Sunday, April 29, 2012

Never on sunday # 4


gerçekten de never on sunday hafifliğine uygun bir pazar. 29 nisan, kadim dostum sekvotka'nın doğumgünü,dün geceden başlayan kutlamalar, cezayir, bir anda başka bir parti ile birleşince bin kişilik kitle, kalabalık, nefes alamama hali, gey kapılım z. ve artı 1'i, artı 2'si, ve beklenen insan, az alkol, beyaz bacak, saks mavisi elbise, saks mavisi elbiseden çıkan beyaz bacak ve ona gündüz yürürken gelen "hanımefendi eteğiniz açılmış bacağınız gözüküyor kapatın isterseniz" lafı ve artık bildiğin yoda halim ve sakince otoparkçıyı itin götüne sokan halim (ama kısa boylu tüylü yoda kadar sakinim, orası ayrı) ama gerçekten artık bu türk toplumunun ahlak memuru hallerinin sıkıcılğı; pazar günü juno hali, gitmeyeceğimi düşündüğüm ama gittiğim juno, doğumgünü çocuğu sekvotka, bir anda keyifli hale dönüşen, never on sunday'e dönüşen öğleden sonra, bloody mary, bir türlü gelmeyen sarhoşluk ama ruhun sarhoşluğu, fenerbahçe sarhoşluğu, giden gelenler, bir ara beymen, elbise, isveçli, geç vakit gelen leopard lover g., ve pornstar v., bazı şeyleri, kararları büyük keyifle v.'ye söyleyebilmek, mutlu olmak ve cidden ara ara never on sunday, tamamdır denilen bir pazar...

Friday, April 27, 2012

Ah şu havyar da olmasa...

Gerçekten de şu havyar da olmasa milletin sallayacağı, kinini kusacağı başka bir başlık olmayacak herhalde.

Adını hatırlamadığım, sabah haberini okuduğum ama artık kutsal anne olmuş bir oyuncu demiş ki "havyar yemektense çocuğumla vakit geçiririm". Ne kadar mükemmel bir karşılaştırma ama var böyle bir şey. Yani sürekli kendi konumunu daha üst gözüken bir nesne üzerinden kavga ederek ve umursamamaz gözükerek bir kıyaslama durumu. Cidden var. Kadın veya erkek de fark etmiyor ama nedense kendi içinde bulunduğu konumdan memnun olmayan çoğu insanın yaptığı bir davranış bu. Bilinçlice olduğunu zannetmiyorum ama içteki öfke dışarı çıkıyor işte havyar üzerinden, araba üzerinden, iphone/ipad üzerinden, neyse artık o günün lüks kabul edilen nesnesi. Ben böyle bir tanesine denk gelmiştim zamanında; benim de demek ki zarifliğime, gönlümün genişliğine denk gelmiş olacak ki oturmuş yemek yemişim, evime çağırmışım filan. Sonra da tabii zarafetimin ve iyi ev sahibi halimin karşılığını, ağzına tıkıştırdığı havyarla konuşan birinden hayat dersimi alarak gördüm: insan evli çocuklu olunca böyle havyara filan para vermek aklına gelmiyor. senin de başına gelecek unutma! " . Ne ihtiras, ne hırsmış hala şaşarım. Ağızda da havyar bu arada. Peki ama çok tanıdık gelen bir davranış biçimi değil mi bu? Etrafta hemen her çevrede böylesine bir başka versiyonuna, rastlamıyor muyuz? Hırslı hırsı söylemler, bir şeyler üzerinden sallamalar. Ve tabii lütfen, hayat dersi vermeyi de unutmayalım, değil mi? En sevdiğim şey şahsen böyle zaman zaman karşımdakilerden tokat gibi hayat dersleri alıp hayatımın yönünü değiştirmek. Iyyhh... Cidden çok sıkıcı. Öyle böyle değil, ağır sıkıcı. whatever.... Yemeyen yemesin; havyar parasını (havyar öyle uçuk pahalı bir şey değil. illa iran veya petrossian olması gerekmiyor ) evladının kıyafetlerine, barbie evine harcasın, onunla aşkımsevgilimli konuşarak quality time geçirsin (bu quality time söylemine de ayrica hastayım). Ben de sığ bir insan olarak Petrossian hayalleri kurayım, içinde NY geçen. oh, petrossian baby!

p.s. bir de gauche caviar var fransızcada ve fransa'da. o da olur. sorun değil. ayrıca kaz ciğeri de tamamdır.

Thursday, April 26, 2012

Otomat derken

Berlin'de böyle otomatlar varmış. 1 euro'ya kitap satıyorlarmış 9 kat gofretin yanında. Bugüne kadarki satışlar 50 bini geçmiş. Bizde ise... no comment.

Wednesday, April 25, 2012

Cümle içinde fiil, özne ve başka her şey

"beklerim".

neden değişiklik ki?

Blogger değişikliğinden nefret ettim.
Sabah sabah nefret kelimesi ağır da yani işte sayfa düzeninden de, manasız arayüzünden de, abuk subuk ve gereksiz seçeneklerinden tek kelimeyle nefret ettim. Yazma isteğimi, arzumu, hevesimi söndürüyor, ruhumu sıkıyor.
Neden bu değişiklik ki? Noldu yani, şimdi her şey mükemmel mi? Keşke dağınık kalsaydı da mutlu kalsaydık...

"Hakan bey ve eşi" ile "welcome to istanbul"

Gerçek hayatta mutlaka onlarca "Hakan Bey ve eşi" vardır, ilerde de olacaktır. Ve eminim kendileri mükemmeldirler hayatlarında mutluluktan patlıyorlardır. Ancak Digitürk reklamlarında görülen televizyon karşısında dizi takibindeki "Hakan Bey ve eşi" gibi arkaik bir algının varlığı, bunun sunuluyor oluşu çok rahatsız edici. Hakan Bey'in eşinin adı yok mu mesela? Ayşe, Fatma vb gibi. Ya da varsa bile Hakan Bey eşinin varlığını sadece salonda hd ekran televizyonun önünde en güzel çift aktivitesini yaparken kolunu attığında mı hissediyor? Ya da daha önemlisi "eşi"nin varlığını sadece o sınırları belirtilmiş alanda mı seviyor; hani dışarıya pek çıkmayan, nerede olduğu belli yerde? Kadının- yani sevgili Hakan Bey'in eşinin- yeri sınırları çizilmiş, kötü dış etkenlere özellikle de aile bireyleri dışındaki erkek cinsinin kötülüklerine karşı korunaklı evinin içi, aktivitesi de cinsiyeti itibariyle sorumlu olduğu ev işlerini yaptıktan sonra televizyon önünde kocasının kanatları altında hak ettiği televizyonda dizi saati mi?
Tüketimin yönettiği gündelik toplumsal hayat içerisinde reklamlar ve reklamlar üzerinden bir algı yaratmak zaten büyük bir güç. Ancak bu gücü tehlikeli olabilecek sularda kullanabilmek daha da büyük bir güç. Gerçi reklamın amacı da bu değil mi? Pek de sorgulamadan, işin ahlaki yönüne fazla bakmadan müşteri tarafından istenileni talep edileni arzu nesnesi haline getirmek değil mi? Tamam, hepimiz Mad Men'i seviyoruz, kadınların kıyafetlerini beğenip işyerinde gün ortasında viski geçilmesini destekliyoruz ama bu reklamcılık kültürü denilen hadisede müşteriden gelen talepte sorgulamanın az, uygulamanın yoğun olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Digitürk'ün "Hakan Bey ve eşi", "sadece babaların yani erkeklerin güçlü olduğu" bir aile yaşantısını çocuğun sevimli konuşma dilinden aktarıldığı Toyota reklamı gibi. Ya da şu sıralar metroda dönen 2010 İstanbul Avrupa Başkenti reklamı Welcome to Istanbul'da gösterilen mükemmel İstanbul gündelik hayatında kadının hiçbir şekilde gözükmemesi gibi. Kapıları açan, güleryüz gösteren, araba kullanan, lokanta işleten kısaca şehirde rol sahibi herkes erkeklerden oluşurken kadın sadece yardımcı ve yan rollerde.
Aslında tüm bu reklamlarda kötü hiçbir şey yok. Aksine her şey çok sevimli, çokipi güzel, çok masalsı bir doğruluğa sahip. Ne yazık ki işin gerçeğinde oldukça başarılı şekilde işlenen bir kadınsızlık ve kadını görmemezlik söz konusu. Şiddet denilen şey her zaman vurdulu kırdılı olmayabiliyor. Aslında pasif olanı, vurdulu kırdılıdan çok daha ciddi, çok daha yaralayıcı ve tabii çok daha tehlikeli.

Kadına şiddet bu topraklarımızın vazgeçmediği ve belki de vazgeçmek istemediği kötü bir alışkanlık gibi. Elbette şiddeti uygulayan cahil (!) olunca birilerini suçlamak daha kolay çünkü cahil gibi bir stigmattan yararlanabiliriz. Ama işte kötü adam her zaman tahmin edien kötü adam olmuyor, saygılı şekilde günaydın diyen ihtimali çok daha yüksek. Yan taraftaki gibi. Ben duyduklarımı unutmasam da kendisi ve sevgilisi dayak sonrasında yapılan ve hemen ardından doğan çocuk mutluluğunda unutmuş durumdalar (duvarların inceliği gerçekten de çok rahatsız edici olabiliyor). Nasıl olsa o çocuk da büyüyecek, adam şimdilik durulsa da yarın gün değiştiğinde mevsim degiştiğinde şartlar değiştiğinde eski alışkanlığını yani şiddetle gücünü kullanabildiğini hatırlayacak ve her şey kaldığı yerden devam edecek. Ha, çocuk da bu arada televizyondaki dizilerden reklamlardan görecek ki zaten kadın diye bir şey yok. Ne kendi evinde, ne de sokaktaki ekrandan yansıyan dünyada. Varsa da işte vurulabilir, öldürülebilir ve hatta ismi bile sindirilebilir çünkü bir kadın için en güzel duygulardan biri de "Hakan Bey ve eşi" örneğindeki gibi erkeğinin eşi olmaktır. Reklamlar da bunu söylemiyor mu?

Şahane.






Monday, April 23, 2012

Bugün bayram

Gerçekten de bugün bayram, 23 nisan. Çocuk mocuk beni ilgilendirmez, büyüyüp de çocuk olanların da bayramı. O kadar eğlenceli ki. Sanırım hiçbir zaman 23 nisan'nın "bugün 23 nisan neşe doluyor insan" ruh halini hissetmekten vazgeçmeyeceğim. whatever. kidadult yaratıklarız ayrıca çok acayip şeylerin olduğu, büyük değişikliklerin olduğu bir yıldayız. Evin içinde balonlar olsun, her taraf şekerlemelerle dolu olsun ben de gerzek gerzek bakarak yüzümde tebessümle oturayım istiyorum.

Sunday, April 22, 2012

Cuma eğlencesi # 4

Evet, evet biliyoruz ki bugün cuma değil ama cuma vaktim yoktu; yoğunluktan ve serserilikten üşendiğim ve bugün de ruhum cuma uçarısı olduğum için bir de never on sunday ile birleşince varsın cuma olsun bugün dedim. Hayır maçı özellikle seyretmiyorum, pislik galatarasaylıları sokakta yetirince görmek bana yetti.
Yabancı blogların fashion faux pas dediği hadise ile başlıyorum. İşte büyük moda temalı partiler, NY, gençlik ateşi içinde dj olmak yetmiyor kool olmaya çünkü şöyle kısa kollu gömlek giyen hiçbir erkek kool olamaz. Bunun tişörtü yani polo yakalı tişörtü olur, o tişörtün yakasını Eric The King 'in yaptığı gibi kaldırmak olur ama kısa kollu gömlek olmaz. En azından gençlerde. Babalarda, dedelerde filan tamam ama bunun dışında hayır.

Elbise ve muhtelif türevleri yeni Stella McCartney tasarımı ve şu sıralar herkes bunu giyiyor. Bütün dergi kapaklarında, şöhretlilerin üzerinde bu elbise var. Tabii üzerine olan var, olmayan var. Misal Demi Moore ile Bruce Willis'in kızlarından birinin üzerinde nasıl olmadığının görüldüğü gibi. Ya şu iki insanın çocuklarından nedense güzel bir şey çıkmadı ortaya. Zaten çok zor bir elbise. Anladığım kadarıyla da içine çamaşır giyibilebilecek bir elbise değil. O zaman giyenin göğüslerinin çok güzel çok formda olması gerekiyor ki durabilsin elbise üzerinde. Yine aynı şekilde,bedeninin diğer bölgelerinin de olması gerektiği gibi. İşte bu genç Hollywood insanında olmadığı gibi, bir de o hırka ile anlamadım kıçını mı kapatıyor? Eğer öyleyse neden bu elbiseyi giyiyor?

Ve işte aynı elbisenin bir başka türevi ve ingiliz güzeli Liberty Ross. Şimdi 40larını sürüyor belki ama gayet güzel bir insan kendisi. Stella'nın elbisesini de layığı ile taşıyabilen bir insan. Tamam, ayakkabılar olmamış da hiç sorun değil. Gayet güzel bir insan kendisi.

Yine aynı elbisenin türevleri ve yine beautiful people. Hayret, forever skinny, forever gurme, forever yogi insan Gwyneth Palthrow arkadaşının elbisesini giymemiş ama işte diğer ikisinde elbise gerçekten hayat bulmuş.
Aslında sadece lacivert ceketin siyah deri yakaları ile kızın muzır ve keyifli bakışı için resmi koydum. Hiç kasmamış, hafif buğulu vaziyette poz vermiş, çok da güzel çıkmış, ceket zaten güzel, lacivert rengi daha da güzel. Oldu o zaman. Ayrıca işaret parmağındaki yüzük daha da güzel.

if you're going to san francisco be sure to wear some flowers in your hear. Gerçekten de sürekli Vogue sayfalarına çıkan ama adını bilmediğim bu insanın üzerindeki bu elbiseyi görünce düşündüğüm San Francisco oldu, yani Scott McKenzie'nin sözleri ve şehir hali ile San Francisco. Bilmem güzel geldi, hafif geldi, ayakkabılar bilemedim ama yani San Francisco torpili olsun bu da.


Yani insanoğlu tabii garip bir yaratık, kendi ilginç şekillere pozlara hallere sokabiliyor. Şimdi hem leopar desenine hem de transparan giyilmesine tav olan ve taraftar olan biri olarak ben dahi şu aşağıdaki insanın üzerindekilere inanamadım. Ya o nasıl bir leopar deseni, o nasıl bir kuyruk, nasıl bir askılı ya? Korkunç resmen. Ama resimde arkadakini beğendim ben. Bacakları, saçı, üzerindeki önü filan açık olmayan beyaz elbisesi ile önünde duran ucuzluk abidesinden çok daha güzel çok daha alımlı.

'70lerin efsane markası Halston 'nın yeni patroniçesi, Jimmy Choo'nun forever patroniçesi Tamara Mellon, Addams Family 'deki Anjelica Houston olmuş da dolaşıyor ama yine de yüzünün kolajeni o şapkanın altından bile belli oluyor. Fazla zorlama, fazla gergin. Aynen Jimmy Choo ayakkabılar gibi. Evet çok güzel, hayır çok rahatsız edici. Bir kez daha alınacak marka değil.


Kadınlarda anlamadığım şeylerden biri de yaşlılığı kabul etmemek. Kimse yaşlanmak istemez, kimse gözlerinin altındaki kırışıklıkları görmek, vücudunun çöküşünü yaşamak istemez ama yapacak bir şey olmadığına göre kabullenmek lazım. Ve kabullendikçe her şey daha güzel ve yaşlılık daha az etkili oluyor. Şimdi resimdeki yine bir başka NYC'in önemli ismi aslında yaşı başı olan bir insan. E resimden görüldüğü kadarıyla kötü de yaşlanmıyor ama o elbisenin etek boyu ve o etekteki derin yırtmacı nedir? Ben zaten o yırtmaç sebebiyle oturabildiğini sanmıyorum çünkü oturduğu anda kendisinin bütün aşağı tarafını görebilecek durumdayız diye tahmin ediyorum. Peki ne gerek var o yaşta böyle fantastik hareketlere? Madonna filan olup da sahneye çıkmadığına göre bir upper east side NY davetinde böyle gençlik hırslarına hiç gerek yok, almışsın Jeff Koons'u yanına daha ne ki?
Yazın Coachella kışın Sundance. Beautiful People'ın alter güzergahları. Belki İngiltere'dekiler yaz sıcağını ve yağmurunu Glastonbury 'de çamur içerisinde hissetmeyi seviyor olsa da şöhretli takımı, takıp takıştırıp süslenip festivale gitmeyi seviyor. Çamura bile Chanel, Mulberry, Jimmy Choo Hunter vs. Ama kim olursa olsun ne kadar para içinde yüzüyorsa yüzsün müzik dinlemeye giden kimse şu designer kıyafetlerle müzik festivaline gitmesin.Ya da müziğe değil de başka bir amaca yönelik gittiğini kabul etsin. Ama bilsin ki tutkusu müzik değil, görünmek, şık görünmek.

Ünlü İtalyan mücevher markası Repossi 'nin torunu Gaia Repossi ve üzerindeki Celine kıyafeti. Sade ve güzel. Basit ama güzel. O kadar paraya, Torinolu hanedan ağırlığına bu kadar sade. Gayet güzel.


Hah bir yaşını kabullenememe vakası daha. Ama neden ki? Sağdaki teyzenin yüzünden belli yaşını almış olduğu. En azından solda kolunu attığı kişi kadar genç olmadığı kesin. Peki o mini ötesi kot şortun durumu nedir? Her şeyden öte neden? Tamam hala zayıf hala skinny ama limit 25 yaş. 25 yaşının geçmiş hiç kimse bu kadar kısa şort giymemeli. Hadi giyildi bari üzerine uzun bir trençkot filan. Of cidden yaşlanamayan kadın hırsı çok acayip bir şey.
Kısacık kot şorta laf edip kısacık mini deri etekle bitsin. Aradaki fark çok belli değil mi? Ayrıca taş gibi manken Lilly Donaldson 'nın mini deri eteği teyzenin tini tiny kot şortundan daha uzun ve tabii daha güzel. Her türlü. Biter gider.

Friday, April 20, 2012

Breathe-respire


geliyor. bahar. yavaş yavaş ama tiril tiril ruh hali geliyor. yavaş yavaş. gerçi resimdeki napoli'ye çoktan gelmiş ama biz hala hortumlarla boğuşup, babetleri bir çıkartıp bir yerine koyuyoruz hala.

napoli güzel yer. cidden. kimine göre çok pis de ben bayılmıştım.

Thursday, April 19, 2012

Mutluluk

Mutluluk herkese göre değişen bir şey. Benimkisi ile onunkisi, diğerininki birbirine uymuyor. Temelde belki benzeyen şeyler vardır mutlaka da özellikle de bugünlerde herkesin mutluluğu bambaşka. Benim bugünlerdeki biraz gerzek bir şey olsa da aslında epey büyük bir mutluluk, gururlandıran bir mutluluk. Dün tesadüfen kulağımda yıllar sonra ilk kez duyduğum Nothing Worth Living For ve hiçbir şey hissetmemem benim için büyük mutluluktur. Daha doğrusu ruhuma dokunan, melankolik, gözlerimi bir yere sabitleyip hüzünlüce bakacağım bir duygu (gerçi en son bir şarkı dinleyerek melankolik vaziyette gözlerimi bir noktaya kilitleyip baktığımda yıl 1997'diydi). Aksine gayet gülerek dinledim Violent Femmes 'ın bu azap dolu, bir zamanlar azap listemin en başındaki şarkıyı. İşte benim şu sıralardaki mutluluğum; kendi azabımda yüzmüyor, ondan beslenmiyor ve en güzeli arızalı olmayı marifet sanmıyor oluşum mutluluğumdur. Hayatın zaten herkes için kendi zorlukları olduğu gerçek de kendi ayaklarının üzerinde durmak, geleceğe dair kendine güvenmek umut taşıyabilmek için önemli. Umut; başkasının üzerinden kurgulanan, bağımlı değil, insanın kendisinin içinden çıkan olsun. En azından benim için. İşte bu yüzden Nothing Worth Living For, The Loom of the Land, Legs, Idiot Prayer, See My Ships vs gibi manasız ergen ruh hallerinde damarlarımı açma romantizminin listesindeki herhangi bir şarkıyı dinlerken kayıtsız kalmak, varlığı insanı boğazın geriye doğru çeken tasma olan bir mutsuzluk hissiyatının yokluğu benim için gerçek bir mutluluk. Süslü değil ama gerçek. En sevdiğim.

Gizemin sonu

Tesadüflerden, aylar sonra öğrenilenlerden sonra gizem, paralel evrende yaşanılan kavganın gizemi çözüldü. Aydınlanma oldu resmen. Hallelujah! Gerçekten de nasıl görmemiş ve atlamışız? Olsun, mutluyuz; hem aydınlandığımız hem de gerçekler için.

Dream on # 9

yazılamayacak kadar filthy, eğlenceli, gerçek, komik, eli ayağı dolaştıran, alarmı dahi duyurmayacak kadar "bitmesin" temalı ve yüze yapışık tebessüm yaratan bir dream on. kendime gelemediğim gibi gelmek de zaten istemiyorum.

Wednesday, April 18, 2012

İsviçre vs Türkiye. Ya da ?

5-6 yaşlarındayken daha 80lerin ortasında Türkiye'de pek bir şey yokken, telefon numarasını verip karşı tarafın aranmasının beklendiği günlerde İsviçre mutluluğun ülkesi gibiydi. İsviçre sanki her şeyin masallarda olduğu gibi mutlu, sokaklarında aktığı şekerlemeden ağaçların olduğu bir yer iken Türkiye üzerindeki ağır siyah politik bulutun dışında gündeliğinde sanki 5 yıllık kalkınma programlarının uygulandığı kolhoz vari bir dünya gibiydi. Büyüdükçe, her şey değiştikçe İsviçre çocukluğumda yarattığı parlak büyüsünü yitirdi, Strasbourg'a 1,5 saat mesafedeki hali bile çekici olmadı. Yetişkinlik halinde elbette insanın sıkıcı bir hale dönüştüğü bir dönem olduğundan Charlie'nin Çikolata Fabrikası gibi romanlarda kurgulananlara, şekerden dünyalara, fantezi kurgulara inanmıyor. Benim için ise İsviçre'nin Charlie'nin Çikolata Fabrikası'nın fantastik dünyasının sonsuz dek çıkışı o pek meşhur tarafsızlığı sebebiyle oldu. Tarafsızlıkla ilgili sorunum var. Belki çok istisnai durumlarda tarafsız kalmak kabul edilir bir şey olabilir ama taraf tutmak daha doğrusu insanın kendi düşüncesini ifade edip onun sonuçlarını yaşaması çok önemli bir şey. Önemli çünkü taraf tutmak haysiyetli ve bir o kadar da şahsiyetli bir şey. Taraf tutmak fanatikmişcesine gözünü kapalı ağzından tükürükler çıkararak inandığını savunmak olmadığı gibi, her zaman güzellikler yaratmayabilir. Karşı taraftan gelen sonuçlar güzel olduğunda tabii her şey şahane de kimi zaman gelen tepkiler beklenildiği gibi sevgi dolu, onaylı, "aferin"li olmuyor. Ama yine de özgürce, insanın kendi iradesi ile verdiği bir karar neticesinde alınan bir taraf, belirtilen duruş. Doğru, belki kötü olmuyor ama hafif nahoş bir durum oluyor çoğunlukla. Yani kimi zaman insanın kendi düşündüğünü, inandığını söylemesi karşı tarafta kötü tepkiye yol açmasa da çoğunlukla dudağının büzülmesine sebebiyet verebiliyor. Zaten o büzülme tedirginlik verici bir durum çünkü bir dahaki sefer dudağını büzen tarafını gösterene bakmayabilir, onunla ilgilenmeyebilir, onu onaylamayabilir ve tabii nihayetinde sevmeyebilir. E o zaman birey "belki de gerek yok ya bu kadar tarafını belli etmeye" diye düşünebilir tarafsızlığı seçebilir. Olabilir, buna hiç itirazım yok. Nasıl mutlu ise odur. Ancak derdim aslında tarafsızlıktan ziyade tarafsız görüntüsü altında o kutsal tarafsızlıktan bir güzelce nemalanmak. Kanunlarla korunan ve tarafsızlığı sonucu kendine büyük karlar çıkartan İsviçre ile de tarafsız insanlarla da. İçeriği ne olursa olsun herhangi bir konuda görüşünü belirtmeyen ve " farketmez" diyen insan da benim için İsviçre gibi işte.

Türkiye ise zaten sürekli bağırarak kulakları tırmalayan vurgularla konuşan bir başbakana sahip, gündelik hayatta yüksek desibelin, ilişkilerde baskın karakterin haklılık olduğu sanılan bir yer. Taraf olanın kendini kaybetmişcesine kör vaziyette tuttuğunu bırakmaması ve illa büyük kelimelerle söyleme ihtiyacını duyduğu ve bunun alkışlanmasını takdir edilmesini bekleyenlerin yeri.

Oysa bir şeyler daha hafif daha sakin olmalı. Tarafını belli etmenin sonucu onaylanmamak veya küçümsenecek bir şey olmadığı gibi, karşısındakine sesini yükseltmememenin de eziklikten ziyade aslında ona duyulan saygı sebebiyle olduğu belki de anlaşılmalı. Hayal gibi değil mi? İşte o yüzden bana ne tam olarak İsviçre ne de tam olarak Türkiye. Sadece biraz hatta biraz filan değil bolca Eldorado'da olmak benim isteğim. Eldorado. Benimkisi bana, onunkisi ona ama neticede Eldorado. Yani hayal. Ama bana ait, benim çizdiğim şekilde.

Sunday, April 15, 2012

Never on sunday # 3


alt başlık: "just because it's not happening now, it doesn't mean it never will".

bunun doğruluğunu bilsem de bir yerlerde birilerinin de benzer düşündüğünü görmek duymak mutluluk ve rahatlık veriyor. bazen o kadar ama o kadar çok sıkılıyorum ki herhangi bir şeyi anlattığımda gelen cevabın "eee noldu? oldu mu? olacak mı? şu güne kadar olmadıysa olmadı demektir, neden olmuyor eğer senin düşündüğün gibiyse? artık başka şeylere mi baksan demek ki olmuyor?" gibi laflar olmasından, bu lafları duymaktan. fakat çözümü buldum; anlatmıyorum. genelde bazı frisky konulara anlatmadığım düşünülse de onları da gayet denk düştüğünde, flash news gibi aramam beklenmediğinde gayet keyiflice anlatıyorum; ama neticede onlar frisky hatta viski yani basit eğlenceli şeyler. ciddi olanlara dair ise "şu anda olmayan veya gerçekleşmeyen gerçek sayılmadığı" için konuşmamayı tercih ediyorum. artık birçok şeyi yapmayı veya yapmamayı tercih ettiğim gibi. hafiflikten, never on sunday'den bahsedeceğim yazı iken birden ciddiyet ve ahkam hakim oldu, hiç ama hiç gerek yok. sadece
bugünde olmayanlar olmayacak demek değildir. bir de bugün aslında bugünden ziyade dün. herkesin herkesle yaşadığı, sonuçları ve kendi çizdiği yol. yoksa gereksiz laflar topluluğu, faso fiso ve tabii whatever...andy warhol bile, başka birçok örnek gibi (misal pavarotti'nin türkiye'de reddedilmesi gibi), o günün şartlarında "olmayan, henüz gerçekleşmemiş" bir hayatın hayal kırıklığını yaşamış, moma tarafından reddedilmiş ama sonra...? yani gerçekten de bugün olmuyor oluşu gelecekte olmayacak demek değil. o halde cheers folks...

Saturday, April 14, 2012

Dream on: the way we were

The way were ile uyandım. Bilen bilir pek acıklı aşk hikayesi filminin şarkısıdır; Robert Redford ve Barbra Streisand'ın oynayıp 70lerde Amerika'yı sarsıp, Barbra'nın da oyunculuğunun yanı sıra efsane bir şarkıcı olduğunun göstergesidir. Film benim için fazla kız filmi; fazla duygusal, fazla romantik, fazla tipik kız hareketli (fuket sever ama diye hatırlıyorum). Ama the way we were...gerçekten de Shaolin Soul 'da Glady Knight yorumunu dinleyip aklıma kazındığı günden beri özellikle de 2:15'den itibaren ruhumu delirtebilecek bir şarkı. Sözler pek değil tabii çünkü yine acıklı romantik laflar var, ben sıkılıyorum öyle şeylerden ama müzik, aranjman, Gladys Knight 'in sesini kullanışı, so it's the laughter diye girişi filan...whatever...bununla uyandım. Ayrıca the way we were güzel laf; herkes ve her tür ilişki için. Sevgililik olur, dostluk arkadaşlık olur, hiçbir şeyin aynı kalmıyor biten bitiyor, dün yapılan her şey bugün veya yarın kendisini gösteriyor ve the way we were oluyor...


Monday, April 9, 2012

- 3 : meral okay

Sabah her şey, yağmura soğuk havaya rağmen güzel sayılabilecek bir şekilde başlamışken haberi geldi... Aslında beklemiyor değildik ama yine de her ölüm gibi insanın yüreğini sıkıştıran bir haber oldu. Son halini görmemiştim, pek görmek de istememiştim açıkcası. Bence o da istemiyordu öyle görünmek. Haklıydı da. Ama geçen yaz daha hastalık ilk çıktığında hastanede görmüştüm, oyuncak götürmüştüm yanına "iyileştiğinde beraber gideriz" diye. O günlerde daha anneannem sağdı, J.A. ise kanser teşhisi konulan iki arkadaşının şaşkınlığı içerisindeydi. Bir tanesinin gidişi çok hızlı oldu. Diğeri ise, işte bugün. F.A. ise zaten ayrı üzgün.

Televizyonda özel yayınlar varmış, twitter'da tanıyan tanımayan insanlar yazıyormuş. Belki çok samimidir ama nedense öyle gelmiyor bana hatta ayıp bile geliyor. Yarınki cenaze de bana çok fazla gelecek, Bebek Camii zaten küçücük iyice dolacak taşacak, herkes onu tanıdığını, onu çok sevdiğini söyleyecek. Galiba en çok da bu bir şekilde bilinen kişilerin ölümlerinin ardından yapılan "ben onu iyi tanırım" lafları ile gelen kendine pr çalışması beni şaşırtıyor. Aslında çok şaşırmamam lazım çünkü kendisiyle tam da Meral'ın hastalığının çıktığı sıralarda tanışmak durumunda kaldığım Özlem Gürses'ten antrenmanlıyım. Nasıl kendisinin tanımadığı insanlar için "tanıyorum onu ben" demelerini, nasıl başkalarının isimleri üzerinden "çok iyi biliyorum tabii ki de" diye atlayıp 3. kişiye onun için en yakın arkadaşını anlatır gibi anlatmaları vs. aylarca duymak görmek durumunda kaldığım için böyle insan tiplemesine antrenmanlı olmalıyım ama işte nafile. İnsan alışkın olmayınca, yetişirken ailesinden böyle halleri görmeyince yaşı kaç olursa olsun hala şaşırmaya devam ediyor.

whatever ...

Haberin gelmesinden hemen sonra J.A.'nın yanına gittim. Şirindi, sevimliydi ve tabii dirayetliydi. Gözyaşlarını tutamayan da her zamanki gibi ben oldum.

Yarın tatsız olacak. Yağmur dursa bari. Ha bir de bu modern ve teknolojik hayatların içerisinde ölümler sonrasında yaşanan bir başka gariplik daha var. O da ölüm sonrası cep telefonundan isim silmek. Ya da silebilmek. Birkaç insana haber veren mesajı atarken Meral'in ismini yazarken kayıtlı olduğu şekli ile göründüğünü ve bir şekilde bir süre sonra silmem gerektiğini düşündüm. Çok garip geldi. Daha silmedim. Daha anneannemi de silmedim ki o asıl dedem olarak kayitli yani o kadar yıl o kadar olay o kadar telefon gelmiş geçmiş üzerinden. Demek ki ölümlerin ardından isim silmeleri henüz gerçekleştirememişim. Varlığını hiçbir şekilde istemediğim birçok insanınkini tereddütsüz silerken. Demek ki ölüm bazen hissettirdiğinden daha soğukmuş, özellikle de hayali bir insanı canlı tutma arzusunu yaşatırken...

Sunday, April 8, 2012

Pazar sorusu: isminizin anlamını öğrenebilir miyim?

hava güzel, hafif, tiril tiril derken, hıristiyan (ki tdk hristiyan diyormuş ama güvenilir kaynak olmadığına göre ilgilenmiyoruz tdk ile) aleminin paskalyası bugün, carnaval au soleil paques au tison derken türk medyasının bir başka güzide insanı cüneyt özdemir'in doğan çocuğuna "mavi" ismini vermesi ile beynimde mavi şimşekler çakmaya başladı...

- merhaba ben mavi.

veya

- merhaba, mavi ile görüşebilir miyim?

off ama neden bu kadar sıkıcı ki bu insanlar? yani farklı olma çabalarını önemsizmişcesine göstermeye çalışanlar, medya insanları, hipsterlar vs...gerçekten mavinin derinliklerine dalmak ve bir daha kafamı çıkartmamak istiyorum bu insanları duydukça okudukça...korkunç bir isim; "istanbul" ile beraber. veya "aleyna" veya "sen" ile beraber. geri dönmek istiyorum hafif ruh haline, never on sunday duyguma...

Friday, April 6, 2012

Ne demiştik: plus dure sera la chute


Afişte gözüken Humphrey Bogart filmi 1956 tarihli orijinal adıyla The Harder They Fall. Diğer filmin ise yıllar önce seyrettiğim şimdi de bulmaya üşendiğim ama borsalino şapkası, takım elbisesi, ve tabii ağzındaki sigarası ile Jean-Paul Belmando 'nun efsane vaziyette salınarak yürüdüğü Jean-Luc Godard imzalı A Bout de Souffle olduğunu tahmin ediyorum. O da 1959 tarihli. Ama bütün bunlardan daha ilgi çekici olan düşüşün yükselişten daha dikkat çekici oluyor oluşu. Neticede herkes yükseliyor değil mi? Düşüş de o yükseliş zamanındaki davranışların, yapılanların sonuçları olarak şekilleniyor. O halde plus dure sera la chute lafı bütün şimdinin yükselen prens ve prenseslerine, iktidara veya muktedire göre şekillenenlere, her şeyin kendisinin veya kendi hayatındakine göre olduğunu sanıp yarını görmeyenlere gitsin ...

Cehaletin durdurulamayan gücü

2010'nun son günlerine doğru, yine yanlış ve hatalı gözlemleriyle ortalıklarda dolaşan Akif Beki'nin sosyolojik çıkartmasına dair yazmışım. Bugün de ne yazık ki kendisinin yükselen değil artık iyice yükselmiş prens olmasından mütevellit her şeye dair konuşabilmesi, yazabilmesi ve ahkam kesmesi sonucu yine kendisinin, 2 gündür gerçekleşen 12 Eylül davasına dair muhteşem çıkarımlarını okumak, tanık olmak durumunda kaldım. Bahadır Baruter zaten rögar kapağını kendisine taahhütlü gönderdiği için üzerine bir şey yazmak epey gereksiz kalsa da yine de dileğim var fani insan olarak: artık Akif Beki gibi sığ, mütebasbıs insanlar keşke biraz sussa, az konuşup az yazsa da. Ama bunu dilerken bile müstehzi gülüşüme engel olamıyorum; kendime, söylediklerime, dilediklerime dair. Biliyorum ki gün cehaletin para ettiği, itibar gördüğü ve tabasbus edenin yürüyüp gittiği, önünün açıldığı bir gün. Çoğunluk denilen korkunç kültürün zamanı şimdi. Ger gör ki bizler bu çoğunluk kültürünün içerisinde yer almadığımız ve mümkün olduğu kadar kendi şahsiyetimizle haysiyetimizin elverdiği şekilde yaşamaya çalıştığımızdan ekseriyetle yüreği şişenler, daralanlar, önünü görmekte zorlananlar bizler oluyoruz.
Uzatmayacağım. Hayatta herkesin, biz fanilerin bile, özgüvenin tavan yaptığı dönemi vardır, daha da olacaktır. Ama hayatta her yükselişi bir düşüş takip etttiğinden, önemli olan yükselişin değil o hiç beklenmeden gelen düşüşün şiddetidir. Bunlar daha çok iyi günler; her yer Garden of Eden, herkes ahbap, herkes destekçi. Oysa gelecek karanlık, sen de gençsin. Aynen bir zamanlar Kenan Evren'nin de genç bir asker olduğu, "buraları ben yönetirim" diye düşündüğü zamanlar gibi. Artık insan ömrü de uzun, yaşadıkça yaşıyorsun. Bir de spor sağlıklı beslenme filan uzayıp gider bu yıllar. Yani böyle giderse yaşlılığın uzun sürecek. Yani insan hayatının sonbaharını yani bir şekilde düşüşü de uzun yaşayacaksın. Ne demiş Althusser ; l'avenir dure longtemps yani "gelecek uzun sürer". Hayırlı olsun. Ve kabul et ki Bahadır Baruter 'den gelen bir cevap gibisini beklemiyordun, değil mi? oy oy oy.

***
Valla doğrusunu söylemek gerekirse Akif’i sinir etmek için gitmedik. Aradım arkadaşları, Tarık’ı, Orhan’ı, İbrahim’i falan, dedim ki gelin gitmeyelim, sinir olsun Akif. “Akif benim sünnetimde neredeydi” dedim. “Madem ki o onca yıl sonra gelen mutluluğumda beni yalnız bıraktı, gelmedi, kirvem olup elimi tutmadı, gelin biz de onu onca yıl sonra gelen bu mutlu gününde desteklemeyelim” dedim. “Onu en hassas yerinden incitelim, gerçek bir 12 Eylül muhalifini, bir demokrasi ve özgürlük savaşçısını desteklemezmiş gibi yaparak, derin hassasiyetlerine ve yüce davasına kayıtsızmış gibi durarak gösterelim tavrımızı” dedim. Akif her fırsatta 12 Eylül rejimine karşı sesini yükseltmiş, 12 Eylül'ün sağladığı imkânlardan yararlanmayı kesinkes reddetmiş, yararlananlarla bile beraber yürümeyi ilkelerine sığdıramamış, bir zamanların işbirlikçilerinin bugünkü popülist ikiyüzlülüklerine zerre itibar etmeyen, ilerici, özgürlükçü, demokrat bir aydındır. Ve Akif çektiği onca eziyetin, dışlanmanın ardından gerçekleşmekte olan yüce adalet sayesinde nihayet bir nebze gün yüzü görebilecektir. Ama Akif benim sünnetime gelmedi!.. Sen o sünnete gelecektin akif!

***

Sabah



Bir süredir varolan ruh hafifliğin bir de tiril tiril hava, eteklerin tiril tiril uçuşmasını eklersek tamamdır, free as the morning sun. Yeşile bakma hali, düşüncenin hafif hali, bossa nova hali, yüzümdeki gerzek tebessüm hali vs bayağı zibidi gibi dolaşıyorum ortalıkta. Ara ara artık alışkanlık haline dönüşmüş bazı davranış biçimlerini gayri ihtiyarı sergilediğim olsa da günün sonunda o kadar umrumda değil ki; ben dahi şaşabiliyorum unuttuklarıma, hatırlamadıklarıma, görmediklerime. whatever. Ve tabii free as the morning sun... Ama gerçekten de bugün aslında dünün sonucu değil mi? Dün olanlardan, yaşananlardan, hissedilenlerden sonra bugünkü halimize bürünmedik mi? Cheers o halde.

Wednesday, April 4, 2012

Dream on # 8

syracuse university gibi bir yerden doktora bursu, j.a. & f.a. 'ya "giderim herhalde" bir de tepede bir yerde bakan gülümseyen anneannem.
dündü bu.

Tuesday, April 3, 2012

Gemi=bahar

Tamamdır, bahar gelmiş. Love Boat'lar geldiği anda bahar gelmiş demektir İstanbul'a. Gelmeye başladılar. Sadece sabahların biraz daha sıcak olmasını istiyorum, aslında günlerin de güneş gittiğinde sıcak olmasını istiyorum. Galiba nisanın 2. hafta ile beraber olacak her şey. Ama ruhumuz tiril tiril mi? Evet...

Sunday, April 1, 2012

to whom it may concern # 3


"three's my lucky number, and fortune comes in threes"
three- massive attack

3d del naja'ninki üç olabilir; benimkilerinden biri beş. five. cinq.

Never on sunday # 2

Gerçekten de 2012 başından beri yazılmış onca never sunday'e rağmen bugünkü never on sunday ismini, şanını en iyi taşıyan gün olsa gerek. Ruh halinin, günün, yaşamın ve belki de her şeyin never on sunday hafifliğinde olduğu gün. Yağmura hatta manasız soğuğa rağmen...

dün geceden yapılan pazar planı, uzayacağını düşündüğüm ama uzamayan gece, hafif bir pazar sabahı, çiseleyen yağmur ama yüksek gökyüzü, 11:00 kahvaltısı, lokanta maya, repettolarla çıkmış olan bana nazaran kat kat hatta yünlü giyinmiş leopard lover g., yünlüsüne rağmen şahane kimono ceketli g., biraz ortaya, biraz herkes kendine yiyeceği kadar, büyük reflü perhizinin hafif eksen çarpması, lezzet çıkartması, kahve ve kahve ve kahve, small talk & big talk, bir sürü konu ve bir sürü keyifli konusuzluk, "günün sonunda istediğim tek şey yarılarak gülmek", koska macerası, robinson crusoe macerası, nalbur macerası, nalbur macerasında vuslat, "beyaz mı, ekru mu", kalabalık cihangir sokakları, duyduğumda abartılı olduğunu düşündüğüm ama kuruyemişçide insanların "yalan dünya burada çekiliyormuş , nerede çekiliyor" sorusunu duyunca kaçmak için adımlarımı hızlandırdığım, sınırları içerisinde sadece ve sadece evimi, j.a.& f.a.'nın evini, lacivertini, esnafını sevdiğim ama mantar gibi türeyen dışı parlak içi kof kafelerini, turistlerini, şımarık kafe çalışanlarını, tek dizi ile şöhrete ulaşan şımarık oyuncu tayfasını sevmediğim cihangir, hafif esen hava ve never on sunday ... layığıyla, hafifliğiyle...