Sunday, January 31, 2010

Pazar eğlencem-yine-


Evet biliyorum ki şöyle havalı tasarım dvd setini alabilir, durmaksızın seyredebilirim (televizyonum lcd/plazma değil ama olsun. umrumda mı? değil.) ama her hafta beklemeyi seviyorum, heyecanlanmayı seviyorum. Bazen bazı şeyleri beklemek güzel. Ama sadece sonucunun garantisi olanları. Yoksa gerzek miyim bekleyeyim?
whatever.... star wars, anakin, darth vader, han solo, padme, evren, galaksi ve biz

Breathe- Respire, 2

Guy Ritchie'den Madonna'ya: - fly like a bird, doll!

Gerçekten de je respire et j'attends que ça se passe, ça finisse.

Gündüz ve gece

Gündüz yorucuydu. Önce cenaze (ki vivet'i öyle görmek çok üzücüydü. vivet ya, çocukken okuduğum pıtırcık'larımın kahramanıdır kendisi) ) sonra hastane ve anneannem, biraz hava alış, groove, t.d., ve tüm bunlar sürerken ne yazık ki çok sıkıcı telefon konuşması ( o kadar sıkılıyorum ki cidden hiçbir önemi yok ne söylediğinin ne düşündüğünün. ama şu bir gerçek ki insan aşk denilen şeyi yaşarken ağır aptal oluyor ve ne yazık ki olay bitip de gerçeklerle yüzleşince aptallığının sıkıcılığına dayanmak zorunda kalması daha da vahim oluyor. o yüzden hiç cevap vermeyip "peki" demek en güzeli. nasıl olsa umrumda değil) ve her şeyden uzaklaşma isteği derken ...
Geceye hazırlanırken taktığım "tüy" (lütfen, 16-22 yaşındaki kızların taktıklarından değil), R.'nin doğum günü kutlamasına hazırlık, elbette Cavit (son günlerin popüler mekanı ya, bizim cavit. şoktayım.), çıkarken Cavit Bey'in " dördünüz de birbirinize çok benziyorsunuz" demesi, kalabalık "biz", büyük "biz", kimi anları "uzak" gece, kimi anları kimilerinde "tahammülü zor ve sevilmeyen haller ", devamında ise yan değil, roxy değil, dogzstar, drum n' bass günlerine geri dönüş, fun lovin' djs are our boys, ve ...

Friday, January 29, 2010

Bir "ilk"

Dün gece bir ilk oldu. Manasız ve bir o kadar sıkıcı (sonrasında sevdiğim insanları görmeye gitmiş olsam da gecenin başındaki "sıkıcı" hal geçmedi) ofis yemeğinde (ki sabaha karşı iğrenç yemeklerden zehirlendiğimi anladım) yeni dönem kararlarımdan birini gerçekleştirerek kendimce ilklerimden birini yaşadım (şu "yeni dönem" kararları da ne kadar yalan ve sahtedir).
Geçtiğimiz günlerde bir mektup yazdım. Eskilerden birine. Öyle romantik filan değil aksine düşününce gayet ağır gelebilecek bir mektuptu. Ama asıl önemli olan amacının incitmek değil de hissettiklerim ve düşündüklerimin en doğru şekli ile ifadesiydi. O mektupta da dediğim gibi şöyle bir hata yaptığımı fark ettim: dışardan soğuk ve acımasız gözüksem de bir şekilde hukukum olan insanlara-özellikle de sevdiklerime- çoğu insandan daha fazla özenli ve kırmamaya dikkat ederek davranırım. Ancak bunun bir şekilde bazı anlarda hata olduğunu gördüm. Özellikle de kendime dair yüreğimin üzerinde beni düşündüren hiçbir şey taşımam gerektiğini anladıktan sonra. Taşıdıkça o içimde kalıyor, bir şekilde beni üzüyor ve ileriye gitmemi engelliyor. Yani bana edilen lafları, yapılan saygısızlıkları, üzen davranış biçimlerini, "yok ya elin kadını (adamı) ile ne muhatap olacağım, gereksiz" gibi laflarla geçiştirmemem gerektiğini ve insanlara hadlerini bildirmek gerektiğini anladım. En azından kendim için bu böyle. Başkası ile ilgilenmiyorum ama ben bir şekilde bazı kırıcı davranışları yüreğimde taşıyorum ve bana ağırlık veriyor.
whatever...
Dün gece ilkti. Yakınım değil ama hukukum olan birisi ile. Gerekiyordu. Evine giderken vapurda belki ağlamıştır bilemem, ilgileniyor muyum? Hayır. İnsanları kırmadan veya onlara terbiyesizlik etmeden bunların sonucunu düşünmeli. düşünmelisin. düşünmeliyiz. düşünmeliyim.

Thursday, January 28, 2010

Günlerdir


place st.etienne.

Günlerdir sadece Strasbourg 'u düşünüyorum ( desem de mübalağa etmiş olacağım çünkü dünden beri hastaneye kaldırdığımız ve çok sevdiğim anneannemi düşünüyorum).
Sanıyorum biraz Goldie ile başladı. Uzun zamandır rafa kaldırdığım drum n' bass sevgim, ayrıldığım ama unutmadığım roxy sevgim, her daim taşımaktan hoşlandığım bling bling sevgim yağan, şehri kaplayan kar soğuğu ile daha da çok hissettim ve neredeyse günlerdir aklımdan çıkmıyor. Kışlar Strasbourg'da o kadar soğuk geçer ki soğuktan gözlerinden yaş gelir. Evet, çok ama çok soğuktur ama kar yağmaz pek; ayazdır.Sokağın yarısından "yok ben daha fazla yürüyemeyeceğim gidemem okula mokula" diyerek geri dönmeler, Battflasche'li geceler, sabahları eğer erken ders varsa Krutenau'dan okula kadar yürümek, derse geç kalıp anfinin arkasına yerleşmek, kahve makinesine olduğu kadar Ale 'ye de yapışmak vs derken cidden her kar yağdığında Strasbourg'a gidiyorum. Bu yıl bir de kar yağmış. Nasıl da güzel olmuş.
Günlerdir aklımda sadece strasbourg, kış, köprüler, nehir, goldie, "roxy-bebeğim"-, "roxy -bebeğim"in çaldıkları, rbs, "morning", "what's wrong with groovin'", incognito, u.f.o. rakim ve kolundaki yara izleri var.
p.s. peki yara izi seksi midir? evet. forever.


palais rohan'ı geçip (patrick'in evine doğru sapıp yolu uzatmadan) köprüden quai des bateliers'deyim. önce rue des bateliers, biraz ilerisi sonra rue de zurich. 1, rue de zurich, işte muhteşem hayatım.

Günlerdir oradayım.

Wednesday, January 27, 2010

Ruh hali

" kaykay, hip hop, supreme clothing, goldie (I heart him), state of mind, bling bling, soul, detroit, motown, stax, memphis, suspicious minds, move on up, don't believe the hype, hoodie, hoodie boy, vs vs vs..."

Tuesday, January 26, 2010

Aralarda gelen "cuma eğlencesi"

Araya giren bir sürü tatsız olay, gündeliğin keyifsiz hatıraları derken ödüller partiler geçti gitti, ona buna sallayamadan bazı kıyafertleri beğenemeden gün bitti. Golden Globe ve SAG ödülleri geçti herkes Oscar'a hazırlanıyor. Keyfim yerinde bugün. Hazır beautiful people da gecelerde dolaşıyorken, neden olmasın?
Ya bilmiyorum, bu Drew Barrymore bazen güzel bazen değil, bazen şirin kız bazen seksi kız, bazen şişman bazen zayıf yani anlamıyorum ama galiba giyinmeyi hiç bilmiyor. Hele şu renginin güzelliği hariç elbisenin içinde hiç olmamış. Yeni nesil Vera Wang tadındaki tasarımcı Monique Lhuillier imzalı abajurumsu bir etek ve eteklerindeki fistolar filan sanki elbise değil de başka şey gibi. Hani perdeler vardır bazı evlerde koyu renkte uçları da fistolu gibi işlemelidir içinde tül geçer, işte öyle bir kumaşın elbiseye uyarlanışı olmuş. Ayrıca ilk kıvrım da Drew Barrymore'u iyice geniş göstermiş.

Güzel elbise, güzel kız. Asıl elbisenin arkası açık bence olay odur ama bu resimde o yok. Emilio Pucci imzalı beyaz elbise girl next door tipli ama güzel Kate Hudson'a ayrıca yakışmış. Bu arada kendim için de forever Pucci. Ne yapayım seviyorum.
Bence beyazlığının verdiği "beyaz güzellik" dışında etkileyici bir fiziksel tarafı olmayan yüzü botokstan gerim gerim gerilen dudakları şişirilmekten yüzüne uymayan Nicole Kidman sarı düz saçlarını kızıla çalan bukleli hale getirip Oscar de la Renta elbisesi ile SAG ödüllerinde hippi chic olmuş. Ki olmuş bence. Genelde kendisini pek beğenmem ama burada güzel olmuş, ve ayrıca genel haline göre nisbeten doğal güzel olmuş, e daha ne?Sadece adam için koydum bu resmi itiraf ediyorum. Mad Men 'nin karizmatik yakışıklı ama hayatını yalanlar üzerine kurgulamış karakteri. The Sopranos'dan sonra seyredecek dizi bulamadığım için ara sıra Mad Men seyrediyorum ama hangi gün kaçıncı sezon unutuyorum. whatever. Sakal da nasıl yakışmış! Sakalın yakışmadığı herhalde çok az erkek var, mümkünse hepsi bıraksın...

Alternatif bir isim iken mainstream bir şahsiyete haline dönüşmüş Chloe Sevigny. Türk moda dergilerinde tarz sahibi olduğu söylenen moda takipçilerinin Kate Moss, Sienna Miller ile beraber "gardrobunu ele geçirmek istediği" insanların başında gelir kendisi. Ben şahsen her zaman her daim beğenmem ama burada hoş olmuş. Valentino elbisesi bayağı güze ve kendisi çirkin bir tip olmasına elbiseye yakışmış. Yani girl suits the gown.

Güzel kız nisbeten güzel elbise. Marion Cotillard ve haute couture elbisesi. Bu elbise Golden Globe'daki nefti yeşili Dior'dan daha eli yüzü düzgün, derli toplu ama diğerinde jartiyerimsi bir dantel gözüküyordu elbisesinin içinden. Ve o detay bu elbisenin mükemmel temiz görüntüsünden çok daha etkileyiciydi. Kız iyi güzel ama bence sevgilisi Guillaume Cantet 'nin hatırına resmi koydum.Offf Bavyeralı köylü güzeli sahnede... Oldukça sıradan bir güzel olarak bulsam da kendisini beğeneni çok ki orada burada oynuyor, hayranları peşinden koşuyor, tasarımcılar giydirmek istiyor. Kısacası Diane Kruger burada da her zamanki zevksizliğini konuşturmuş. Yani yorumsuz kalacağım ve sadece insanın Christian Lacroix Haute Couture giyiyor olması zevkli olması anlamına gelmiyor demekle yetineceğim.


Bitiriyorum. Ama bu sefer karşı cins ile. Papyon çirkin bir şey ama ilgilenmiyorum çünkü kendisi gayet taş bir insan. Sakallı ve sarışın ve siyah takım içerisinde; tamamdır. Biter gider, 13 yaşındaki küçük kızlar gibi I love you Justin diye de bağırırım (goldie konserinde heyecanımdan basiretimin bağlandığı düşünülürse gayet girlie bir tipim, orası kesin)

Sabah, kar, şehir ve yeşil vadi

Yukarısı İrlanda (sanıyorum güney, emin değilim). Sevdiğimiz ülkelerden. Her şeyiyle; insanı, edebiyatı, viskisi ile (şirin sever sıradan bulmuştu ama biz öyle değiliz).
Soğuk bizde de soğuk kar kış kıyamet ama şehir manzaraları bizde böyle olmuyor (new york veya paris gibi de olmuyor) ama en azından İstanbul'un giderek engellenemez çirkinliğini kapatıyor ve masumlaştırıyor.
Küçükken çok severdim bu ingiliz halk şarkısını ve kendimce İrlanda ile özdeşleştirirdim (belki de bir filmde duymuş oradan çağrışım yapmışımdır). Hüzünlü aslında ama bir şekilde değil. Ve en komiği benim için çocukluğumdan yıllar sonra kazık gibi liseye gelmişken TRT 1'de akşamları kitap okumaları olurdu ve her gece sanıyorum 5 sayfa okunurdu ve tesadüfen bir gece duyduğumda Greensleeves o programın müziğiydi. O zaman bu sabahınki de olsun. Belki geleneksek olan ile beraber Coltrane'inkini de koyarım sayfaya, bilemedim şimdi.

Monday, January 25, 2010

Sabah müziği

Kar seven, soğuk seven ve gitgide de artık eskisi kadar üşümeyen bir insanım. Ne yazık ki işe gelmek zorunda olan bir insan olarak kalktığımda, işe gitme zorunluluğunun yanı sıra mutlu mesut şekilde kendimi Stevie Wonder'a bıraktım. Talking Book. Kendisinin 1970-1980 arası tüm albümleri olduğu gibi 1972 tarihli Talking Book da efsane bir albüm.
Sabah giyinirken, bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıdaki sayılı pantalonlarım arasından hangisini giyeceğime karar verirken, kahvemi yudumlarken, dans ederken, karın beyaz hakimiyetinin gökyüzünde parlamasını sabahımın mutluluğunda hissederken değiştirmeden dinlediğim albüm oldu. Albümün En son şarkı I believe (when I fall in love with you) ise giyinme gazı ve kapıdan çıkma hızı ayarı ile herhalde 2-3 kere dinlemişimdir... Bayağı güzel şarkıdır. Gerçi M. gibi sevmeyeni çok da artık kültleşmiş film High Fidelity 'den sonra seveni daha çoktur. Benim içinse zaten forever Stevie ...

Sunday, January 24, 2010

Never on sunday: star wars



Aslında dalga geçeceğim ve bazılarını beğeneceğim birçok kıyafet eğlencesi yazmayı düşünürken birden içimdeki modaya karşı duyarsızlık harikulade bir mutlulukla ön plana çıktı. Ve yazmayı istediğim tek şey Star Wars oldu. Mutluyum. Bu akşamdan itibaren bütün seriyi televizyonda yayınlıyorlar. Birden aklıma gecenin bir yarısı çocuğun tekinin beni ışın kılıcı ile oynadığımı görünce yere çöküp evlenme teklifi geldi. Elbette abartılı bir şaka olduğu bir gerçek de erkeklerin böyle yok ışın kılıcı ile oynayan, yok futbol seven, yok müzik bilen vs kızları görünce inanamamaları da bir garip.
Cidden bir ışın kılıcım olsun isterim. Harikaydı çıkardığı o ses...Never on sunday star wars...

Saturday, January 23, 2010

Kar ve soğuk ve iç ısıtanlar


Hava soğuk. Belki soğuk tanımı az bile kalır. Kar şu anda önümü kapamış durumda; yani denizin üzerini göremiyorum, yani beyaz her şey. Deniz, gökyüzü tamamen beyaz bir bulut içerisinde. Soğuk ve artık az üşüyen bir insan olarak ("içimde etna var o yüzden üşümüyorum" lafımı hatırlatmak istiyorum sicilya tatilinin güzel insanlarına) birazdan çıkacağım, Anna Wintour'luk vazifelerimi yerine getireceğim ve akşam eğer hala şahane hayatımız devam ederse, elektrikler 500. kere kesilmezse, çıkacağım rakı içeceğim, en sevdiklerimle. Ama bugün bir ara mutlaka bir yerlerde (ev olmasına gerek yok) sevdiğim birileri ile Macallan içeceğim.
Hava soğuk. Macallan boğazımdan geçerken hafifçe yakacak ve yutkunduğumda havanın soğukluğunu hissetmiyor olacağım.
Aşağıdaki özel Lalique (melis alphan yazsın "lalique" nedir diye, ben üşeniyorum) şişe içerisindeki Macallan sadece 720 tane şişelenmiş ve bir tanesi bile bende değil. Kadim dostum Sekvotka 'nın dediği gibi "poor little anotherstar"...

Thursday, January 21, 2010

Elin gitmemesi

İnsanın eli bazen gitmez değil mi bazı şeyleri yapmaya, bazı konulardan konuşmaya. Hatta eğlenmeye içi acır. Sanıyorum bu ülkede yaşamak çoğu zaman böyle bir duyguyu yaşatıyor insana. Salı günü-19 ocak- zaten üç yıldır yüreğimizin her gün acıdığı gerçeğinin yıldönümüydü (aynı gün ile çakışan kişisel acıları geçtim zaten). Biraz basit fani, eğlenceli, cuma eğlencesi tadında Golden Globe elbiselerinden bahsedecektim ki bu sefer de acımasız bir hükümetin vatandaşlarına yaptığını görüp vazgeçtim. Grevde 38. gün, açlık grevinde 3. gün. Harikulade. Her haber seyredişte, gazete sayfalarını çevirişte bir başka iç sıkıntısı, her şeyden uzak kalma isteğinin oluşması. Bu durumda benim elim gitmez, gidenin zaten gider hatta çoktan da gitmiş eğlence anılarını yazmıştır ama öylesi de benden uzak olsun yamacıma gelmesin mümkünse.

Monday, January 18, 2010

Breathe- Respire


via garance doré

İğrenç bir hava, iğrenç şekilde katillerin serbest bırakılması, iğrenç şekilde öldürülen Hrant'ın yarın ölüm yıldönünümünün üzerime çöken ağırlığı (tanıdığım için hrant diyorum yoksa televizyona çıkıp da okannn diyenler gibi değil) ile cidden gitme istedim bir anda. Uzaklaşıp nefes almak ne güzel olurdu. Rio olur Rio plajları her şekilde olur, Corcovado dinlerim filan, biraz rahatlasak. Milletçe.

Sunday, January 17, 2010

Never on sunday


O kadar iyi geldi ki... Her şey bir anda değişti, ruh halimin üzerindeki manasız kasvet kalktı ve her şey dinginliğe vardı. Öyle veya böyle ama bir şekilde. Birileri ile ve birileri olmadan. that's life. Harikaydı. Harikaydık. Harikaydım. Ne hippi felsefesi beni yansıtır, ne çiçek çocuk olmak isterim. O kadar romantik olmadığım gibi o kadar bencil de değilim. Sadece kafasına sürekli çicekler veya çiçekten taç takan biri olarak içimdeki gülen yüzün resmi gibi geldiği için koydum. never on sunday 'dir bugün; keyifle rahatlıkla mutlulukla. Dün gece Goldie & diğer her şey, sonrasında müzikhol & diğer her şey, yan & diğer her şey keyiften başka bir şey değildi.

Saturday, January 16, 2010

gece (çıkmadan önce)

Buna benzeri olsa da, bu akşamın ayakkabısı değil bu. Hem de hiç değil. Ne ruh halim olarak değil, ne de gideceğim yer olarak değil. Hoş yine bana sallayanların paraları nereye harcadığıma laf edecekleri bir şeyler giyeceğim ve moda köşesindekileri özendireceğim ama bu ayakkabbı değil saten pantalonun altına giyeceğim. Öteki İngiltere'nin sağlam ağır abilerinden birini göreceğim. Sadece iyi değil, en önemli isimlerinden, "Goldie". Bir şey eksik bugün bende. Bu saate kadar da eksikti. Sanıyorum ne olduğunu buldum ama olay bulduğumu dile getirmekte. Yani en başarısız olduğum şeyde. Eksi (-) haneme yazılsın "dillendirmek için bir raddeye gelmesi gerekir veya hiç dillendirmez bırakır" diye.
Blogun ilk günleriydi, yine gelmişti ama hastalanıp gidememiştim. 2007'deydi, bugün 2010. Kim ölmüş kim kalmış. Belli ki Goldie kalmış ayakta, bizimle beraber.

"Watson"


Kalbimde özel bir yeri var kendisinin : watson. watson ve sahibi aslında da ben watson'da kalayım. Hem de bir fransızın ingilizce telaffuzu ile "vatso (n)" ile olsun.
Guy Ritchie 'yi hem seven hem de kool bulanlardanım. Heyecanla Sherlock Holmes 'i bekliyordum herhalde bugün yarın giderim. Çoğunluk beğenmemiş, "olmamış" demişler (hoş türk basın dünyasının gelmiş geçmiş en kötü sinema yazarlarından, hala eski kocasının soyadı ile aldığı koltukta onun soyadı ile yazmaya devam eden ömür gedik ne demiş bilmiyorum ama kendisi ne okunacak ne de kaale alınacak insan değildir. ya şöyle insan olamayacağım galiba. kocamın babamın annemin ahbapların ismini kullanarak bir yerlere gelen kadınlardan. yalan değil şimdi, bizim soyadı da kapı açıyor ama işte genelde bizimkiler çok taraftar değiller öyle torpilli hareketlere gerekirse destek değil köstek olurlar "torpil" olmasın diye. bir de needy kadın olmak lazım ki istediklerini elde edebilmek için, işte o durum benim için epey geç galiba. whatever. şahane hayatımız var. ). Zevk vs zaten çok kişisel bir şey, o yüzden filmmiş, müzikmiş gibi konularda belki lafını kendimce önemseyeceğim insan sayısı üçü geçmez. Onun dışında imdb yıldız vermiş, Ahmet Mehmet Fatma beğenmemiş sayfasında yazmış pek umrumda olmaz.

Gideceğim filme, bugün yarın bir ara. Ayrıca j'aime les blonds (sauf jude law-ııyyk), et Guy Ritchie et Robert Downey Jr.. Bizim watson da hush puppy olan; bebeğimin Rhin kıyılarında kendisini dolaştırdığı günleri hatırladım da...good old times...

Friday, January 15, 2010

Benzer isim aynı soyad

Yüzlerce hatta binlerce insan aynı soyadını taşıyor olabilir dünya üzerinde. Bazıları çok rastlanan bazıları daha nadir rastlananlardan olsa da bir şekilde kendisininki ile aynı soyadını taşıyan birine mutlaka rastlar insan.
Şahsen kendiminkinden, ağırlığından, bilininirliğinden (bunun sebebi j.a. & f.a.; ben değilim tabii ki) bayağı memnunum (ha, yalan değil şimdi; belki bir medici, bir pucci-gucci değil-, bir rothschild olmak isterdim ama bu saydıklarım dışımda güzel ama yalnız ülkemde soyadını almak isteyeceğim başka bir aile yok), öyle ortalıklarda rastlananlardan da değil. Hani bir Yılmaz, bir Aslan, bir Türkmen değil ama ne yazık ki şu sıralar bayağı rastlıyorum. Hem de kabus şekilde aptal ve cahil insanlarda. O kadar ki insanlar ben sanıp ürkerek J.A.'ya veya F.A.'ya gazete köşelerinde yazıp yazmadığımı soruyorlar. Ayça'sı var Ayşe'si ama hepsi neredeyse birbirinden salak ve aynı soyadını taşıyorlar. Benimki ile aynı olanı yani. İşin boktan kısmı isimleri de benimkisine benziyor ama değil. Nasıl bir kabus! Twitter'ları da en az kendileri kadar limit-intelligence limitée - bir zeka göstergesi. Gerçekten de bir sürü Aral çıktı ortalığa ve bu çok sıkıcı.

Thursday, January 14, 2010

Geçmez başka türlü

Geçmez başka türlü bu günler. Saat 15'den itibaren çöken kış günleri. Kar da yağmıyor. Kar yağmıyorsa, North Face'imi giyebileceğim (melisciğim biliyorum sen itibar etmezsin ama north face kar soğuğuna karşı giyilebilecek en iyi mont. hem artık türkiye'ye de gelmeye başladı. ama bence sen beyaz türklerin yeni keşfi moncler alırsın bu sezon kendine. üretimi yapan arkadaşım olduğu için seninle arkadaş olsak sana bir adet gönderirdim ama iyi ki değiliz) kuru soğuk yoksa sürekli pis bir şekilde yağan yağmurlu havayı ne yapayım? 15 yaş ergen buluğ çağından da çıkmış olduğum için melankoli, Kafka'nın Şato'su hiç ilgimi çekmiyor artık.

Müziksiz geçmez bu günler. Hem de bildiğin old skool olanından olmalı ki iyi hissedelim. Öğlen Asmalı Mescit'in havalı mekanının bizim buradaki şubesinde yemek yerken çalıyordu ve resmen günümü mutlu kıldı bu parça. Hatta bir anda 1999 yılına gittim (ooo bebeğim rock-cee). Şahane! Barry White. Kalbimizdesin. Kendisinin son şarkılarındandır, gitmeden yaptığı haysiyetli dönüştür müziğe, Staying Power...


Hediye

Hediye herkes için önemli midir yoksa hiç mi önemli değildir bilmiyorum ama ben "aaa yok canım hiç önemli değil" diyerek yalan söyleyecek değilim çünkü önem verdiğimi biliyorum. Ve elbette yine hırtlık göstererek bu önemi de à la anotherstar olarak yaşıyorum yani benim hediye mevzusunda gösterdiğim hissiyat herkesinkinden biraz daha farklı. Öyle herkesten hediye beklentim, hediyelere boğulayım gibi arzularım yok mesela veya illa çok pahalı çok büyük bir şeye yahut illa hediyenin bir "madde" olmasına da gerek yok. Daha geçenlerde Pır 'ın verdiği yılbaşı hediyesi ile beraber yazdığı kart kaybolduğunda çok üzülmüştüm. Neticede kart, mektup ya da özenle yapılmış bir şey madde halindeki bi hediyeden çok daha hediye benim için. Düşünülmüş, üretilmiş, özen gösterilmiş, kıymet edilmiş olan benim için en güzel hediyedir.

Misal dün. Effortless kool halime bir de rahatlama hali gelince sürünerek attım kendimi eve. Ama güzel bir hediyenin sonrasındaki bir sürünme ile. Ona da dedim "hamam, sıcak su, buğu filan beni aşar, bayılırım mayılırım hiç gerek yok şimdi les Ottomans'da böyle bir hadise yaşamamıza" ve hamamı değiştirdik. Yılbaşı hediyemdi; aynen doğum günü hediyem gibi beni düşünerek karar verilmiş, özenle seçilmişti. Mektupsuz ve notsuzdu ama düşünülmüş, "tam anotherstar'lık bir şey bu" diye seçilmişti. Seviyorum beni düşünerek hediye verenleri. canımsın. Elbette B.'nin inci gibi elyazısı ile yazdığı mektuplarını, M.'nin bir anda önüme çıkardığı Run DMC tişörtünü geçmeden.

Wednesday, January 13, 2010

Ruh hali

Bugün budur. Hava cidden kabus ama effortless hal bir şekilde hafifliği sağlıyor. Garip ama (aslında garip değil) bugün effortless chic effortless kool bi insanım.

Tuesday, January 12, 2010

Plaza kadını gömlekleri

Zaten kadın gömleği seven ve giyen bir insan değilim. Bir de bunların plazalarda çalışan kadınlar için kurulan markaların ürettikleri var ki hiç mi hiç sevmiyorum. Bir tanesi üzerimde. Ne zaman almışım ben mi almışım hatırlamıyorum ama beyaz ve yakasının yüksek oluşu elbette güzel ama önündeki düğmelerinin açıldığındaki kapalılığı beni deli ediyor. Cidden. Üç düğmesi açık ve sanki açık değilmiş gibi duruyor ve sinir oluyorum. Maksat elbette Pamela Anderson tarzı gömlek giymek değil ama bu kadar kapalı durur bir gömlek. Harikulade plaza kadının harikulade moda anlayışına harikulade bir dokunuş. Hoş tabii yüzlerce kişinin çalıştığı plaza denilen yerlerde kool kadınlar var ama ( bir m. olsun , bir eski plaza insanı b. olsun ) ne yazık ki çoğunluk sıradan ve limit işte. Bize de gelenler var bunlardan. Sürekli iki tane Louis Vuitton çantasını değiştirerek kullanan ve Burberry atkısının etiketi gözükecek şekilde asan ve ola ki büyük bir kaza ile NDS'ye gitseydim aynı sınıfta beraber okuyacağım yaşıtım (nasıl bir kabus olurdu. ve tabii dünya ne kadar küçük). İşte biraz Louis Vuitton biraz çingene rolündeki Çağla Şikel karışımı ile ne yazık ki her gün burada. Tipi filan aynen Çağla Şikel. Onun gibi "kuğu" ama yine onun gibi "balerin zarafetini" göstermeye çalışan mamafih çoğunlukla duvara toslayan siyah kuğulardan (bu "çağla şikel ve balerin zarafetine" de ayrıca hastayım. "konservatuvar mezunuyum eğitimliyim" deyip sonra da sabahları varoş insan alişan ile tepine tepine program sunmak müthiş bir sonuç. ha tabii bir de unutmamalı ki kendisi yeni kutsal annelerden. zamanında kendisi için "sadece bir gecelik aşk olarak" gördüğünü ve bunu röportajda ilan eden adamdan. mühiş gerçekten. ). Atasözlerinin ne kadar doğru olduğu insanın yaşadıkça gördüğü bir gerçek. Aynen bu tip örneklemelerde olduğu gibi: "tahsil dediğin cehaleti alır eşekliği baki bırakır".

whatever... Başlığa geri dönersem plaza kadın gömleğimi yarın ben birilerine hediye edeyim ve small beden erkek gömleklerime geri döneyim.

Saturday, January 9, 2010

Cuma eğlencesi

Evet evet, biliyoruz ki bugün cuma değil ama cuma eğlencesini yazmayalı o kadaar zaman geçti ki hem de bu arada 2010 da geldi ve yılın ilk eğlencesini yapmak istedim, bir şekilde tutamadım kendimi (midem hala bulanıyor bu arada).
Heyecanla beklediğim- ve inatla korsan dvdsini seyretmediğim- filmin NY galası. Sherlock Holmes by Guy Ritchie. Guy Ritchie'yi zaten seviyorum, Sherlock Holmes'ı da aynen ve ayrıca benim için Watson diye de bir kavram vardır hayatımda (another gemini, another blonde one) o yüzden heyecanım yüksek. Bu resimde Robert Downey Jr. hiç erkeksi olmayan fazlasıyla temiz yüzlü Jude Law'a basar bence. Belki daha yaşlı ama daha çekici ve daha erkeksi. Aradaki sürekli adını unutuğum bir gün kızıl bir gün sarışın olan kadın oyuncuyu zaten geçiyorum, fark etmiyorum bile. Cidden bu kız da bir gün kızıl bir gün sarışın ama hiçbir şekilde fark edilmiyor. Hani bazı kızlar vardır hiç fark edilmeyen. Aslında hiç çirkin olmasalar da sadece "renkleri güzel" ama herhangi bir ışık yaymayan kızlardır onlar. İşte onlardan biri, hem de hollywood sınırları içerisinde varolanlardan. Ya da içimizdekilerden. Evet, içimizde de çok var, yanımızda, yatağımzda, hanemizde, komşuda, ofiste, serviste, odada, yan sandalyede... Sıradan olmak ya da olmamak.
İşte sıradan olmayan bir oyuncu. Bence güzel değil, fazla esmer ama sıradan veya ortalama değil en azından. Farklı. Kıyafetini normal şartlarda beğensem kendim de benzer şekilde giyinsem de nedense olmamış. Beyaz elbise ve altına kalın siyah çorap bir kere hiç olmamış. Beyaz elbiseye her daim tav olsam da bu tam yazlık olanından yani etekleri işli, tiril tiril bir yaz elbisesi iken siyah çorap ucu açık stiletto ve yanar döner smokin ceket, bilmiyorum tek tek güzel olsa da bir arada Eva Mendes'e gitmemiş. Ayrıca ucu açık siyah stilettolar demişken bakıp da ayağımı sıkan Jimmy Choo'larıma yanıyorum. Bir ayakkabı bu kadar mı güzel olur ama bu kadar mı can acıtır? Verdiğim parayı zaten geçiyorum.
Çirkin elbise, güzel tarz, beyaz ten, kırmızı ruj, yapay sarı saç, yapay sarı küt saç. Daha fazlasına gerek olmadan kısa kelimeler kafi sanki.
Güzel elbise, güzel ayakkabılar, güzel saç, güzel yamuk gülüş, güzel kız, beyaz ten, kırmızı ruj bence bu kelimeler de kafidir bu insan için. Kimse güzel ve kool bir insan. Ayrıca güzel duruyor.
Gossip Girl kızlarından sarışın olanı. Elbisesi güzel ama harikulade değil. Uzun ince bacaklılar buyursun giysin hatta biz de "vayyy kıza bak taş gibi" diyelim ama türk milletinin götü yere yakın yani öyle çok uzun çok ince çok çok bir millet değiliz. Hoş yeni nesil epey uzun hem rahatlar, yani öyle "beyim ne der" gibi kaygıları pek yok , bayağı giyinip çıkıyorlar ("beyi bir şey diyenler" zaten forever evde beylerinin yörüngesinde yaşıyorlar). Ayakkabılar kötü ama imaj maker'i herhalde doğru olanı seçmiştir.Dekadan ve zengin şımarık çocuklarının Manhattan hikayelerinden NY entelijensyasına uzanış gibi bir resim. Calvin Klein-ki hiç sevmem tasarımlarını- Patti Smith-ki kendisinden de şiirlerinden de yandan örgülü saçları ve bıyıklarından hazzetmem. ama bir tek Robert Mapplethorpe dönemi ayrı, güzeldir o dönemi-, engagé eşcinsel Michael Stipe- ki Patti Smith'in kankasıdır yogi mogi vegan engagé bir insan kendisi ve yanlarında yüz gerdirme ameliyatından sonra çarpılmış gibi duran ifadesiz ama bir o kadar eskinin çok iyi oyuncusı Jessica Lange.
Milf ve gey kankası NY'da. Kim olduklarını bilmiyorum ama kadının ayakkabıları bir leopar sever olan benim için bile fantastik ötesi, çantasi ise kabus kim bilir belki Sex & The City'nin Marakeş çekimlerinden etkilenmiş etnik çizgili çantalara hayranlıktır. Erkeğe bir şey demeyeceğim sadece kim olursa olsun ama erkeklerin kadın çantası taşımalarına karşıyım.
Kadın çantası taşıyan erkekler derken bu resmi geçemedim. Biliyorum geçtiğimiz haftadır bu resmin patlaması ve belki de yüce moda insanı bilge Melis Alphan çoktan yorumlamıştır ama lütfen erkekler kadın çantası taşımasınlar. Sevgilisinin kolundaki çirkin mi çirkin Louis Vuitton'ı geçiyorum Marc Jacobs'un kolundaki o devasa Hermes Birkin'e takılıyorum (hermes seven bir insanım yalan değil. fakat kelly değil, birkin. ayrıca fincanlarını filan da beğeniyorum.) ve bu çantanın fiyatını merak etmeden kendimi alamıyorum. Rengi çirkin ama işte bizim ugly people kadınlar alabilirler hemen. Fakat neden kadın çantası? Bazen mahallede yürürken Kutluğ Ataman'ı görüyorum omzuna astığı devasa kadın çantası ile dolaşırken ve işin garibi kendisine değil çantasına bakıyorum ve çoğunlukla beğeniyorum. Çantayı. Ama yine de gey de olsalar erkeklerin kadın çantası takması estetik değil. Merak ediyorum sürekli bizim mahallede rastladığım yüce moda insanı bilge Melis Alphan bunu hiç fark etti mi (sanıyorum şu aralar föne takmış kendisi. ama kötü saçlarının "düz fönü" ve kesimi. eskiden orada burada gördüğümde fönsüz silik bir kızdı ama bu twitter ve yalaka- leche-cul'lerin- twittleri ile kendisini dünya güzeli sanabilme ihtimali yüksek) bilmiyorum ama fark etse bile bir şey söyleyebileceğini sanmıyorum. Çünkü "sıkar". Eğer sıkıyorsa kendisi Kutluğ Ataman'a taşıdığı kadın çantaları ile ilgili olarak köşesinden ona buna attığı gibi atsın ben de mail ile kendisine yazıp hayranlığımı ifade etmezsem....Hadi Melis, bebeğim, göreyim seni. Ama bence yapamazsın. Yapma sarışın bronz tenli zengin varoş kadınlara Hermes'lerinden ötürü sallamak kolay da bence içine girmeye çalıştığın entelijansyayı karşına alamazsın. Hem onlar biliyorsun Proust 'u sadece Alain de Botton'dan okumuyorlar.
Öperim.

Dream on

Midem bulanarak uyandım. Hoş iki gündür midem bulanıyor ama bu sabahki baktığımda midemi bulandıran bazı insanları rüyamda görmüş olmam.Kabus gibi olmayıp kabus olan rüyalardan. Cidden midem bulanıyor şu an. Bazı mevzularda ulvi bir insan değilimdir olmama da gerek yok. O yüzden söyleyeyim bazı insanlar bir şekilse bazı özellikleri ile midemi bulandırırlar. Bakmakta zorlanırım. Hele hele mide bulandırıcı özelliklerine bir de şahsiyetsizlik eklenirse işte iyice zorlaşıyor her şey. Aman yababbim, bitmek bilmedi ama neyse ki rüyaydı.

Friday, January 8, 2010

Geç olsun da güç olmasın

Geç olsun da güç olmasın doğru insana doğru ismi verelim doğru şekilde çağıralım doğru şekilde kaydedelim ya da telefondaki ismini değiştirelim. Leche-cul. Bu kadar güzel taşıyamazdın ismini. Tekrar doğum günün kutlu olsun. Biliyorum biliyorum daha var ama benimkisi mecazi bir söylem.

Wednesday, January 6, 2010

All I need

Su galiba bana göre en güzel şey. Suyun içinde yaşayabilirim ayrıca sudan çıkan her şeyi de yerin. Ve tabii suyun insan bünyesindeki rahatlatıcı etkisi. Ya da helenistik dönemde Allianoi'de olduğu gibi suyun bir şifa aracı olarak kullanılması.
Lodosun çarpması, şekerimin düşmesi, fenalaşmam, sinüzitimin süründürmesi derken günün sonunda insanın tek ihtiyacı banyo olabiliyor. Suyun içinde uzanmak. Ayrıca resimde en sevdiğim iki içeceği de görüyorum: su ve şampanya. Gerçekten sorsalar vereceğim cevap budur; "su & şampanya".
All I need şarkısını ayrıca severim.

all I need is a little time,
to get behind this sun and cast my weight,
all I need is a peace of this mind,
then I can celebrate.

all in all there's something to give,
all in all there's something to do,
all in all there's something to live,
with you ...

all I need is a little sign,
to get behind this sun and cast this weight of mine,
all I need is the place to find,
and there I'll celebrate.

all in all there's something to give,
all in all there's something to do,
all in all there's something to live,
with you ...


Monday, January 4, 2010

Tanım ve sıfat

İnsanoğlunda hiç sevmediğim karakter özelliğidir: yalakalık. Yalakalık yapan adamdan da kadından da kimseye hayır gelmez. Hele hele zamanında orada burada hiç karşılaşmayacağını sanıp rakı masasında veya alemlerde rahatça saydırıp da sonra kıç yalayanından zaten hayır gelmez. En azından benim anlayışımda. Yani benim için tanım budur, sıfatı da leche-cul'dur. Doğum günü kutlu olsun bizim leche-cul 'nun.

Sunday, January 3, 2010

this is me!


İşte ben! Bu kadar mı beni yansıtabilir? Üzerindeki couture gece elbisesi ayağındaki-muhtemelen kaymak için giyilmiş - topuksuz botlar-, arkadaki tag graffiti ve kaykaycıyı hayranlıkla seyrederken yüzdeki gülümseme. Cidden, bu kadar mı bana uyabilir? Streets ve glamour aynı anda. Lütfen, 2010 ve devamı harikulade bir şekilde "beautiful loser" olarak yaşansın...streets forever....

Friday, January 1, 2010

P.S.


yılın ilk p.s.'i, güzel geçen 31 aralık gecesi, fantastik 4'lü ve diğer herkes, yılbaşı gecesinin yarattığı eğlenme zorunluluğu baskısı, çıkmadan j.a. & f.a. ve f.a.'ya komik hediye, fantastik 4'lü'nün fantastik derecedeki basit ve anlamlı hediyeleri, 2 grup 10 albüm, resimler, daha da fantastik resimler, belki de en vurucu an benim için alınan şampanya ve b.'nin açarken another star çalması ve tabii yazılan mektuplar ve her şeyden bir şekilde -artık zamanı da geldiği için- hissedilen "huzur". kim bilir belki de en çok 31 aralık tarihinin yarattığı sosyal eğlence zorunluluğu baskısının sona ermiş olması. ayrıca sevdiklerimin beni tanıyıp benim için bir şeyler düşünmesine, bunu hayata geçirmelerine bayılıyorum. para pul değil, başka şey bu. ve yine "mektup" kadar muhteşem bir hediye var mı acaba? mektup, kart neyse ne ama özel bir şey. budur bence.
it was a good start ...