. bir nebze olsun yukardakine benzeyen ancak gidilen yer itibariyle çok abartılmayan halde. çok uzun zamandır j.a. "eskiden, fransa'dayken çok güzel giyiniyordun. şimdi burada bütün kızlar nasıl giyiniyorsa öyle giyiniyorsun yani sıradan" deyip duruyordu. haklı da. sarhoşluk yıllarının bir türlü tükenmeyen sonuçlarından birisi daha.; yakın çevreyi oluşturan sıradanlığa uyum sağlama baskısı, ehlileşme, sıradanlaşıp ehlileştikçe gelen hayallerin, hayatların, rüyaların, umutların, dik duruşun, gösterişin, ifadenin ve hatta kıyafetlerin sıradanlaşması, sönükleşmesi derken guess who's back...hallelujah!  

Wednesday, July 1, 2015

Arada Yaşananlar # 3

Arada yaşananlar, hızlı yaşananlar, hızlı yaşanmak zorunda olanlar derken nihayetinde bitmesi, teslim derken, jüri derken, jürinin kallavi ve fantastik üyelerinin yorumları, keyifli okuma halleri derken havanın henüz yaz sıcaklarından patlamayan güzel esintisi, tiril tirilliği ile geçip giden günler... nisbeten sakin ama yoğun ama telaşlı geçen geçtiğimiz hafta, pazartesi teslim, cuma jüri, arada pek sevdiğim S.E. ile geçirilen kah tatlıya bağlanan tatsızlığı, kah dostluğu, kah birası, kah kahvesi, kah patates kızartması ile tüm bir beşiktaş gününi takiben jüri günü, cuma günü, kutlama günü, Juno günü hatta pek bir keyifli coşkulu eğlenceli Juno kutlama günü derken bir anda gelen sakinlikle başlayan yeni hafta, "aman 1-2 gün oturayım" derken gidilen Iassos, deniz, sun kissed days, elbette polisiye romanlar, elbette müzik, elbette bira patates kızartması ve özlemi çekilen # 8 'e doğru koşa koşa İstanbul.

P.S. Arada yaşananların bir de kendi içerisinde arada yaşananları var ki ... Kennedy mi desem, komik ve gülünç halleri mi desem, "vah vah" diye düşündüren tavırları mı desem... Yaşlanmayı özellikle de zarafetle kabullenerek yaşlanmayı bilmek lazım. Hadi yaşlanmak olmasın, "yaş almak" olsun adı. Rahat olmak lazım hayatta. 

P.S. (2) Geçenlerde gazetelerden birinde Derwall'in ölümünün üzerinden 8 yıl geçtiğini okudum bir yazıda. Evet, Derwall'i hepimiz seviyoruz, Fenerli olsak da seviyoruz ama benim için asıl can alıcı noktası yazının "8 yıl" ifadesiydi. Çok iyi hatırlıyorum blogda Derwall'in ölümü sonrası yazdığımı, Yeşilköy'de bize çok yakın oturduğunu, gerzek çocuklar olarak sürekli evinin önünden geçtiğimizi filan ama aradaki 8 yılı atlamışım. Daha doğrusu hiç 8 yıl geçmiş gibi gelmiyor. 8 yıl. Yazı ile de rakam ile de sekiz, 8, yıl işte. Ne kadar çok şey yaşanmış sekiz yılda. Aman Allahım...Yok bugün gelinen nokta hiç kötü değil de çok şey yaşanmış, atlatılmış, bitirilmiş, başlanmış...İyi ki. Ama sekiz yıl bebeğim ya. Az değil.

Monday, October 13, 2014

Arada yaşananlar # XII


Evde kalınan bayram tatili, A. Ailesi'nin devam eden ada macerası ile ilk gün gidilen adanın toplu taşımadaki insanı bunaltan bütün arap yarımadasını neredeyse taşıyan kalabalığı, tatilin devamı, tatilde okunacaklar, tatilde konuşulacaklar derken hala en lezzetli, hala en sevdiğimiz meyhane Cavit'e taramalı, lüferli bir nevi bayram ziyareti; artık Buenos Aires'i ikameti olarak seçen Forever A. buluşması, Cihangir'de yaşayıp da Cihangir'de herhangi bir yere gitmeyi sevmeyen biri olarak Forever A. sayesinde bilmediğim gitmediğim mekanlara gitmenin ilginçliği; hala devam eden hatta gelişen, içinden bir yenisini doğuran radyo günleri, üzücü ve insanı boğan gündemde nefes alabilmek için biraz J.A., bolca # 8 deyip cumartesi gecesi mutluluğu olarak Sabahattin, toplum içerisinde utandırarak doğumgünü kutlaması yapılan Boogie Boy & U. ve tabii Muzo ve her daim "siz biraz kendi aranızda hasret giderin" deyip geç gelen # 8, gecenin fantastik sürprizinin Sabahattin'e geldiğimizde karşıma çıkan ve kendilerini pek bir özlediğim K. Sisters ve A.Ç.  ile geçip giden rakılı lüferli palamutlu bir saturday nite happiness ile never on sunday sakinliği, pazar sineması, patlamış mısırı, ikili yapışık koltukları ile arada yaşananlar...

P.S. Bayram öncesi tez için yapılan konuşmalar bir şekilde iyi hissettirdi, yalan değil. Ama artık başlamak yazmak lazım. 

P.S. (2) Sıkıcı olduğu kadar bir savaş alanına dönen kaderimiz olan coğrafya sebebiyle keyfim pek olmadığından Gülben Ergenli "kocasının ve kendini elini öpme" hadisesi gibi konuları geçiyor gibi oluyorum; işte ona üzülüyorum. Daha detaylıca ve derinden gireceğim günler yakındır ama keyfim yok bu tip konulara. Yine de şöhretli takımına gelene kadar şöyle bir etrafa bakıp, elbette sadece benim değil hemen herkesin hemfikir olup diyeceği şey şudur ki "insanoğlu ancak inanmak istediğine inanır, karşısındakini, kendi içinde bulunduğu durumu ancak görmek istediği gibi görür". Nasıl Gülben Ergen'nin asıl sevindiği olayın boşanmış ve üç çocuklu biri olarak birisini bulması olup, bunu dışarıya sanki istisnai bir sevgi ve saygı paylaşımı ile beraber en çok da bugünlerde çok para getiren musluk maneviyat yolundaki müthiş bir birliktelik gösteriyorsa; nasıl yan masadaki adam gençliğinde yaşadığı ilişkiyi kendisinin olmasını istediği hali olan "acıklı, fedakar, büyük aşk" şeklinde çizip, olayın gerçek yüzünü yani ruhsal bir sarhoşluk olarak kabul etmeyip kendisini kandırıyorsa; nasıl telefonda bir zamanlar ilk aranacaklarda ismi kayıtlı olup bugün ancak bitmiş veya şekil değiştirmiş arkadaşlığın bir aktörü yaşananların gerçek sebebini görmezden gelip kendi inanmak istediği mazereti dillendiriyorsa; nasıl politikacılar yaptıkları bütün hataları yalan söyleyerek süsleyip yeniden satıyorsa hepimizin bu hayatta oynayacak sahnemiz, daha çok takacak maskemiz var demektir. Buradaki ince çizgi kafada kurgulananın gerçeğin üstünü örttüğü yerde gizleniyor. Yoksa mesele takmak ise, hiç sorun değil, herkesin bir şekilde bir yerlerde bir takım insanlarla beraberken taktığı maskeler var. Maske ile gerçek birbirini tamamlıyor, birbirine uyumlu ise sorun yok ama maske kendini "ben buraya ait değilim" deyip sürekli düşüyorsa işte orada iş ilginçleşiyor. Günün sonunda herkesin maskesi kendisine. 

P.S. (3)   "Allah yazdıysa bozsun" derdi Sekvotka ikimiz için çıkan dedikodulara, varsayımlara. Gerçekten de arkadaşlar arası yaşanan ilişkilere "dostluk mu sevgililik mi" denirse kesin dostluk kazanır. En azından bizim dükkanda. Ne var ki bu "Allah yazdıysa bozsun" lafı kimi zaman kimi ilişkiler için herhangi bir yere gitmemesi ne kadar doğruymuş, yaşandıkça, görüldükçe doğruluğunu ne kadar da hissettiriyormuş. Iyi ki yazılan bozulmuş, iyi ki hiç yazılmamış, iyi ki, iyi ki, iyi ki ... Cidden şöyle bir düşünüp, gözümün önüne getirdim de midem kalktı. 

P.S. (4)   Savaş hali, silahlı saldırı hali, ayrımcılık hali, birbirini, komşunu, kardeşini öldürme hali hiç bitmeyecek mi burada? Hiç mi güne keyifle mutlulukla başlayamayacağız ve hep mi mutluluğa ulaşmak için çaba sarfedeceğiz? Sıkıldım.

Monday, September 22, 2014

Le retour # 4

j.a.'nın doğumgünü için ailecek gidilen budapeşte, aradaki mesafenin sadece 1,5 saat oluşu, değişik otel bize pek uymayan otel, öncesinde çalışılan adresler, lokantalar, kafeler, müzeler, semtler, sokaklardaki çiş birikintileri, erken içmeye başlayan macarlar, en ufak bir soruya dünyanın en önemli sorununu çözmeye yardım ediyormuşcasına cevap veren ilgilenen macarlar, yenilen domuz sosisleri, salamları, içilen biraları, müthiş tokaji şarapları, şehrin her tarafındaki puskas resimleri, formaları, f.a.'nın, onun yaşındaki her futbolseverin olduğu gibi, puskas aşkı, taksi şöföründen sosiscisine kadar herkesle puskas konuşması, kızların güzelliği değil de kendileriyle olan barışıklığı, rahatlığı, sokaklarında genç veya yaşlı farketmeden her çiftin keyifle öpüşmesi, müzelerin güzelliği, kitapçılarının neredeyse tarifi imkansız albenisi,  pazarların çekiciliği, şehirdeki çoğu binanın köhneliği ama aradaki bazılarının muhteşemliği, new york café, gerbaud gibi yerlerin en az 100 yıllık geçmişleri olması, karpatia etterem 'deki doğumgünü gecesi kutlamasında j.a.'nın pek mutlu olması, hiç benlik bir şey olmayan çigan çalgıcıların onun tepesinde değil de ne yazık ki benim tepemde çalması, yemeklerin garsonların tam anlamıyla kutlamaya uygun olması, günün sonunda bir şekilde her şeyin her şeye rağmen mutluluk verici olması derken le retour ... bir sonrakine kadar. 

p.s. budapeşte gerçekten güzel şehir ama doğu avrupa anlaşılan benlik bir yer değil. fazla melankolik, fazla şiirsel, fazla spleen duygusu uyandıran yerler. elbette tüm bu özellikleri ile f.a.'ya çok uygun. e belli zaten, daha iki ay önce gittiği bir yere bir insan bu kadar kısa bir süre sonra yine gidiyorsa belli sevmiştir.

p.s. (2) avrupa'da, rusya'da sokakta içmek, sokakta işemek çok yaygın bir şey olsa da herhalde budapeşte'deki kadar çiş kokan bir şehir görmedim. ama yine de alkolik bir toplum mu yoksa yobaz bir toplum mu denirse kesinlikle alkolik olması tercihim. elbette her ikisi de çökertici ve sağlıksız bir durum toplum açısından ama yobaz olacağına alkolik olsun. 

p.s. (3) en çok akılda kalan...herhalde kitapçıları daha doğrusu eski kitapçıları, sahafları. her yerde her sokakta. hala okuyan, kitap satın alan insanlar.
 

Tuesday, August 19, 2014

Le retour # 3

# 8'in "ama bi gittin pir gittin bebeğim" serzenişlerini neredeyse doğru çıkartırcasına gidilen yollar, seyahatlar, tatiller derken iassos günlerinde şekillenen tekne seyahati derken öncesinde erzurum, ,iş, cağ kebabı derken (bu arada "çağ" değil "cağ" kebabı. sorduk herhalde. o yüzden hemen "ona çağ denilir" diye atlanmazsa makbule geçer), bodrum, turgutreis, tekne, j.a. + 40 yıllık arkadaşları n. & y. ve kalimnos ve leros ve deniz, ve ege mavisi ve sürekli yemek sürekli içmek ve o kadar yemeğe o kadar içkiye verilen paraların bodrum yakasıyla ilgisi olmaması, denizin de bizim artık pis olan bodrum denizi ile uzaktan yakından olmaması, yelken terimlerinin yabancılığı, tekne ve deniz kurallarının katılığı ama her halükarda deniz içerisinde olmanın keyfi ile le retour ...

p.s. tekne yolculuğu her zaman zor bir şey. defalarca çıkılmış olması, teknelerin konforlarının yükselmesi filan bir şeyi değiştirmiyor. öyle deniz yelken tutkunu olmayan biri için her daim zor. ha, ama güzel.

p.s. (2) "her şey güllük gülistanlık, hayat çok güzel" sanrısı çok kısa süren bir şey. belki iyi de öyle, gerçeklikten insan hiç ayrılmıyor, her daim gerçeğin soğuk yüzü kendisini hissettiriyor. aynen bir koyda sakin ve huzurlu saatler içerisinde elde içkiler yemek için karaya çıkmayı beklerken karşımıza çıkan Suriyeli kaçak göçmenler ve yürek burkan manzara. İki küçük çocuk iki kadından oluşan en 10 kişilik bir grubun Yunanlılarca kurtarılışı, dağlarda yürürken yırtılmış kıyafetleri, aç ve susuz hallerine rağmen sadece su içip kendilerine ikram edilen yemeklere dokunmayışları ve insanın ülkesini topraklarını bir zorunluluk sebebiyle terk etmek zorunda kalışlarının acı manzarası vs ... gerisinde herkesin değil sadece suratlarının yüreklerinin de bombok oluşunu, gecenin ve takip eden günlerin hep bir buruk geçişini söylemeye pek gerek yok herhalde. o yüzden insan sahip olduğunun değerini bilmeli, "nasıl olsa cepte" diye hoyratlık etmemeli.

Thursday, August 7, 2014

Le retour # 2

#8'in tabiriyle "ooo bebeğim gittin 20 gün gelmedin" dediği birbirini takip eden tatil günleri; önce iassos, a. ailesi, deniz, midye, yine deniz, yine midye, haliyle artık sonlara doğru patlaması beklenen kavga, istanbul'a dönüş, one nite only ve zürih ve a. & s.  ve göl ve şahane göl suyu ve herkesin yüzdüğü kendisini attığı göl suyu ve boesch tekne ve yemek ve street parade ve fantastik konular ve fantastik insanlar ve fantastik yorumlar ve fantastik yaşananlar ve her köşedeki 911ler ve fantastik özlem ve le retour...

p.s. isviçre bayıldığım, hayran olduğum bir ülke olmadığı için gidip dağlarını görmek, edelweiss peşinde koşmak hiçbir zaman çekici gelmedi. olsa da olur olmasa da olur yerlerden. 6 yılı kapı komşusu olarak geçirmiş hatta ve hatta f.a.'nın görüşmediğim haliyle de aile ağacında amca sıfatı taşıyan kardeşinin 1,5 saat mesafede yaşamasına rağmen sınırı geçtiğim seferler parmak hesabını geçmeyecek kadar sayılıdır. ama işin içine gerçekten sevilen insanlar, arkadaşlar girince iş değişiyor, mesafeler önemsizleşip gidilen yer ise güzelleşiyor. zürih de böyle oldu işte. f.a.'nın kardeşi hiç konuşmadığım, buraya geldiğinde yemeklere kahvaltılara gitmediğim halde olsam da nedense ve anlamsızca bir "davet" halinde. neden ki? yıllarımız ilgisizlik, iletişimsizlik hatta ve hatta nadir iletişim kurulduğu anlarda da "gerçek bir iletişimsizlik ile geçtikten sonra neden görüşelim vakit geçirelim ki beraber? neden tatilimi, keyifli anımı, hayatımdan bir kesiti ona vereyim ki? 

gerçekten insanların yaptıkları davranışların, ettikleri lafların karşılarındakinde herhangi bir yansıması, sonucu olmayacağını düşünmelerine çok şaşırıyorum. her türlü hıyarlığı, düşüncesizliği ettikten sonra hal ve tavırlarını bayağı geniş, komik buluyorum. ama daha da ilginci insanlar hem böyle düşünüp hem de hiçbir zaman aynaya bakmadan, sürekli "diğerini" suçlayarak, eleştirerek yaşayabilmeleri. gerçekten insanoğlu çok fantastik ama çoğunlukla da bir o kadar yorucu bir yaratık. 

whatever. kısacası aile çizelgesinde sözde üst sıralardaki birine emek, para, vakit, keyif vermektense sonradan tanıdığım ama yakınlığı ile başka yerlere gelmiş, beraber vakit geçirmekten keyif aldığım insanları tercih ederim. 

p.s. (2) döndük ettik de yalnız ama güzel ülkem hala aynı çirkeflikte, ucuzlukta, bayağılıkta. en büyük ızdırap da bu olsa gerek. her güne kişisel mutluluk çabası ile başlamak...






     

Wednesday, July 30, 2014

Göl




Bildiğim şey değil, göl. Gerçi Yeşilköy'den pek de uzak olmayan Küçükçekmece Gölü dibindeki anneanne ve dedenin meyve ağaçlı, köpekli, bahçeli, sandallı evinde çocukluk geçirmiş olsam da, göl bildiğim bir şey değil. Gerçi Boğaz dışındaki bir suyun şehrin içinden akmasına da alışık değildim ama altı yıl Rhin'nin yanında geçti gitti.  Önümüzdeki birkaç gün göreceğim göl neymiş değilmiş. Her ne kadar ıssız dağlar arasında değil de, kendince büyük bir Avrupa şehrinin ortasında olsa da eğer üzerinde tekneler dolaşıyor, insanlar yüzüyorsa o göl kocamandır, gayet şenliklidir. Ya da değildir, hiç bilemedim. whatever. on verra.