Friday, November 30, 2007

Cuma eğlencesi 3

Hafif çapta sinirlendiğim anlarda cuma eğlencesini yazayım da keyfim yerine gelsin...Sevmiyorum bu insanı, karısını da sevmiyorum. Adam elbette solaryum siyahi olmuş kadından daha güzel orası kesin de, çekici mi? İşte orası tartışılır, benim işim olmaz diyeyim ama çirkin değil neticede, renkleri güzel. Burada da bir şeyler yapıyor avustralya yerlileri ile. Halka açık kameraların önünde Haka dansı deneyecek diye tahmin ediyorum. Daha fazlasını bilmek istemiyorum, daha önce de yazmıştım, yine söylerim, "böyle topçu olmaz olsun" (ben futboldan anlamıyorum orası başka).
Yıl sonu yaklaşıyor, Manhattan'da charity faaliyetleri artıyor, herkes katılmak, kendini yeni elbisesi ile göstermek için yarışıyor. Ancak ben böyle bir şey giyip değil davete sokağa çıkmazdım. Aman yarabbim! Gerçekten her şey para pul değil bu dünyada. Bak işte olmayınca olmuyor bazı şeyler, sonradan zevk kazanılmıyor. Bu kadın da bir şey, new yorklu bir socialite cinsi bir şeydir ama çıkaramadım yine.



Şu salak, kısa boylu Tom Cruise ile beraber olduktan sonra ezilen, değiştirilen kadındı, şimdi yeni saçları, çocuk filan, ben derim ki önü açık. Tek falsosu kızı ile aynı saç modeline sahip olması. Bu kötü işte. İlerde aynı giyinme riskleri mevcut. Neticede güzel şey insanın çocuğuna benzemesi, çok itiraf edilmeyen duygulardan biri de bu değil mi çocuk yaparken. "bana benzeyen benden bir tane daha" düşüncesi. Valla benim düşüncem bu. Daha yapmadım da yaparsam bana benzemesini temenni ederim. Benden bir tane daha. Geçen gün J.R. "senin çocuğunu, o halini çok merak ediyorum" diye . Ben baştan söylüyorum işte "benden bir tane daha", var mı dahası? Tom Cruise'a dönersek kısaca "kısa boylu karşı cins bir komplekslidir, garip bir eziklikleri, acayip ruh halleri, alınganlıkları vardır" deyip bitireceğim. Ayrıca şu anda saçlarım aynen böyle, pek beğeniyorum.



Güzel kadın, kötü kıyafet... O kurdele ne allah aşkına? Kim veriyor bu fikirleri? Charlize Theron da Oscar Töreni'ne boynunda kafasından büyük yeşil renkte kurdele ile katılmıştı, alay konusu olmuştu "köylü güney afrikalı" diye. Kurdele olabilir de boyut diye bir şey var şu hayatta. Söylüyorum her şeyde "size does matter".

Bu cuma da biter gider dükkan kapanır (aslında bu cuma dükkan daha erken kapanacaktı ama that's life)

Şu lansman denilen şey


Muhtemelen her gün gördüğümden olsa gerek bana bu bizim mekan hiç mi hiç çekici gelmiyor. Pek bir bauhaus pek bir steril geliyor ama seveni çok, aktivite yapmak isteyeni çok, hatta düğününü yapmak isteyeni çok.

Dün gece bizim mekandaki havalı Asmalı Mescit mekanı yukardaki "fake" markanın lansmanı sebebiyle kapalıydı, defilesi vardı, kalabalık insanları vardı, bizimkinin çaldığı gruplardan biri vardı sahnede. Bence gayet kötü, gayet tapon, gayet sıradandı. İnsanlar zaten bir kötüydü (hepsi aynı saç modeli ile dolaşan kadın tipleri, yuppie olamamış orta sınıf yöneticiler vs), hemen kaçtım defile mefile hak getire (neden bu kadar çok bilinen bir markaya lansman yapılır ki? hedef kitlelerinden herkes biliyor zaten) Sadece bizimkini, U., dinlemek sonrasında yine çalacağı diğer grubun çıkacağı Roxy'e Sekvotka ile buluşmak için bekledim.

Ben çaldığı, son zamanların epey ünlü grubunu sevmiyorum ama seveni çokmuş. Doldurmuşlar mekanı. Bunlar eskiden şimdiki solist ile başka bir isimle müzik yaparlardı, bu sefer davuldaki U.'ya basta kardeşi Boogie Boy eşlik ederdi, 90ların ortasıydı sanki, yine Roxy'de hafta içi günler çıkarlar, sahnede komik olurdu iki tane aynı tip.

whatever...

Roxy'nin Yan'ı güzel fena değil. Herkes gitmişti de ben gitmemiştim; güzelmiş. Gittim Sekvotka oturmuş bara bekliyor, büyük kavuşma sarılıp öpüşme anları (çünkü işin doğrusu uzun zaman olmuştu sadece ikimizin buluşmayalı). Dedikodular, atılan şen kahkahalar, zevzeklikler, seviyesizlikler, derken bitti gitti. Özlemişim sırf ikimiz olmayı (çıkışında şamdan diye tuttursam da zoraki olarak bir sonraki sefere attık)... Bugün de cuma, akşam yine" yan yanmam lazım daha çok yol almam lazım".

Thursday, November 29, 2007

Tesadüf

Güzel şeydir, "çok inanırım şu hayatta ben tesadüflere" filan herhalde buradan da 5000 kere yazmışımdır . Yani o kadar severim.

Şu an sesini duyabiliyorum. Çok eğlenceli. Bizimki gelmiş Asmalı Mescit'in havalı mekanının bu şubesinde çalıyor ve ben mekanın hemen arkasındaki ofisimden duyabiliyorum. Tesadüfen aramıştım "ulan nasıl sen beni aramazsın ?" diye, burada olduğunu öğrenince hemen gidip sarıldım.

Sayılı kadim dostlarımdandır (kadim dost dediğin zaten sayılı olmalıdır) kendisi. Kardeşi ile beraber. Hatta burada konusu olmuştur kardeşinin (ikizlerdir kendileri. aynısından bir tane daha işte. ama işin ilginci ikisi ile ayrı bir dostluğum bir bağım vardır).

whatever...

Seviyorum böyle tesadüfleri eğlenceleri, koşulsuz, hiç sekteye uğramayan dostlukları...

Sabah keyfi V





40'lı ve 50'li yılların halen ırkçılık ve ayrımcılıkla yaşayan Amerikası'nın güzel sesidir Dinah Washington.

Albüme adını veren "What a diff'rence a day makes" şarkısını ilk defa 1959 yılında yorumlamıştır. O güne dek saygılı duyulan bir blues şarkıcısı olan Dinah Washington, bu albümle plak şirketi Mercury'nin de yönlendirmesi ile daha geniş kitlelere ulaşmış, tabiri caizse main stream bir standart caz albümü yapmıştır. O dönemde neyin ne kadar main stream olabileceği düşünülürse bu hiç de garipsenecek bir durum olmayıp aksine sanatçılar için kariyerlerinde hakkettikleri kapılarının daha açılmasına işarettir bu.

Güneyde ırkçılığın ve ayrımcılığın en keskin hissedildiği eyaletlerden, 1924 Alabama doğumlu olan Dinah Washington, 1963'de kilo sorunu sebebiyle aldığı ilaçlardan girdiği overdose'dan çıkamayıp sadece 39 yaşında ölüyor.

Nedense şarkının Dinah Washington yorumu bende ya yaz mevsiminin çok erken sabah saatlerini, ya da bugün gibi sonbahar sonu ve kış ortası serin bir gününün beyaz çarşaflı yataktan çıkmadan önceki mahmurluk anını çağrıştırıyor.

Aretha Franklin'den Diana Ross, Esther Philips'e kadar birçok grup ve şarkıcı şarkıyı yorumluyor. Bana göre en hareketli ve en farklı olanı Esther Philips yorumu olan. Sanıyorum ilk defa herhalde bir 15 yıl önce kablo tv'nin yeni yayına geçtiği dönemde yayınlanan amerikan NBC kanalının çok iyi hatırlıyorum şimdinin çok zengin çok meşhur kadin televizyoncusu Katie Couric'in programında jenerik müziği olarak duymuştum ama kimdir nedir bilemmemiştim sadece melodisi aklımda kalmıştı. Meğer Esther Philips'miş söyleyen

Şarkının asıl sahipleri Stanley Adams ve Maria Mendez Grever. Sözleri ise aşağıdaki gibi. Gerçekten de güzel bir kahve eşliğinde dinlenecek, sözlerine tebessüm edilecek bir şarkı.

*What a diff'rence a day makes*

What a diff'rence a day makes
Twenty-four little hours
Brought the sun and the flowers
Where there used to be rain

My yesterday was blue, dear
Today I'm part of you, dear
My lonely nights are through, dear
Since you said you were mine

What a diff'rence a day makes
There's a rainbow before me
Skies above can't be stormy
Since that moment of bliss, that thrilling kiss

It's heaven when you
Find romance on your menu
What a diff'rence a day makes
And the difference is you

What a diff'rence a day makes
There's a rainbow before me
Skies above can't be stormy
Since that moment of bliss, that thrilling kiss

Wednesday, November 28, 2007

İhlal

İhlal etmek...İhlal edilenler kurallar olunca itirazım yok da ihlal karşısında savunmasız kalınan diğer durumlar beni deli ediyor. Bunlardan biri de mahremiyetin ihlali.

Az önce bir arkadaşımdan öğrendim ki eski sevgilisi 2-3 aydır bizimkinin harvard'lı çocuğun arka bahçesindeki hesabına onun adına girip, tüm mesajlarını okuyup, yine onun adına insanlara mesajlar yazıp, çocuğun her türlü özelinden haberdar oluyormuş. Tabii daha rezil durumlar mevcut da geçiyoruz onları.
Açıkcası şaşırmadım çünkü artık insanların bu tip saçmalıklarına ne yazık ki alışıyorum ama çok acı geldi. Bu kadar özgüvensiz bir hareket içimi acıttı. Ayrıca yapanın yine bir kadın olması nedense beni daha bir üzdü. Neden bir insan böyle bir ezik davranış içerisinde bulunur ki?

Çok değil, belki iki gün önce konuşuyorduk bu sevgilinin/karı-kocanın mailine girme, telefonunu karıştırma, özelinden o kişinin bilgisi dışında haberdar olma durumlarını. Bugüne dek yapmadığım, bundan sonra da yapmayacağımdır. Ne sevgilimin, ne ailemin, ne arkadaşlarımın onların bilgisi haricinde özel bir şeyini açarım veya karıştırırım. Bana ters düşen işler bunlar. Mahremiyet önemli şey şu hayatta. Bazı şeyler, bazı durumlar, bazı yaşananlar mahremdir, kişinin özeline aittir, bilinmesine gerek yoktur, buna da saygı göstermek gerekir. "Saygı yoksa sevgi de yoktur" deyip büyük bir lafla bu post'u bitireyim.

P.S. XII

* Dün geldi, kuruldu. Beyaz. 13,5. İnanılmaz güzel, inanılmaz eğlenceli. Ayrıca pıt diye bağlanıyor, hiç öyle diğer laptoplar gibi aramakla filan uğraşılmıyor. Tuşlarına pıt pıt basıyorsun, pıt pıt açılıyor önünde şekiller. Tamam anladık farklı bir sistem ama ben bile dün gece kendi kendime biraz çözdüm (tabii kılavuzunu okumaya üşendiğim için el yordamıyla yapıyoruz bazı şeyleri ama oluyor valla), hem L.C. de bana hızlandırılmış kurs verecek. Kısacası çok da güzel, pek de güzel.

* Kıro zevkleri olan bir insan olarak ben bugün kolumda bir charm bracelet denilen şey ile dolaşıyorum. Dolaştıkça ses çıkıyor, o şıkır şıkır ses çıktıkça ben daha çok eğleniyorum. Kısacası çok da güzel, pek de güzel.

* Nedir bugünkü durum? Keyifli miyim, neyim?

* Dün ekrana bakamadığım son dakikalarda gözümü araladığım anda tribünlerde gördüğüm Clive Owen heyecandan sıkışan yüreğimi biraz olsun şenlendirdi. Seviyoruz kendisini. Öyle güzel bir adam da değil aslında da var bir şey işte. Ayrıca futbol seven ingiliz, tamamdır. Acaba hangi takımı tutuyor (hayret, bu arada sekvotka'dan dün gece dalga geçmek için telefon gelmedi. allah allah!)?

* Yemek yapan karşı cins seviyoruz, yaptıklarını yiyoruz, yedikçe şişiyoruz bir itirazımız yok da acaba hepsi yemek yaptıktan sonra mutfağı dağınık mı bırakıyor?

* 10 gün. Sadece 10 gün kaldı. Üşür müyüm acaba tepede? Kesin. Ve yine kesin zibidi gibi çıkarım ben evden.

Tuesday, November 27, 2007

Güzel veya çirkin; klas veya basit

Zor beğenen, müşkülpesent bir insan olsam da güzele güzel derim. Güzeldir işte neticede. Kimi gerçekteb çok alımlı ve çok güzeldir, kimi asil görünümlü güzeldir, kimi ise sıradan bir şekilde renkleri güzel olduğu için güzeldir ama güzeldir; nokta.

Fakat bazı şeyler var ki...Gerçekten çirkin hatta basit, ucuz görünümlü oluyor.

Mekanımız gayet tasarım, gayet havalı olması bir yana, Asmalı Mescit'in havalı mekanlarından birinin burada bir nevi kantin yerine kullanılması daha da şenlikli yapıyor burayı (hani buraya akşam gelmek benim aklıma gelmez ama gündüzleri kötü kantin yemeklerinden usanınca çok da çarem kalmıyor). Çeşit çeşit öğrenci var,kılık kıyafet hak getire de bazen insan illallah demeden edemiyor (hafiften öğretmen kılıklı yaşlı kadın gibi konuştum ama gerçekten bazen olmuyor). Şimdi zaten moda, trendy olmak uğruna düşülen çirkin görüntüleri geçiyorum ama bari ucuz, sakil olunmasın. İnce kalın, şişman zayıf bakmadan düşük bel kot giyilmesini anladik, yerlere kadar sürünmesini anladık, yürürken her an düşecekmiş gibi durmasını da anladık ama oturunca elalemin kıçını görmeyi anlamadık. Of feci! Gazetelerde çıktığında "çatalı gözüküyordu" gibi ifadeler kullanılsa da benim bugün gördüğüm bariz hepsi idi. Yani kizin kıçının yarısını gördüm. Görmek istedim mi? Hayır ama yemek yerken kafamı sağa çevirdiğimdeki manzara bu idi. Hayır hiç mi idrakinde değil durumun? Çok mu güzel sanıyor (ki değildi. ayrıca güzel olsa kaç yazar bana ne?)? Üşümüyor mu kıçının açıkta kalan yeri soğuk sandalyeye değince? Ve de en önemlisi ben çorbamı içerken görmek zorunda mıyım bu görüntüyü? Göz var nizan var, güzel güzeldir, çirkin de çirkin. Bu da gayet çirkindi.

Monday, November 26, 2007

Eski zevklere geri dönmek

audrey hepburn wearing hoop earrings

Eskiden çok sever, çok takardım. Geçenlerde "benim dükkana gidene kadar bari yeni bir şeyler olsun" diye talihsiz bir şekilde çin yapımı feci ingiliz dükkanından alışveriş yaparken nedense bir süredir pek itibar etmediğimi farkettim. Hata yapmışım; halbuki ne kadar çok severek takıyormuşum halka küpe denilen şeyi. O halde the time is now-again!



antik yunan dönemine ait halka küpeler
etrüsk dönemine ait örneklerden yapılmış röprodüksiyon
ve modern zamanların halka küpesi

Fırtına

Şehirde fırtına etkisi...Camlar esniyor, balkondaki fırıldaklar durmaksızın dönüyor ve korkutucu bir uğultu var. Genelde gece, karanlık, yalnız kalmak gibi şeylerden korkmam ama bu sefer uğultu ürpertmedi değil. Ama yine de fırtına denilen şeyi seviyorum galiba.

Lodostur benim kabusum

Başlık tamam, fazla söze gerek yok. Lodosla beraber tüm dengem gider, başım ağrır, deviasyon sebebiyle nefes almamı engelleyen burnum daha da tıkalı gibi olur ve en kötüsü kafamı kaldıramama durumumdur. Birazdan düşecek herhalde klavyenin üzerine.

Gündüz...

Karşı cinsi çoğunlukla komik buluyorum (asla anlamıyorum, orası ayrı), neşeme neşe katıyorlar. Yeni öğrendim ki bu sınırlar içerisinde Belle De Jour 'muş lakabım (ne sarışın ne de uzun saçlıyım ama hadi neyse). Tabii filmi bilenler için bu iyi mi yoksa kötü bir laf mı tartışılır ama ben tartışmıyorum, iyiyi alıyorum elbette.
Luis Bunuel'in 1967 tarihli filmi "Belle De Jour". Senaryosu açısından hele dönemine göre epey değişik bir filmdir. Catherine Deneuve'ün dediği gibi "il m'est impossible de m'identifier à Belle de Jour. C'était amusant à jouer mais c'était impossible de s'identifier. Je vais sans doute décevoir beaucoup de monde" bence de böyle bir karakter ile özdeşlemek neredeyse imkansız ama seyretmesi güzel, bir de tamlamanın kendisi zaten güzel.

Şehirden sabah manzaraları

Cumhuriyet'imden Allah'ın unuttuğu bu semte giderken bazen öyle manzaralarla karşılaşıyorum ki gerçekten evlere şenlik. Kimi komik olduğu kadar kimi "allah belanı versin seni" dedirten cinsten.

Önce sövdüğüm ile başlayayım. 2. Çevre yolundan indikten sonra Eyüp'e geliniyor ve acayip de tehlikeli bir yer dönüşler vs açısından. Döneceğim yerde dikkatlice bakıyorum çünkü arkadan otobüs geliyor, minibüs geliyor, geliyor da geliyor işte, tam o sırada karşıma çıkan dökülmek üzere artık ömrü bitmiş zibidi bir motor, üzerinde kaskı kendi kafasına takmış bir hıyar, arkasında bir kadın ortalarında da ufak bir çocuk ile gazlıyor. Neye uğradığımı şaşırdım; küfretsem mi, korna mı çalsam bilemedim. Ne o, çekirdek aile düldül motor ile trafikte. Kendiniz bu bencillik ve sorumsuzlukla ölün bir şey değil de, çocuğa yazık ya. Nasıl bir mantık, zekadır bu çok merak ediyorum.

Neyse bu faciadan uzaklaşıp işe iyice yaklaştığımda önüme yine zibidi, tamponu vs dökülen, farları çalışmayan bir kartal düştü. Ben tam "hah şimdi boku yedik ne yapacağı belli olmaz bunun" derken direksiyondaki adam ve yanındaki başı bağlı kadın öpüşmeye başladı. Ben şoktayım resmen. Arkadan gelen trafik filan umurlarında değil, vites kolu üzerinde büyük aşk yaşanıyor resmen. Arkada bakakalan ben gülmekten neredeyse düşeceğim. Ben dayanamadım solladım gittim ama en son kadın kafasını adamın kucağına koymuştu, onu gördüm.

İşte sabah Alibeyköy yolları

Sunday, November 25, 2007

Never on sunday V

Mantonun içinden dikkatlice bakıldığında gözüken haç ile süslenmiş özenli siyah giysileri ve siyah başörtüleri ile hızlı adımlarla kolkola yürüyen ufak tefek iki kadın, yine kiliseden çıktığı belli olan ve yine siyahlar içerisinde fransızca konuşan biraz daha kalabalık bir grup, balıkçı ile lüferin, manav ile frambuazın pazarlığını yapan ellerinde poşetlerle insanlar...İnsanın hafiften yüzüne çarpan güzel sonbahar soğuğu ile Balık Pazarı'ndaki alışveriş ve duyulan fransızca cümlelerle birleşen bu pazar manzarası hâlâ İstanbul'un geleneklerinden tamamen kopmadığının bir göstergesiydi sanki (hallelujah)

Balık Pazarı güzel yer. Bozulsa da güzel yer. Değişse de güzel yer. Balıkçının tanıyıp "önceden bana haber verin ben ayıklayıp hazırlayayım", manavın "nerdesiniz göremiyoruz sizi" demesi, insanın aidiyet hissetmesi güzel şey. Şehir değişiyor, insanlar, evler, semtler, haneler, aileler, sokaklar, taşlar değişiyor, aidiyet daha da önemli bir hal alıyor. Ait olmak, ait hissetmek her şeye veya hiçbir şeye; kim bilir belki de iş bundan ibarettir.

P.S. Bugün lüfer pahalı, hamsi ucuzdu. Olsun balık güzel şey.
Balık Pazarı, 1930'lar
Bu da Balık Pazarı'ndaki kasabın eski bir faturası...

Saturday, November 24, 2007

Açılış ve bitiş aynı anda

Aslında her şeyi başka düşünmüştüm ama olmadı. Planım saat 7'deki açılışta biraz kalıp 10'a doğru şehre dönüp kadim dostum Sekvotka ile buluşup Roxy'e gitmekti.

Ancak dün cuma olduğu, trafik feci şekilde insanın yüreğini tükettiği, açılış Emirgan'daki Sabancı Müzesi'nde (Abidin Dino Sergisi) gerçekleştiği, Galatasaray'dan Emirgan'a 2 saat 15 dakikada gidip J.A. ile sonunda birbirimize girdiğimiz için, vardığımızda artık benim yüreğim tamamen tükendiği ve fiziksel olarak neredeyse yere yığılacak kadar yorgun hissetmemden ötürü asıl isteğim arzum gerçekleşmedi.

Oysa gayet de yoğun şekilde çıkmayı istiyordum. Galiba yetişkin hale geldikten sonra gece çıkma hadisesi ile ilgili olarak garip dönemler yaşıyorum. Kimi zaman çok istesem de kimi zaman hiç istemem. Bu aralar ise pek istememe dönemindeyim. Sıkılıyorum. Sanıyorum başka bir sebebi de var, onu da son günlerde tahlil ettim ne olduğunu, konuşmam lazım bu duyguyu bana yaşatanla.

Kadim dostum Sekvotka yıllardır kadim dostum olduğu için bilir bendeki bu gel-git durumunu, kendi halime bırakır. Doğru da yapar çünkü neticede bu bir gel-git durumudur, geçer gider "glamour sortie" duygusu geri döner mutlaka. Ancak kendisi dün müthiş bir matematik hesabı yapmış ve bu ay bende tezahür eden ve iki kere onun beynini "çıkalım çıkalım" diye yediğim gecelerin neyi ifade ettiğini düşünmüş ve bulmuş. Doğru bulmuş da açıkcası pek öyle düşünmemiştim. Fekat içgüdüsel olarak doğru olduğunu söyleyebilirim. Zekasını tebrik ediyorum-bir kez daha. O halde paşam, tonight is the night!

P.S. Yukarda bahsettiğim gece çıkma gel-gitlerinin bende yarattığı tek olumsuzluk, durumun insanlardaki algılanışı. Genel algı çok derdim değil ama en yakınlarda bile nedense "nasıl olsa gelmez, çıkmaz" gibi oluşan bir algı ile "çağrılmama" veya " ama nasıl olsa gelmezdin o yüzden hiç söylemedik bile" diye düşünme biçimleri gerçekleşiyor. Ki bu insanı çemberin dışına iten, tamamıyla yanlış bir algı. Oysa her şey tek bir soru ve bir cevap ile bitebilir; önyargıya gerek kalmadan.

Friday, November 23, 2007

Cuma eğlencesi II


Kız kim bilmiyorum ama soyadından anladığım kadarıyla rus kökenli, yeni nesil rus tenisçi kızlardan olabilir; hani şu çok genç, çok atletik, çok başarılı, çok güzel, çok zengin olanlarından. Bilmiyorum valla, bilen söylesin.
Elbise pek güzel, rengi daha da güzel ki ben turuncu hiç sevmem, kız gayet güzel, bacakları muazzam demek durumundayım (tek falso ayakkabılar. ne onlar öyle ya?). Ancak Marlene Dietrich ne demişti; önemli olan onların güzelliği değil, onları kullanabilmeyi bilmek...Züğürt tesellisi de böyle bir şey herhalde. Amann "benden sonra tufan" diyeyim ben.

Motto # 7



* "Darlin', the legs aren't so beautiful, I just know what to do with them".

* "Glamour is what I sell, it's my stock in trade".

* "Without tenderness, a man is uninteresting".

*"The Germans and I no longer speak the same language".

by Marlene Dietrich



Bir değil birkaç tane motto oldu ama Marlene Dietrich bu, efsanevi haysiyetteki insan. Öğretici çok şey söylemiş...

Zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü

İşte aynen ben buyum bugün (cinsel tercih kısmı hariç).

Havaya göre giyinmeyi hiç beceremem; sıcakta üşürüm, soğukta terlerim, gariptir kısacası, J.A. da kendimi bildim bileli "zemheri zürefası gibi çıkma sokaklara" der durur da yine de çıkarım o halde. Bir nevi london girl oldum yine; yazlık beyaz elbise, altta çizme, siyah trençkot.

Bugün Anotherstar automn/winter 2007 prêt-à-porter koleksiyonunda durum budur.

P.S. Bilmeyenlere açıklayalım. Osmanlı'da lezbiyenler zürefa takma ismi ile ifade ediliyor. Bu deyim de buradan geliyor.

Thursday, November 22, 2007

Birileri aklını kaçırmış olmalı

Hani celebrity, glamour filan itirazımız yok ama bazı hayranlık durumları beni aşıyor. Ben iyi bir hayran değilim galiba, bu onu gösteriyor (acaba ilişkilerimde hayran olsam her şey daha mı kolay olur? hayran hayran bakan, hayran hayran dinleyen, hayran hayran onun dediklerini yapan ve onun direktiflerine uyan vs... hmmm. yok, gayet memnunum kendimden, böyle gider ömür boyu bu).

Hayranlık durumuna geri dönersek....Tamam biliyoruz ki Pele bu dünyada en çok sevilen, bilinen, takdir edilen futbolculardan. Dünya çapında bir futbol efsanesi hatta (kimilerine göre de garrincha öyle, ama ben futboldan anlamadığım için öylesine söylüyorum). Ancak neden bir insan bu adamın- sadece- imzaladığı bir formaya 84 bin lira verilir?

J.A.'nın dediği "kıça sürülecek akıl kalmamış" insanlarda.

"we are the musicians"

We are the music makers,
And we are the dreamers of dreams,
Wandering by lone sea-breakers,
And sitting by desolate streams;—
World-losers and world-forsakers,
On whom the pale moon gleams:
Yet we are the movers and shakers
Of the world for ever, it seems

....

Arthur O'Shaughnessy, Ode, 1874

İngiliz şair Arthur O' Shaughnessy 1874'de yazdığı Music and Moonlight adlı şiir kitabında" Ode" adlı bir şiir yer alıyor ve o oldukça uzun şiirde "we are the music makers" mısrası ile başlayan iki dörtlük bir şekilde müzisyenlerin ve edebiyatçıların kalbinde ayrı bir tutuyor (ör: Aphex Twin).

Müzisyen değilim ama gayet "dreamer of dreams "olabilirim hatta gururla " dream a little dream of me" bile derim ...

Ayrıca bu mısralar şeytanın saklı olduğu ayrıntılara güzel bir örnek.

Şeytanın gizli olduğu yer


Ayrıntı çok önemli şeydir hayatta. Ya da bana çok önemli gelir. Kimine hiçbir şey ifade etmeyen bir çizgi, bir nokta, bir renk bana çok şey söyler, çok şey anlatır.


Geçenlerde konusunu değil ama absürditesini hatırladığım bir televizyon programının arka fonunda gördüğüm perde beni sadece güldürmekle kalmayıp başka bir insanın, başka bir hanenin, başka bir düzenin, başka bir yaşamın perde ayrıntısına götürdü ve ilginç bir şekilde içim ürperdi.

"Perde ne ya?" diye düşünülebilir ama ayrıntı ayrıntıdır ve şeytan ayrıntıda gizlidir. Bir anda insanı alıp bambaşka bir hayata hatta cennete götürdüğü gibi, gösterdiği ve yansıttığı gerçek ile insanı düşen uçak misali yere çakar.
Severim ayrıntıları, ayrıntılı insanları, ayrıntılarla konuşanları. Koskocaman motto yapmayıp buradan yazayım da tam olsun: devil is in the details.


Parizyen süper ince

Zamanında biz çocukken Parizyen Süper İnce diye çoraplar vardı ki hâlâ var sanırım, reklamlarında türk erkeğinin uzun dönem fantazi unsuru olan gerçek adını unuttuğum ama dizideki adı Sam olan sarışın kadın oynuyordu. Hani hoş, güzel de, sıradandı işte. Hatırlayalım bu arada sıradan güzellere ne diyorduk "renkleri güzel".

whatever...

Ben süper inceci kızlardan değilimdir. Bazıları öyledir ama ben hiç beceremem hemen kaçarlar filan (ilginç bir şekilde süper ince bas-jartière ile öyle olmuyor ama bunlarda oluyor). Velhasıl bu sabah da aynı şey oldu, kaşla göz arası hiç anlamadığım bir anda kaçıverdi (miş) ve bir anda toplantıdan toplantıya koşarken farkettim. Hemen müthiş bir manevra ile o çorabı aynen London kızlarının yaptığı elbisenin altında çıplak tenin gözükeceği şekilde çizmenin üzerinde biraz gözükecek şekilde kestim. Durumu kurtarmak için. Ama çok da fena olmadı. Soğuk ama London kızları üşümüyorsa biz de üşümüyoruzzz.

P.S. J.R.cığım da "bana 2 beden siyah süper ince çorap alır mısın?" ricamı kırmayıp yine masamın üzerine bırakmış. Aldım baktım hiç fena değil gerçekten bu işlerden anlayan karşı cinsi seviyorum.

Wednesday, November 21, 2007

Yorum-commentaire


Yorum yapmak güzel şey; sevmeyen de yoktur herhalde herhangi bir konu hakkında yorum yapmayı, üzerine konuşmayı, fikir beyan eden olmayı. Bu yorumların gerçek sosyal hayat dışında bir de sanal alemde yapılanları var. Eee alemler, ilişkiler sanal olunca durumlar daha da fantastik boyutlara ulaşıyor çünkü bu işlerde anonima durumu var. Anonima olunca da "al eline sazı" misali yazdıkça yazıp içinde ne varsa söyleme durumu var. Benim bir itirazım yok anonim yorumlara, neticede eğlenceli şekilde yapıldığı takdirde çok komik buluyorum hatta kendim de yapıyorum çünkü dediğim gibi eğlenceli buluyorum, kimseye sivri oklarımı anonim altında yollamıyorum (yolladığımda ismimi kullanmayı tercih ediyorum).

Ancak anonim olayının ince bir ifade çizgisi mevcut. Her şey çok komik, çok eğlenceli diye düşünülebilirken birden ince sınır çizgisini geçen olayı bir anda saçma bir hale sokup neredeyse çirkefleştiriyor.

Yayınlamayabilirdim ama özellikle yayınladım o yorumu. İşin doğrusu saçma ve ucuz geldi. Öyle saçma alınganlıklarım yoktur, kendime gülerim, bazı hallerime "kötü ifadelerin abartılı hallerini" yapıştırım ancak başkasının söylediği hele hele anonimin altına sığınarak muhteşem bir yorum yapanın ifadesinden rahatsızlık duyacak değilim. Yapan rahatsız olsun, ben neden olayım ki?

P.S. Commentaire dergisi de 70lerin sonunda Fransa'da çıkmaya başlayan sosyo-politik ve kültürel konulara değinen bir dergidir. Başında da Raymon Aron vardır. İşte bu da yorum.


Lüfer zamanı


İçinde asansörü, diskosu olan lüks gemiler artık yavaş yavaş ayağını çekiyor şehirden ve deniz bizim balıkçılara kalıyor. İki sabahtır lüfer peşindeki küçük balıkçı tekneleri sanki kamp yapmış gibi, yaşayan şehirden güzel manzaralar veriyorlar.

Hafta sonu balık zamanıdır. O zaman organizasyon yapma zamandır. Lüfer ızgara, hamsi tava iyi gider, yanında biraz meze, rakı (ki ben muhtelemelen içemeyeceğim) ve "benden sonra tufan" olsun hissi...

Tuesday, November 20, 2007

Dünyayı sırtında taşıyandır o.

antik yunan, Herakles(veya Herkül) ve Atlas tasviri

Yunan mitolojisine göre Zeus'a ve Olimpos'un Tanrılarına karşı gelen Atlas isimli bir titan, yine yüce Zeus tarafından kıyametin kopacağı zamana kadar dünyayı sırtında taşıma cezasına çarptırılır. O günden beri de özellikle hint-avrupa dillerini konuşanlar için bir zorluk, bir çaresizlik, tercih dışı bir şekilde fazlasıyla üzerine binmiş sorumluluklar karşısında bir ifade biçimidir "dünyayı Atlas gibi sırtında taşımak".

Gündelik hayatın gerçek dünyasında da bazı insanlar vardır ki Atlas gibi sanki tüm dünyayı sırtlarında taşırlar. Her şeyin yükü, derdi, tasası bu insanlar üzerindedir. Hareket edemezler, hep sorumluluklarının tasalarını yaşarlar, hayatlarındaki mutluluklarını bu sorumluluklar ve onların sonuçları yüzünden yaşayamazlar. Kesinlikle üzücü bir durum olsa da ne yazık ki kimi zaman insanlar Atlas olmayı tercih ederler. Belki bu, çok bilinçli bir tercih değildir ancak Atlas olmak belli bakış açılarından bir büyüklük, bir devlik, bir kocamanlık olarak gibi görülebilir. Tüm acıları taşımak, herkesin yükünü paylaştığı, derdini, sorununu danıştığı kişi hatta merci olmak insana kendisini farklı hissettiren bir duygu olabilir. "Olabilir", "yapılabilir" gibi ifadeler kullanıyorum çünkü bildiğim, tanıdığım bir duygu değil. Ben sadece kendi sorumluluklarımın ve tercihlerimin sonuçlarına katlanıyorum. Kim bilir belki bencilce bir şey ama hayatım veya hayatımdaki insanlar, onların yaşamları ayağıma dolanmış pranga gibi olsun istemiyorum. Elbette bu insanın sadece kendisi için yaşaması, sırf kendisini gözetmesi anlamına gelmiyor. Aksine! İnsan hayatındakilere, önem verdiklerine sahip çıkmalı, gözetmeli, kol kanat germeli. Ne var ki kendi mutluluğunu yaşayabilecek ve en önemlisi bunun tercihini yapabilecek iken kendisinden başka her şeyi yani başka hayatlar ve başka insanlar yüzünden bunu yapmayanları da gayet korkak buluyorum. Sürekli bir başkalarını bahane, sürekli başkalarının hayatına mazaret...

whatever...
Bir de son zamanların gözde ismi Atlas. Geçmişin mafya dünyasının yengesi günümüzün etnik füzyonlu modern kadınının çocuğuna verdiği isim, patlama yapar yakında hayran kitlesinde.

New York, Rockefeller Center'ın önündeki Atlas heykeli,1938,Lee Lawrie&René Chambellan

Tehlikeli anlar

Nadirdir ama bazen kendimden korkarım. Bunun tek anı gerçekten sinirlendiğim andır. Dalgasına, gündeliğine kızarım ederim ama gerçekten kızmam veya sinirlenmem. Kötüdür benim kızdığım, gözümün görmediği anlar ki bunlar 10 yılda bir gerçekleşen anlardır. Bir nevi fırtına diyeyim de tam olsun.


Bu sabah kendimden korktum. Allah'ın unuttuğu Alibeyköy'ün iğrenç trafiğinde giderken arkamdan bana korna çalan, kenara çek ben geçeceğim diyen spastik şöföre yapabileceklerimden korktum. Ha "şu cüsse ile ne yapabilirsin ki" diye düşünülebilir ama insanın nevri dönünce her şey olabilir bence.

İğrenç bir dönüşte hep beraber ölmeyelim diye beklemem sebebiyle beynimde yankılanan kornasından sonra önüme geçti ve ben başladım saydırmaya. Asıl daha da kötüsü önüme geçtiği için yapıştım kıçına. Hani sapık şöförler vardır kadın sürücüleri taciz ederler arabanın arkadsına yapışarak, selektör atarak, korkutarak. Sahne aynen Road 66 misali korkutucu şekilde gerçekleşiyordu ki tek fark rolleri değiştirmiş kadın-erkek rolleri idi. Daha da tehlikelisi aynadan "çek kenara in aşağıya" bakışı atmamdı. Neyse ki adam düz devam etti ben sola döndüğümle kaldım.

P.S. Görülüyor ki benim dünyaya kız olarak gelmiş olmam gayet isabetli bir karar.

P.S. (2) J.A.'nın dediği gibi "ya bulaşma ya da bulaşacaksan kavga etmeyi öğren". O yüzden bu konularda başarılı karşı cins ile irtibata geçmeli ve en önemlisi kırmızı ojelerim kırılmadan nasıl uçan tekme atacağımı öğrenmeliyim.



Monday, November 19, 2007

Sayılı gün

Günü açıklanmış, heyecanla bekliyoruz, hazırlığımızı yapıyoruz. Şu becerikli blog sahiplerini çok kıskanıyorummm. Onlardan biri olsaydım şayet şu sol tarafa 8 aralık için takvim koyar, her gün geçtikçe daha çok heyecanlanırdım.

8 aralık, 8 aralık, 8 aralık

Hediye


New York City 'deydi; dönüşünde masamda buldum .
Bendeki bu lolipop sevdasını hipoglisemime rağmen kendim de çözebilmiş değilim ama valla bir yerlere giden herkes lolipop getiriyor (ex: kadim dostum sekvotka). Çok tatlı seven biri olmasam nedense lolipop severim ben. İlginç. Muhtemelen fevkalade muhteşem Freudien açıklamaları vardır ama hiç deşmeyeceğim burada. Ben beğendim hediyemi, ne demişler c'est l'intention qui compte.
P.S. Dylan's... Ralph Lauren'nin kızına ait bir nyc dükkanımış, very glamour diyeceğim de yalan olacak. Ralph Lauren'nin glamour olduğu ne zaman görülmüş. Ortalama bir amerikan markasının bir tık üst versiyonu. Ama gömlekleri özellikle de erkek gömlekleri güzeldir, düz renk, iyi kesimlidir, başka da bir numarası yoktur.

Motto # 6

"Lady, those days are gone now"

"Yeni kırmızı" değil ama siyah bir gecenin rengi.



Modadan anlasam da, tasarımcıları, koleksiyonların bilsem de moda takipçisi değilimdir. Genelde klasik kalırım, tarzım vardır da öyle moda olanı yapmam, giymem, almam filan. Oje konusunda takıntılıyımdır. Çoğunlukla kırmızı, nadiren beyazdır renklerim. Fekat geçen gün people dünyasındaki örneklerini gördükten sonra gidip kendime yukardakini aldım. Beklediğimden daha güzel, daha hoş durdu elimde. Bugün dediklerine très française'mişim (bence siyah-beyaz çizgili tişört/kazak/elbise giyen, küt saçlı herkes öyle gözükür, orası ayrı).

Duvar

Futura 2000, 70'lerin başı, New York City,


Graffiti denilen şeyi çok severim ben. Gerçek graffiticileri de sanatçı olarak görürüm; düzene muhalif olan, söylecek sözü olan, sanat ile ifade eden... Orada yaşarken tahsilimi evimden uzak diyarlarda sürdürürken yaptığım engin sosyolojik tezlerimden birisinin konusu bu graffiti ile alakalı -gibi- olduğundan türlü türlü ile tanışmışlığım vardır (tabii bizimkiler à la française tarzı oluyor) ve hatta bir tanesinden evime asmak, sonrasında nereye gidersen gideyim oraya taşımak için büyük bir tuval üzerine yapmasını istemiştim. Yapmaya başladığını ( bir de ısmalarlama olmuyor tabii bu işler, ruhunun istemesi, heyecan duyması gerekiyor), sonra işin içine duygusal mevzular girdiğini ve neticede "ortaya çok güzel bir şey çıkardığını ama bana vermediğini" hatırlıyorum. Neyse ben severim graffiti, hâlâ manasız bulduğum hareket sebebiyle evimde güzel bir duvar resmi/yazısı olmamasına hayıflanırım.



Diego Rivera, 1947, Mexico
Bu da başka bir duvar ressamı, belki de en bilineni olan Diego Rivera'ya ait olanlardan. Gençlik yıllarında insanların kahramanları, gözünde çok yukarılara koyduğu insanlar vardır. İşte bunlardan biri de bana göre uzun yıllar Frida Kahlo idi. Amerikan yapımı filminden, popülaritesinden çok ama çok önce idi ama şimdilerde halen çok sevsem de "o kadar" görmüyorum. Galiba ciddi ciddi büyüyorum ben.
P.S. Duvar da engel gibi engeldir. Örüldüğünde öbür tarafa geçmek, öbür tarafı bilmek o kadar zordur ki insanın yıkası gelir (ki genelde yıkılır o şiddetle).

Friday, November 16, 2007

Cuma eğlencesi

Midemin ağrıdığı, halen sancılarımın devam ettiği şu yağmurlu cuma gününde keskin eleştirilerime devam edeyim de neşeme neşe katılsın.

Şimdi şu bebek yüzlü küçük rus kızdan başlayayım. Fakirliğin üst sınırlarında yaşarken keşfediliyor genç yaşında -ki hâlâ genç kendisi- ve İngiltere'nin en ünlü, en asil, en zengin ailelerinden birinin oğlu ile izdivaç yapıyor. Yapsın, bir itirazımız yok da birisi giyinmeyi öğretsin! Yani o kadar para pul var zevk yok. Şu giydiği ne ya? Valentino Haute Couture imzalı bir elbise olsa da kendileri ne yazık ki püsküllü pembe bir lamba görünümünde.

Öyle bebeksi bir ifadeye değil de daha karakteristik bir alımı olan Jacquetta Wheeler elbisesinin çok seksi bel aralığı ile daha bir klas duruyor püsküllü lambaya nazaran. Elbise de galiba YSL, emin olamadım şimdi.

Ve son nokta. İnsanın modacı olması zevkli olmasını gerektirmiyor galiba. Yani adam şu kıyafetin ne, karının kıyafeti ne, ne yapmaya çalıştınız siz o acayip kovboy vari kılıklarla? O çizmeler, o garip deri gibi duranlar nedir? Hiç anlamıyorum anlamak da istemiyorum.

Budur cuma eğlencesi. Erken de giderim bugün, dükkanı kapatırım.

Seçtim hangisini alacağımı, belli olmaz never on sunday post'u ile geri dönebilirim.

Motto # 5


I've been empty too long,
The time is now,
In you I trust
Let's make this moment last
And the night is young,
The time is now!

by Moloko...

Yerlerde sürünmek

Halk arasında Mide Reflüsü olarak bilinen Gastro Özofageal Reflü hastalığı mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Reflü, asitli mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun asitten kendini koruma özelliğinin yok olmasından kaynaklanır. Erişkinlerin yaklaşık %20'sinde reflü görülmektedir.

"Yerlerde sürünmek" deyimini abartılı ifadelerde sıklıkla kullanırım ama hiç dünkü gibi gerçekten yaşadığımı hatırlamıyorum. Bir ara yere yapışık vaziyette kalkmaya çalışırken ağrıdan bayılacağımı ve bunun bir mide kanaması olduğunu düşündüm.

Hastalık veya can sıkıntısı gibi durumlarda insanları aramayı beceremeyen bir yapıda olsam da kelimeleri sesli olarak çıkartamadığım telefon konuşmasında M.'yi dinleyerek J.A.'yı arayıp gelmesini istedim. Yıllar sonra belki de ilk defa azar işittim. Bizde öyle azarlama, bağırma gibi eylemler yoktur. Her türlü haltı yemiş de olsam kızılır edilir ama şiddet içeren söylemler, yaptırımlar uygulanmaz çünkü konuşarak mantık çerçevesinde her şey yoluna girer.
Dün kıvranırken ilk defa J.A.'dan "beni çok üzdün" lafını duydum. Bu da ilkti. Yaptığım onca salaklığa, gençlik saçmalıklarına, huysuzluklara vs hiçbir zaman böyle bir cümle kurmamıştı.

Galiba şu kendine iyi bakma konusuna eğilmeli, özen göstermeliyim.

P.S. Hâlâ gülemiyorum mide ve karın kaslarımın ağrısından. Boğazım tahriş olmuş durumda. Hareketlerim slow motion şeklinde, yüzüm bembeyaz ve ötesi.

Wednesday, November 14, 2007

Pompei'nin son günleri II

Galiba terfi ettim.
Off.
Bu daha yoğun ve ciddi bir çalışma demek sanki.
Offf.
Çok şahaneydi böyle.
İyi güzel de daha ne kadar oldu ki bendeki cevher görüldü.
Offff.
Asistan verseler bari de fani ve hedonist dünya zevklerinden mahrum kalmasam.
Offfff.
Umarım bu daha çok çalışmamı gerektirmiyordur.

P.S. Aşağıdaki antik Pompei duvar resmi pek bir uydu sanki bu konuya. Biraz modernize edersek laptop, not defteri ve tabii kemik çerçeveli gözlük eklenebilir. Nasıl beğeniyorummm kemik çerçeveli gözlük takmayı! Aslında gözlerim seğiyor bahanesiyle alsam mı şöyle koyu kemik çerçeveli bir gözlük, ciddiyetime ciddiyet katıp, sekreter fantazisini bir sıra yukarı mı çeksem? Hahahaha! Bugün gerçekten formumda gayet fantastik bir halet-i ruhiyedeyim.

Kutulara çizik atma zamanı gelmiştir.

Yılın sonlarına yaklaştıkça anket zamanı gelmiş demektir. Dergiler, gazeteler ve televizyonlarda anket üzerine ankettir, yok "en güzel araba, en güzel kadın, en yakışıklı erkek, en zengin şarkıcı" vs vs vs...


Az önce fani people dünyasından uzak kalmamak için sayfalarını tıkladığım derginin sayfalarında gördüm ki geleneksel "yaşayan en seksi erkek" anketinin bu yılki birincisi hiçbir zaman bir çekicilik göremediğim Matt Damon, ikincisi ağlak ve vik vik doktor rolündeki eskinin gençlik filmlerinin çirkin oyuncusu Patrick Demsey, üçüncüsünü tanımıyorum bile. Güzeller güzeli insan Brad Pitt bu evlere şenlik üçlüden sonra geliyor, arkasındakileri geçiyorum taa en sonlarda da Justin var çıtır haliyle.


Bu beğeni mevzusunu çözemedim gitti. Tamam, zevkler ve renkler tartışılmaz, herkes birbirinden farklı hatta benim hiç beklenmedik kıro zevklerim var, kabul ediyorum ama böyle de değil hani. Akıl var mantık var, asıl göz nizan var şu dünyada. Listede James Gandolfini'nin (a.k.a. Tony Soprano) olmamasını anladık, neticede kendisi herkese hitap etmeyen bir tip olabilir de bir Clive Owen, bir Benicio Del Toro, bir Jude Law (ki beğenmem ama listede olmaması garip), bir Sean Penn neden olmaz?


Neticede zevksiz millet şu amerikalılar. Bir kez daha görmüş olduk. Bunların Vogue dergisi de bir gariptir. Başında bilindiği üzere efsanevi kadın Anna Wintour var da sonuç ortada işte. Vogue UK'dir, şaşmamak lazım.


P.S. Derginin gelecek haftaki sayısında da yaşayan en seksi kadınlar anketinin sonuçları çıkar.

Yüksek Ökçeler

Öyle yüksek ökçeler kızı değilimdir, olanları da kıskanırım. Hani güzel yüksek ökçelerimiz var, bazı yemeklere, partilere, özel kutlamalara, sortielere bas-jartière ile giyip çıkıyoruz da hem çok tarzım değil, hem de buraya giyersem akşamında alırken verdiğim tüm paraya yazık olur (bauhaus mimarisinde yüksek ökçeye yer yok. kahrolsun stiletto!)

whatever...

Yüksek ökçeli kız olmasam da yüksek ökçeli sesi çıkartıyormuşum yürürken. Öyle söyledi bugün. Farkettim ki sert basıyorum, yürürken "tatatannnn, tatatannnn" diye ses çıkıyor. Yapacak bir şey yok tabii çünkü daha yumuşak basmayı bilmiyorum. Bilgisayarın klavyesine de sert basıyorum, bazen "çat çat" diye ses gelmiyor değil hani. Yine söylemişti "ne kadar sert basıyorsun" diye. Konunun özeti: Ben galiba bazı hareketleri fazla sert yapıyorum. Haşin miyim, neyim? Oh, mon dieu!
P.S. Reklam meşhur ayakkabı markası Jimmy Choo'nun geçen seneki reklamı. Araba, eğer şu küçücük logoyu doğru görebiliyorsam Lincoln marka bir limuzin (eğer öyle ise bence cadillac olsa daha şahane olurdu sanki), içindeki büyük insan, büyük müzisyen Quincy Jones (quincy, beni diskoya götür), kız kim çıkaramadım (daryl hannah mı acaba? hiç de beğenmem. gayet sıradandır, renkleri güzeldir işte o kadar) , ayakkabılar da jimmy choo elbette (ancak onları da pek beğenmedim, daha güzelleri var koleksiyonda)

Tuesday, November 13, 2007

Fantastik bir kısa film



Yeni bir şey değil ünlü yönetmenlerin büyük markalara reklam filmi çekmesi (sinan çetin değil tabii bu bahsi geçenler).

Ben bu filmi Wong Kar Wai'in çektiğini bilmiyordum sadece çok beğendiğim ve "saçlarım aynen böyle, çok da güzel, pek de güzel" diye koymak istemiştim, araştırırken öğrendim yönetmenin kim olduğunu.

Aslında ilk seyrettiğimde biraz çağrıştırsa da hiç tahmin etmemiştim. Ancak düşününce Wong Kar Wai'nin, In The Mood For Love'in izlerini görüyor insan.

Biraz uzun sürse de seyredilir, güzel bir kısa metrajlı film tadında. Yarı fransızca yarı da anlamadığım bir dilde. Wong Kar Wai olduğu için çince diyeceğim ama sallıyorum resmen. Kız Amélie Daure'muş, güzelmiş, ben beğendim. Benden Sekvotka'ya hediye olsun...

P.S. In The Mood for Love da çok güzel bir filmdir de ben sıkılmıştım sonlarına doğru o kadar romantizmden. Ne var ki gayet azap, gayet güzel filmdir.

Just An Ilusion

Just an illusion muhteşem bir Imagination şarkısıdır, 80lerin başlarıdır, kıpır kıpır eder yüreği. Ben de içimden geldi şöyle güzel bir ân hayal edeyim dedim.

Uzun bir masa olsun öncelikle (ki uzun ahşap masalara bayılırım ben. karl lagerfeld'inkini görmüştüm bir dergide üzerinde herhalde on tane ipod ve bir sürü paperasse vardı ona rağmen hâlâ upuzun gözüküyordu), üzerinde dergiler (vogue, roll, vs ) ve kitaplar olsun. Ufak bir kasenin içinde meyve olsun renk renk, bol bol . Ve başrolde kahve olsun güzel fincanlar içerisinde. Ama asıl en sevilenler olsun masanın etrafında, konuşuldukça konuşulsun, kahkahalar atılsın, saatler geçtikçe bir şişe Lagavulin açılsın, akşam mönüsü çıksın, sonra da şıkım şıkım giysilerle dışarı çıkılsın....

Autumn Leaves günlerinde Just an illusion eşliğinde day dreaming gururla sundu.

İlan etmek

Yoğun iş kadınıyım ama bir yandan da fani işlerden uzak kalmıyorum. Napcaksın şekerim, "bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umrunda mı dünya?" demiş basit mısraların büyük şairi.
*
Gazete sayfalarında dolanırken öğrendim ki "yılın aşk filmi" olarak ilan edilmiş "O Kadın" filmi bitmiş nihayetinde.
Gideceğimden değil de başlık bir anda ilgimi çekti, haberi okudum. Muhalif yapıda olduğumu biliyoruz, hatta kimi zaman Çarşı gibi ota boka karşıyım. Ve yine söylemek zorundayım ki böyle iddalı sıfatlara da karşıyım ben. "Yılın aşk filmi" mesela. Kime göre yılın aşk filmi, neye göre yılın aşk filmi? Ayrıca resimdeki kız başrolde ve filme adını veren karakteri canlandırıyorsa bence o kadın olmaktan epey uzak bir insan.

İnsan hayatta da böyle iddalı laflar etmemeli bence. Kendim becerebildiğimden değil de hayat tecrübesi olsun diye söylüyorum. Ancak benimkiler genelde "asla yapmam" deyip onu yaptığımda tükürüğümü yalamak şekilde oluyor (ettiğim lafların içini doldurmadığımda değil) . Yaşarken de düşe kalka öğreniyorum büyük konuşmamayı.

İnsan söylenilen, telaffuz edilen lafların havada kaldığını düşünürek hata yapıyor. Oysa ki öyle olmuyor gerçek hayatta işler. Edilen o laflar, sarfedilen o sözler unutulmuyor havada ise hiç kalmıyor aksine beklenti yükleniyor, içi dolsun isteniyor. Olmayınca da malûm ...

Eksik notlar

Müthiş yoğun working girl olduğumdan yarım yamalak, çalakalem girmişim p.s.'lerimi, bari tamamlayayım da M.'den azar işitmeyeyim.

* Haftasonu Beco'nun cenazesi vardı. Biz J.A. ile gitmedik ama F.A gitmiş. Kendisi büyük hoca, büyük sosyologdur. Şimdi yine "nerden biliyor da konuşuluyor" olur ama bilirim tanırım kendisini. Yeşilyurt'ta çok güzel, iki katlı bir evleri vardı ve bundan yıllar önce kitapların bir kısmını tasfiye ettiklerinde ailecek gidip kitap seçmiştik. O zamanlar daha türk edebiyatının çınarı Y.K. ve karısı Thilda ile küsmemişlerdir yani beraber görüşülüyordu. Bana çok büyük katkısı vardır Y.K. ve Thilda'nın. Özellikle de Thilda'nın. J.A.'yı kızları gibi gördükleri ben torun oluyordum, F.A. da "bebek yüzlü gerilla" sıfatı ile zaten gönüllerindeydi. Thilda ben daha oradayken veda etti bize. 2001 kışıydı. J.A. telefon ile arayıp söylemişti. Çok üzülmüştüm ama çok hastaydı zaten, acı çekmesi daha kötüydü. Ayrıca noel için geldiğimde bir gece ona hastanede refakat ederek vedamı zaten etmiştim. Oradan ona fransızca/ingilizce mektuplar yazardım, hatalarımı düzeltirdi, paran var mı diye sorar, Y.K. bana yakın bir avrupa ülkesine geldiğinde bana mutlaka harçlık vermesini tembihlerdi. Kısacası çok emeği vardır bende, o yüzden benim bir gece refakat etmiş olmam çok az kalır.

* Hiç kimse benden beklemez ama ben inanılmaz iyi hasta bakarım. Nedense böyle bir yönüm var. Hasta vs gibi durumlarda feci şefkatlı oluyorum ve her şeye üşenen, hiçbir şey için kıçını kaldırmayan şımarık insan ben hasta bir yakınım/sevdiğim için sandalye üzerinde bile uyur, her türlü işine koşarım.

*Yeter hastalıklar vs... deyip güzel şeylere geçelim. Güzel bir şey bir insanın bazı kurumlarda, bazı organizasyonlarda tanıdıkları olması. Keyifle kalktığım sabahın erken saatlerinden beri dinlediğim haysiyetli insan Frank Sinatra'yı daha da çok dinlemek istediğim için rica ettim havalı radyonun havalı dj'den, "çalarım" dedi, ve çaldı, ve mutlu etti hatta güzel hediye gibi oldu.

* Beraber geçirilen günde J.A.'ya bir sürü çocuk iğrençliği yaptıktan, kendisinden yine "evladım, ömrün pislik yapmakla geçiyor" lafını duyduktan sonra bomba bir laf daha etti. "çocuğum sakın arabada camlar açıkken küfretme, dayak yersin! eğer edeceksen de dayak atmayı öğren de birinden elalemin heriflerinden dayak yeme!". Evet ya, anne sözü dinlemek lazım. O halde ben bir yumruk, bir uçan tekme atmayı filan öğreneyim.

p.s. j.a.'nın pislik dediğini ben fena yapmıyorum ama bu konuda asıl efsane r.'dir.

* Hâlâ karasızım; küçük vaio mu alacağım yoksa macbook mu? Bilmiyorum, bilmiyorum. que sera que sera ama ne???

Motto # 4



"Revenge is a kiss, this time I won't miss..."




P.S. İkinci resim pek bir romantik, pek bir "unanotherstar" ama pek bir bilindik (Robert Doisneau imzalı, hôtel de ville, paris) olduğu için koydum (yani beğendiğimden değil). İlk resim de Helmut Newton imzalı.

Monday, November 12, 2007

P.S. XV

Lodos, yağmur, fırtına, mahsur kalma hali, yenilgiye karşı o takımın galibiyetinin hüznü ama bir coşku bir heyecan ile haftaya başlama, manasız trafikte delirme, manasız taksi şöföründen "dil çıkarma" anı yaşama, işe sanki dükkan benimmiş gibi gayet lakayt bir saatte gelip yine erkenden yemeğe/eve çıkmalar filan filan...

Yine soğuk, lodos bir anda beklenmeyeni yaptı ve çok yakın otursak da sık görüşemememiz sebebiyle bir anda aile meclisi toplanmış oldu. Meclis kararı sadece kahkahalardan oluşurken bir bütün maç ve diğerinin çeyreğini kapsadı.
Altmışına merdiven dayamış elinde birası ve tuzlu fıstığı ile ekrana çeşitli hareketlerde bulunan bir adam, yanında yenilgi üzerine zaten morali bozuk olan çocuk ve yanlarında "el deliye ben akıllıya hasret" diye söylenen bir kadın sahnesi. Müthiş bir evlat olarak F.A. ile o takımın maçını seyrederken F.A.'dan çıkan incileri yazamadan edemedim.

- ya bu hakan balta, cidden baltaymış!
- bu orkun ciddi gerizekalı. bak bak gerçekten beklemiyor topa bakmıyor atıyor kendisini öylesine yere.
- bu nonda'yı kim almış niye almış? Neden sürekli düşüyor, koşmuyor?
anotherstar- allah allah ben nerden bileyim? hayır istiyorsan araştırıp öğreneyim.
- sor bakimmm biraz.

Yenildik. Yenilmediler. Mutsuzum. Mutlu. Mutlular.

Yazdım işte!

Friday, November 9, 2007

Lakap, hitap

Kıpır kıpır cuma akşam saatleri, bauhaus bir mekan, üzerinde pek tasarım bir pötikare bir ceket giymiş ama hiç pötikare desenden hoşlanmayan bir kız, holde karşılaştığı tipik amerikan gençlik filmlerinden çıkmış tipli bir erkek:

e.-pişşt çapkın!
k.- hahahha! efendim yavrum
e.- niye selam vermiyorsun?nereye gidiyorsun?
k.- görmedim de çapkın neyin nesi pardon?
e.- öyle geldin bana bugün.
k.-hahaha peki öyle olsun bence mahsuru yok
e.- dur ben de geleyim odana konuşuruz
k.- önden buyur....

Akşam akşam hiç güleceğim yoktu. Kıpır kıpır kaynayan yüreğime, tiril tiril uçuşan eteğime bir de bu lakap/hitap eklendi. Komik.

Sen misin gözetleyen?

Gecenin çok geç olmayan bir saatte gelen mesaj: komşum kitap okuyor galiba? Yatak odamın onun salonunun görüş mesafesine denk düştüğünü tamamen unutarak hareket edip, kendimi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne kaptırmışken gelen bu mesaj hem irkilmeme, hem de çok gülmeme yol açtı.

Sen misin evinin önündeki gemilerin pencerelerine dürbünle bakan, arka komşunun evine dalga olsun diye bakan? İşte ne ekersen onu biçersin veya in english, what goes around comes around (mesajlardan sonra düşündüm de şimdi ben yeterince sıkı kapatıyor muyum acaba perdeleri? haydaa. al başına belayı. sevdiğim komşunun sırasında da bir sürü tanıdık oturuyor. offf offf).

Neyse komşumu severim, orası ayrı.

Hissiyat da önemli şey bu arada. Hani tarif edilemez bir şekilde insan hiç görmediği, adını dahi bilmediği bir insanı görüp "bu o" diyebilir veya kendi evine doğru inerken gördüğü pizzacının komşusuna gittiğini hissedebilir. Hissiyat mı denir, içgüdü mü bilemiyorum ama ben çok sık yaşarım. Doğru olduğuna da inanırım (ki içimdeki sesin söylediğinin aksi çıktığı sayılıdır).

Motto # 3

what goes around comes around

Thursday, November 8, 2007

Sipariş

Okuyup çok sevmiş ve seveceğini düşündüklerimle beğenimi paylaşmış hatta içindeki bazı satırları, bazı bölümleri okudukça bana hatırlattığı yakınlarım için "ne de olsa eski yayınevidir yollayıverirler" diye sipariş etmiştim F.A.'ya .

Siparişim az önce elime ulaştı. Birinin gideceği adres belli de, diğeri ise tabiri caizse elimde patladı. Hey yarabbim ya. Ne yapacaksam aynı kitabın 3 kopyasını evimde. Allah'tan siparişin - artık- tek sahibi olan bence çok beğenecek, doğup büyüdüğü ve yaşadığı semtin başka bir yüzünü keyifle görecek diye düşünüyorum.


P.S. Sipariş demişken sen misin internetten öyle havalı tişört alacaksın. Hem de ada'dan gelecek, hem de kendine değil F.A.'ya (keşke kendime de bir tane söyleseydim de hepsi bir arada gelirdi). Beklersin böyle. Daha yeni çıkmış yola 20 gün önce çıkması gereken. Bekliyoruz

P.S. X....

* Futboldan çok anladığımı düşünmediğim (ya da öyle gözükmesini istediğim) için futbol yazarlarını da takip etmiyorum, sıkılıyorum, kim kimdir diye de pek ilgilenmiyorum hele entellektüel içerikli olanlar beni benden alıyor demeliyim. Ancak dün bir reklam gördüm ve gerçekten inanamadım. Juan Kaan. Kim bu ya? Hani lakap seviyoruz, kimine çok yakışanlar oluyor ama bu Juan nedir? Tabii kendisi hispanik kökenli ise benim cehaletim kusura bakmasın ama bir insan kendisine bu ismi seçip yazılar yazar mı? Yazsa da ciddiye alınır mı? Ayrıca hispanik bir isim seçecekse Juan olmasın mümkünse, daha karizmatik bir sürü hispanik isim var ama Juan ne yazik ki çok "Zenginler de Ağlar" tadındaki telenovelas tınılı. "Juaaannnn! arabanın kapısını aç" diyesi var insanın bu ismi duydukça.

* Geçen gece R. demişti "girer girmez farkettim, gözüme çarptı resmen" diye. Haklı. Devam da ediyor. Sabah da T. sordu "hala pamela anderson gibi misin" diye. O sırada kahve içiyordum narin laptop'un üzerine fışkırmasına ramak kaldı diyebilirim, yani o kadar güldümmm. Bekliyoruz, elden bir şey gelmiyor.

* Burası -15 derece herhalde. Şehirde hava çok güzel iken burası nasıl oluyor da bu kadar soğuk olabiliyor bilmiyorum. Sanki 50'li yıllarda kurtların baskınına uğradığı Levent'inde oturuyoruz. Feci soğuk. Peki ben uygun giyindim mi? Tabii ki hayır. Yine bir zibidi çıkış oldu evden. Zaten Pamela olduğum için de sığmıyorum kıyafetlere, öyle de bir durum var.

Sıfırın karşısındaki arttıkça itibar da artıyor mu?

Dün gece bizim için coşkulu, heyecanlı idi. Çok da mutlu, pek de mutlu olduk. Tabii hemen F.A.'yı aradım ilkinden sonra, o esnada ikincisi geldi, ben şen kahkahalar atan şen dul misali oldum ahizenin diğer ucunda, F.A. ise bunalımda.

anotherstar-ya ne güzel oldu böyle. bak hiç beklemiyordum ikinciyi. seyrediyor musun şu an.
f.a.- off hayır, moralim bozuldu şimdi
anotherstar-hahaha niye yahu?
f.a.- ee istemiyorum kazanmanızı, sinir oldum. neyse yenersiniz, belli.
anotherstar- bir de bana "fanatik olmuşsun sen" diyorsun. yani bu yaşta bu fanatik ruh, bir şey diyemiyorum maçıma dönüyorum ben.

* Biz mutluyuz da bir önceki gece her şeye karşı tribün için büyük bir hüsran yaşandı. Epey tatsız olsa gerek. Bu tip maçlarda "aman bizi temsil ediyorlar, birlik olmalıyız" filan diye düşünmem hele hele "takımımız, temsilcimiz " gibi söylemlerden hiç hazzetmem. Ola ki yenilgi ile sonlanırsa da hiç üzülmem takımlar için. Üzüntü duyacağım tek nokta taraftar içindir, yoksa kulüp elenmiş, ülkenin takımı- temsilcisi başarısız olmuş, itibarımız gitmiş vs. gerçekten umrumda değil.

Ancak gereksiz bulduğum bir durum var. O da sıfırın karşısında arka arkaya sıralamak golleri. Tamam anladık yeniyorsun, güçlüsün, karşındaki de artık havlu atmış bırakmış kendini. 8 olsa, 9 olsa 10 olsa değişecek ne var ki? Yendin işte.
2002'deki dünya kupasının sanırım ilk maçıydı Suudi Arabistan- Almanya maçı ve benzer bir skor kaydedilmişti. Ee yani? Yendin işte cahil arapları, neyin ne olduğunu gösterdin onlara, 8 tane de attın, sonuç ne oldu, geldin arapların bir tık üstü olarak gördüğün türklerle aynı üçlemede yer aldın. Kupayı aldın mı, şöyle kaldırıp Alman milletinin gücünü tüm dünyaya gösterdin mi hayır? 8 tane atman bir işe yaradı mı? Hayır çünkü sıfıra karşı 1 tane dahi atman yeterdi. İşte bu yüzden sıfıra karşı böyle sallamaları gereksiz buluyorum.

Karşı tribünün karşı olduğu ama değiştiremediği kalın enseli haza bir ayı olan menajeri "ne gerek vardı bu kadar atmalarına" gibi açıklamalar yapmış. Haklı da kendilerinin benzer bir pozisyonda olup "atmamaları" gibi bir durumun olacağını düşünmüyorum, hatta kendisinin mikrofonlara "ne yani durup baksa mıydık?" gibi bir cümle sarfedeceğini tahmin ediyorum. O yüzden boş hepsi.

P.S. Bu arada Suudi Arabistan kralı mı prensi mi ne geliyormuş ve 30 tane lüks araba 3 tane otobüs istemiş yetkililerden. Gelenleri, kafileyi vs görünce bir kez daha petrolün getirdiği zenginlik, görgüsüzlük, mutlaki erkek rejimi, kadına nefes aldırmayan yarım dünya değil, tam dünya çapındaki göbekli erkekleri ile Körfez Arap Dünyası'ndan hazzetmediğimi hatırladım. Bir kez daha. Yoksa o coğrafyanın geri kalanındaki büyük medeniyete asla bir itirazım yok, aksine seviyorum.

Wednesday, November 7, 2007

Motto # 2

-shut up.
- you make me shut up!

p.s. yukardakini unutmuştum da m.'den gelen yorum ile kış anılarıma daha bir gülerek geri döndüm.

Jazzman on the wild side


Efsane insan Clint Eastwood ciddi bir caz hayranı, dinleyicisidir. Güzel de söyler hatta "Midnight in the garden of good and evil" filminde söylemişliği vardır. Kızı Alison Eastwood da babasının filmlerinde oynarken standart caz şarkılarını söylemeyi ihmal etmez ki, hele Come Rain or Come Shine yorumu çok hoştur. Oğlu Kyle da saksafoncudur, grubu vardır filan. Haysiyetli, eğlenceli pek bir mélomane bir aile bu Eastwood takımı.
Kapağı görülen albüm caz müzisyenlerinin Clint Eastwood için yaptıkları bir saygı, tribute albümüdür. Tarihi 1997 olup Warner Bros tarafından piyasaya sürülmüştür (bende yok ne yazık ki).
Caz seven maço görünüşlü karşı cins ...seviyoruz kendisini

Vahşi Batı


Çocukluğumda seyredip hep çok sevdiğim filmlerdendir Sergio Leone'nin vahşi batı temalı filmleri. '60ların ortasında çekmeye başladığı spagetti western filmlerle haysiyetli insan Clint Eastwood'u televizyon dizisi oyuncusuyken (rawhide-hatta the blues brothers filmindeki rawhide şarkısı bu dizinin jenerik müziğidir) uluslararası bir yıldız haline dönüştürendir. En az sevdiğim İyi, Kötü ve Çirkin olup, en çok Bir Zamanlar Batı ve Bir Avuç Dolar İçin'i çok severim (hatta geçtiğimiz yazın sıcak aylarında ikincisini digitürk yayınlıyordu).

Müzikler ise apayrıdır bu filmlerde. Ennio Morricone bambaşka bir hava katmıştır filmlere. Mesela "Bir Zamanlar Batı" filminin girişindeki toz toprak içerisindeki tren garı, bekleyen insan tiplemeleri ve arkadan duyulan melodi bir anda insanı titretir.

Clint Eastwood ise fenomendir, efsanedir. Sevdiklerimdendir. Yönetmen olarak da müthiştir. İyi filmlerin yönetmenidir. Çok hareketli değildir filmleri ama güzeldir. Benim için en güzeli Charlie Parker'ın hayatını anlattığı "Bird" ve Amerika'nın güney eyaletlerinin gündeliğini farklı bir dilde anlattığı "Midnight in the garden of Good and Evil.


* Sergio Leone westernlerde farklı bir çizgi yaratmış olsa da asıl harikalar yarattığı film "Bir Zamanlar Amerika"dır ( her daim ilk 5 filmimdendir). Müzikler yine Ennio Morricone'ye aittir.

Serbest çağrışım

Şarkılar, filmler, kokular, tatlar çoğu zaman bir çağrıştırma peşindedir.


Manasız, bitmek tükenmek bilmeyen yağmur altında iki uzun merdiven çıkıp arabaya ulaşma, söylene söylene direksiyon sallama derken birden çalan geçtiğimiz 2007 kışının şarkısı beni benden aldı diyeyim.
Bende bir heyecan, bir coşku gören de sanır ki 40 yıllık şöför İsmet misali direksiyondayım. Şarkının sözlerini söylemeler, yaşanan olayları hatırlayıp gülmeler, "vay be" diye düşünmeler ile beraber Allahın unuttuğu Alibeyköy'de makas atmalar, dana gibi kamyonları sollayıp hemen önüne geçmeler filan.

whatever

şarkı:what goes around comes around
serbest çağrışım konusu: kış ayları (2007), soğuk, gece, dans, şampanya, fantastik, love dance point...

Kot/jean/denim ne haltsa yağmur vs derken uzun zamandan sonra ilk defa giydim (okuyunca 4'lü ufak çaplı şok yaşayacaklar muhtemelen "nee sen kot mu giydin? diye). Zaten yoktur da kotum. Her yıl derim " bu yıl güzel bir kot alayım" diye ama almam. Pek sevmiyorum hatta kot insanı değilim galiba ama bugün bir Sportmen Billy tarzında altımda kot üzerimde M.'den söylene söylene bana vermesini sağladığım yeşil bluz... Çok da güzel, pek de güzel, pek de sportif ! (yalaaaannnn).

Tuesday, November 6, 2007

Monday, November 5, 2007

Poz & let me in

Mario Testino eylül ayında "Let Me In" adındaki fotoğraf kitabını çıkartmış, içine de dizmiş beautiful people dünyasını. İşte A List Celebrity kişilerinin hepsi var: Gisele var, Angelina & Brad var, var işte herkes. Kitaptaki resimlerden bir tanesi de aşağıdaki close up ve cheek to cheek Madonna-Gwyneth Paltrow resmi (madonna'dır olay, gwyneth paltrow'u hiç beğenmem, güzel kız o kadar, ne bir albenisi, ne de bir cazibesi vardır). Görünce bizim 4'lü resimlerimiz geldi aklıma. Aman yarabbim. Ben ve R. nasıl da buna benzer poz veriyoruz. Şöyle birbirimize yaklaşıyoruz ve yana yatarak poz veriyoruz. Gayet fantastik, gayet sansasyonel. İşin ilginci sadece ikimiz birbirimizle böyle poz veriyoruz. Nedir bu, fotoğraf pozu kimyası mı? Eğer öyle ise, ben ve R. gayet uyumluyuz.

P.S. Artık fotoğraf çekecek M.'den de bizim böyle resimlerimizi çekmesini, yayınlanmasını istiyoruz...


Blondie

Ben hiç sarışın olmadım hayatımda ama merak da etmedim değil hani nasıl bir şeydir, nasıl bir etki yaratır insanlar üzerinde, olsam neye benzerim diye. Yapacağımdan değil ama cidden merak ediyorum nasıl olabileceğini.

whatever...

Geçenlerde L.C. ile konuşuyorduk ki ben kendisine çok yakıştırırım sarışın olmayı. Öyle her yapma sarışını beğenmem de yakışana yakışır işte. Her şeyde olduğu gibi şu hayatta. Kiminde olur kiminde olmaz. Daha dün B.,R. ve M. tartışıyorduk basitlik, basit insan/basit kız/oğlan mevzusunu, bu da böyle bir şey. Ya tam uyuyordur ve işte oldu der insan ya da sakillikten yerlerde sürünür.
Nasıl da güzel kızdı (gerçi fazla esmer ama yine de gayet güzeldi) ama sarışın ne kadar kötü olmuş. İşte bizim sayfada da bir THEN & NOW vakası.

Kalıp


Dün gazete eklerinin bir tanesinde ciddi ciddi konular yazılıp çizilmişken sayfanın alt kısmındaki cup cake ve muffin arasındaki farkı anlatan bir yazı gerçekten sabah eğlencesi oldu.

Tatlıcı değilimdir, tatlıdan anlamam, yapamam da (evet, hâlâ fırınım yok) ancak bu tip işlerin yapımında kalıp hadisesinin önemli olduğunu bilirim. Kalıptır o pastaya, keke şeklini veren, ona şeklini veren, onu farklı kılan, daha eğlenceli bir hale sokan. Sadece cup cake/muffin pişirilmesi için değil kıyafet dikimi, kumaş kesimi, mobilya tasarımı gibi konularda da kalıp önemlidir.

Aynen insanda olduğu gibi. Bir insanın da çizgilerinin oluşmasında, şahsiyetinin gelişmesinde, yaşam yolundaki yürüyüşünün biçimlenmesindeki belirleyendir kalıp. Bu yüzden de cemiyet hayatında bazılarımız için -ki çoğunlukla bunlar erkektir- "kalıplı insan", "kalıbını taşıyan insan" ifadeleri kullanılır. Kimi zaman fiziksel bir özelliği öne çıkartmak için söylense de aslında "kalıplı insan" tabiri sadece Tony Soprano gibi devasa, iriyarı bir adamı ifade etmez; asıl olarak sağlam, haysiyetli, dediğinin arkasında duran, güvenilir sıfatlarını bir arada taşır. Kısacası kalıplı insan/adam/kadın olmak zordur, taşıyana ağır geldiği ânlar çoktur.

Ben seviyorum galiba kalıplı insan. Ya da kalıplı insan düşüncesini. Kim bilir belki de kendim de kalıplı olmaya çalışıyorumdur, ilerde bir gün kalıbımı layığı ile doldurmayı istiyorumdur.

Ve yine belki de bu yüzden benzerim, benzer hayatları sürdüğüm ilgimi çekiyordur da benden az, benden sıradan ile yetinmeyip, benden çok başka dünyadan geleni benim dünyamda, benim kurallarımla, benim dünyamın insanları ile bana benzetmeye çalışmıyorumdur.

Kıssadan hisse pazartesi sabahı, doktorlar ve tetkikler sonrası lafın kısası herkesin kalıbı geniş, kallavi olabilir ama herkes kalıplı olamaz... deyip fani zevklere geri dönüyorum ve cup cake resimlerine kendimi bırakıyorum (hastalığımdan hızla iyileşeyim diye mailden çıkan resimlerden sonra yenilecek tatlı gibiler, ya da resimdeki ile beraber yenilecek cup cake'ler bunlar).

Friday, November 2, 2007

Pleased to meet you, hope you guess my name

Müthiş güzel Rolling Stones şarkısıdır Sympathy for the devil. 1968-69 tarihlerinden biridir orijinal halinin piyasaya sürülmesi. Beggars Banquet albümünde yer alır, albümün kapağı ayrı bir havadır. Ancak 2002 yılında Neptunes remiksi de bence şahanedir.

Şarkının en sevdiğim dizesidir başlık: pleased to meet you hope you guess my name...Her gün türlü türlü insan ile tanışıyoruz. Eskiler var, yeniler var, sevilenler, sevilmeyenler, bir de zoraki katlanılanlar var. Ne kadar zor bir şey sosyal ilişki meselesi? Sonra bu ilişkinin bir de Harvard'lı çocuğun arka bahçesi versiyonu, orada aranıp taranması, bulunup üzerine konuşulması, kendini tutamayıp mesaj atma durumu var. Var da var yani. Eskiden yonja vardı, 80630 vardı, bugün de tutkunlarına sanki bir garden of eden tadı veren Harvard'lı çocuğun arka bahçesi var, yarın da herhalde başka bir şey gelir bunu da geçer.

whatever...

Tanışırken, el sıkışırken isim söyleniyor, hafifce gülümseniyor. Peki ya tanışırken yüreği okuyabiliyor mu insan? Karşındakinin yüreğini, niyetini, hissiyatını anlayabiliyor mu? Çoğunlukla hayır. Ya da diyor mu "ben iyi", " ben sevimli", "ben korkak", "ben ezik" diye . Sonra tabii insanın içinde, yüreğinde, yüzünde ya da en güzeli olan şekli ile kıçında patlıyor.

* Herhalde herkes haklı çıkmayı, haklı olmayı sever. Her haklı çıktığında da en azından içinden sessizce "ben demiştim" der. Benim için de çok farklı değil durum. Ne var ki, bu sefer çok sevmedim haklı çıkmış olmayı, "ben demiştim, ben biliyordum" demeyi. Ancak life is life darling, istenilen durumlar istenilen zamanlarda havada bulut sen bunu unut iken, istenilmediği zamanlarda ise sanki denizde kum durum misali, bol bol gelir insanın önüne.

Thursday, November 1, 2007

İstem dışı davranışlar

Bazı hastalıklar sebebiyle kontrol edilemeyen davranışlar varmış; bağırmak, küfretmek, fevri şekilde sinirlenmek gibi. Ağlamak da bunlardan biriymiş, bugün doktorum kendisine "geçen gün şekerim düşüp soğuk terler dökmeye başlayınca gözümden yaşlar geldi, yanımda da başkaları vardı çok utandım" deyince böyle söyledi. Olurmuş işte, ağlayan da olurmuş, ana avrat küfreden de.

Şu geçen yıla kadarki halim öyle ağlak filan değildir. Bilen bilir (mesela r.) hiç ağlak kız tipi değilimdir, durduk yerde ağlamam, bazı olaylara ya da filmlere filan hele hiç ağlamam ama ne olduysa 2006 yazında oldu, katrina fırtınası gibi bir şey çarpıp geçti beni, ota boka ağlayan bir tip oldum (bu konuda mümkünse bilen tanıyan konuşsun. öyle her şey aşka, böcek meselesi sanılmasın). İşin boktan kısmı ise ne zaman geleceği belli olmuyor bu fırtınanın. Kimi zaman bir sebep varken kimi zaman durup dururken. Son zamanlarda iyice geçti ama bu fırtınanın önemli bir sebebi de muhteşem "şeker" durumum imiş. Bu gayet ilginç bir durum çünkü en son ne zaman gerçekten bir şeye üzülüp ağladığımı hatırlamıyorum. Oldukça uzak geliyor o ân, ama ağlıyor muyum? Evet ama gitgide azalan, biten bir vaziyette yani eski demir leydi günlerim yakındır, bir de ilaç alırsam herhalde daha da çabuk bitecek.

Hazır "ağlama" hadisesi ile girmişken konuya gerçekten ağlamak ile de bir şeyler söyleyeyim (tutan mı var?). Az önce bir şeye sinirlendim, gerekli gereksiz tartışılır ama sinirlendim, hiç hoşlanmadım, bana göre hataydı, ucuzdu. Kendimce bir gerildim ve bir şeylerin göz pınarına geldiğini farkettim. Farkedince hemen toparlandım çünkü hissettiğim üzüntü, hüsran ya da acı değildi; sadece sinirlenmiştim. Demek insan sinirden de, hırstan da böyle anlık duygu yoğunluğu, fışkırması yaşayabiliyormuş. Neyse bitecekmiş şekerimi kontrol altına alınca böyle fışkırmalar, püskürtmeler.

Bir de nasıl çirkin olurum ben ağlayınca... Aman yarabbim. Nereden mi biliyorum? Aslında gayet rol yapabilen bir insan olduğum için aynaya karşı da ağlamışlığım vardır neye benzediğimi göreyim diye. İşte o zaman gördüm, şişiyor sanki bir anda yüzüm, burnum ve dudaklarım kızarıyor, şapşal bir görüntü alıyorum. Gören gördü işte bugüne kadar, bundan sonrası için arkası yarına bekleriz...

Karanlık geceler/radyo günleri


Gece "Radio Days" filmi gibiydi. Elektrik olmayınca böyle oluyormuş, radyo bulunuyormuş bir yerden artık ne çekerse, ne duyulursa.
Gecenin lafı: Birbirini bulan A. ailesi olarak F.A. & J.A.'dan gelen "iyi oluyormuş böyle elektrik kesintileri, mum ışığı, radyo, viski, beraber güzel gidiyor" söylemi


Sabah ise tedirginlik, gerginlik, doktor odası olarak geçti. Ne hastaneden, ne doktordan korkan bir insan değilken 5 saatlik şeker yüklemesi her seferinde damarın tekrar açılması gibi durumlar bende bu çocukca saçma duyguları başlattı.


Bitti mi? Hayır. Neredeyse radyo günlerinin arkası yarınları gibi oldu. Her gün bir macera, bir olay.


P.S. Çok güzel filmdir Radio Days. Ya da ben çok severim, bilmiyorum.