Thursday, January 31, 2013

Büyük özlem

En son dün söyledim. Özlemimi; "büyük" özlediğimi. Doğumgünü, geleneksel parti, yeni yıl partisi, her iki tarafta halen yer yer devam eden hastalık hali, başkaları ile buluşmalar, kimi zorunluluklar derken en sevdiğimiz eğlenceyi sıradan yaşamışız, yemeğin yanında 2-3 ile yetinmişiz. Hele hele kendisi dün dönerek çok eğlenceli, çok komik, çok şahane, çok fantastik vaziyette gelince bir kez daha hatırladım, içim kıpırdadı ve "en kısa ikimiz de beraber sarhoş olmalıyız" diyerek büyük özlemimi dile getirdim. Resmen kış geldi, yağıştan, soğuktan, hastalıktan içip döne döne gelmeyi unutmuşuz. Oysa nasıl da komik hallerde oluyoruz.

Tuesday, January 29, 2013

Soğuk kıran / kış kıran

Gündüzü gecesi yok bence. Kahve var, Jameson var, İrlanda var; o halde tamamdır. Hava zaten soğuk ve ötesinden hallice. Erken kararan siyah günler neticesindeki kış depresyonu kapıda bekler vaziyette. Üşümekten çoktan yorulmuş, öksürmekten boğazımı tahriş etmiş vaziyetteyim. tonight is right for irish cream. and more..

netice: irish cream ile kış kırıldı, soğuk zaten kırıldı. kalpler ise kırılmadı. aksine. ama yapışmayalım mümkünse-geri kalanla, geride kalanla.


- 2 : Ferdi Özbeğen

Hiç dinlediğim müzik olmamasına, sadece iş vesilesi ile defalarca konuşmuş ama hiç görmemiş olmama rağmen ölümüne çok üzüldüğüm insanlardan oldu, Ferdi Özbeğen. Daha pazar günü gazetedeki röportajını görüp yıllar sonra karşıma çıkmasına şaşırmış, # 8'e anlatmıştım. Dün gece de olan olmuş, hastalığına yenilmiş.

Öyle "ölüm" yerine "ışık olmak, yıldız olup kaymak" gibi laflar tahammülümü zorladığı için oralara girmeyeceğim de zarif ve hoş bir insandı Ferdi Bey. Telefonu "günaydın Anotherstar Hanım nasılsınız bugün" diye açar, yardım etmek için de elinden geleni yapardı. İyi insandı. Düzgün insanların ölmesi ve geride kalanların çoğunlukla mal olması kötü bir şey.

p.s. yalnız bu ölüm vs gibi hadiselerde gerçekten 2013 hızlı başladı. aynen doğumlar gibi. aslında belki de aynı. hepsi hayat. hepsi hayatın gerçeği; ölüm de doğum da. that's life .
 

Monday, January 28, 2013

P.S. # 2

güzel cuma, bahar havalı cuma, pek sevdiğim s.e., namlı, saatler, oversize kısa palto, kanyon, i.d. the loony, yine saatler, dean & deluca'nın sıkıcılığı ve aynı zamanda yeni it-mekan oluşu, 100 gr stilton'nın 27 lira olması (148 gr 37 imiş, görmüş olduk), erken eve dönüş mutluluğu, heyecanı, yağmurlu ve bahar havasından eser kalmayan cumartesi, taziye ziyareti, ilginç bir şekilde olmayan cumartesi gecesi trafiği, g.g. ile "bira-patates" eğlencesi deyip istikamet juno, touchdown derken ne yazık ki bir cumartesi gecesinin feci şekilde etnik şaman gecesi olması itibariyle last exit to brooklyn misali touchdown'dan koridor 'a kaçış, h.'nın gecemizi kurtarması, nihayet güzel müziğe kaçış, dans, müzik eğlence derken pek keyifli iken # 8'in de yanımıza gelmesi ile iyice eğlenceli hale dönüşmesi, nihayet single malt ve aberfeldy keyfi, soğuk pazar günü, soğuğa ve havanın erkeden kapanmasına rağmen büyük ölçüde never on sunday hissiyatı, ahmad jamal, antonio carlos jabim&stan getz&joao gilberto ile yayılmışken "no" için yetişme telaşı, koşuşu, # 8'in "bak şimdi napıyorum" deyip  dana gibi dik yokuşu koşup benim arkadan sakince yürümem, beyoğlu sineması ve yer gösteren, sanki evine misafir gelmiş gibi herkesle konuşan zarif amcası ile buna karşılık garip ve gündelik hayat nezaketinden yoksun istanbul hipsterları, büyük ölçüde güzel film, yine taşları kırılmış, çamur içerisinde çirkinlikten patlamak üzere olan istiklal, temiz boyalı ayakkabı giymenin sadece 2 saniye sürdüğü şehir istanbul, her saniye her gün her yeri değişen değiştirilen iktidarın nefretle sevdiği şehir istanbul, hacı abdullah kazığı, bir istanbul geleneği ve soğuk hava ve sevimsiz soğuk hava ile biten haftasonu...

p.s. tabii yalnız ve güzel ülkem hiçbir zaman fokurdamaktan durmadığı için haftasonu bombası mesela " iyi ki millet bu solculara itimat etmiyor. İtibar etseydi, 1970 model fordlara, millet mercedes niyetine binmeye devam ederdi" cümlesi kabul edilebilir. hiç ama hiç irdelemeyeceğim bu cümlenin anlamını, ezikliğini, manasızlığını. ama gerçekten de iyi ki millet solculara itimat etmeyip sağcılara ve muhafazakarlara, dincilere itimat ediyor da, mercedes'e binerken ödediği yüksek verginin, uçuk benzin parasının emsalleri ile birbirini tutan tarafı yok. yemiş ağzına tokadı oturuyor işte. hem şahsiyetsiz, hem haysiyetsiz, hem borçlu, hem işsiz, hem gösteriş peşinde, hem mercedes'li hem lpg'li, hem inançlı hem hüseyin üzmez'ı savunuyor...işte gerçekten de iyi ki solculara itimat etmeyen bir millet bu. her şey şahane burada!  


              

Thursday, January 24, 2013

Küfür & bela

Küfür genelde ağır gelen bir laf gibi dursa da çoğunlukla pek kaale alınmaz. Özellikle de sokakta, araba kullanırken, yürürken, yemek yerken filan yabancılardan geldiğinde hiç mi hiç önemsenecek bir durum yoktur. Erkekler elbette bu "analarına" ve "ecdadlarına" küfür konusunda daha alınganlar ama açıkcası elin adamı/kadının söylediği herhangi bir küfür takılacak umursanacak şey değil. Duymazsın yürür gidersin. Ancak bela okumak pek öyle değil. En azından benim nezdimde.

Bugün, Türkiye'de her gün olduğu gibi zor ve sevimsiz ve yorucu ve iç karartıcı günlerden biri olarak yaşandı. Pınar Selek'in müebbet hapis kararı diye yazsam yeter biter. 3 kere beraat etmiş, hiçbir kanıt olmayan bir insan yapmadığı işlemediği bir suç için yine adaletsizlikle karşı karşıya, yine hayatının bitmeyen çilesini yaşamak durumunda. Kendisi mutlaka çok ağır yaşıyordur da, babası benim de J.A. & F.A.'dan bildiğim "Alp Ağabey"leri muhtemelen bu durumu çok daha karanlık yaşıyor, kendisinin bu yaşında evladının bitmeyen haksız mahkumiyetine direnmeye çalışıyordur. Kimse, hiçbir baba/anne/ebeveyn/evlat/insan, neyse ne, artık bu yaşta bu dönemde bu çağda böyle bir durum yaşamamalı, bu kadar üzülmemeli.

Bugün bu istisnai muhteşemlikteki kararı imzalayanlar da belki çoluk çocuk sahibi, aile sahibi insanlardır. Merak ediyorum vicdanları sızlamadan bu akşam uyuyabilecekler mi? Bundan sonra bir insanın hayatını kararttıkları için kendilerinde bir rahatsızlık hissiyatı duyacaklar mı? Açıkcas bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da bu aksam, binlerce insanın kendilerine ve biricik evlatlarına yetecek kadar küfür ettikleri ve bela okudukları...Bela okumak kötüdür, bir gün kişiye geri döner derler. Belki doğru, belki değil. Ama bu olayda küfür etmeyen, bela okumayan kabul edilir olmadığı gibi, yanımda da olmasın, yanıma yaklaşmasın.

Gerçekten de her gün mü bir ülkede azapla başlayıp azapla biter? Eskiden bu oryantalist kaotik yapı pek bir eğlenceli gelir de Lüksemburg'lu arkadaşlarımla dalga geçerdim de keşke Lüksemburg gibi basit, sıradan, küçük, zengin, gündelik hayatta politikanın herhangi bir başlıkta yer almadığı bir yerde doğup yaşasaydım diye düşünmeden edemiyorum.

Sıkıldım. Cidden. Vicdansızlıktan. Adaletsizlikten. Haksızlıktan. Arsızlıktan. Ahlaklı gibi görünüp ahlaksızlığım en ağrının yapılmasından. Cidden çok ama çok sıkıldım.






"kocam izin verdi"

Okan Bayülgen'nin karısından gelen "kudretli kocam"dan sonra bir başka güzel açıklama daha bir başka güzel (!) kadından geldi. 90lı yıllar tüm dünyada Stephanie'nin, Claudia'nın, Cindy'nin, Linda'nın hakimiyet sürdüğü top modeller yıllarıydı, bizde de komik ve küçük ölçekli tezahürleri yaşanıyordu.

İşte bugün zengin, ünlü ekseriyetle çirkin adamlarla evli, her daim bakımlı, ameliyatlı, botokslu kutsal annelerin çoğu 90ların sonu 2000lerin başında Türkiye sınırları içerisinde top modelliği icra edip, "maraba televole"ye röportajlar veriyorlardı (röportajlar people'a verilemeyeceğine göre...günün sonunda ülke belli, sınırlar belli ama asıl önemlisi herkesin çapı belli).

Bugün "sağolsun kocam izin verdi de gece ayrı ayrı çıkıp eğlendik" lafını eden de The Last Days of Disco misali "The last days of top modelling" döneminin parlak isimlerinden, unutulmayacak "tostumu yedim bekliyorum" skandalının kahramanı. Beğeneni çoktur tahminimce de benim gibi esmer sevmeyenler için neredeyse bakamayacağım kadar kötü bir tip. Ama mesela o değil.

Mesele ikiyüzlülük, mesele kişinin özellikle de kadınların kendilerini böylesine bir yerde konumlandırması...

Mesele ikiyüzlülük çünkü madem kocası vs konu olmuş, o halde kendisi daha evlatlarıyla kutsallığa adım atmamışken, yüzüğü filan da takmamışken, kocasının malum tost skandalını unutmayıp ilk  başlarda kendisini "kolay kız" olarak gördüğünü ifade ettiği laflarını hatırlamak lazım.

Mesele ikiyüzlülük çünkü insanların hayatlarına birisi girdiğinde-özellikle de kadınların- daha doğrusu kancayı takmayı düşündükleri, bağlamak için çabaladıkları birisi girdiğinde sanki geçmişleri, karakterleri, haysiyetleri yokmuş gibi davranmaları. Doğru; kesinlikle çok acıklı bir durum ama gerçek ne yazık ki bu. İstisnaları var ama çoğunluk olmadığı gibi davranan, önceden sevmediği futbol, spor gibi hobileri seven, önceden yediğini artık yemeyen, önceden savunduğunu oğlana karşı çıkmak olmasın diye savunmayan, önceden giydiği ona pek yakışan açık (!) kıyafetlerini oğlan laf etti diye giymeyen, önceden sevdiği arkadaşlarını sırf oğlan sinir oluyor tahammül edemiyor diye sevmeyen, görmeyen, arkadaşlıklarını kafasında kurguladığı hedefine ulaşana kadar beklemeye alan rafa kaldıranlardan oluşuyor.

Mesele ikiyüzlülük çünkü insanoğlu etrafa, çevreye belirli lafları ederse içinde bulunduğu mış gibi hayatın olmadığını düşünüyor, kendisini ona inandırıyor.

Mesele bir kadının kocasından izin almasından ziyade bundan da gururla bahsetme durumunda olması. Mesele ilişkide yalan söylememek, ortak yaşamda elbette birbirini gündeliğinden haberdar etmek değil. Mesele bir insanın hayatını beraber sürdürdüğü, beraber yaşadığı, evlendiği kişiden izin alması, kimi zaman fiziksel ve manevi şiddet görme veya transparan veya mini etek gibi kıyafetleri "sevgilim beni kıskanır" diye giymemesi  ve bundan da "sevgi" ifadesi gibi bahsetme hali.

Mesele insanın kadın veya erkek farketmez, kendisi gibi olmaması, cümle aleme göstermek istediği mis gibi hayatının aslında mış gibi oluşu, beraber olduğu insan üzerinden kendisini şekillendirmesi, haliyle kendi kişiliğini oturtmamış olması ve günün sonunda kendi kararlarını kendisi veremiyor oluşu.

Mesele -en azından benim için- bir insanın kendi kendisini soktuğu küçük halinden rahatsızlık duymayıp, bunu gururla göstermesi. Bugün Çağla Şikel'dir böyle "kocamdan izin aldım da çıktım" açıklamaları yapan, yarın etrafımdaki en yakın kız arkadaşım. Hiç farketmez. Her halukarda ben onlar adına rahatsızlık duyuyorum ve şahsiyetsizlikleri adına utanmamaya çalışıyorum. İşin komiği göstermeye çalıştıkları happily ever after dünyanın hiç mi hiç inandırıcı olduğunu düşünmüyorum; birçok insan ile beraber. Hissetmesi kötü bir duygu ama bazen acıyorum, içim cız ediyor bile. Ki birine acımak, hissedilebilecek en sevimsiz, en arzu edilmeyen duygu. Oysa insan hemcinsi ile, en yakını ile gurur duymak ister değil mi? Ya da ben isterim. Tanıyıp tanımamam farketmez; kadın olarak gerçekten de hemcinslerimle gurur duymak şahane bir duygu. Tersi de bir o kadar rahatsızlık verici, yerin dibine sokucu.

whatever...uzak olmak...o kadar iyi ki uzakta olmak. tüm bunlardan, tüm bunun benzerlerinden. uzak iyiymiş, hem de çok iyi.

Wednesday, January 23, 2013

Sabah keyfi

Tabii keyfi ve adaletten uzak tutuklamaların, öğrencilerinin hapiste olduğu, içinden bir denizin geçtiği bambaşka bir şehir olan İstanbul'a düşman çirkin Körfez Arabistan'ının suni yapay şehir politikalarına özenilen, sanki "ülke için toplum için"miş gibi sunulan ama asıl büyük bir rant kapısı olan anlayışın, tarihi binaların yandığı, bilime verilen paraya acındığı, sözde "sağlık" adı altında ama asıl "iktidarın gücünü" sağlamlaştıran "anne sütü içilecek", "5 çocuk iyidir" , "tecavüz filan farketmez kadın doğursun biz bakarız"  gibi saçma ötesi biyopolitik çabalarının olduğu, yalan bir gündeminin yönettiği ikiyüzlü bir yerde sabah keyfi yaşamak epey zor bir şey de artık insanoğlu da kendi kendine hayatta kalma çabası ile yaşıyor, nefret etmeden güne başlamayı deniyor. Gerçekten deniyorum. Gerçekten. Kahve, müzik, zaten erken olan durumdan iyice erken uyanma çabaları,spor,  #8 derken cidden deniyorum, kendimi zorluyorum çünkü keyif denilen şey o kadar anlık ve geçici ki bu ülkede mutluluğa çabalamadan gün geçmiyor...

P.S. hadi hayırlı uğurlu olsun; galatasaray üniversitesi'nin tarihi binası da yanmış. yeni bir ultra mega lüks otel, yeni bir alışveriş merkezi, yeni bir toki binası güzelce yerini alır, paralar gelir, cepler dolar, şehrin dokusu da tarihi de değişir, giden gider kalan da kalır işte. 

P.S. (2) "neden çocuk istemiyorsun" sorularına cevaplardan biri de budur. her şeyin bu kadar yanlış olduğu bir yerde bencilliğin alemi yok. en azından benim için, en azından daha uzunca bir süre. 

P.S. (3) bir sabah keyfim de eggs benedict olsun şu sınırlar içerisinde mutlu olayım.



Tuesday, January 22, 2013

"tut o çeneni"

Cümle fazlasıyla sert tonlu olsa da farketmez çünkü kendime mesajım. O yüzden varsın sert olsun, emir kipi olsun! Belli ki her seferinde olmuyor. Gerçi artık kafamda çizdiğim şekilde duran yani yerini bulan taşlarda değişme olmuyor da, günün sonunda gülen, kahkaha atan haliyle pek de hesaplamayan vaziyetteyim. Ama işte unutmamak lazım. Heyecanlanıp da, mutlu olup da, kıpır kıpır hissedip de, çocuksu naif kıkırdama ile insan kendini ve kendi çizdiği kurallarını unutabiliyor, coşkunun getirdiği mutlulukla 1-2 laf edebiliyor, 1-2 ayrıntı telaffuz edebiliyor. Yapmamak lazım çünkü sonra patlayınca hatırlıyor ve "yine mi" diye hissediyor. O yüzden iş oraya gelmeden, "tut o çeneni". Sen sağ ben selamet.

Monday, January 21, 2013

- 1 : Tokta

Hayat garip işte. Her zaman. Bir yerlerde bir şekilde ölümler olurken doğumlar da kutlamalar da oluyor.

Tokta gitti. Gerçi bu yıl hızlı başladı. Önce Burhan Doğançay (ki bayılmam), Mehmet Ali Birand (ki çok renkli bir kişilik olsa da hak yemişliği, bazı işlerin üstüne yatmışlığı vardır) ve benim için önemli olanlardan Toktamış Ateş. Bizim için Tokta . Çok severim. Nasıl da "geleceğim senin eve" deyip asansörsüz apartmanda benim merdivenleri çıkmıştı? Nasıl da uzun uzun güzelce kahvaltı etmiştik? Nasıl da "takma her şey geçer gider" demişti? Ya da nasıl Hamdi'de kebapları yemiş, rakıları içmiştik? Nasıl da F.A. ile keyif yaparlardı? Nasıl da F.A.'nın ameliyatında doktorları, başhekimi arayarak bütün hastaneyi ayağa kaldırmıştı? Nasıl da boynuna atlardım gördüğümde? Nasıl da kızardım yediğine içtiğine dikkat etmemesine? Nasıl da üzülmüştüm ilk hastaneye yatışında? Nasıl da kızmıştım bu kadar umarsız olmasına? Nasıl da uzun sürdü hastane süreci ? Nasıl da üzüldüm haberi aldığımda? Nasıl da inanmak istemedim? Nasıl da gidiverdi? Herkes gibi, herkesin bir gün gideceği gibi. Demek ki çok itibar etmemek lazımmış dünyevi şeylere. Veya müktedir olmaya. Gelip geçici her şey, herkes giriyor işte toprağa.

that's life.

Önce cenaze sonra faşadura. Gerçekten de that's life. Ama gerçekten de üzerimden tank geçmiş gibi. Sebep tahmin edilen değil önemli olan tankın geçmesi değil mi? Geçti. Bitti, gitti.

Gece

cuma ile beraber son paper'i da bitirmenin mutluluğu, scarface ve psikanaliz, cumanın ayrı bir heyecanı,uzun zamandan beri, bir türlü bir şekilde göremediğim ama deliler gibi özlediğim burnumda  leopard lover g.'yi görmenin heyecanı, kirvem, kaplan bluzüm, leopard lover g.'yi deli gibi özlemiş olmam ile nereydese yanına yapışmam, cheek-to-cheek gibi durmam, ocakbaşının tezgahına jimmy choo ile tiffany enstalasyonu, et, "acılı olsun o adana, öyle turist acısı olmasın", dedikodular, yaşananlar, anlatılanlar, gelemediği (!) partinin dedikoduları, g. ile tanışmalarını deli gibi istediğim için bir başka ocakbaşında rakısını içip de yanımıza  gelen # 8, pek eğlendiğimiz son rakılar, fantastik taksi, eve gidip de gönderdiği fantastik mesaj, bir sonraki durak son durak kurtuluş olsun deyip de gelen cumartesi; 19 ocak bunalımı, herkesin gittiği benim de 6 yıldır ilk defa olarak gitmediğim 19 ocak, artık çözümsüzlük ve arsızlıktan utandığım, kendimi de ikiyüzlü bulduğum için gitmediğim 19 ocak ve yine "pek entelektüel ve aktivist" olduğu düşünülen insanların bunda nemalanması ile iyice midemin bulandığı 19 ocak, kısacası gidemediğim 19 ocak ile ayağını kırıp evde oturan gey kapılım z.'ye hasta ziyareti, metresim e., bütün gün yayılma ile sonrasında gelen a.ç, kardeşi, h.ve yine fantastik partinin fantastik olaylarının tekrar anlatılması yayılarak gülünmesi, klasik cumartesi yemeği, # 8 , juno ve döne döne teşrif eden kadim dostum  sekvotka, yanımızdaki sekvotka, saçlarının uzayıp da yaramaz oğlan çocuğu gibi olmuş pek de yakışmış sekvotka, home sweet home, pazar, never on sunday gibi, biraz gelgitli ama çoğunlukla never on sunday, silver lining playbook, sıradan film, biten giden pazar ve yeni hafta ve yeni hadiseler ve yeni yıl ile beraber gelen ölüm haberleri ile pek sevdiğim pek üzüldüğüm tokta'nın cenazesi ve hayat işte ...        

Friday, January 18, 2013

"geleceğim"

Daha ölmedim. Ama tükendim orası kesin. Yok yapmış olduğum paper'ların yine yapılması sebebiyle, istemeyerek bütün şevkin çoktan ölmüş vaziyette yürek çekilerek yapılması, yok hastalanmayacağım diye evde kalmak, evde kalındığı için delirmek, elbette bütün ödevlerin son güne bırakılması (can çıkar ama huy çıkmaz. net) vs yazamadım, Golden Globe'a sallayamadım, cuma eğlencesini yapamadım, içimde kaldı ama geleceğim bebegim, geleceğim.

P.S. geceyarısı kükreyerek uyanan bir insan şaşkınlığı içerisindeyim. gerçekten kükremekten bahsediyoruz burada. gerçi şaşkınlık değil de, zaten böyle olacağını bilmenin şaşkınlığı desek...o kadar güldüm ki! deli belli ki, bulaşmamak lazım. j.a.'nın dediği gibi "el deliye ben akıllıya hasret"...

P.S. (2) ne yazık ki bu arada kabus da gördüm. resmen çöktüm, rüyamdaki telefon aramaları tüketti beni. bittim. 

Monday, January 14, 2013

Yağmurun ardından güneş

Sıkıcılıktan, kendime göre soğuk havaya karşı inanılmaz dikkat edip kafamı boynumu sarıp çıksam da nasıl kapıldığı anlaşılmayan gerzek hastalıktan, manasız antibiyotik kullanımından, simsiyah yağan yağmurun çöken halinden, eve kapanmışlıktan, cumartesi gecesi yemeğine, pazar sinemasına gidememekten, never on sunday haline değil girmek ucundan bile uğrayamamışken, öksürürken göğsümün çıkacak gibi olmasından, manasızca üşümekten, antibiyotik almaktan (evet, tekrar), yediğimin midemi bulandırmasından, 1 rulo tuvalet kağıdını kolayca sümüklerime harcamaktan, burnumun artık acımasından, hala paper yazma gerçeğinin güncelliğini korumasından, sıkıntıdan ota boka sarma halimden o kadar ama o kadar sıkıldım ki üstümü başımı yırtıp deli gömleği giydirilecek vaziyetteyim... en doğru tabir ile resmen sıkılmaktan sıkıldım. FAK! ama hayat bu, her şey var hayatta; yani ufak da olsa fark yaratan bir şansım var. whatever

p.s. hayatta her şey olduğu için yağmurun ardından güneş de çıktı. 


Friday, January 11, 2013

Cuma notu

Gönder, gönder....Hiç çekinme, hepsini gönder, de ben delireyim burada...Zaten geçmiş  ama hem bürokrasinin hem de insanların mallığı yüzünden tekrar almak zorunda olduğum derslerin ödevlerini yaparken, resmen kapanmış, kapanmışlıktan da delirmiş vaziyetteyken gönder, gönder, elindeki tüm malzemeyi gönder, bring it on! ...

- şampanya? hö!

ruh hastası. happy friday baby'miş... pislik. ben yapacağımı biliyorum da işte günü gelince. ama delirteceğim, oturduğun koltuktan kalkamayacaksın. 

sana da happy friday bebeğim, sana da.


Thursday, January 10, 2013

Çaba ?

                                                    via sartorialist

 Pek özenilen, istenilen effortless chic denilen hadise mi, yoksa ayna karşısında " daha ne kadar cool olabilirim?" diye geçirilen saatlerin sonucu mu?  Neyse ne ama o kız, o sweatshirt, o ayakkabılar, o kumaş pantalon şahane. Bone tartışılır da geri kalan her şey tamamdır. Sarı saçlar bile. İnsanı sarışın yapar hatta isveçlilerin beyaz ötesi sarışını yapar, o kadar cezbedici, o kadar guilty pleasure, o kadar sokak çocuğu.  

Wednesday, January 9, 2013

Motto

Buralara öyle motto vs gibi şeyler yazsam da aslında böyle büyük laflar edilmesine bir yandan çok sinir oluyorum, bir yandan da guilty pleasure gibi hoşlanıyorum. Tabii motto var motto var. Allah'tan "aşkısı" veya "aşkito" diye hitaplar kullanan, sürekli Facebook güncellemelerinde Mevlana alıntıları yapan veya kendi ürettiği ciddi lafları yazan modern romantik kızlardan değilim ama yine işte bazen bazı laflar karşıma çıkıp da o anda hissettirdiği günümün ifadesi olunca dayanamıyorum, sıradanlaşıyorum, motto'laşıyorum.

bugünlerde yapmam gereken ama hiç yapmak istemediğim; zorunda kalarak yaptığım ama hiç o eski mutluluğumu hissetmediğim; bütün şevkimin kırılarak yapmak durumunda kaldığım; sinir olduğum; yapmamak için her türlü maymunluğu denediğim...fak! ama her halükarda yapmak zorundayım. o yüzden double fak! 

Kar müzigi

Aslında sadece kar değil, hafif basit yaz mevsiminin de müziği ama olsun. 2013'ün ilk karlı günlerinde pikapta dönen; Paul Bryan a.k.a Sergio Sa. Zaten ne varsa Brezilya 'da var, onu anladik artık. Tumblr M. de yeni yıl kartında "bossa nova'lı günler olsun" diye yazmış. Gerçekten olsun, ruhum bossa nova olsun.

Asıl adı Sergio Sa ama işte Paul Bryan diye de biliniyor. Jazzanova 'cılar sayesinde duyduk öğrendik. Gerçi son zamanların lifestyle gazeteciliğine terfi eden müthiş müzik yazarı Mehmet Tez, Berlin'de kumaş pantalonu çekip de Berlin Filarmoni 'yi dinlemiş ama hiç Jazzanova 'dan Sonar Kollektiv 'den bahsetmemiş yazısında ama olsun (hoş, yalan değil, sonar kollektiv şahane de jazzanova kayıtları bazen fazla romantik fazla chill out oluyor, sıkıcılık sınırını zorluyorlar ama yine basılan albümlerin çoğu şahane) ... Evet, muhtelemen okunduğunda "büyük ukala" etiketi gelecek ama bir müzik yazarının klasik müzik konserine gitmeyi bambaşka bir deneyim gibi anlatması garip geldi. "Nasıl yani, ilk defa mı" diye düşündüm okurken ve eğer öyleyse iyice şaşırdım. Değildir herhalde. Öyleyse de son olmasın, ne diyeyim! Ah bir de yine müzik gibi hiç bilmediği konulardan olan mesela viski filan yazmasa. Ama biliyoruz bu davet edilen seyahatlerde, konserlerde yan koltukta oturan, viski tadımlarında otelde diğer odada kalan o küçük grubun işleyişini, hareket biçimini, iş planını. Ben, sen, bizim oğlan olsun, hep bunlar yazsın, hep bunlar nemalansın, hep bunlar gözüksün. Yapacak bir şey yok çünkü aslında hayat kimseye kolay değil, herkes ekmeğinin peşinde işte bir şekilde. Bir başka lifestyle/fashionista Buse Terim gibi bir olgu varken, "ilk bölümde hepsine tam not verdim, başta Beren Saat olmak üzere hepsi çok güzel giyiniyor” gibi ifadelerle, yorumlarla ortalıkta dolaşıyorken yalan değil, hep tetikte olmak lazım. Cidden kolay değil.

whatever. Brezilya'nın hafifliğinden, Türkiye'nin sıkıcılığına nasıl geldiğimi ben de anlamadım da olay müziktir, güzelliktir, keyiftir, kar müziği, yaz müziğidir.  Ah, Listen of  Paul Bryan, basitliğinle beni benden aldın, günlerdir neredeyse aylardır keyfime keyif kattın...

P.S. zaten sabah sabah aşil noktam müzikten bahsedince güzel hafiflikten iyice uzaklaştım, püskürdüm, o halde şunu da yazmadan etmeyeyim. insanların hastalıkları, ölümleri, intiharları elbette üzücü şeyler. haliyle de tanımasa bile kişinin bir başkası için samimiyetle üzülmesi gayet normal, vicdani bir şey ama o kişinin şahsına üzülmeyebilir. en azından ben öyle düşünüyorum. elbette kimse kötülükler yaşamamalı, hayattan vazgeçmemeli, umudunu yitirmemeli, hayatın güzelliklerini keyiflerini herkes yaşamalı vs ama işte ne bu hayat denilen zorluklar serisinde her zaman mümkün, ne de "kör ölünce badem gözlü" olmalı. metin kaçan intihar etmiş. çok üzücü bir şey insanın hayatından vazgeçmek istemesi, hayatını kendi elleri ile sonlandırması. ama işte her şeyin bir sonucu yok mu? ya da böylesi üzücü bir son, bundan yıllar önce kendisinin başrolde olduğu bir başka üzücü ve travmatik ve daha da vahimi bilinçlice yapılmış korkunç bir olayı unutturur mu? veya unutturmalı mı? güneş k. neyi ne kadar unuttu, ne kadar hayatına devam edebildi? ya da edebildi mi? peki ya gelen bu intihar haberi ile asıl o neler hissetti? 

her davranışın bir sonucu mutlaka oluyor işte. ya o gün yaşanıyor ya da yıllar sonra, bir şekilde bir yerlerden çıkıyor. hastayım insanoğlunun davranışlarının sonucu olmayacağını düşünerek hareket etmesine, pervasızca saçmalayıp her şeyi kendinde hak görmesine. bugün buradaysak seninle, bunun bir sebebi var; değil mi?

cidden sabah sabah sinirlendim. oysa her şey müzikti, brezilya idi, güzeldi.   

Tuesday, January 8, 2013

Dışarda

Kar. Dışarda. İçerde. In. Out. In & Out . Imagination "in & out of love", 1982. Güzel şarkı. Eğlenceli şarkı. Yine kar. Dışarda. Beyaz. Kimine eğlence. Kimine azap. Kime eğlence, kime azap işte orası muğlak. Yine de kar. Soğuk. Beyaz. Gerçekten beyaz. Ama AK değil. Olmasın da. Bir olmayan kar kalmıştı zaten. 

P.S.

hayat işte diye düşünülen olaylar, tesadüfler, hayat akışı, engellenemeyen yaşanmışlıklar derken bir anda gelen cuma, gündüzü s.e. ile beraber fantastik şekilde eğlenceli geçen ama gecesinde çıkmak istenilen ama bir türlü çıkılamayan cuma, sakin sayılabilecek cuma ve ertesi bir anda feci bir koşuşturmaya dönüşen cumartesi, g.g., sinema, tepkiler çeken küfürleriyle çok utandıran (!) killing them softly, elbette "everyone hearts brad" ama film de güzel, brad de güzel, s.'den gelen "beyazlığın ve kırmızı rujun ile içeri fransız havası getirdin" bombası, soğuk kanyon'dan soğuk nişantaşı'na trafiksiz bir trafikte 10 dakika şaşkınlığı, touchdown, cumartesi yemeği öncesi eğlenceli tesadüfler serisi, tumblr m. & çirkin ama karizmatik erkek b.'nin gelişi, g.g.'nin grubu, meşin ceketi ile # 8'in gelişi, geç akşam yemeği, geç juno, geç ev sohbeti, geç de olsa konuşabilmenin hafifliği, spastik elf dansları, never on sunday hafifliği taşımayan bir pazar sabahı, beklenen bir ölüm haberi, beklenen olsa da yine de f.a.'nın üzüntüsü ile bir yandan da üzerindeki 30 yıllık ağırlığın kalkması, göktürk denilen uzaklarda ama orange county kasabasını andıran bir istanbul mevkii, yakalanamayan sinema seansı, gina, sokakta her adım başı görülen ama gerçek ama sahte ama bir şekilde herkesin üzerindeki pofuduk moncler 'den kusma hissi, asit mi alkali mi yorumları, kar yağışı, "acaba cenaze kalkar mı" ile ne olursa olsun gerçek dünya algısı, pazartesi ile beraber bir yakada kar yağarken diğer yakada günlük güneşlik bir şehirde kalkan bahtsız cenaze, pendik (!), devasa şemsiyeli # 8, mahalleye, cumhuriyete, eve dönüş, normale dönüş ile unutulmayan helvası, beyaz karlı "hayali" dünyaya dönüş ile ister gil scott-heron olsun ister esther phillips olsun ama mırıldanan home is where the hatred is olsun....

Friday, January 4, 2013

to whom it may concern

Yeni yılın ilk to whom it may concern 'i olsun, bizim olsun...Ne diyeyim blog dünyası, tumblr dünyası engin bir deniz misali, ne istersen var, ne istemesen de var( gerçekten burada bizim türk bloglarının ne kadar sıkıcı, ne kadar küstah, ne kadar cehalet ifadesi, ne kadar kendini olduğundan farklı gösterme çabalı olduğu detaylarına girerdim ancak girmeyeğim çünkü liste uzun, gerçekler baki. o yüzden biz ecnebilerin sayfalarında kalalım, tereciye tere satmayalım ve tabii seksi şeylerden bahsedelim, sıkıntıdan şişmeyelim...). 

to whom it may concern, tumblr m.'ye tumblr hediyesi, kaç zaman sonra beğenilerin benzer olduğunu görmek, gömlek, beyaz gömlek, kol düğmesi ile giyilen beyaz gömlek, bilekten hafifçe gözüken dövme, eldeki viski, # 8'e adrese teslim, iyice kısa saç iyice ruh hastası ve happy to whom it may concern dears...



Wednesday, January 2, 2013

Nuyorica / Nuyorican

" Many Nuyoricans are second- and third-generation Puerto Rican Americans whose parents or grandparents arrived in the New York metropolitan area during the Gran Migración (Great Migration). Puerto Ricans began to arrive in New York City in the nineteenth century but especially following the passage of the Jones-Shafroth Act on March 2, 1917, which granted U.S. citizenship to virtually all Puerto Ricans.The Gran Migración accelerated immigration from Puerto Rico to New York during the 1940s and 1950s, but such large-scale emigration began to slow by the late 1960s. Historically, Nuyoricans resided in the predominantly hispanic/latino section of Manhattan known as Spanish Harlem, and around the Loisaida section of the East Village but later spread across the city into newly-created Puerto Rican/Nuyorican enclaves in Brooklyn, Queens and South Bronx. Today, there are fewer island-born Puerto Ricans than mainland-born Puerto Ricans in New York City."

Müzikleri güzel. Mahalleleri güzel. Porto Riko'lu New York'lular. İlk 1997'deki Nuyorican Soul albümü ile duydum, New York'un bu değişik söylenişini. Sonrası zaten geldi. Soul Jazz Records da herhalde Nu Yorica 'ya yerleşti, albümleri de bastıkça bastı, efsane oldu . Öyle latin müzikleri filan beni aşar, tahammülümü zorlar ama NuYorica biraz başka. Arada ne yazık ki var öyle beynimde patlayan korkunç latin danslı müzikler mesela Küba müzikleri gibi ama Allah'tan öyle Bodrum Mavi 'de çalan bir tarzda filan hiç değil (off yani nasıl bir göğüs sıkışmasıdır o müzikler). whatever . Nu Yorica! tamamdır, şahanedir. 80'lerden sonrası ise aynı sokaklar daha da şahane, it's hip hop!, yine The South Bronx, Rapper's Delight, "said a hip hop the hippie the hippie, to the hip hip hop, a you dont stop". Daha sonrası ise bitiş, yok J Lo, yok türevleri... Ama bitsin bu azap ya da biz 70lerde kalalım...

Takvim

Takvim, ajanda güzel şeyler.  Gerçi artık bu tip şeyler piyasadan kalkıyormuş ama hala güzel bence. Evde olması da duvarda asılı olması da çok güzel bence. Bu arada ajanda bulamıyorum. Daha doğrusu varolan deri kaplı ajandanın içine koyulması gereken 2013 takvimini bulamıyorum, sinir oluyorum. Deri kaplı ajandayı yapan korkunç varoş markanın, korkunç varoş mağazasına da gitmek istemiyorum. Kısacası şöyle yana doğru yazılan ajanda içi bulamıyorum istediğim gibi. Ancak takvim buluyorum. Daha doğrusu beklenmedik şekilde takvimlerle donatılıyorum. Anladığım kadarıyla etrafımda  2013'ün günlerini daha dolu dolu, daha heyecanlı, daha güzel, daha "tarihli", daha "tarihleri belirlenmiş, belirtilmiş, hatta gelecek önemli günler yuvarlak içine alınmış" şekilde geçmesini dileyenler var (quelle chance). Ha bir de, daha Nuyorican..

Ve elbette takvimden, hediyeden daha güzeli var:

"pour que tu puisses compter les jours qui nous séparent avant que tu puisses rencontrer ta niece nouillorquaise. on t'embrasse tres fort."

p.s. bu arada Nu Yorica' dan haber geldi. rüyalarımdaydı manasızca, tamam şimdi rahatladık.

Ekonomi = çocuk

En az üç çocukla beraber güçlü aileler istiyoruz. Ailelerimizi güçlü kılmamızın yolu buradan geçiyor. Bunu başaracağız, güçlü bir millet istiyoruz. Bu, bir inceleme neticesidir. Ekonomide başarının tek şıkkı var. Bize emek, sermaye vs. öğrettiler. Ama bunun başında insan geliyor. Bir çocuk iflas, iki çocuk da iflas demektir. Üç çocuk olursa yerinizde sayarsınız. Bu ekonominin kuralıdır. Genç nüfus olarak kârdaydık ama yavaş yavaş yaşlanıyoruz."

Değil ekonomi, ekonomi tarihi filan üniversite bile okumamış birisinin böyle yorumlar yapması, beyanlarda bulunması ilginç tabii. Demek ki bir özgüven var. Ben (ve ne kadar komik ki, birçok insan) anlayabilmiş olsa da var ortada böyle şey. Sevenlerine hayırlı olsun, bize de geçmiş olsun; helvamızı yapabilirsiniz.

Cuma eğlencesi


Artık pek az yazdığım cuma eğlencesini bari yıl biterken ihmal etmeyeyim istedim, hazır beautiful people kendinden geçmiş vaziyette gecelerde, alemlerde, partilerdeyken "bekle bebeğim, muhteşem yorumlarımla geliyorum sana"...Yalnız gece hayatı, beautiful people filan demişken, bugünkü Hürriyet'te yine çalıştığı gazete kadar istisnalıkta bir gazeteci olan Sibel Arna imzalı harikulade bir çalışmaya denk geldim ki; kendisinin kameraya verdiği fantastik ötesi pozlar ile mekanlar ve insanlar üzerine yaptığı müthiş sosyolojik irdelemeler için üşenmezsem ve tabii gülmeyi de bırakırsam ayrı bir post yazmak istiyorum. Ama işte, dediğim gibi üşenmezsem. Bir de o tam sayfa habere her gözüm çarptığında yarılarak gülmeyi bırakabilirsem... whatever ...  

Sıradan ile başlayayım...People dünyasının nasıl ünlü olduğuna anlam veremediğim eski model yeni DJlerinden. Zamanında DJler üzerine gayet ciddi bir sosyoloji tezi yapmış biri olarak cidden bazı insanların nasıl DJ olabildiğine hayretle baktığım yine kendisine de öyle bakıyorum. Ama güzel kız, Chanel giyiyor hatta Lagerfeld bunu mutlulukla destekliyor, brunette, beyaz tenli, bur gülüyor olsa da genelde gülmeyen tiplerden ama işte bilmiyorum hani derler ya "ışığı yok" (veya ışığı var) ondan işte. Işığı olmayan sıradan insanlardan. "Işık" ilginç bir hadise; gerçekten de kimde olup kimde olmayacağı hiç belli olmuyor. Bazen en güzelin ışığı olmuyor, bazen de en çirkin olan ışığı ile parladıkça parlıyor. Ha, bazen de varolanın ışığı çoğunluk tarafından istemli bir şekilde söndürülüyor ama o da başka bir hikaye. Kısacası Chanel de giyse, eski manken de olsa insanlar çok sıradan, çok ışıksız olabiliyor.


Soldaki kız olmasa sağdaki için aynen bizim İskenderun-Hatay hattında yapılan "gizli zenginlerin" şaşalı düğünlerinden çıkmış da şehre eğlenmeye gelmiş genç kız diyebilirim. O saçlar, o kaftanımsı garip elbise, o bakış ve yine o korkunç saçlar. Var, var bu model saç takıntılı kızlar var. Yani şöyle uçlar kıvır kıvır gibi kocaman bukleli uzun ve kezban modeli  ve tabii ki de çok güzel olup ortalık yerde-mesela ofiste- salına salına yürüyecekle (elbette işe böyle saçlarla gelen, toplantılarda filan bu saçları sallayarak küçük kız çocuğu gibi konuşanlar var, olmaz mı hiç?)

Ve bir nevi "Altın Kızlar" diyeceğim de işte Altın Kızlar'ın hipster olacağım diye homeless olanları, evden aynaya bakmadan çıkanları... Şimdiii, en soldaki ile başlarsam diyeceğim ki sanırsam kendisi o ayağına geçirdiği genç işi yırtık çorapların hitap ettiği kitle kadar genç değil, hele hele o yana yırtıkların iyice genişlettiği bedeninin olması gerektiği gösterdiği kadar ince hiç değil. Derdimiz kilo veya "mükemmel vücut"lu olmak filan değil sadece aynaya bakıp çıkabilmek. Niye mesela? Niye bir insan eğer manken veya bir şekilde celebrity olup bir ürünü tanıtmıyorsa böylesine korkunç bir çorap giyer de çıkar? Eğer o çorap değil de düz siyah kalın çorap giyse gayet de olacaktı hatta dikkatimi çekmeyecekti normal bir insan olacaktı. Şimdi ise çorabın korkunçluğu hem bedenine uymayan kıyafetini, hem tenine uymayan rujun rengini, hem de ucu açık beyaz renkli garip stilettosunu ortaya çıkarmış. Off yani. Sessiz sedasız bir seda gibi geçecekken, bangır bangır bağıran neon ışıklı içinden oyun havası tınıları yükselen Boğaz motorları gibi bir geçiş olmuş. Ortadaki tamam işte sıradan bir tip, o tene o kırmızı tonu olmamış da işte söyleyemezsin tabii "çok güzel olmuşşsun canım!" dersin. Ve tabii sağdaki ise en depres melankolik duruşu ile grubun en hipsteri en fashionistası...Palto, ki bayağı güzel, Martin Margiela 'nın H&M için yaptığı hatta G.G.'nin tek seferde kaptığı  oversize palto gibi duruyor; kim bilir belki de odur. Güzel durmuş, kız uzun ince çünkü. Ben paltonun altındakileri anlamadım pek. Yani bir elbise var gibi ya da etekli uzun diz kapağını geçen bir şey bir de onun altında saten pijama altı. Ayakkabı bayağı güzel de işte ya her şey olmuş, hiçbir şey olmamış. Ama o melankolik hipster bakışı olmuş; şöyle mahsun gibi hafif yana doğru eğilmiş filan, tamamdır, aynen hit şekilde "like" alan Facebook/Instagram sayfalarında olduğu gibi. "like" ya, o ne ya zaten? O "like" konusuna hiç girmeyeceğim de cidden insanların koydukları resimlerini yazdıkları "statu"lerinin "like" edilmesini beklediklerine inanmakta hala zorlanıyorum, bunun üzerinden sosyal bir iletişim kurma halini ise müthiş aptalca buluyorum. Geçiyorum, şiştim çünkü.  

Yanlışlar doğrular ve ardından, yanlışlar doğruları götürür mü ? Sağdaki hem davetlerin, Vogue sayfalarının, hem de Gagosian Gallery'nin parlak çocuklarından Aaron Young, yanındaki de manitası diye tahmin ediyorum. Çocuğa diyecek bir şey yok; gayet güzel giyinmiş gelmiş, zaten güzel de çocuk. Kız da gayet hoş giydikleri de bir o kadar hoş da sanki bir arada giyilmesi doğru olmayan parçaları bir arada giymiş gibi. Deri etek güzel bir şey, seksi bir şey, bizim de var biz de giyiyoruz da o deri güzel olmasına rağmen hem çok kalın bir deriden yapılmış hem oldukça uzun hem de kalıbı çok geniş çan etek gibi. Öyle ki üzerindeki palto ile iyice genişlemiş yana doğru açılan kanatları oluşmuş sanki. Oysa palto başlı başına gayet güzel rengi güzel kesimi güzel( ben yakasız palto sevmem ama yine de güzel). Beyaz topuklular şahane. Kısacası her şey güzel ama bir arada tutmamış olmamış. Ha, kız tutmuş mu bu beş uyuşmazı? Evet, o halde tamamdır.



 Bilindik şöhretli insanlardan sanıyorum da artık katalog kızlarının isimlerini ezberleyemiyorum. Aynen telefon numaralarını ezberlemediğim gibi. Eskiden telefon numaralarını ezbere bilirdik, herkesin ev telefonu, varsa odasının numarası, sonra cebi filan bilirdik işte. Hala ezbere bildiğim cep telefonları çok eskiden bildiğim, değişmemiş, illa cepten değil de evden/ofisten aradığım yani elimle çevirerek tuşlayarak aradığım numaralar. Yeni insanların, sonradan tanıştıklarımı filan hiç bilmiyorum. Asıl # 8'inkini bilmiyorum ki çüş derler. Ama Sekvotka'nınki ezberimde, anında söyleyebilirim. İlginç şey. İsimden nereye geldik deyip bitirirsek de smokin pantalonu beğendim. Üzerindeki ceket de güzel. Kız da hoş işte, güzelce gülmüş. Ama en çok sevdiğim böyle yanları saten smokin pantalonun altına spor ayakkabısı giyilmesi. Ya da ben öyle yaptığım için seviyorum. O ağır ciddiyet kırılıyor ya bayılıyorum (zaten ağır ciddiyetten de hoşlanmıyorum, insanların kendisini ciddi göstermesine de yarılarak gülüyorum). Geçenlerde bir açılışa öyle giydim; smokin pantalon ve altına kırmızı Nike Blazer. Bayağı güzeldi.  

 Atlantik'in öte yakasının yeni nesil gey ikonları ama asıl güzeller güzeli insan Stephanie Seymour'un biricik evlatları. Her gecede, her davette güzel annelerinden, zengin babalarından daha çok boy gösteren rich kids 'ler. Fazla derli toplular, hatasız bir tarzları olsa da, olmuşlar ki her yerde ön sıradalar. Benlik değil, ben kusursuz tarz sevmiyorum, sıkıcı geliyor.
 Önce kendisini mumya sandım ama değilmiş.Aksine kanlı canlı, Titanik'in bile battığı ama kendisinin anlaşılmaz şekilde bir türlü batmadığı Leonardo di Caprio. The Great Gatsby 'de de oynuyor ya, romanı sevenler için resmen hüsrandır onun o yüzünü o güzel romanda görmek.  Hele hele resimde görülen tenine, saçına, yüzüne ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok ama hiç olmamış yıllar güzelleştirmemiş kendisini, onu biliyoruz. İşin ilginci,Kate Winslet, Titanik zamanı tam bir dombili ingiliz taşra kızı vaziyetindeyken gayet güzel yaşlandı, şahane oldu, geçtiğimiz günlerde taş gibi sevgilisi ile 3. evliliği de yaptı, tamamdır yani. Demek ki güne, o gündeki yükselişe, güzelliğe çok da itibar etmemek lazımmış, her şey zamanla bambaşka bir hal alabilirmiş. Al, Leonardo işte, dün kızlar filmlerinin oynadığı sinemanın kapılarını kırıyordu onun uğruna, bugün ise ancak Madame Tussauds mumyası gibi durur, fazlası onu aşar.


 Missoni Ailesi'nin adını elbette bilmediğim kızlarından biri de işte biraz Anna Karenina, biraz Missoni, biraz kürk, biraz kalpak olmuş. Bilmem dağ kültürüm olmadığı için herhalde laf ediyorum. Ama şunu biliyorum ki o üzerindeki ne kayak yapılır ne de snowboard. Ancak kenarda sucuk-ekmek yenir. Ya da dediğim gibi kışın dağa gitme kültürü olmayan cahil biri için benim bildiğim yapacağım da ancak sucuk-ekmek yiyip,içimi ısıtsın diye de viski içmektir. Hiç öyle snowboard tepesine filan çıkıp da kendimi aşağıya bırakacağımı sanmıyorum ama tabii alkol bu, kana karışınca ortaya fantastik haller çıkabiliyor. Hoş, hiç yapmadığım kış sporlarına uygun her türlü kılık kıyafetim mevcut olsa da ben işte dağda filan oturup viski içip, yemek yemeyi, # 8'i seyredip tezahürat yapmayı tercih ediyorum. Avamlık, cehalet işte, ne yapacaksın? 

 Anja Rubik, güzel insanlardan. Öyle erkeklerin yeni fantezisi bebek yüzlü Kate Upton gibi filan değil de bir şekilde güzel. Tarzı da güzel. Elbette normal insan, normal kadın standartları yani biz faniler için çok zayıf, çok uzun, çok donuk ama olur yani. Sadece eskiden saçları daha kısaydı, daha güzeldi şimdi ise uzun olmuş, sıradan olmus, ortalama olmuş. En kötüsü, ortalama olmak herhalde.

 Eski İsveçli yeni Tumblr M. ile sarışınlıktan, sarışın olmaktan konuşuyorduk. Gerçek İsveçlilerden, o sanılan ve hayran olunan sarışınlık halinin "natural" olmadığını öğrendiğimizi ve o rengin boya ile yapıldığını öğrendikten sonra sarışınlık iyice gözüme batmaya başladı. Sarışınlığın doğal olmasına gerek yok ama layığı ile taşınabilmesi önemli. Misal soldakinde feci ötesi olup, sağdakinde güzel olması gibi. Gerçekten de soldaki total varoş da zaten, sağdaki ise people dünyasının yeni it-family üyelerinden Poppy Moppy veya onun kardeşlerinden biri, Vogue sayfalarını süsleyen tüm davetlerin sarışını olan ingiliz aile. Elbisesi güzel, bacakları, bacaklarının uzunluğu filan bayağı güzel. Yanında duran ve hala seksenlerdeki Madonna 'nın kötü bir taklidi biri varolanı zaten geçiyorum. 

Cameron Diaz. Nedense her zaman güzel, her zaman cool, her zaman parlayan insanlardan. Özgüvenden herhalde. Bilmem garip şekilde çekici, farklı buluyorum.


Ve Daphne Guinness & L'wren Scott ikilisi ile bitirip Welcome 2013 diyorum. Şimdi bu Daphne Guinness ilginç şahsiyet. Aileden gelen ultra zenginliği filan tamam da fashionista olma uğruna çok çaba sarfediyor olması bir şekilde sıkıcı geliyor. Yani o saçlar, o kıyafetler, o fil hortumuna benzeyen korkunç Alexander McQueen ayakkabılarla dolanması filan çok fazla çaba, çok fazla uğraş, çok fazla vakit harcama geliyor. Yanındaki modacı L'Wren Scott ise tabii boydan avantaja sahip ama hep bir yana yatma eğiliminde haliyle. Yalnız o elbise olur, o ayakkabılar olur, tamamdır. Daphne ise, Daphne işte, Lady Gaga'dan hallice. Her gün "bugün ne şekle girmeliyim" düşüncesi filan birkaç saatten sonra sıkar beni, o yüzden bamba pipili (keith richards 'ın tabiriyle) Mike Jagger'ın uzun ötesi manitasi L'Wren Scott'ı alayım yeter diyeyim hem de yılbaşı kırmızısı, daha ne. Kim bilir, belki 2013 daha çok cuma eğlencesi getirir? qui sait ?