Sunday, March 31, 2013

Never on sunday: moon sickness

Gerçi geçen hafta Big Sista E.K. telefonda demişti "dikkat et bu dolunay çok ağır geçecekmiş, ayın 2sine kadar dikkatli olmak lazımmış" diye. Gerçekten de öyle çıktı, bir nevi monster moon, bir nevi moon sickness yaşandı ama elbette geçti gitti, bahar geldi çöreklendi yüreğimize. Ama yine de Taviani Kardeşler 'in 1984 tarihli Sicilya'da geçen Kaos filmindekileri andıran  moon sickness sahneleri, dolunayda değişen insan davranışlarını, delirmeleri olmadı değil, bazı dakikalarda, anlarda. Yine de iyi ki olmuş, iyi ki oluyor ki, güçleniliyor yola da öyle devam ediliyor. En güzeli ise değiştirilmeden sadece zamana, gidişata, olayın kendisine uyum sağlanarak gidiliyor, ilerleniyor.

cuma, gidilemeyen spor ve başlayan hafif moon sickness, eğlenceli cumartesi başlangıcı, sıcak hava, gitgide artan sıcaklık, ay telaşı,2 dk süren telefon konuşması ve monster moon ziyaretinin resmen başlamış olması, g.g.'nin ocakbaşı kutlaması yemeği, güler ocakbaşı, nedense önceki sefer gibi olamaması, "1 hafta önce ayırtmıştınız", başka usta ve bir şeyleri eksik etler ("elbette vejeteryanım"), gut olma yolundaki iddialı hareketler, leopar/çita baskılı bluz, elbette ödenemeyen hesap, elbette içilen rakılar, elbette yenilen etler, elbette spastik kahkahalar derken terleten çoraplar, trençkotlar, geceyarısı trafiği, pazar, never on sunday tiril tirilliği, crepe suzette denemeleri, gitgide daha da artan sıcaklık, limonun mutluluğu, monster moon'nun ağırlığı, çıkışları, yükseliş ve mantığa geri dönüş, hitchcock, güzel film, emotional eater olduğunu öğrendiğimiz ve foie gras'ları ard arda mideye indiren hitchcock, mcdonald's kadar iyi olamayan elit hamburgeci mano burger'in kötülüğü, pazar gecesi hafifliğine geri dönüş, ay etkisinden sıyrılış, dolunay etkisinden iyice uzaklanış, perdeyi indiriş, derin nefes alış ve normaliteye geri dönüş ... amin.

p.s. fil hafızam artık yeni bilgilere, yeni öğrenimlere o kadar açık değil. belki de fazlasıyla dolu. ama iş eski olunca, ilkokulda videoda seyrettiğim kaos'u hatırlamak, dolunayda kendini kaybeden sicilyalı köylüyü veya köyün ortasındaki devasa kasenin içine giren adamın hikayesini hatırlamak o kadar kolay ki...ama yeni tanışılan isimler, yüzler, öğrenilen tarifler, kelimeler o kadar zor ki hatırlaması. belki de tam olarak hatırlamak istemediğim içindir, olabilir. 
 

Thursday, March 28, 2013

Blame it on Bowie !



Yalan değil müzisyenlerin ömürlerinin sonuna kadar sahnede kalmasına, müzik yapmalarına hoş bakmayanlardanım. Neden bir yazar, bir ressam veya tiyatrocu son nefesini verdiği günlere kadar sanatını icra edebiliyor da müzisyenler için bu hoş karşılanmıyor? Doğru, kesinlikle bir haksızlık söz konusu ancak buna sebep sanıyorum müzisyenlerin çok daha geniş kitlelere hitap etip  fazlasıyla göz önünde olmaları olabilir. Bir şekilde insan hayran olduğunun kendisi gibi yaşlandığını veya kendisinden daha kötü çöktüğünü ve buna rağmen yüksek egosu yüzünden kendisini kitleler önünde olmak adına gülünç hallere soktuğunu görmeyi istemiyor. Ya da ben istemiyorum. Tamam, The Rolling Stones'un babam yaşındaki hallerine rağmen hala dünya turnesinden bahsetmelerine  hatta Glastonbury 'e çıkmalarına tahammül de zorlanıyorum. Aynen (hayatımın erkeği) Axl 'e bugün bakmakta zorlandığım gibi.

Ama Bowie...Ah işte, herkesten ve her şeyden farklı olan David Bowie. 10 yıl sonra ilk kez albüm çıkartıyor ve insanı yerinden zıplatıyor.  Bazıları çılgınca Bowie hayranıdır (kendisi gibi 70lerde payetler ve apartman topuklarla gezen ve bugün ise hayattan bezmiş yaşlı kel ve şişman koca koca adamlardan bahsetmiyorum elbette). Bence Fuket Bowie 'yi çılgınca seven hayranlarından sayılabilir. Internete telefonla girildiği, Youtube'ın olmadığı 90lı yılların sonlarında Strasbourg-İstanbul arası mektuplaşmalarımızda bir ara sürekli David Bowie 'den bahsederdik, azap Low albümünü dinler, Heroes 'a bayılırdık. Ama asıl Bowie'ye bayılırdık; Fuket 'in Kuzen Larry'e benzettiği ama sonra yanlış insanı gördüğü anlaşılan Joel'i Joe diye kısaltıp hemen Bowie 'ye ithafla Joe the Lion diye düşünür, Bowie 'nin aşkından helikopterle tepesinden güller yağdırdığı Iman 'a sinir olurdu (k). Ben ise çılgınca mı bilmem ama David Bowie 'ye bayılanlardanım. En az Prince 'e bayıldığım kadar (ki bu başka bir aşk hikayesi). En az 1999'daki Hours albümünü almış, sadece ilk şarkıyı beğenip, eski albümlere geri dönmüştüm. Ama The Next Day ... Üzerine çok yazmaya gerek yok çünkü çok güzel bir album. Kendisini çılgınca seven hayranları yazabilir veya gazete köşelerindeki çılgınca kötü müzik yazılarından mesul Mehmet Tez gibiler üzerine tez yazmayı deneyebilirler ama ben girişmeyeceğim çünkü albüm zaten süslü püslü duygusal ifadelerle bir yazıyı gerektirmiyor. Ama gerekirse en kötü şarkı en son şarkı Heat. Ama melankolikler muhtemelen sevecektir, iyice soğuk Berlin günlerini Low günlerini anımsatan bir şarkı; ağır, soğuk hatta tedirgin edici. Ben rotamı çoktan depresif rock n' roll'dan dekandansın yaşandığı Studio 54 'e, Motown 'a, Stax 'e, Brooklyn 'nin hip hop çemberine çevirdiğim için ergen melankolisinden hiç mi hiç etkilenmiyorum. İlk iki şarkıyı da geçip The Stars Are Out ile başlar bence The Next Day. Sonra da çoşar insan. Ama en çok da You (will) Set The World On Fire ile...Sadece bu şarkıyı dinliyorum aldığım günden beri. Diğerleri de olur How Does the Grass Grow, Valentine's Day, Love is Lost filan olur hepsi olur da You will Set the World on Fire hepsine olur, bir tek son şarkı Heat olmaz. O da boncuk albümde, koskoca Bowie ya. Kapak ile filan da uğraşmamış Heroes 'un kapağının üzerini silip yeni albümün ismini yazmış. Nolcak ki kime hesap verecek, Sony'e mi? Günün sonunda "This is Bowie " her şeye yeterli zaten.

P.S. Blame it on Bowie çünkü sabahın köründe kendimi tutamayıp çok sevdiğini bildiğim sevdiğimiz insan kool şahsiyet K.'yı aradım "albüm çok güzelmiş" diye. Yapacak bir şey yok, Blame it on Bowie.  

P.S. (2) Mehmet'ciğim çok şanslısın ki hala gazetelerde müzik yazılarımı yazmakta tembellik ediyorum. O yüzden rahat ol, ruhunu sıkma, gerek yok, hafiflik en güzeli. Bu kadar az bilgiyle bile köşen olmuş, daha ne?

Wednesday, March 27, 2013

Bugün

"Bugün ve her gün" belirtilerek diye devam etmeli aslında ve arkasından sıralanmalı:

sevimsiz havadan, siyah siyah yağan yağmurdan, boyanmış temiz çizmelerin ayakkabıların Olimpiyat şehri İstanbul sokaklarına çıktığı anda çamurlanmasından, hatta efsane lastik çizme hunter'ların delinmesinden, herkesin kendi yolunu bulma telaşı içerisindeki omurgasızlığından, ösym'nin geçtiğimiz birkaç yıl süresince yaptıkları her sene sınavlarda telafisi zor hatalardan sorumlu olup hiçbir şeyin değişmemesinden, insanların evlat sevgisiyle sınav telaşında beklerken oracıkta kalp krizi geçirip ölmelerinden, kadınların şiddet görmesinden, insanların birbirlerine saygısızlığından, bağırarak konuşmayı özgüven saymalarından, herkesin kendisini çok önemli, bir nevi "akil" adam görüp her konu hakkında yorum yapmasından, en basit sosyal ilişkide bile icazet verme hakkını kendinde görmelerinden, "çok beğendim. onaylıyorum" laflarını sarfetmelerinden ve buna alkış beklemelerinden, sözde sevgi dolu ilişkilerin sahteliğinden, "can dostumla boğaz'da kahve keyfi" etiketli dostlukların plastikliğinden, sözde pek çok sevilenlerin mutluluğunun sözde paylaşılıp aslında "schadenfreude" anının gelmesinin beklenmesinden, pasif agresif insanlardan ve hayatı etrafa zindan etmelerinden, ciddiyeti, suratsızlığı, gülmemeyi marifet sanan insanlardan, mutsuzluğu marifet sanan insanlardan, hayata dair herhangi bir olumlu taraf görmeyen insanlardan, kıymet bilmeyen kıymet göstermeyen insanlardan, her türlü adaletsizlikten, benim ödediğim kiraya karşılık, karşı dairedekilerilerin dayak üzerine çocukla taçlandırdıkları ukranya+türk karması kutsal aileye dönüşüp, aylardır ödemedikleri kira, aidat üzerine bir de kapıya gelen mahkeme memurlarına kapıyı açmayıp  bedava oturdukları evin bir de kapısına dalga geçercesine astıkları hayatta gördüğüm en çirkin  "home sweet home"  süsünü görmekten, gereksiz ama korkutucu gece kabuslarından, "tamam işte bu, tam olarak bunu istiyorum"u tam anlamıyla söyleyememekten ama bundan henüz büyük bir rahatsızlık duymamaktan, anlamakta zorlandığım para hesaplarından, baharı beklemekten, kuşları bir duyup bir duymayıp bahara kavuşma arzusu içerisinde olmaktan yoruldum.  

Hem de oldukça yoruldum. Ama hayat bu, her şey olur, geçer biter, daha güzellerinin geleceği gibi daha kötülerinin de gelme ihtimalinin olduğu gibi yaşanır gider. Veya  de varolduğunu sandığının aslında olmadığı, olmadığını sandığının ise çoktan olduğu gibi. Yukardakilerden ve daha oldukça uzun bir listeden çok yorgunum, doğru ama her şey zamanla geçer gider. Önemsememek lazım ve sadece yapılması gerekeni yapmak için çaba göstermek lazım. Mesela uzak gibi. Mesela yakın gibi. Ya da sadece kendin gibi, için gibi. İçinden nasıl geliyorsa, için neyi yapmanı söylüyorsa onu yapman gibi. Gerisi gelir zaten. Gelmezse de karpuz keseriz. Yoksa yorulmaktan yorulmuş insan çekilir şey değil ...

p.s. tehlikeli bir dolunay yaşanacakmış bugün. sakin olmak lazımmış. uuuu...





 

Tuesday, March 26, 2013

Pandora'nın Kutusu

" in classical Greek mythology, Pandora was the first woman on Earth. Zeus ordered Hephaestus, the god of craftsmanship, to create her, so he did—using water and earth. The gods endowed her with many gifts: Athena clothed her, Aphrodite gave her beauty, and Hermes gave her speech. When Prometheus stole fire from heaven, Zeus took vengeance by presenting Pandora to Epimetheus, Prometheus' brother. With her, Pandora was given a beautiful container – with instructions not to open it under any circumstance. Impelled by her curiosity (given to her by the gods), Pandora opened it, and all evil contained therein escaped and spread over the earth. She hastened to close the container, but the whole contents had escaped, except for one thing that lay at the bottom – the Spirit of Hope named Elpis. Pandora, deeply saddened by what she had done, feared that she would have to face Zeus' wrath, since she had failed her duty; however, Zeus did not punish Pandora, because he had known that this would happen."

Malum yunan efsanesini biliyoruz. Ya da en azından efsanede bahsi geçen Pandora'nın Kutusu  denilen şeyin içerisinden iyiliğin, iyi niyetin, güzelliğin çıkmayacak olduğu kadarından haberdarız. Hayat denilen şey de işte, her gün Pandora'nın Kutusu gibi sürprizlerle, kötü tecrübelerle dolu. Mutlaka bir yerden bir kötülük, bir kötü söz, bir kötü davranış biçimi, bir kötü tecrübe, olay, yaşanmışlık çıkabiliyor, Pandora'nın Kutusu'ndan çıkan kötü sürpriz de genelde en beklenmedik zamanlarda en beklenmedik insanlardan gelebiliyor, yüzünde patlıyor insanın. whatever. Herkesin içinde bir Pandora'nın Kutusu olduğu gibi, bunu açıp açmamak yine tamamen kendisi ile ilgili bir durum. Açmak ve içindekileri karşısındakine karşı kullanmak, bundan güç elde etmek bir yol, kutuyu hiç açmayıp içindeki kötülükleri önemsemeyip kendi yoluna kendince devam etmek ise bir başka yol. Neticede Pandora'nın Kutusu'ndaki kötülüklerin yanında kalan tek bir şey var, en dipte en derinlerde, o da  Elpis. Yani umut. Belki kötülüğe- özellikle de "banalleştirilmiş kötülüğe" - bulaşmadan, "gündeliğe indirgenmiş sıradanlaştırılmış ve hiç de korkunç gelmeyen" kötülüğe itibar etmeden yaşayıp gitme umudu vardır bu hayatta. Kim bilir? Çocukça ama umut böyle bir şey; inanıyorsun, hayal ediyorsun. Yapacak başka ne var ki?

Okuma Listesi: Hannah Arendt (yine ve yeniden)- Kötülüğün Sıradanlığı, Metis

Ve tabii yapacak bir şey yok. Bu kadar ciddi konulardan, ciddi kitaplardan sonra elbette hafiflemek lazım. Ya da J.A.'nın geçen gün altınlar içerisindeki halime dediği gibi "rüküşlüğüne, kıroluğuna inanamıyorum, çocuğum! " durumunu kabul etmekten başka çare yok. Çünkü asıl Pandora'nın kutusu benim için işte budur (diğeri ise zaten her gün her saniye hayatımızda). Gerçi bunların da içinden yani bu güzelliğin içinden çıkan "mutlaka edinmeliyim" arzusu ile gelen hırs, açgözlülük, gösteriş ve nihayetinde sahip olma ile gelen muktedir karakte yapısı ile mevkii sanrısı düşünülürse eh, bu şahane Rolex kutusu da bir nevi Pandora'nın Kutusu'ndan hallice sayılır. Ama wish list 'te olması istenen cinsten bir Pandora'nın Kutusu.  Rolex Forever.

 








Sunday, March 24, 2013

Never on sunday # 4


hava daha resimdeki gibi çorapsız loafer giyilecek değil sıcak ılık dahi olmasa da yarın yağmur geleceği bilgisinden haberdar olsak da yine de ruhumuz never on sunday olsun basit olsun keyfili olsun en azından niyeti keyif olsun...cumartesi heyecanı, hala soğuk hava, nihayetinde hep özlediğim ama giymeyi unuttuğum pek sevgili yün missoni'm, td + mezzaluna, biraz g.g. biraz ve bolca # 8, bolca leffe, bolca yemek, bolca kahkaha, bolca komik spastik hareketler, bolca trençkot ile üşüme, gece boyunca g.g. & m.'den bitmeyen komik mesajlar, fazlasıyla sakin pazar, gazeteler, dedikodular, yenilenler yenilemeyenler, atlaslı lastik top üzerinden ülke seçme, ana britannica, karşılıklı hastalığa direnme saatleri, güzel hava, sinema iptali, beyaz fanila beyaz don ile dolce & gabbana mankeni, büyük ölçüde never on sunday, az ölçüde bullshit on sunday ama yine de hallulujah

p.s. la brise manasızlığı ve gereksizliğinden sonra mezzaluna-aynı tarzda- olmasa da- yine de insana iyi hissettiriyor, en azından güzel yemek yediğinin, düzgün servis aldığını düşünerek ayrılıyor insan. keşke daha fazla bira seçeneği olsa, keşke italyanlar gibi pizzanın yanında bolca bira içildiğinin de bilgisine gelince ve illa şarap içilmeliymiş gibi gelmese. dayatılmasa. ayrıca insanoğlu az yemeli biraz nefsine hakim olmalı. kendim için söylüyorum yoksa lokantalarda kafelerde söylenen ama yenmeyen gönderilen yarım bırakılan yemekleri sipariş verenler için değil.




 

Saturday, March 23, 2013

Wish List

Yeni yıl wish list 'inin ilk nesnesi. Koolluktan neredeyse patlayacak isveç markası Acne yapmış ve haliyle bulamıyoruz (creme de la creme sweatshirt'u gibi) . Oysa içinde Rio var, New York var, lacivert var, mutluluk var.  Ayrıca erkek sweatshirt'u olması sebebiyle medium veya large almak kendisini üzerimde hayli hayli güzelleştirecek. Ama yok işte öyle değil. Hem isveçli, hem Acne olunca bu güzel sweatshirt neredeyse bir hipster'in it-item'i cazibesinde tükeniveriyor stoklarda. fak!'

- are you hipster or homeless? 

gerçekten de I hate hipsters...

Friday, March 22, 2013

Gece # 2

hafta içi rakı keyfi, cavit, a.ç. ile beraber cavit'te hafta içi rakı keyfi, "demek ki herkesin benzer konularda benzer dertleri varmış" rahatlığı, mekanın şahaneliğine rağmen rakı içmeyi bilmeyen böğüren tipler, tanıdık çıkan tipler, konuşulanlar, keyifli konular, daha az keyifli ama umutsuz olmayan konular, baykuş anlamı, yemeğin sonuna doğru "hadi gelse" diye beklenen yeni okullu olmuş okul çocuğu # 8 'in gelemeyişi, bizim devam edişimiz, 2 küçük 1 büyük ediyormuş (meğer), a.ç.'nin benden sonra daha da devam edişi, soğuk hava, sokaklardaki tanıdıklar, home sweet home mutluluğu önce gecenin keyfi, güzel geçirilen gecenin, ritüelin ilk adımının keyfi.

(kahkahalar içerisindeki) fantastik diyaloglar:

#8- "sarhoş olabilir misin?
anotherstar- belki. biraz. azıcık. ucundan azıcık. 

p.s. frankofon biri olarak ilk defan geçenlerde i.'den duymuştum: 
"there are always three sides to every story: your side, their side and the truth". 
nasıl da doğruymuş. her şey öyle değil mi? benim yorumum, senin yorumun ve tabii bir de işin gerçeği. demek ki anlatılan her olayın böyle üçlü bir düzeni varmış ama işte galiba işler genelde "sen" ve "ben"de tıkanıyor "gerçek" olana gelmek her zaman mümkün olmuyor ya da zamanla gerçek kendisini mutlaka gösteriyor. ama doğruymuş. 

p.s. (2) artık hafta içi içip de ertesi gün kendine gelebilmek zorlayan bir aktivite sanki. hepimiz için gitgide böyle oluyor ama insanoğlu iflah olmayanlardan, istikrarlı şekilde aynı gereksiz hareketleri yapabiliyor. boşa konuşuyorum neticede.



  

Thursday, March 21, 2013

Başkalarının hayatı (das leben der anderen), part 2

Başlık onu ifade etse de, hayır, film değil bu seferki. Film olanını 2007'de, hem yine mart ayında yazmışım. İlginç geldi tabii bu tesadüf. Tarih tekerrürü mü yoksa 6 yıl geçmiş olup "başkalarının hayatı" düşüncesinin halen süren varlığı mı bilemedim ama son birkaç gün (belki de biraz daha fazlası) benim için bunun güzel bir hatırlatmasıydı.

İstemedikleri buluşmalara, yemeklere giden; aslında hissetmek istemedikleri duyguları tüm dünyaya sanki gerçekmiş gibi gösteren; aslında hiçbir şey paylaşmak istemedikleri insanları gören, onlarla konuşan, telefonlaşan, vakit geçiren, kadeh tokuşturup "şahaneyiz çok güzeliz, çok mutluyuz iyi ki varız" sirkini oynayan; aslında istemedikleri hanelerde istemedikleri insanlarla yaşayan, istemedikleri yatakları paylaşan, istemedikleri üremeler yapan ve bunu muhteşem bir "ilahi aile komedyası" olarak oynayanlar vs vs .

İnsanın kendisini kandırması, aslında olmayanları varmış gibi görmesi, buna inanması, kendi hayali üzerine kurduğu ve kurduğunun "gerçekliğini" kanıtlama uğruna kendinden geçmesi çok fantastik bir durum. Hemen herkesin bir şekilde içinde olduğu ama işte, kendi kendini kandıma hali kişiden kişiye değişiyor. Neticede herkes toplumsal hayatta bir maskenin içerisinde yaşıyor; sadece kimisininki çok sahte kimisininkisi ise var olan gerçeğe daha yakın. Tek fark bu. Ancak boktan olan sahte olanın diğerine nazaran çok daha fazla olması, toplumda çok daha fazla yer işgal etmesi. Keşke sadece mevzu işgal edilen "yer" olsa da bitip gitse (geride kalıp kesinlikle o sahte hayatın parçası olmak istemeyenler bu "yer" fazlalıktan kurtulsak). İşin doğrusu bu oldukça can sıkıcı olan durum bu çünkü o sahte güzellikteki ve doğruluktaki hayat görüntüsü sadece kendisine zarar vermiyor, ne yazık ki etrafındakilerin de hayatlarını sıkıyor, oksijenini tüketiyor, gündeliğinin neşesini karartıyor, kendince varolan anlamını gereksiz yere zorluyor.

İşte sırf bu yüzden bazen karşıdakinin ısrarlı  "sahte inancını" kırmak gerekiyor ve "hayır, öyle değil, yanlış biliyorsun, yanlış anlamışsın, yoo hiç sandığın sebepten dolayı bunu yapmıyorum" demek gerekiyor. Ve tabii bu dahi karşı tarafa asla yetmediği için illa altını çizmek gerekiyor. Elbette kolay değil, birinin inancını sarsmak, kafasında oluşturduğu korunaklı dışarıya gösterdiği harikulade balonun pembe olmadığını göstermek. Ancak amaç bu olmasa da insanın üstüne çöken sahte hal bunu sanki zamanı geldiğinde zorunlu kılıyor.

Sıkıcı olduğu kesin olsa da böyle bir hayat yaşamak yine de kişinin kendi tercihi. İstemediği hayatı sürmek, istemediği işi yapmak, istemediği insanla beraber olmak, istemediği ilişkiyi sürdürmek, istemediği mekanlara istemediği insanlarla gitmek vakit geçirmek, istemediği sosyal ilişkileri yaşamak tamamen kişiye ait bir yaşam tercihi. Mutlu olmanın, güne mutlu başlamanın, her türlü boktanlığa rağmen kendi mutluluğunu yaşamanın ve "hayır" demenin mutsuzluk/huysuzluk değil de aksine mutluluğa giden bir yolun tercihi olduğu gibi.

Ama resmen yoruluyorum başkalarının hayatını sürenlerden ve başkalarını da bu ürettikleri kendi algılarında yaşayanlardan. O kadar sıkıcı ki ...

P.S. Başkalarının hayatı hatta almancası Das Leben Der Anderen deyince aklıma, başkasının hayatını yaşayan, filmi orijinali dili almancadan yani anadilinden seyredip de anlayacak olan son günlerin moda haftası yıldızı (!) hep adını unuttuğum ama bu sefer doğru yazacağım Wilma Elles geldi. Tipinin, varlığının, sergilediği oyunculuğunun sıradanlığını, "overrate" olmasını geçiyorum da kendisinin şu andaki zengin, sugar daddy jr konumundaki sevgilisini bulmadan, sadece 1-2 yıl yani Türkiye'ye yeni geldiğinde sözde evinin (!) kapılarını açtığı bir röportaj aklıma geldi. Kafamda boya sıkıntıdan patlar vaziyette kuaförde sayfalarını çevirdiğim Instyle home gibi bir dergide evini gösteriyor, poz veriyordu filan. Çok ilginç bir hadise değil, aşıldık üzere evinde melek bibloları, her yerden alınmış kar küreleri, buzdolabı magnetleri, "buradan istanbul'a bakıp şiir yazıyorum" pozları ile süslü sıkıcı şöhretlilerin sıkıcı röportajlarından biri daha. Ancak asıl sıkıcı olmayan bomba sonradan patlıyor ve ortaya çıkıyor ki sözde evi olarak gösterdiği ev kendisinin evi olmayıp bir başkasının ya bir arkadaşının veya o dönem beraber olduğu kişinin evi. O kadar gülmüştüm ki ... Aynı anda kendisine acımakla beraber. Kim bilir ne kadar zor bir şeydir başkasının hayatını kendi hayatı gibi yaşamak bir de üstüne orada burada insanları bunun gerçekliğine inandırmaya çalışmak...Neyse şimdi biraz rahatlamış belli ki, ayrıca manken de oldu daha ne ister ki şöhret basamaklarını tırmanırken ? Sanki kendisiyle, şöhret peşindeki taşralı oyuncunun yıldızlara öykünerek uzanma hikayesinin sinemaya çekilmiş en güzel filmi olan All About Eve 'in köylü alman versiyonunu seyrediyoruz ; daha kaba saba, daha sarışın bir film bu ya da All About Wilma

Wednesday, March 20, 2013

Motto- forever!

fool me once shame on you, fool me twice shame on me!


Gerçekten de hayatta hatırlanması gereken birkaç laftan biri herhalde budur. Elbette hatalar olur, insanlar yanlışlar yapar, beklenmedik zamanlarda beklenmedik şekilde naifce olmadık hatalara düşerler de neticesinde ders de alınır. Ya da alınması iyi olur, tercih edilir. whatever.

Birçok insandan birçok çevreden birçok haneden birçok hayattan uzak kalınsın ve böyle devam etsin mümkünse.

O halde bebeğim, Tarkan 'dan gelsin sana;  "unutmamalı" şarkısı ve devamı da orijinali bu dükkana uygun şekilde "unutmamalı bu güzel lafları kararları" diye devam etsin...

Sunday, March 17, 2013

Never on sunday: tematik st patrick's day

beklenmedik şekilde komik bir cuma, soğuk ve sevimsiz bir cumartesi gündüzü, patates sorusu, irlanda'ya yakışır vaziyette yağmurlu cumartesi, la brise, kötü lokanta, gereksiz lokanta, foie gras diye gelen kızarmış kaz ciğeri gelen lokanta, steak tartare uğruna gidilen lokanta, verilen hesabın değmediği lokanta, hala yağmur ve her şeye rağmen eğlenceli keyifli gece  ve akabindeki st patrick's day, irish drinking songs, english breakfast, patates kıtlığı ve ana britannica'daki irlanda başlıkları, irish coffee, yeşil bir şeyler bulma umudunun kırılması, ruhun irlandalı olması, içimizdeki irlandalılar derken klasik happy week-end...   

p.s. house of pain de irlandalı ama yani, sevsem de sevmesem de aynı işte. eskiden bir şeyler yapıyorlardı tommy records zamanları, sonra ciddi ayrıldılar, başka gruplarda başka müziklere döndüler filan. ama jump around her yerde çalar işte, bir şekilde mutlaka. 

p.s. (2) ve tabii patrick... canım... ı heart you..."we keep them we save them"

Saturday, March 16, 2013

Marta direnme rehberi

Bizim coğrafyanın soğuk, yağmurlu, sevimsiz kış aylarından mart. Ne tam soğuk ne tam sıcak ama soğuğu insanı yatağa düşürecek cinsten, sıcağı ise yine tam anlamıyla bahar ılıklığında olmadığı için yatağa düşürecek cinsten, yağmuru ile, karı ile insandaki sokağa çıkma, giyinip sokağa çıkma isteğini resmen öldüren yani yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal gibi hissettiren bir ay mart ayı. Mart insanları da ilginçtir, balıktırlar. Çok sevip hayatımda bolca balık olsa da ilginçtir balık insanları.

Hele hele bu mart ayı ise baştan beri garip geçti...şubat ortası itibariyle her gün inişli çıkışlı haller, manasız gerginlikler, hiçbir şekilde olması mümkün olmayan yerden fantastik sorunlar çıktı, olay oldu, gerginlik oldu, tansiyon yükseldi, gerilim yaşandı, tetikçi gibi düşünülmeye başlandı, teknik elektronik bir sürü tatsız mevzu yaşandı, susan miller 'a göre blame it on mercury, o halde blame it on mercury ve artık bitsin gitsin merkür normale dönsün, yarın olsun st patrick's day gelsin, içimizdeki irlandalılar çıksın, jameson içelim, irlanda filmleri seyredelim, belfast-dublin hattında gidip gelelim, her şey normale dönsün, geri kalan 20 günü sakince geçirmeye çalışalım, delirmeyelim, üşümeyelim, hem ruhumuzu hem kıçımızı soğukta bırakmayalım, nisana kavuşalım, sonra mayıs gelsin ve haliyle ben kendimden geçeyim, hele haziran filan diye hülyalara dalayım...Bugün ise 16 mart itibariyle soğuk ve yağmurlu hatta sulu kar beklentisi ile varlığını iyice hissettiren bir kış günü. Hal bizde bu iken, Brezilya 'da, Ipanema 'da havalar güzel, herkes denizde, herkes tiril tiril kıyafetler içerisinde filan ...Yapacak şey yok; gidene kadar mart ayı sendromundan kurtulabilmek için Brezilya 'yı eve getiriyoruz, ruhumuzu hafifliğe hazırlıyoruz. Tematik olarak. Ama önce İrlanda var. Yarın. St Paddy's Day. Arkası yarın o halde. O güne o saate kadar ve sonrası itibariyle we heart Brasil.

Sergio Sa aka Paul Bryan. Yani asıl adı Sergio Sa olan brezilyalı müzisyenin ingilizce şarkılarını söylemek için kendine  kendine seçtiği takma ismi Paul Bryan.  Kime dinlettiysem herkesten "ama bu pop müzik, çok sıradan çok basit dizi müziği gibi" filan gibi yorumlar geliyor. Birkaç kişi hariç. Misal The Beatles. Herhalde kendisi The Listen of Paul Bryan'ı benim kadar seven, gözüktüğü kadar basit, sıradan bulmayan yegane insan (gerçi daha u.'ya dinletebilmiş değilim, muhtemelen o da sıradan bulmayacaktır).

Yıl 1973. Sergio Sa, Paul Bryan nickname'i altında "Listen of" diye ingilizce şarkıları kaydettiği, çoğunlukla baladlardan oluşan bir albüm yapıyor ve yıllar sonra bu plağı Jazzanova müzisyenleri tesadüfen keşfedip Sonar Kollektiv 'ten tekrar piyasaya sürüyorlar. Biz de teşekkür ederiz kendilerine. Hem ufkumuzu genişlettikleri hem de mart ayında ruhumuzu yıldırmayacak toplama albümler yaptıkları için. Hayır, ne yazık ki kendi Jazzanova albümleri bir yere kadar. Ben artık tahammül edemiyorum, çok sıkılıyorum fazla romantik fazla Lounge FM gibi geliyor. Ama toplama albümleri her daim şahane o yüzden forever sonar kollektiv.






 

Thursday, March 14, 2013

Bir gece ansızın

Şarkı herkesin bildiği gibi "bir gece ansızın gelebilirim" olsa da, bir gece ansızın gelen ne yazık ki ne juicy bir hareket, ne de fantastik bir bootycall olmayıp, sadece "hesabınızdan belirtilen meblağı çeken siz değilseniz lütfen alo garanti'yi arayın" mesajı oldu. Ve tabii arkası geldi; bahsi geçen meblağ saniyeler içerisinde yükseldi, işin içine atm'lerden yapılan havaleler girdi, hesaplar bloke edildiğinde ise bir yerlerdeki birileri ceplerine attıkları nakit ile birilerinin hesabına paralar çoktan yatmıştı. Kopyaladıkları ama hiçbir şekilde nasıl kopyaladıklarının anlaşılmadığı, orijinalinin ise telefonda banka ile konuşurken olması gereken yerde yani elimde tuttuğum atm kartı ile. Kaçan keyifler, telefonda banka ile konuşmanın sıkıcılığı, gecenin yarısını çoktan geçmiş derken, zaten her daim juicy ve bootycall etkisi yaratan  # 8 komiklikleri ile bir gece ansızın gelebilirim...

p.s. bootycall da kapılara gelmeler hatta dayanmalar filan ilginç hareketler aslında. hemen herkesin vardır böyle macerası da kimininki sönük, kimininki ise fantastik seviyede olabiliyor. artık bahtına insanın ne düşerse de baht mı bahtsızlık mı, işte ince çizgi orası, gerisi basit nasıl olsa bitip gidiyor. 

Tuesday, March 12, 2013

"özel"

Güzel söz, iltifat filan garip işler. Bazen ne kadar yapay geliyor, yalan gibi, abartılı abartılı büyük sıfatlarla söyleniyor, sahteliği iyice belli oluyor. Kimi zaman ise gerçekten samimi, gerçek, güzelliğini hissettiren oluyor; maskesiz, oyunsuz, hesapsız.

Arada elçi var, ondan duydum. Gerçi kendisine elçi demek doğru olmaz çünkü neticede kendisi de, kendisine hakkımda söyleneni benzer şekilde düşünen, yaşayan, yeri geldiğinde gururla ifade eden biri. Haliyle bu kadar içerdeki birine elçi demek yanlış kaçsa da, yine de hoşuma gittiği için elçi diyeceğim, olduğu için değil. 

Farklı zamanlarda, farklı hanelerde, farklı durumlarda, farklı yaşlarda, farklı konumlardaki iki farklı insandan geldi güzel söz, özel söz. Ne komik değil mi, sözde en yakın diye bilinenlerin aslında kişiyi hiç tanımaması, yıllarca uzak düşünülenlerin ise aslında en yakınlardan çok daha iyi çok daha farklı çok daha yakın tanıması...Hayat böyle komik işte, her şey yer değiştiriyor, taşlar yerine oturuyor, gerçek olan kendiliğinden inşaa ediliyor.

seviyorum içtenlikle söylenleri, içtenliği acıtmakla bir tutmayıp samimiyetle konuşanları, ekşiliği marifet saymayanları, s.'yi, m.'yi, elçi'yi. 

Monday, March 11, 2013

P.S. # 3

cuma, parti cuması, a.ç. doğumgünü öncesi şimdi ve soğuk bira güzelliği, kırık ayaklı gey kapılım z., metresim e., organik b. ve g., kendisi gelemeyen ama bizi alıp da yürütmeden partiye atan # 8, zelda zonk, heyecanlı doğumgünü, erken kaçış, kısa görsem de gördüğüme sevindiğim sekvotka, sosisli vs kokoreç, güneşli cumartesi, beklenmedik şekilde ada'ya sürpriz ve öncesinde g.g., h.k.& u., ada, mimoza kokular içerisindeki ada, j.a.'ya hiç beklenmedik sürpriz, dönüş yolunda kaç zamandır görülemeyen ama düşünülenlerle karşılaşma tesadüfü, cumartesi yemeği, juno, bahar pazarı, gerçek bir never on sunday pazarı, "bahar geliyor tiril tiril günler geliyor", mob squad, güzel film old school tadındaki film, ryan gosling'in ince mi ince sesi, sinemada yüksek ses konuşan pinponların bunalımı, g.g.'nin hala oluşunun beklenmedik kadar erken gelen haberi, kısa ziyaret, dönüş ve cidden never on sunday.     

Friday, March 8, 2013

Şiddetin rengi: 8 Mart

*
bianet'in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlere göre erkekler Şubatta 11 kadın ve iki erkek öldürdü, 11 kadına tecavüz etti, 20 kadına ve bir bebeğe şiddet uyguladı, iki kadını taciz etti.
Bir kadın kocası hakkındaki uzaklaştırma kararına, biri karakola şikayette bulunmasına rağmen öldürüldü.
İki kadın çıkarttıkları koruma kararları sürerken, biri kocasını şikayet ettiği karakol çıkışı ağır yaralandı, biri şiddet uyguladığı için dört ay hapisten sonra tahliye olan kocasınca darp edildi.
2013’ün ilk iki ayında 29 kadın, dört erkek ve üç çocuk öldürdü; 22 kadına tecavüz etti; 40 kadına ve iki bebeğe şiddet uyguladı; 17 kadını taciz etti.
2012'de 165 kadın öldürdü; 150 kadına tecavüz etti, 210 kadını yaraladı, 137 kadını taciz etti.
*
Bugün Cuma Eğlencesi 'ni ertelemiş durumdayım. Veya sabah keyfi başlıklı, kahveli, havalı resimli yazıları. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Öyle aktivist ruhlu olmasam da bazı konularda duruş ve tavır sergilemek lazım gerektiğine inanıyorum. Bununla beraber ehemmiyeti herkesce kabul edilen "önemli gün"leri sadece tek bir gün üzerinden kurgulamayı, o gününün önemini bir proje günü haline getirmeyi, o gün üzerinden kendime ve etrafımdakilere güzel hatta entelektüel etiketli bir misyon yaratmak doğru gelmiyor. Aynı şekilde, malum özel gün geçip yoğun ve tutkulu çalışmalar, ulvi düşünceler, anlamlı ve yararlı hareketler ertesi yıla kadaar rafa kalkıyor ve yeni misyon projeler öne çıkıyor. Peki yapılması, yapılmamasından daha iyi değil mi? Elbette. Ama istikrar ve süreklilik ile beraber yanlışları hataları değiştirmedeki gerçek ve köklü istem, anlık veya günlük "havalı" hareketlerden çok daha fazla ihtiyaç duyulan şeyler.

Bianet'teki bilgilerin üzerine daha fazla yazmaya gerek yok, her şey ortada. Durum sadece Türkiye'de böyle olmadığı gibi dünyada da kadına karşı gerçekleşen erkek şiddeti durulmuş değil, sona ermiş hiç değil. Şiddet denilince elbette ilk akla gelen fiziksel şiddet olsa da pasif şiddet, manevi şiddet de söz konusu. Hem belki de fiziksel olandan daha tehlikeli daha can yakan daha aşağılayıcı olan bir şiddet biçimi. Modern hayatlarımızda mutlu mesut yaşarken küçümsediğimiz, eğitimsiz ve cahil çoğunlukla da taşra kökenli erkeklerin kadınlara karşı olan fiziksel şiddetlerine alışkınız. Onları daha kolay etiketleyebiliyor, daha kolay yargılayıp çözümü belli olan sonuca ulaşabiliyoruz. Oysa yine modern hayatlarımızı paylaştığımız iyi okullarda okumuş, iyi aile terbiyesi almış, iyi bir iş sahibi, benzer kültürel ilgi alanlarında benzer zevk sahibi olan erkeklerinkini ise nedense görmezden geliyoruz, yokmuş gibi düşünüyoruz. Elbette bir yumruk, bir tokat neticesinde yüzde veya vücudun başka bir yerinde oluşan morluk kendini belli ettiğinden onu görmemek imkansız olsa da, asıl görmezden gelinen manevi şiddet oluyor. Bir erkeğin beraber olduğu kadına (veya anne kızkardeş, mesai arkadaşı gibi hayatındaki diğer kadın figürlerine) şiddet uygulaması için sadece dövmesi, taciz etmesi, yaralaması gerekmez. Konuşurken onu sövmesi, kadını aşağılaması, iş hayatında "sen yapamazsın zaten beceremezsin duygusalsın ağlarsın zaten" diyerek küçümsemesi,  insanların içerisinde, sokakta ona bağırması, kıyafetlerine "bunu giyip evden çıkamazsın" diyerek karışması ve bunları "ben seni seviyorum o yüzden kıskanıyorum" cümleleri ile sözde sahiplendiğini göstererek yapması, "senin o küçük beynini bu tip konulara yorma ben hallederim"  diyerek özgüvenini sarsması, "çalışabilirsin ama basit bir iş olmalı, aile hayatımızın düzeni bozulmamalı, ben eve gelince sıcak yemeğimi isterim, çocuk olmalı tabii ne de olsa onlar benim spermlerim sayesinde oluyor ama o çocuğa bakmak için ben sabah kalkmam, kalkmama gerek de yok zaten neticede anne sensin senin görevin bu, ben elbette eve istediğim saatte gelirim sen bana karışamazsın ama ben senin nereye gidip kaçta geleceğini kesin olarak bilmek isterim" gibi muhtelif davranış biçimleri ile şiddetini uygulayabilir, yer yer arttırabilir ve tabii en bilindik haline yani fiziksel olana dönüştürebilir.

En kötüsü kadınların, özellikle de okumuş eğitimli hayatta bazı olanaklara sahip olanlarının yaşadıkları fiziksel veya manevi şiddete sessiz kalmaları ve daha da korkuncu bunu bir "sevgi ifadesi" olarak görmeleri. En çok da işte bu tarz eğitimli, kurumsal şirketlerde orta üst düzey yönetici olarak çalışan veya toplumda belli bir mevkiide bulunan kadınların bu durumu yaşamaları, yaşarken de sahiplenmeleri asıl insanın canını acıtan oluyor. Yok mu etrafımızda, çevremizde, arkadaşlarımız arasında, ailemizde, apartmanımızda, pek seçkin iş çevremizde fiziksel/manevi erkek şiddetini yaşayanlar, yaşarken de bunun kendisine yönelik bir sevgi belirtisi olduğunu düşünüp yaşamaya devam edenler? Ne yazık ki onlarca. Ne yazık ki en beklenmedik en umulmadık olanlardır genelde.

Kadın olmak kolay değil. "İşi cinsiyet ayrımcılığına dökmeyelim" diyenlere sistemin zaten varoluşu itibariyle çoktan ayrımcılığını hissettirdiğini, yaşamlarımızı dikte ettiğini söylemek lazım. Ancak bu bir son değil, kader hiç değil. Sadece daha fazla çaba, daha fazla yorgunluk, daha fazla uğraş, daha fazla güven, daha fazla eğitim ve daha fazla kendine saygı gerektiriyor. Kadın erkek farketmez insan önce kendisine saygı duymalı ki karşısındaki de ona saygı duysun. Kendi değerini bilmeyeninkini el hiç bilmez, neden de bilsin ayrıca. Birey başkasıyla, beraber olduğu kişi ile şekillenmeyi bırakıp önce kendisi olmal ki karşısındekine karşı durabilmeli tavır sergileyebilmeli. Bütün baskıcı güçlere, sistemlere karşı bir tavır bu, sadece kadının erkeğe karşı sergilediği değil. O yüzden önce birey olmalı kendimiz olmalıyız sonrası kolay. Nisbeten.

P.S. En ama en çok tahammül edemediğim, bir kadın olarak utanç duyduğum durumlar ise, yine belli olanaklara sahip belli toplumsal yerlerdeki kadınların beraber oldukları erkeklerden ağır şiddet görüp sonra beraber olmaya devam etmeleri ve bunu bir çocuk ile taçlandırma arzuları. Resmen utanç duyuyorum böyle örnekler karşısında. Sevmediğim karşı komşum gibi ne yazık ki; sesi duvarları geçecek şekilde dayağı yedikten sonra çocuğu yaptı, şimdi kutsal anne oldu, merdiven temizliğinde kullanılan deterjanın dayakla öpülerek yapılmış çocuğunun koku alma duyusunu yıprattığından şikayet ediyor. Veya daha da aptal bir örnek olan, bütün dünyanın gördüğü şekilde dayağını yediği eski sevgilisine geri dönüp "ondan çocuklarım olsun istiyorum" açıklamaları yapan Rihanna gibi. Gerçekten de insanın bu lafları edebilmesi için çok başka hesaplar içerisinde olması veya kendine hiç mi hiç saygı duymaması gerekiyor. 

P.S. (2) Ni putes ni soumises ise gerçekten de harika bir reklam serisi yapmış. http://www.npns.fr/

P.S. (3) Ben bile zamanında Bianet'te yazdığım hayran olunan erkek (!) güzel Bertrant Cantat ve öldüresiye dövdüğü sevgilisi hakkındaki yazıyı tamamen unutmuşum. Resmen # 8 'e gönderdiğimde hatırladım. Normal ama 10 yıl olmuş.






Thursday, March 7, 2013

"dream on" ve sabah keyfi

birinin uykusu diğerinin uykusuzluğu, birinin sabahı diğerin gecesi, birinin siyahı diğerinin beyazı, birinin denizi diğerinin kumsalı, birinin fırtınası diğerinin sükuneti, birinin erkeni diğerinin geç saati derken günlerin yer yer sıkışmışlığı, uyku içerisindeki uykusuzluğu, kıpırtısı, geçmiş günlerin araf saatleri, araf'tan cennet'e yol, beatrice 'e uzanan yol, ilahi komedya yolu,  aradaki eğlenceler, artık ciğer olmuş  i.k. ile yedi ay sonrası buluşma, yazı ile rakam ile de -yedi- 7- ay neticesinde çok ama çok şeyin değişmesi ile bazı şeylerin hiç mi hiç değişmemesi gibi, i.k. gibi, yeşilköy'deki evdeki " jamaika "hallerimiz gibi, fantastik rüyalar sürekliliği, bilekteki saat, mektup, uykunun geri gelişi, fantastikliğin hiç gitmeyişi ve yine bilekteki saat ve sabah ve kahve ve güneş ve müzik ve araf'tan cennet hali. 

p.s. ilginç olarak arka arkaya rüyamlardaki bileğimde gördüğüm saatin belli bir modeli var ve yine bir o kadar ilginç olarak kıro zevklerimin tam tersi olarak nedense rolex değil. şayze. aynen böyle bir tank. neden ki? j.a. filan sever cartier. ya da daha ince bilekli, ince kızların, g.g. gibilerinin saatidir cartier, bileklerinde filan incecik gayet zarif ve güzel durur ama kendi bileğimde tank. bilemedim ama demek ki içten içe istiyormuşum. veya isminden mütevellit "tank gibisin maşallah" mı demek?  

* okuma listesi: 
- ilahi komedya (yine ve yeniden), dante alighieri, mümkünse rekin teksoy tercümesi ile

* müzik listesi: 
- florence & the machine * defalarca
- prince * defalarca ve durmaksızın


Tuesday, March 5, 2013

Dream on # 2

Gerçekten insana "çüş" derler ama öyle ne yapayım? Ayıp değil mi, bir insanın rüyasında italyan peynirleri, salamları görmesi, bunları keyifle güle oynaya bir masa etrafında keyif aldığı insanlarla yemesi. Kahkahaların atılmaya devam etmesi, yenildikçe yenmesi, biraların eklenmesi, bir ara Prens Charles'in gelmesi, eğlenceli masaya onun da katılması ve bütün bunların "pursuit of happiness" gibi ciddi bir kavramla süslenmesi yani aranılan mutluluğun bu olması gibi. Kendime şaştım ve sadece gece kıçım açıkta kalmış demekle yetindim. 

tribün çocuğu & manitası i., milano salamı, proscuitto, grana, pecorino ile muhtelif peynirler, prens charles, yanımda olmayan ama varlığını hissettiren # 8, ve mütemadiyen beynimde yankılanan pursuit of happiness hadisesi...gerçekten geceleri nasıl uyuduğumu bir çözebilsem belki freudyen analizler dahi yapabilirim. 

pursuit of happiness: 4 temmuz 1776, amerika birleşik devletleri bağımsızlık bildirgesi

"We hold these truths to be self-evident, that all men are created equal, that they are endowed by their creator with certain unalienable Rights, that among these are Life, Liberty, and the pursuit of Happiness."
A number of possible sources or inspirations for Thomas Jefferson's use of the phrase in the Declaration of Independence have been identified, although scholars debate the extent to which any one of them actually influenced Jefferson. Jefferson declared himself an Epicurean during his lifetime: this is a philosophical doctrine that teaches the pursuit of happiness and proposes autarchy, which translates as self-sufficiency or freedom. The greatest disagreement comes between those who suggest the phrase was drawn from J. Locke  and those who identify some other source.