Thursday, January 31, 2008

Yeşil vadiden sevgilerle, 2

We rode in sorrow, with strong hounds three,
Bran, Sgeolan, and Lomair,
On a morning misty and mild and fair.
The mist-drops hung on the fragrant trees,
And in the blossoms hung the bees.
We rode in sadness above Lough Lean,
For our best were dead on Gavra's green

william butler yeats
1865-1939

P.S. Çok severim W.B. Yeats. Cranberries'in no need to argue albümünde Yeats Grave şarkısında geçer.


Wednesday, January 30, 2008

Yeşil vadiden sevgilerle...



Bahsettiğim şarkının ismini tam hatırlayamıyordum ama arayan bulurmuş:she moved through the fair.

Eski bir irlanda halk ezgisi olduğu için binlerce insan tarafından yorumlanmış. Muhtemelen bizim topraklarda tanınmasını İstiklal Caddesi klasik yorumcularından Loreena McKennitt'e borçluyuz. Benim aklım çok daha önce Belfast Child ile çelindi, sonra da Michael Collins filminin müziklerinde orijinalini dinledim. Söyleyen yine Sinead O'Connor'dı. Katoliklikten çekmiş bir başka insan. Acıklıdır hikayesi. Mutsuz ailede dünyaya gelme, dayak, şiddet, katolik ahlakının ağırlığı, karşı cins ile, din ile sorunlu ilişkiler, Papa'nın resmini Saturday Night Live'da yırtmalar, vs vs...

Ama sesi çok güzeldir, bu geleneksel aşk şarkısına da çok yakışır. Burada saçları uzamışi artık kazıtmıyor belli ki. Ayrıca çok burun kıvrılan ama bir o kadar güzel bir şarkı olan Nothing Compares 2 U'in müzikleri Prince'e aittir, Sinead O'Connor'a değil.

Bomba: öğrendim ki pek sevdiğim RHCP şarkısı Could Have Lied'ı Anthony Kiedis bir süre beraber olduğu Sinead O'Connor'a yazmış. Feci kıskandım. Ben de istiyorum diyeceğim komik olacak ama istiyorum. Zamanında, tahmin edilebilecek bir sebeple bir albümün teşekkür kısmında ismimin çıkması var, o kadar. Düşünüyorum acaba o zamandan bu zamana karşı taraftan gelenler veya karşı tarafın yaptığı jestlerde ilerleme mi gerileme mi var? Bilemedim bir anda, düşüneyim bunun üzerinde ben.

Yine bir yıldönümü

Kendime de gülüyorum o kadar yıldönümü defteri tadında olmayacak dedim, gitgide ona doğru ilerliyor. Bugün 30 Ocak. Yani Kuzey İrlanda'nın Derry şehrindeki katliamın yıldönümü. Yer Kuzey İrlanda olunca mevzu katolikler ve protestanlar oluyor. Hayatımda hiç koyu ve anlamsız kurallara inanan katoliklerden yana olacağımı düşünmezken elbette bu mevzuda ezilenler katolik olunca onlardan yanayım. Hatta öyle ki bir dönem Belfast'a gidip yaşamayı düşünüyordum. I.R.A, Kuzey İrlanda vs gibi konulardaki bulduğum her şeyi okuyordum hatta üniversitenin ilk yılında beni elimde eşek gibi IRA kitabıyla derse girip okuduğum için irlandalı sanıyorlarmış (hoş göz var nizan var; yani irlandalı olmadığım gayet ortada). Sonra büyüdüm, davamı satmadım ama bazı şeyler törpülendi, ilk gençliğin hevesleri kabuk değiştirdi, içimdeki irlandalı başka yerlere yöneldi. Yine de her 30 ocak da Bloody Sunday'ı anımsarım. Eski günlerin anısına. Hadi fonda da U2'dan Sunday Bloody Sunday çalsın da tam olsun. Ama benim tercihim Simple Minds'in Belfast Child adlı şarkısının üzerine yazıldığı irlanda halk ezgisinden yanadır. İşte o zaman insan hisseder yeşil vadiyi, kuzeyi.

İrlanda ve iskoç aksanına, Guinness'e, yeşil vadilere, adanın kuzeyindeki insanın deli ruhuna, kızıl saça tavım. Hâlâ.

Kuzey İrlanda özellikle de Belfast duvar resimleri ile ünlüdür. Şehir-şimdi o kadar keskin olmasa da ama yine de- ikiye ayrılmıştır. Shankill Road and Falls Road. Birincisi kraliyet yanlısı Ulsterci protestanların diğeri ise katoliklerin mahallesi. Her ikisinde de ayrı ayrı duvar resimleri var. Ben tercihimi Falls Road'dan yana kullanıp onlarınkini koyuyorum, bir de Guinness söylüyorum kendime.



Tuesday, January 29, 2008

Arzu objesi olarak içi dolu kahve fincanı

Muhteşem kahve makinemin bozulmuş olması sebebiyle güzel kahve içememe durumuma bir de her zamanki hastalık durumlarım eklenince hiçbir şey yiyemeyip içemiyorum. Pazardan beri midem bulanıyor, bir süre iyiyken sonrasında kötü oluyorum, halsizlik yaşatıyor, hadi edeplice söyleyeyim diare durumu da hakim, gelip gelip gidiyorlar (hele dün gece sabaha kadar sürdü). Sonuç hiçbir şey yiyip içemiyorum. Acaba ölümcül bir virüs mü girdi mideme, bünyeme?

Şu yukardaki gibi kahve içmek istiyorum. Kremasını istemem elbette ama şekli güzel. Beyaz porselen fincan ayrıca güzel, fincanlarımın yanına çok yakışır.

J'aime le café, j'adore le café.

Yetmişler-seksenler

robert mapplethorpe, self-portrait, 1975

Geçenlerde bana gelen bir arkadaşım söyledi "senin evin 80'lı yıllar" gibi deyiverince bunalıma girdim. Elbette "bunalım munalım" abartılı ifadeler, neticede kendisini de severim de o günden beri bakıyorum nesi 80'li yıllar diye. Severim ben evimi, içindekileri, mobilyaları, objeleri vs. Belki ruhsuz steril erkek reklamcı evi gibi uzay mekiğinin ev olmuş versiyonu değildir ama gayet özel bulurum ben evimi (elbette kira olduğu için evde değiştiremeyeceğim şeyler vardır ama yani...).

80'ler olmasa da 70'lere daha yakın bir evdir benimkisi. Sevdiğim bir 10 yıldır 70-80 arası. Müziğini severim, sinemasını severim (star wars-1977, rocky 1976, blaxploitation, godfather-1972, ) yaşam tarzını severim, sanatını severim (aslında 70lerin sevilecek bir tarafı yoktur dünya açısından:yom kipppur savaşı, ingiltere'de thatcher, amerika'da nixon ve watergate, irlanda'da bloody sunday, liste uzar da uzar)

whatever...

Resmin ne olduğuna gelince. Robert Mapplethorpe'un kendi portresi. 1975 yılında çekilmiş. Çok ünlü fotoğrafçılardandır, 1989(veya 88'de) aids'ten ölüyor. Patti Smith ile kısa süreli bir aşk yaşasa da eşcinsel kimliği ile ön plana çıkan önemli sanarçılardandır (hatta patti smith'in horses albüm kapağı resmi ona aittir. ama patti smith hiç sevmem, orası ayrı). Yaptıkları oldukça sansasyonel ve muhafazakar amerika için kabul edilemeyendir. Kendisini ilk farketmem yukardaki resimledir. Yine oradaki zamanlarımdı ve muhtemelen '97-'98 yıllarıydı ve yine muhtemelen amerikan Details dergisindeki bir reklam olarak görmüştüm (dikkatimi joel'e benzediği için çekmişti ama arkası farklı gelmişti). Kimdir, nedir diye de daha o zamanlar daha internet kullanımı böyle olmadığından şehrin güzel binalı sanat akademisi Ecole des Arts-Déco'nun kütüphanesinden araştırmıştım.

Robert Mapplethorpe'un konu ile ilgisine gelince, 70'ler New York deyince akla gelen isimlerden olduğu bir de belki önümüzdeki günlerde Sekvotka'ya başka kapıları, ünvanları getireceği için koydum resmi (kadim dostum beni tanımıyor ama neyse artık. pompei'nin şerefine olsun bu).

robert mapplethorpe, american flag, 1977

Monday, January 28, 2008

Eşleşme-yüzleşme

Sabah M. ile havanın ne kadar iğrenç, ne kadar feci olduğu ve bir de boys-girls dedikodularını e-mail üzerinden yaparken yazdığı son cümleyi okuyana kadar farkında olmadığım ama beklediğim durumu farkettim: "yine sizinle eşleşmişiz, nefret ediyorum sizden".

Çok da güzel pek de güzel.

Ben nefret ediyor muyum diye sorulursa "hayır" çünkü nefret aslında çok büyük ve fazlasıyla "sevgi" barındıran bir duygu. Ayrıca artık kabullendim bu durumu. Nefret de aşkın bir diğer versiyonu ve bu da nefret-aşk ilişkisi. Kayıtsız kalmak, bakıp görmemek çok daha vahim bir şey nefretten. Nefret duyarken bir duygu hissediliyor en azından, diğerinde ise yürüyüp geçiliyor.

Peki bu eşleşme ne zaman olacakmış, ben anlamadım çünkü tarihlerden bir şey.

Sunday, January 27, 2008

Friday, January 25, 2008

Dio, Bulgari!

Kate Moss ile bitirmiştik cuma eğlencesini, kendisinin rehab sonrası 2006 yılında Mert Alas ve Marcus Piggot'un Saatchi&Saatchi için çektiği Bulgari reklamında görüp cumayı bitirelim. Reklamda fonda duyulan şarkı Domenico Modugno sesinden "Dio come ti amo". Sözler biraz arabesk ama yıl 1966, akdeniz kıyıları, tutku cinayetleri, siyah giymiş chianti şişesini andıran vücutları ile endam eden kadınlar, takım elbiseli şapkalı adamlar derken sırtı açık bir elbise ile Kate Moss.

Her şey sanal olunca


Artık karneler de internet üzerinden takip edilebilecekmiş. Gayet üzücü bir haber çünkü her şey gitgide sürpriz olmaktan çıkıyor, tüm albenisini kaybediyor.
Kötü bir öğrenci olarak her karne dönemi benim için sancılıydı. "kaç kırık gelecek, J.A. & F.A.'ya ne diyeceğim, nasıl bahaneler uyduracağım "diye düşünürdüm. Neticede kıyamet kopmazdı, bizimkiler sadece yapabileceğim halde biraz olsun çalışmadığım için kızarlardı, başka da bir şey demezlerdi. Hadi sömestirlik karne bir şey değil, onu herkes alıyor ama bir de SP'de aylık karne vardı ki...Aman yarabbim, her ay gerçekleşen gereksiz bir aktivite, gereksiz kalp çarpıntısı.
Ne var ki yine de çocukluğun, ilk gençliğin güzel heyecanlarıydı onlar. Karneyi okulda almak, eve götürmek, imzalatmak filan hepsi yaşanması gerekenlerdi. Şimdi veliler şak diye görebileceklermiş. Ne kadar sıradan, ne kadar teknolojik, ne kadar ruhsuz, ne kadar heyecansız bir durum.
İyi ki çok çalışkan bir öğrenci değilmişim, iyi ki öyle olmamışım, iyi ki sınfın arka sıralarında oturan olmuşum da günlerimi, gençliğimi yaşamışım, eğlenmişim diye düşünmüşümdür de geç yaşlarda gelen bir kimlik bunalımı yaşamamışım. Bunda elbette A. ailesinin etkisi var, yoksa farklı bir insan olurdum. Ayrıca o dönem takdir makdir alanlar şu anda hiçbir yerde değiller. Yani kasmanın alemi yokmuş. Hoş kasan öğrenciler değil de mutlaka velilerdir de onlar da oturdular işte şimdi çöken yüksek kariyer hayallerinin ardından torun bakıyorlar, evlatlarını vasat hayatlarını seyrediyorlar.
Ne güzel karne günleri de yarım gün olurdu, çıkışta İstiklal'deki Jimmy'z'e veya McDonalds'a gidilir, İtalyan'dan, Alman'dan gelen öğrencilerle buluşulurdu.
P.S. Bu kadar kötü ve numaracı öğrenci olmama rağmen hiç imza taklit etmedim, not değiştirmedim. Neyse gösterdik, kefaretini ödedik oturduk.

Cuma eğlencesi 8

Ve yine bir cuma günü diyoruz...

Paris'te Haute Couture moda haftası başladı ve tabii ki defilelerin ilk sıraları şöhretler tarafından doldurulmaya başlandı. Bazı karşı cinsin zayıf noktasıdır çekik gözlü, asiatique kadın, tabii biz koynumuza almak istemediğimiz için bilemiyoruz, o gözle bakmıyoruz ama hoş kadın, ince mince. Ancak şu balon, paraşüt kıyafetine ben bir şey diyemiyorum sadece bakıyorum. Yine de bu bir haute couture defilesi olduğu için "olabilir aslında" diye düşünüyorum. Neticede içerde Galliano da Dior defilesi altında fantastik durumlara giriyor, böyle bir izleyici neden olmasın. Tek sorum şu olacak: o pembe paraşüt ile nasıl oturuyor?


Gri renginin ne kadar acayip bir renk olduğunu daha önce zikretmiştim (ki şu anda da benim üzerimde gri var). Öyle güzel, albenili bir kadın değil Julianne Moore ama bilmiyorum bir şey var. Doğal kızıl, beyaz tenli filan ama bu gri renk üzerinde hiç iyi olmamış. Elbise de çirkin zaten. Üstü kötü, bir de kadının göğsü yok galiba, daha da kötü durmuş üst tarafı. Çirkin


Moda haftaları başlayınca elbette moda editörleri yerlerini alıyorlar (bizdekiler değil elbette. bu kadar mı kötü olur bu toprağın moda dergileri?). Bunlardan en önemlilerinden biri bedroom eyes insan Carine Roitfeld. Yanında kızı ve oğlu ile poz vermiş ki kızı reklamlarda oynamıştı ama ismin unuttum çocuğu zaten kaydetmemişim bile. Öyle pek güzel bir aile değiller ama ne demişler para güzelleştirir.



Ve elbette bu dünyadaki en güçlü isim Anna Wintour ve yanında Andre Leon( kendisi forbes dergisine göre dünyada en etkili 50 gay erkekten birisi olup, vogue dersinin editor at large'i-ne demekse o, bilen varsa söylesin. ben genel yayın yönetmeni diye tahmin ediyorum ancak...) Aslında ikisi bir süre öncesine kadar kavgalıydılar ve konuşmuyorlardı ama herhalde o günler geride kaldı şimdi defilelerde geziyorlar beraber. Anna Wintour'un saç modeli herhalde yıllardır değişmedi, hep böyle küt ve kaküllü. Benimki de şu anda aynı, ulan yoksa yaşlandıkça bir Anna Wintour mu olacağım? Birden korktum ve düşünmeyi bıraktım bu konuda.

Ve güzel bir insanla bitirelim yine. Geçenlerde 34. yaşını kutladı ama bu geçen seneki doğum günü kutlamasından (bu yılki kutlama resimleri o kadar güzel olmadığından bu daha güzel geldi). Aslında hiç güzel olmayan güzel kadınlardan Kate Moss. Kısa boylu, fazla ince, küçük yüzlü filan ama gayet güzel bir kadın. Yaşlandıkça güzelleşenlerden ki belki de en makbulu odur. Neticede gençken herkes güzel, önemli olan yaşlandıkça mihrabın yerinde kalması. Seviyoruz, beğeniyoruz kendisini. Hele şu kıyafet...Bence inanılmaz güzel, seksi de nereye gideceksin burada? Şamdan'a mı, Yan'a mı, Crystal'a mı? Yer yok, yer. Yer olsa da insan yok böyle giyinen. Her tarafta sıradan giyinen, en pahalı kıyafetleri alıp sakil bir şekilde taşıyan yapma sarışın türk kadınları, off. Giyinip gitsen bakarlar, süzerler, incelerler...Kurtulamazsın o bakışlardan, sonra eline sıcak kahve dökülür, boynuna taktığın inciler bir anda yere saçılır, elbise yırtılır. Fecidir yani. Ama biraz London biraz L.A. düşünürsek, elbise şahane, Kate Moss daha da güzel.

Sabah sabah bismilllah

Arada bir bizim oradaki kızlar yollarlardı takvimin resimlerini de, ben unutup gitmişim Fransızlarların meşhur Dieux du Stade takvimlerini. Ta ki dün gecenin bir saatlerinde alemlerde eğlenirken çağdaş sanat camiasının önemli sanatçılarından T.C.'nin ipodunda resimleri görene dek. Aman dedim, bu adonis kaslarını blogumda göstermeliyim.
İlk olarak 2001 yılında basılan bu takvim, fransız rugby milli takımının işte yukardaki gibi fantastik resimlerini içeriyor. Hemen araştırdım, poz veren her oyuncu 5000 euro alıyormuş ki bu onlara cep harçlığı gibi oluyordur haliyle o da sevgilisine/karısına/metresine veriyordur "allez poulette, git kendine bir çanta al" diye. Ayrıca 2006 ve 2007 yıllarındaki takvimler Fransa için bile fazla cinsel içerikli bulunduğu için 2008 yılı takvimi-yukarda görüldüğü gibi- bir nebze de olsa daha mutassıp pozlarla bezenmiş.
İlginç bir nokta da şu. Dieux de Stade aslında efsanevi ancak nazi damgası yemiş kadın olan Leni Riefenstahl'ın 1936 olimpiyatları için çektiği filmin adı. O dönemde böylesine bir filmi bir kadın çekmiş olmasına rağmen 2001'den bugüne kadar çekilmiş hiçbir takvimin fotoğrafçısı kadın değil.

Thursday, January 24, 2008

Homemade

İsmi sexy homemade pizza imis. Galiba acıktım. Galiba pizza istedi canım ki pizzacı değilimdir. Miss Pizza, Don Pietro veya homemade ama bende fırın yok o yüzden ben yapamam (zaten uğraşamam da) yapanın getirmesi lazım ya da benim ona gitmem lazım. Homemade pizza ... Yalnız düşünce olarak gayet seksiymiş.

Brother my cup is empty




Başlık Nick Cave'in en az sevdiği albüm olan Henry's Dream albümünde yer alan bir şarkının ismi. Ben albümü de şarkıyı da çok severim. Şöyle devam eder: brother my cup is empty, and l have'nt got a penny, for to buy no more whiskey l have to go home.

Resimler Yeni Zelanda hükümetinin alkole karşı bir kampanyasının karelerinden. Çok özel bir anlamı yok sadece hafta sonu geliyor, rakı sofraları hazırlanıyor (ki uzun zaman oldu güzel bir masada rakı keyfi yapmayalı), sonra yan'a geçiliyor vs vs. Ayrıca ilk resimdeki bardak içindeki kız resmi tanıdık hisler uyandırdı, reflü krizlerim aklıma geldi (ancak bu bile güzel bir rakı sofrasının özlemini gidermiyor. istiyorumm).

P.S. Henry's Dream Barbaros Devecioğlu'nun çabaları ve Kent FM'deki programında bangır bangır çalması sonucunda Türkiye'ye gelen ilk Nick Cave albümü. 90'lı yıllar kaset yılları, kaset olarak geliyor belki 400 belki 500 tane satılmıyor tabii. Ancak bende var, Sekvotka'da var, tahminimce V.'de var, işte bir de tanımadığımız ama sayıları az insanlarda var. Sonra yıllar geçti Nick Cave konserleri doldu taştı, kızlar erkekler katlana katlana konsere gittiler ama Loom of the land hep aynı kaldı bende.

Yanık

Yan dedik, yanmak dedik, bari yanık da diyelim de tam olsun.

Kahve kahve diye koşuştururken ki gerçekten koşuşturmuyordum, elimi yaktım. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kahve sıcakken elime döküldü ve yandı sol elim. Çok vahim değil hemen su ve merhem-ki o da yanımdaymış- kötü değil o kadar, sadece çok kullanamıyorum-yani tek elle yazıyorum bu yazıyı. Ayrıca sağlak olmama rağmen sol elimi çok kullanırım ben.

whatever...

Kahve, iptila, yan, kaderim galiba

Müptela

Beni ilgilendiren yegane resim şu kırmızı fincandaki kahve, diğerlerini geçiyorum ama kırmızı fincandaki kahve ihtiyacım olana götürdü beni.

Eve gelen herkesin beğendiği, çok havalı, çok güzel, bilmem ne marka kahve makinem bozuldu. Yani yine çalışıyor da su sızdırıyor, korkuyorum patlayacak yanacak diye. O yüzden artık sabahları kahvemi italyan usulu moca yapıyorum, çok da güzel pek de güzel de yetmiyor. İptila böyle bir şey anlaşılan.

O spastik Merit'î aradım, yedek parçalar şubat ortasında gelecekmiş. Off.

Ayrıca bir sürü çeşit çeşit fincanımın yanı sıra hiç kırmızı fincanım yok benim.

Gece kulübü galeri olursa?

Başlıktaki sorunun cevabı olmaz elbette, bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur ancak bazı ilişkiler bazı dengeler söz konusu olduğu için gidilir, gözükülür, sohbet edilir.

Ancak bu gece kulübü her haftasonu yanılmaya gidilen yer olunca tabii komik durumlar, komik anlar yaşanmıyor da değil elbette. İş çıkışı gidildiği için üzerimdeki kıyafete barmenlerin inanamaması (bu arada öyle plaza insanı olmadığım için gece giydiğim ile gündüz giydiğim arasında öyle çok büyük bir fark yoktur. makyaj olarak tamam, geceleri bedroom eyes ama gündüzleri de demi-bedroom eyes dersem çok da abartmış olmam. ama çocukların tepkilerini gören de sanki her akşam tuvaletle geliyorum sanır. altı üstü üşüdüğüm için pantalon üzerine de boynumdan dökülen bir kazak. hayır düşündüm de sonra ben mi şuursuzca giyinip çıkıyorum geceleri de millet şok geçirdi).

whatever.. benim için artık mahallenin kulübü olan mekanda fotoğraf sergisi "yani" idi, gitsem de olur gitmesem de olurdu ama işte ilişkiler, Efsane, vs...Kulüp kulüp olsun başka şey olmasın!

Mob motto # 2

vurulduktan ve hastanede geçen günlerden sonra ilk defa psikoloğuna giden tony soprano vs dr. melfi

tony soprano- is there any chance for a mercy fuck?

season 6, mr.& mrs. john sacrimoni request

Gerçekten efsanevi bir şahsiyet şu Tony Soprano.

Wednesday, January 23, 2008

Motto # 12

vincent- Have you ever given a foot massage?

jules- Don't be tellin' me about foot massages. I'm the foot fuckin' master.
vincent-Given a lot of 'em?
jules-Shit yeah. I got my technique down and everything, I don't be ticklin' or nothin'.
vincent-Would you give a guy a foot massage?
jules-Fuck you.


Pulp Fiction, 1994




Sundance (kid) dedik, Quentin Tarantino dedik, biraz kan, biraz seks olsun Pulp Fiction olsun.

Ayak masajına niyetli olanlara da doğru noktalara doğru şekilde dokunmayı öğrenmelerinde yardımcı olalım, değil mi ama?

Dünün bağımsızı bugünün glamour'u

butch cassidy and the sundance kid, 1969, director:george roy hill


Müthiş bir film olan Butch Cassidy and the Sundance Kid'in Sundance Kid'i Robert Redford 70'lerin sonunda Sundance Film Festivali'nin Amerika'nın herhalde en ilginç eyaletlerinden biri olan Utah'ta hayata geçiriyor. Uzun yıllar Hollywood ve amerikan sinemasının gücüne karşı bağımsız sinemanın temeli olarak direniyor.
90'ların sonu ile beraber birden festival ünlülerin, şöhretlerin kış aylarındaki eğlence mekanı haline geliyor. Festivalin gerçekleştigi karlar altındaki daha öncesine kadar unutulmuş mormon şehirleri olarak düşünülen şehirler ocak ayında birden lüks ve şöhretin parlaklığına bürünüyor ve belki de ruhundan uzaklaşıyor. Mesela bu yıl Paris Hilton da Sundance' deymiş, karlar içerisinde yuvarlanıyormuş.
Chileksuyu bendeki North Face montların varlığına şaşırdığını söylediğinde benim de aklıma ilk defa nerede gördüğüm anısı geldi. Yine yıllar önce burada değilken, müzik mi sinema mı ayrımındayken takip ettiğim Sundance'deki beautiful people'dan birisinde görüp "anlaşılan bunlar sıcak tutuyor, bir de öyle herkeste yok" diye ismini bir kenara yazmıştım. İçine incecik giyinilse de çok sıcak tutuyor, çok memnunum valla. Sadece getirtmek biraz zor oluyor.
Bu arada ocak ayında hiç beklenmedik, yine karlar altında bir diğer celebrity parade yaşanan yer Davos. Herkes oradaymış sabah haberlerde seyrettim. Misal beğendiğimiz insan Angelina önce Davos'da Chanel döpiyesi ile, sonra da Sundance 'de North Face montu ile ortaya çıkabilir.
P.S. Sundance Film Festivali sayesinde Quentin Tarantino'yu ve Steven Soderberg'i hatta hatta bizim yenge Kimberly Pierce'i tanıdık (valla yalan değil, gelecek yıl düğüne gidiyoruz Los Angeles'e).

Beyaz seramikler

Hiç aklımda yoktu şu saatte yazmak ama görünce dayanamadım. Love& Hate fincanları. Şahane! İstiyorumm. Çoğu duygu bu ikisi arasında gidip gelmiyor mu zaten? Çok da güzel pek de güzel. Olsa da içine sabah kahvemi koysam love&hate fincanımla içsem...

Bu da tuzluk, şekerlik filan. Hepsi güzel. Acaba evlensem de bir liste de mariage mı yapsam bunları da mı koysam listeye? Ya da hiç o kadar çaba sarfetmeden mi istesem...?

Tuesday, January 22, 2008

Boy boy karşı cins

Bazen bazı şeylerin hiç önemsenmediğini düşünürken birden nasıl önem kazanıyor, davranışların sebebi olarak ortaya çıkıyor.


Karşı cins denilen şey zaten yeterince farklı ve karmaşık iken bir de buna acayip davranış biçimleri girince iyice feci bir şey çıkıyor ortaya. Bilmiyorum erkekler kendileri bu durumdan haberdar mıdır ama kısa boylu erkekler nedense daha bir kompleksli daha bir salak oluyorlar (kadınlarda da çirkin kadında ortaya çıkar bu durum) . Of yani! Nedense bir iktidar, bir otorite, bir hakimiyet kurma ütopyası içerisinde yaşıyorlar ve bu hırçınlık, küstahlık ve hırs olarak tüm gözeneklerinden fışkırıyor. Ben önemsemediğim insanı görmem, farkında olmam ama ne yazik ki gündeliğimde karşıma çıkınca bu kısa boylu erkek hırsını her şekilde görmek durumunda kalıyorum.

Elimde kalabilir kendisi. Zaten benim kadar bir şey (yani erişebileceğim bir boyda kendisi) sonuna kadar dayanabilirim. Karşısında güçlü, kuvvetli olduğumdan değil, sadece inatçı olduğumdan dayanabilirim yoksa serer beni iki seksen yere (ama gerekirse sevdiğim insan çirkin ama karizmatik erkek b. ve kadim dostum sekvotka'ya dövdürtürüm).

Biraz biliyor tanıyor beni, ben olsam bana bulaşmazdım. Öyle bir şey yapacağımdan veya uğraşayacağımdan değil. Ne yaparsa yapsın, gücünü test etsin, kimin üzerinde hangi otoriteyi deneyecekse denesin ama bende yapmasın. Kötüdür benim arkadaşlığımı, yakınlığımı yaşadıktan sonra yine benim "bakıp da görmeme " durumumu yaşamak. Acıtır.

Yaşasın uzun boylu erkekler...(şöyle uzun, selvi boylu bir kız olamadım ki tepeden bakayım insanlara...)

Hafif dönüş

Üzerimdeki neyse atmak istediğim bir durum hakim. Yani bu şu demek, bir süredir bende süregelen ağır gelen bir ruh hali var nedense ayağımı bile kaldıramadığım, onun geçmesini istiyorum. Ve galiba geçmeye başladı. Hemen açıklığa kavuşturaykım depresyon hali değil bu, J.A. ile de konuştum, "değil çocuğum, olur böyle sen yine sen gibi ol" dedi. Galiba kış hali. Kış sevmeme, soğuk sevmeme rağmen uyanamamanın, halsiz olmamın sebebi kış. Geçenlerde B. söylüyordu "gerçekten sen ve kış, sen ve hastalık" diye; doğru söylüyordu. Zayıfım galiba, bünyem zayıf, hemen çöküyorum, yataklara düşüyorum.

whatever...

Bu sabah sanki bunun kırılmışlığı biraz başladı. Ve asıl asıl asıl çok da önemli pek de önemli olan şey bir motivasyon bulmalıyım. Spor salonuna dönmmek için. Evet sevmiyorum, evet çok sıkılıyorum ama ne yazık ki doktorum da dedi "asla yapmayı bırakmamalısın". Ne kadar talihsizimmmm. Acaba nasıl bir motivasyon bende etkili olur (hafif narsist yapıdaki insanlar için sorundur bu. yoksa ne güzel herkes daha ince, daha fit olacağım diye motive oluyor)? Bu konu üzerinde çalışmalıyım, spor salonuna adımımı yeniden atmalıyım.

Hadi yallah.

Sunday, January 20, 2008

Pazar P.S.'i

Komik ama dün ve bugün deli gibi maça gitmek istiyorum. Bilmiyorum belki havanın güzelliği, belki keyifli ruh hali, belki adrenalin görme arzusu.

Tabii büyük talihsizlikle benimle aynı takımı tutan arkadaşım yok ki "beni maça götür" diyeyim.
F.A. gidiyor bugün o takımın maçına. Peki itiraf ediyorum, bu maça gitme isteğim o kadar fazla ki, F.A.'ya "ya ben de mi gelsem sizinle acaba" bile deyip kendisinde ufak çaplı bir heyecan fırtınasına sebep olsam da yer yok, bilet yok...

Çok kıskanıyorum bugün maça gidenleri.
..

Never on sunday

2008'in ilk never on sunday başlığı ile beraber rakamları da sıfırlayalım yenilensin her şey.

Geçtiğimiz günlerin ağırlığı, Baudelaire vari spleen duygusundan sonra belki de never on sunday halet-iruhiyesine dönmek iyi gelebilir. Cuma günü biraz hastalıktan, biraz halsizlikten biraz da ertesi günün ciddiyetine saygıdan cuma eğlencesini es geçmiştim. Geç cuma eğlencesi olsun, never on sunday olsun, fani ve hafif duygular yüklü olsun ....

Geçen gece yazmıştım glamour vs diye sevdiğimiz moda sayfalarında bu resimlere rastlayınca hah işte dedim. Chanel belki de en glamour markalardan biridir hatta markadır. Chanel Chanel'dir, Napoli'li bir tasarımcının Versace markası altında çıkan görgüsüzlüğü gibi bir şey değildir; klastır, zariftir, kalıcıdır. Yukardaki kız Chanel'in davetine katılan yeni nesil amerikan dizi oyuncularından. Tahminimce yaptığı vague yapılmış saçları ile 20'li 30'li yıllardaki Coco Chanel'e ve Chanel tarzına benzemeye çalışmak olmuş. Olmamış. O etek, eldivenler hepsi fiyasko. Hele hele vague saçları...Zarafet sonradan kazanılan bir şey değildir, insanda varsa vardır yoksa yoktur. Zorlamanın alemi yok. Glamorous olmak da benzer bir şeydir, ya parlarsın (her zaman her şekilde) ya da parlamazsın (ne galliano haute couture'un içinde ne de oscar de la renta elbisenin). Zorlamanın alemi yok.Yine aynı davetten. Ben beğenirim Selma Blair'i. Çok sıradan tipli değil. Belki de o yüzündendir. Elbise bana göre fazla çiçekli böcekli ama güzel bir elbise, beyaz ten, siyah saç siyah ojeler, siyah ayakkabılar. Çok da güzel pek de güzel.

Kim olduğu hakkında bir fikrim yok ama üzerindekileri beğendim. Chanel'in Hamptons'a uygulanmış hali gibi geldi. Ancak bunu böyle iyi taşıyabilmek için uzun boylu olmak gerekir ki ben gayet ortalama boyda bir insanım. Bazen şöyle uzun boylu kızlara özenmiyor değilim hani.İşte bir fiyasko daha ama bu diğerinden çok daha ötede. Kız zaten gayet çirkin sayılabilecek bir tip, yanı çirkin değil de sıradan işte. Transparan bir tip. O etek boyu, o eteğin kalçada daralması sonucu çıkan çirkin görüntü, ayakkabılar, ve asıl en önemlisi o duruş. Daha doğrusu duramama hali. Ben de her daim dik durmayı beceremem, fasulye gibi kaydığım olur ama işim de eğer bu olsaydı dik durmayı öğrenirdim. Hani eskiden İstanbul'un bazı semtlerinde sıklıkla gördüğümüz artık neredeyse çok az kalan dul madame'lar vardır, hep siyah giyen, etek boyu aynı bu şekilde olan, işte o görüntünün acıklı Hollywood versiyonu bu kız olmuş.

İsmi yazmasa o beğendiğim top model olduğunu anlayamayacaktım. Bazı insanlara böyle geniş gülmek yakışmıyor sanki. Suratsız hali daha bir güzel kendisinin. Ama uzun boylu alımlı güzel bir insan kendisi. Bu sefer ayakkabıları da uyumlu, o Kızılay'ın yardım ayakkabıları gibi duranları giymemiş ya da hayran kitlesi göndermiş kendisine bir çift manolo. Bir tek saati beğenmedim ama onun dışında elbise güzel, çanta idare eder, ayakkabılar güzel. Ha bir de belki saçları biraz daha sarı olabilirdi ki bunu sarı saça bayılmayan ben söylüyorum ama sönük kalmış saçlarının sarısı.Ve tabii güzel biri ile bitirelim nefret oklarımızı, eleştirilerimizi. Aslında çok beğendiğim bir tip değil de kendisi karşı cins bayılıyor onu biliyorum (yine aynı şey). Ama burada güzel çıkmış. Ayakkabıları hariç ki onlar facia bir şey elbisesi bilezikleri ve özellikle de kafasına taktığı tüy bir harika. Böyle çok ciddi, çok resmi bir şeyin çocuksu bir detay ile kırılmasına bayılıyorum. Ayrıca ben de böyle bir tüy takmak istiyorum. Nereden bulurum acaba?

Yoruldum, sadece moda olunca zevzek Hıncal gibi hissettim kendimi, daraldım gerçekten bir anda.


Saturday, January 19, 2008

... siyah ufka bakar gözleri nemli

Gözlerin sulanmasından, alkışlardan, yüreğin halen acımasından ve her şeyden sonra oturup kahve içerken F.A. 'nın bir anda giden dostuna, hayata veya yitip giden her şeye dair ağzından dökülenlerdir.

artik demir almak gunu gelmisse zamandan
mechule giden bir gemi kalkar bu limandan.

hic yolcusu yokmus gibi sessizce alir yol;
sallanmaz o kalkista ne mendil, ne de bir kol.

rihtimda kalanlar bu seyahetten elemli,
gunlerce siyah ufka bakar gozleri nemli,

"sessiz gemi", yahya kemal beyatli

Bir yıl önce bir yıl sonra

Farketmeden anı defteri, yıldönümü defteri gibi bir şeye dönmüş fani blogum ama hani ecnebilerin dediği gibi I can't help it. Ya manasız fil hafızam hatırlatıyor ya da Marcel Proust'un madeleine'lerinin tadı, kokusu misali gündelik hayatın kendisi yapıyor bunu.

Gerçi geçen yıl bugün hatırlanmayacak gibi değil. Hem içerde hem dışarda.

Cuma günüydü. Soğuk ama güzel bir cumaydı sanki (o gün giydiklerimi hatırladığımdan böyle diyorum). Acıtsa da sessizce, usulca biten gidenin ardından gümbür gümbür gelen fırtınanın elini "merhaba" diyerek sıkmış, gülümseyerek karşısına oturmuştum. Saatler sonra çantamdaki bling bling absolut şişesini hediye edeceğim Sekvotka'ya doğru gitmek için ayrıldığımda yine o arayıp haber vermişti "Hrant'ı öldürmüşler, dikkatli ol" demişti.

*

F.A. ve J.A. çok üzgündü. Her şeyden önce bir dosttu yitip giden. F.A. sürekli üç gece önce beraber yedikleri yemekten, her şeyin ne kadar güzel olduğundan, Hrant ile kızlarını konuştuklarından bahsediyordu. Demek ki her şey bir anda olup bitiyor, hiçbir şeyin ne olacağı, neye dönüşeceği bilinmiyor, tahmin edilemiyor. Hepimiz bir zar atıyoruz hayata başlarken, artık kime ne düşerse.

Biz çok üzüldük bu yitip gidene. Ama değişen bir şey olmadı 1 yılda, yüreğin acısı dinmedi. Diner mi bilinmez çünkü ateş en çok düştüğü yeri yakar, ne denilse ne söylense boş, geçmez o acı, kapanmaz o yara. Belki sadece üstü kabuk tutar. Ta ki biri gelip o kabuğu sökene dek...

Bugün saat 3'te nerede olacağım belli. Belki de aile geçminin ağırlığı sebebiyle hiçbir şekilde kitle, çağrı veya manif insanı değilimdir ama bugünküne giderim. Saygıdan. İnsana, haysiyete, düşünceye, ifadeye, dostluğa saygıdan.

**
"nothing can compare to when you roll the dice and swear your love's for me"
dice, finley quaye

Friday, January 18, 2008

30'lu, 40'lı yıllarda glamour


Sanırım hastalığın, gribin, mide bulantısı ve baş dönmesinin glamour bir tarafı yok. Öyle yaşayan varsa tanışmak istiyorum kendisiyle...

Neredeyse konuşamadığım, kafamı dikine tutamadığım, mide bulantısından kalkamadığım zamanlar için olsun.

Macar kökenli Martin Munkacsi'in Harper's Bazaar için derginin Vogue'dan daha önde olduğu yıllarda geçmiş olduğu önünde olduğu fotoğraf anlatsın bugün. Zaten çok yutkunamıyorum, resim kafi olsun.

Wednesday, January 16, 2008

Sabaha karşı kavga

Hiç sevmem kavga etmeyi. Sevdiklerimle. Etmem de. Öyle bağırıp çağırmam, hele sokakta filan ilişki kavgası görmekten hoşlanmadığım, yapmadığımdır. Dışardan bu konulara dair daha bir gürültücü, daha bir çirkef (fb) gözüksem de yanıltıcıdır, yapmam, dururum sadece.

Kendimle de kavgam yoktur. Ya da çok azdır. Genelde barış halinde, mutluyumdur kendimden.

Sabaha karşı kavga ile uyandım. Rüyamdaki bir kavgadan. İnanamadım resmen. Ciddi ciddi kavga ediyormuşum ve tükenmişim, tükenmişlikle uyanmışım. Hatırlıyorum biraz biraz. Eğer böyle kavga edersem, bağırırsam efsane olurum, o da karşımda komposto olur.

Yine de sevmiyorum kavga etmeyi. Sevdiklerimle.

Ancak diğer insanlar için Çirkin Ama Karizmatik Erkek B.'nin "dövim mi" demesini, Sekvotka'nın edepsiz gençlere "gençler yavaş eğlenelim biraz" deyip çocuğun omuzunu sıkmasını seviyorum. O ayrı bir mevzu.

Tuesday, January 15, 2008

Immaculate derken...





O kadar immaculate conception filan demişken rahibe okulunda okumanin katolik ahlaki ile "Je vous salue Marie" veya "Ave Maria" deyip bitirelim bu mevzuyu. İşin komiği Vierge Marie'nin şu yukardaki halinden bende biblo var, dur çıkartayım koyayım ortalık yere. Kim bilir belki de asıl dua edilmesi gereken kişi benimdir..?

Söyleyen Maria Callas, katolik duası olan Ave Maria'nın bestesi ise Schubert'e ait. Çok bilindiktir, herkes bilir bir şekilde, filmlerde filan çok çalar, özellikle Noel döneminde geçiyorsa...

P.S.

Yeni yıl ile beraber her şeyi silip yenilerine başlamak gibi bir adet oldu blog'da; ps'ler de öyle olsun, sıfırdan hayata geçirilsin.

*

Yazmamışım kaç gündür, şimdi de "yazsam mı" diye düşünmüyor değilim. Daha önceki seferler gibi fevri bir tepkiden, bir inat hadisesinden değil. Yoksa konu eksikliğinden filan da değil maşallah sansasyonel olaylar da oluyor, beklenmedik şeyler de gerçekleşiyor da bilmiyorum, bilemedim, öyle işte.
*

alt başlık: saç bandı

Sabah bir şekilde beğenmedim saçlarımın halini ve saç bandı taktım. Her zamankilerden değil biraz daha farklı bir şey; siyah saten kurdele gibi alttan bağlanıyor filan. Hani doğum sonrasında kadınlara kırmızı saten kurdele takarlar, öyle geldi bir anda çok da güldüm kendime ve yüzümdeki masum ifadeye.

Hafta sonu iki alt katıma hırsız girmiş. Benim sabah 6'da geldiğim gecenin sabah 4'ünde, yani 2 saatle kaçırmışım hırsızı (rezalettt!). Ben de inip geçmiş olsun demiş, Yeşilköy'den ayrıldıktan sonra hiç ilgim olmayan komşuluk ilişkisi yaşamıştım. Meğer iki alt katımda ben yaşlarında iki çocuk oturuyormuş, yalnızlarmış, bekarlarmış filan (bunları da nedense beni çok seven, efsane'den sonra benim gibi kızın evlenmemesine çok üzülen diğer komşu söylüyor). İndiğimde de yine akşamın bir saatiydi ve yine çıkacaktım ve yine giyinmiş ve bedroom eyes vaziyetindeydim. "geçmiş olsun, aa nereden girdi, bence alarm taktırın" gibi gereksiz cümlelerden sonra ben zaten çıkmış, ertesi gün de kayıplara karışmıştım.

Sabah masum hatta immaculate conception ifadem ile otoparka doğru yürürken yanımda siyah bir araba durdu, siyah camı açıp, siyah paltolu bir genç-adam "günaydın" dedi. Ben ne bu mafya tipli hareketler filan diye düşünürken meğer benim "geçmiş olsun" dediğim komşuymuş. Nereye gidiyorsunuz bırakayım isterseniz yok arabama çıkıyorum sağolun vs derken çocuk patlatmaz mı "saçlarınız yakışmış çok masum gözüküyorsunuz" cümlesini ve ben bittim bir anda. Masum gözükmek ne demek ya? Of hiç de sevmediğim şeydir böyle domez, masum ifadeli kız olmak.

Hazır immaculate conception filan demişken karşı cins komikliği anlatayım da tam olsun. Eski arkadaşımdır, severim, çok eğlenirim. Bana göre tek falsosu o takımlı olmasıdır. Geçenlerde baba oldu. Okyanusun diğer tarafında, kocaman gökdelenler şehrinde doğan bir kız, bir erkek ikizleri var şimdi (tüp bebek, bol para, bakıcılar, en güzeli çocuklara oranın vatandaşlığı vs ). Ben isim olayına takık vaziyetteyimdir. Bazen ebeveynlerin çocuklarına koydukları isimlere inanamam, aaaaaa filan demekten kendimi alamam. Çocukların isimlerini sordum, kızınki sıradan bir çicek ismi şimdi unuttum bile ama oğlanınkine resmen inanamadım.

anotherstar- hayır gerçekten çocuğa bu ismi vermedin değil mi?
d. - verdim valla. aslan benim oğlumun ismi
anotherstar- ya hayır ya çocuğa aslan ismini koymuş olamazsın
d.- koydum bile yazdırdım nüfusa aslan diye. ayrıca kıskanma sen çocuğuna asla kanarya diyemeceğine göre yine öne geçmiş oldum.

Çok komikti hali aslan aslan diye. Ama aslan oğlum dese de gönlü kıza kaymış bile. Evet babalar kızlarını ayrı severler.

Sunday, January 13, 2008

Hissetmek

Komik ama sabahtan beri bir şekilde aklımdaydı, düşünüyordum, hatırlıyordum.

Kendime göre geç uyanılan bir sabahta çalan telefon ve ucundaki müzik...

Sevdiğim birisinden olduğunu anladım ama ilk saniyelerde şarkıyı hemen anlamadım (çünkü konser versiyonuydu, normalden daha uzundu. yoksa anlıyoruz hemen keskin kulaklarımız sayesinde).Şarkının ne olduğunu anlayınca da hattın diğer ucundakinin kim olabileceğine dair heyecanlı birkaç tahmin yaptım, gülümsedim, şarkı bitti, "naaaber" deyince de sesini duydum.

Uzun zamandır gelen, yaşadığım ve birilerinin bana yaşattığı en güzel sürprizlerden biriydi. Nasıl da bulmuş o uzun versiyonunu, uluslararası olmasına rağmen de üşenmemiş, aramış, hissedip de yapmamazlık etmemiş, içinden ne geldiyse öyle yapmış. Haysiyet.

Güzel bir never on sunday oldu, daha yeni başladı.

* Gece güzeldi, cuma kadar sansasyonel değildi ama güzeldi. Later...

Saturday, January 12, 2008

songs n' motto # 2



Yılların güzel şarkısıdır, saklanmış, popüler olanların yanında farkedilmeyendir. Müthiştir. Bu sabahın ilk ışıklarına yakın K.Y.'nin çaldığında sanki uzun zamandır aradığım yüzüğümü bulmuş hemen parmağıma geçirmiş gibi oldum.

Yıl 1991, Stevie Wonder, Salvador Dali, Miles Davis hayranı Red Hot Chili Peppers Blood Sugar Sex Magik albümünü çıkardı, Rolling Stones dergisinde yılın albümü seçildi (evet albümler gelmiyordu ama dergiler geliyordu, eşek gibi paralara ama ). MTV ödülü de aldılar sanıyoruma ama Grammy olmadı, dert değil olmasın da Jethro Tull mu Metallica mı aldı o yıl öyle bir şey.

Şarkı kısaca ilişkide, duyguları ifadede yalan söylememekten, "sevip de yalan söylemekten" bahsediyor. "Yalan söyleyebilirdim ama yapmadım" gibi bir anlamı var. E bu da haysiyet işte. Severek de yalan söylenir, "aslında" ile başlayan vır vır laflar edilir ama gerçek o değildir. Gerçegi söylemek de bir tercihtir. O lafı edersin ama ağırlığı kalır, sorumluluğu kalır. Acıtsa da gerçeği her şeye tercih ederim. Berraktır, nettir, benim için kafidir. Yine bir satırlar arası "manalı" gibi oldu ama olmasın bitsin cümle.

motto
:

I could never change
just what I feel
my face will never show
what is not real

could have lied I'm such a fool
my eyes could never never never
keep their cool

Sabaha karşı

Spor yapmam lazımmış, hastalıklarım için doktor tavsiyesi. Bu sabah bu niyetle uyanmayı umuyorken sabah 6 da gelip de spor için kalkmak zoru oluyor. Yapamıyorum. O saatte yatıp yine geç uyanmıyorum ancak halim kalmıyor, itiraf etmek durumundayım. Bir motivasyon, bir dürtü, bir baskı mekanızması lazım. Gerçi buldum bir tane, eğer biraz daha üzerinde düşünüp kendimi bu konuda tetiklersem olacak sanki.

alt başlık: 8 veya 9

Yeni mekan açılmış. 8. Sadece uğradım ama güzel gözüküyor. Ancak müzikler kötü. İstanbul'un çoğu mekanında olduğu gibi. 8 sayısı 9'a yakın olduğu için sempatik gelir nedense. 3 gibi değil mesela. 9 ise zaten my lucky number.

alt başlık: yan ve devam

Doğum günü devamı olarak Sekvotka ve bir başka kadim dostum L.A. Girl ile Yan'da buluşma ve yine sansasyonel gecelerden biri. Ne yazık ki yazacaklarım yazamayacaklarımın sadece küçük bir kısmı diyeyim olsun.

* televizyon spor spikerleri rahatmış, onu gördük biz. ertesi sabah-yani bugün-canlı yayını varmış ertesi gün ama maşallah kendisi sabahın ilk saatlerine kadar dans pisttinde. bozuldu galiba tipinden kim olduğunu tanımayınca ama tanımadım ne yapayım. olsun sekvotka 'nın arkadaşı, koool yani.

*bizsiz gecelerinden sonra nihayetinde çirkin ama karizmatik erkek b. geri döndü.

* R. müthişti, M. her zamanki gibiydi.

* boşuna üzülmüşüm eve gidip üstümü değiştiremedim ve boynu kapalı, marine çizgili, dik yakalı bluzumla kalakaldım, herkes açılıp saçılırken ben kapalı çirkin kaldım diye. önemli olan yaydığınmış. unutmuşum meğer, dün gece hatırladım. zamanında biri söylemişti de çok gülmüştüm "yok artık daha neler" diye ama öyleymiş. komik geldi arka arkaya yaşayınca.

* kıvrım...sanıyorum hep söylemeye devam edeceğim karşı cins beni benden alıyor bazen diye. kıvrım ...

Friday, January 11, 2008

Cuma sonraları

Buralar bir garip...

Havalı bir bölüm başkanı der ki "bundan sonra cumaları bu saatler şarap içeceğiz, eğleneceğiz, renk getireceğiz." Yayınevi yönetmeni ise kokteyl verir kitap şenliği için sonra da arayıp "kızım artık beni eve bırakırsın içtik şarapları", kız ise akşam çıkacaktır, koşuşturacaktır, eve gidip üstünü değiştirmeye bile vakit bulamayacak, boynunu açıkta bıracak omuzundan düşecek bir bluz giyemeceği için sinir olacaktır.

Dediğim gibi garip bizim buralar...

Cuma eğlencesi 7

Yine cuma olmuş...Dün uzak kalmışım sanal dünyadan ama ben ve doktorlar artık ciddi bir ve seviyeli bir ilişkimiz var; ben de sorunlarıma, hastalıklarıma dair "dikkatli ve ötesi" olmalıymışım-yine.
Ama bugün cuma ve eğlence günü. On y va!


Önce tanıyamadım ama muhteşem göz makyajından tanımamak neredeyse mümkün değil . Sarışın olmuş hatta platin. Nasıl olduğunu anlayamadım açıkcası kötü mü iyi mi bir şey diyemiyorum ama kadının normal hali de çirkin olduğu için daha ne kadar kötü olabilir bilemiyorum. Haa ama müziğini, sesini, şarkı sözlerini beğeniyor muyuz? Hem de çok. Ayrıca arıza halleri de kendisine bir çekicilik katıyor. Ben marazlı insan çekiciliğine inananlardan değilimdir, sevmem de marazlı kadın hali. İnadımdan yerimde çatlarım da bir şey yapmam ama yapan yapıyor işte, sonunda da istediğine ulaşıyor. Ama ne uğruna, nasıl bir sonuçla... monkey business...

Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yok, pek sevdiğimiz babet markası (ki aslında önce balerinler için üretimiş markadır) Repetto gecesinde rastladım kendisine. Öyle dünya güzeli değil, yüzü matah değil de diz kapakları muhteşem. Kazak hele hiç olmamış ama ayakkabılar tamamdır. Ayrıca böyle şort giyebilen kızlara hayranım, benim kolum onun içine girmez ama neyse.


Of işte sıkıcı bir karşı cins tipi. Biliyorum hemcinlerim bayılıyor, deliler gibi arzuluyorlar ama bende zerre bir şey uyandırmıyor. Sahte insan sevmiyorum ben. Nasıl pozcu ve o salak salaş tip uyarlaması ile varlığını sürdürüyor hayranım valla. Bu da bir arıza erkek modeli çiziyor kendince. Sürekli bir serseri görüntüsü, umursamaz haller imajı. Feci. Biz kızlarda vardır arıza erkekleri beğenip, onu değiştirebileceğini düşünmek ve manasız bir anaç yapı ile bağlanmak, aşık olmak, kopamamak. Tahammülümü zorlayan şeyler nedense bu tip durumlar. Marazlı adam almayayım, kimsenin kahramanı olmayayım, ben ben olayım o da o olsun, gerçek olsun, söz uçmasın, edilmiş sözlerin ağırlığı taşınsın, tamamdır.


Bu kıza bir haller oldu ama iyi oldu. Ya durumunu kabullendi acayip insan Tom Cruise ve scientology ile ilgili olarak ya da birilerinin yönlendirmesi ile büyük bir güç elde etti (ki bence ikincisi gerçekleşti). Saçları da elbisesi de pek güzel kendisinin. Saçlarımı nasıl böyle yapacağım bilemiyorum ama aslında böyle de ben tam öyle görmüyorum. Elbisesi de omuzu açıkta kaldığı için güzel. Aslında tek kolun kendisinden kesik olan elbise bluzleri sevmem, bir şekilde kapalı olup kendiliğinden düşen olanı güzel bence ama bu bayağı güzel olmuş.

Ve sevdiğimiz güzel insan. Şu anda yaz mevsimin yaşandığı Güney Amerika'da, evinde yurdundaymış Rio Fashion Week'e çıkmış-gerçi kıyafetler felaket. sanki "heidi isviçre dağlarında gezintiye çıkmış" gibi olmuş olsa da kendisini beğeniyoruz, önemsemiyoruz heidi olmasını. Hoop earring'leri de ayrıca güzelmiş.


Biter bu cuma diyecekken son anda gördüğümü yazamadan edemedim. Aşağıdaki kız Heroes dizisinden bir tip, sıradan amerikalı işte ama bir popüler bir beğenilir oldu. Ben zaten karşı cinsin beğenisini anlamıyorum bıraktım sormayı. Fakat biri giyinmeyi öğretsin, çanta takmayı, kıyafeti ile uyumlu aksesuarlar seçmeyi göstersin. Öncelikle çantayı şöyle taşıma biçimine hastayım. Oradayken ben de yapardım ama artık yapmıyorum çünkü bütün kıro kadınlar bu şekilde çantalarını taşıyorlar. Kızın boyu kısa çanta kızın boyu kadar, cüce gibi olmuş resmen. Daha fazla yazmayacağım sadece kötü olmuş diyeceğim.
whatever...

P.S. Çok sevdiğim, beğendiğim, tarzını örnek aldığım insan Victoria Beckham en rüküş seçilmiş. Aaa nasıl yani? O kadar zarif, o kadar şık, o kadar alımlı duran bir insan nasıl olur da rüküş seçilir diye sormak istiyorum o listeleri yapanlaraa....?????

Bu sefer gerçekten bitti...

Sabah keyfi 2, alt başlık melek





Rönesans dönemi bitmesin ama melekler dursun, gitmesin...Şarkının adı aslında "Cheek to cheek" ama herkes içindeki "Heaven I'm in heaven" söylemini bilir. Bestecisi musevi kökenli amerikalı "Irving Berlin" 30'lu yillarda besteliyor. Söyleyenler ise efsanevi ikili "Louis Amstrong" ve "Ella Fitzgerald".

Hem cennet, cennetin bahçesi, hem melek, tamamdır sabah keyfidir bu.Ha bir de immaculate doğuma ben de imzamı atarmışım, meryem misali, şahane olur.

Thursday, January 10, 2008

O kadar bahsi geçmişken

casa dei vettii, pompeii

Pompeii'de yaşamak isterdim diyeceğim ancak şimdi farkettim ifade biçiminin nerede yanlış anlaşılabileceğine dair. Karışıklığın olduğu post'ta Pompeii dönem olarak algılanıyor, halbulki öyle değil. Haliyle...(çüş!)

Neyse Casa Dei Vettii gayet güzelmiş, içindeki duvar resimleri vs de pek bir güzel. Şehir zaten hedonist ve dekadan bir hayat sürüyor. Sonra da lavlar altında kalıyor. Sebebi de (vezüv'ün patlaması dışında elbette) bu "kopmuş" yaşam tarzının tanrılar tarafından bir cezası olarak düşünülüyor (daha tek tanrılı dine geçilmiş değil roma'da. o yüzden her şey serbest, kural filan yok). Yakup Kadri'nin Sodom ve Gomore'sinde de üstü kapalı olarak bu tema işlenir. Elbette aynı değildir aksine bambaşkadır temalar ama Pompeii de bir nevi günahlar şehridir, Sodom ve Gomore'de de savaş günlerinde, özgürlüğe giden günlerde ahlaksızlık ve günahkarlıktır yaşanan...
Pompeii'deki gündelik hayatı anlatan, gösteren daha çok duvar resmi var da ismim iyice sapığa çıkmasın diye koymayayım.

Wednesday, January 9, 2008

Uçan tekme

Hazır Sekvotka 'ya uçan tekmemi sevgilerimle imzalı şekilde göndermişken gördüğüm en güzel uçan tekmenin resmini koyayım.

Az önce Roll'da yeni yetme rock gruplarının röportajını okurken hatırladım kendisini. Hatırlayınca yine az önce gerçekleşen mesajlaşmanın konusuna tam oturdu, yazmak, koymak farz oldu.

Röportajdaki çocuklar ona "kral" diyorlar, hatta "kalkık yakalı kral", öyle olsun. Kooldur, Marsilyalı'dır, güneyliler gibi konuşur, öyle yaşar, kavga eder. Seviyoruz kendisini. Çirkin ama karizmatik erkekler listesindedir. Buraya Galatasaray ile maça gelmemiş miydi? Yoksa bir dolu laf edip kendisi gelmemiş miydi? O takımlı olmadığım için bilemeyeceğim ama o maça F.A. gitmişti, onu doğru hatırlıyorum.

whatever...

Gömleğin, tişörtün kalkık yakası, kapüşon bayıldığım şeylerdir. Giyerim de yaparım da. Giydikleri polo tişörtün yakasını kaldıran karşı cins de genelde İtalyanlardır ya da California'lı. Bizim buradakiler pek yapmaz, çekinirler, kös kös giyinip çıkarlar. Ama her şey bir yana Kral'ı seviyoruz...Nokta.

Roll bitti, Vogue'a geçebiliriz, yarınki post da oradan çıkar.

İfade sorunu II

Demiştim ifade etmekte zorlanırım diye ama galiba bu sefer yazarken de doğru ifade edememişim ki benim 15 yıllık kadim dostum Sekvotka beni cahil bellemiş, ağzımı açık bırakacak bir açıklama yapmak durumunda hissetmiş. Olmamış tabii. Nazik insan buradan yorum yapmamış da bana özel yazmış. Yerim ben onu da uçan tekmemi de gönderirim.

Çüş yani, Pompei bu ya!

Yeniye devam

tiziano vecellio "le titien" , 1490-1576, "venere di urbiano" 1538

Rönesans ile devam ediyorum. Gün güzel bir gün, rönesans yaşıyorum. Rönesans'ta yaşamak ister miydim sorusuna ise "soğuk olur ben üşürüm" derim. Ama Pompei'de yaşamak isterdim. Kesinnn.!

Yeni-yine-Yeni



raffaello sanzio, 1413-1414, la madonna sistina


Dönemimiz rönesans, öyle de kalsın. İnsanın kendi rönesansını yaşaması, eski derileri soyup atması gerekir zamanı geldiğinde.

Puttoları ben alayım kendime, şans getirsinler. Masum yüzünden hiç beklenmedik bir entrika ile bakire olduğunu söyleyip hamile kalan meryem ve çocuğu da alan alsın, mani olmayayım.

* The putto (pl. putti) is a figure of a pudgy human baby, almost always male, often naked and having wings, found especially in Italian Renaissance art.

Tuesday, January 8, 2008

Eski defterler





Uzun zamandır dinlememiştim, niyetim de yoktu. Hele hele azap klibini seyretmemeye kararlıydım. Şarkı ciddi azaptır. Neredeyse insana bileklerini açtırtır.

Bu yorumdan sonra duymak şaşırtıcı gelse de şarkı aslında hiçbir zaman ısınamadığım Trent Reznor imzalıdır, Johnny Cash ise sadece yorumcudur bu şarkıdır. İnsanın da içine eder yorumu ile, ne ruh bırakır, ne coşku, ne glamour. Her şey akar gider.

Klibi koymadım ama efsanevi bir aşk yaşayan Johnny Cash ve karısı June Carter Cash'ın evinde çekilmiştir; Johnny Cash hastadır tekerlekli sandalyeye mahkum olsa da son bir albüm yapmak, arkasında son klibini bırakmak istemiştir. June Carter bir ara merdivenlerden ona bakarken görülür. Klibin çekiminden kısa bir süre sonra June Carter gider ardından Johnny Cash dayanamaz ve de o da ölür. Hayatını anlatan "walk the line" filminin de sonlandığını göremez. Büyük aşktır onlarınki.

"Heybetli" ve "kalıplı" insandır Johnny Cash. Haysiyetlidir. Neredeyse 10 yıl önce, oraya ilk gittiğim yıl Johnny Cash resimli siyah beyaz bir kart bir kart atmıştım birilerine ve yine aynı ifadeyi kullanmıştım. Demek her şey değişirken bazı şeyler aynı kalıyor ya da aslında aynı kalanlar hep temel değerler, değişenler ise sadece genişlikler, eklemeler, süslemeler. Temel iyi ise o değişmiyor sadece sağlamlaşıyor.

her neyse, gereksiz.


"I hurt myself today to see if I still feel" diye başlar "I would keep myself I would find a way" diye biter.

Her zaman bir yol, bir çıkış vardır.

Motto # 12

"One should not lose one's temper unless one is certain of getting more and more angry to the end."
william butler yeats, 1865-1939

*
şaşkınlık içerisinde ahizeyi yerine koyduğumda sinirden patlayacağımı, ağzımdan ateşler püskürteceğimi, gördüğümde kafasını kopartma arzusu taşıyacağımı düşünürken birden tarif edemeyeceğim bir sakinlik geldi. garip şey insanoğlu denen yaratık.

Sabah keyfi

Sabah keyfini yeni yıla göre sıfırladık. Bu yeni yılın ilki olsun, kahveyi yudumlarken güldüren olsun. Okuyup da italyanca öğrenmek isteyenleri de ya İtalyan Kültür'e alalım ya da Alessandro (alessandra)'nın koynuna ...(nacizane söyleyeyim; ikinci yöntemle daha kolay öğreniliyor fiil çekimi, telaffuz filan)




Monday, January 7, 2008

Gömlek

Gömlek, özellikle de erkek gömleği giymeye bayılıyorum. Bugün üzerimde. Üzerimden düşecek gibi duruyor ama yaptım bir şekil, belinden bir şey bağladım, yakasını kaldırdım, çok da güzel, pek de güzel oldu; sadece omuzları büyük duruyor. Tek renk olması tercihim; beyaz ya da mavi. Tavım. Hem kendi üstümde, hem de karşı cinsin üstünde.

Bir gün farkı

Bir gün atmış.


Yeni yılın ilk günlerindeydi, sabaha karşı, sorunsuz, sancısız, gürültüsüz şekilde bitmişti. Ertesi gün (ama sabaha karşı olduğu için asıl gün) pazardı. Çok iyi hatırlamıyorum ama galiba kimseye söylememiştim olayın hemen akabinde. Sauf un.

Bir gün atmış bu yıl. Nereden hatırlıyorsam artık? Kötü mü hatırlıyorum? Hayır. Kötü dersem yalan söylemiş olurum. Yaptığım tercihin doğal sonucu. Sadece aklıma geldi. Bir çizginin sonu, bir diğerinin başlangıcı. C'est la vie.

Saturday, January 5, 2008

Another day

Another day, another year, another way, another call, another speech (whatever speech), another feeling, another star...just another. At the end of the day, it's just the remains of day but another day, another remain.

Cheers... A cup of kindness... Another cup of kindness...

Friday, January 4, 2008

Blog Siberia'dan cuma eğlencesi

Karlar içerisindeki bir günde, bugünde, daha bir sakin, daha bir mutlu, daha bir keyifli halet-i ruhiye içerisinde cuma eğlencesini yazabilirim.
Keyifle başlayalım cumaya. Güzel tasarım, beyaz, kelebekler, renk renk cup cake'ler, kızarmış ekmek. İstiyorum. Hem öyle tasa yaratan tasarımlardan değil, çok da güzel pek de güzel.

Ve işte eğlence başlıyor...

O kadar feci, o kadar gülünç-ridicule-ki artık ne yazayım bilemiyorum. İkisi de ayrı ayrı bir kötü olmuşlar, tipleri kaymış artık bunların gerginlikten. Eskinin topçusu bugünün popçusu kaşmir palto ile dururken, artık siyah renge ulaşmış, boob size'nin ölçüsünü zerre anlayamadığım kadın ise sanki Honolulu'da tatilde. Ve şuradan söylüyorum ki bu iki acayip yaratık birbirleriyle seks yapıyorsa namerdim. İşte adam ingiliz olduğundan çocukların bakıcısına gidiyordur, kadın da zaten yapmıyordur, kurumuştur bu kadar gerginlikten, güzellik kaygısından, "üç çocuk için yapmak zorunda kaldım zaten, yeter artık" diyordur.

İşte benim feci sıradan bulduğum, şaşkınlık içerisinde M .'nin pek bir "asil" bulduğunu öğrendiğim bavyera köylülerini andıran renkleri güzel ama sıradan kadın rüküş bir kıyafet ile Noel çamının önünde neredeyse kendisi Noel çamı olmuş, bir de poz vermiş, bravo valla. Elbise öncelikle çok kötü, galiba Chanel ama ben hiç beğenmedim. Ayakkabılar olabilir ama yani saç ve makyaj zaten kötü ve ötesi durumunda, hele hele kırmızı ruj bu kadar mı sakil durabilir. Köylü işte.

Geçen hafta uyuşturucu ile yakalanmıştı, bu hafta ise kendisini dine vermiş, kiliseye gitmiş her gün Los Angeles'ta. Yüzüne de bir mahsunluk çökmüş ama gayet güzel bir kız. Pek bir beğeniyoruz kendisini. İşte 26 günlük bir rehab ile kurtulur bu sevdadan o da deyip cuma eğlencemizi bitiririz bu gün de.

Bir eksikle... Bugün bir Monica, bir Gisele, bir Stephanie, bir Kate koyamadık şu sayfaya güzel olanı göstermek adına. Bulamadım valla kendilerini people dünyasında bugün. İş hayatının dalgaları içerisinde bu kadar oluyor deyip patronumdan sonra gelip patronumdan önce çıkarım.

P.S. Hava soğuk, burası Sibirya, ilk defa ben hariç herkes hasta, galiba bu cuma akşamı evdeyim. Zut alors!

P.S.(2) Yazmayı unutmuşum! 500. post'muş bu. Birden heyecanlandım; ilk zamanlar, ilk günler, öncesinde dalga geçerek sonrasında çekinerek yapılan her hareket, telaffuz edilen her kelime, vurgulanan her nokta...Yine "cheers" diyeyim de, farkettim ota boka "cheers" deyip kadeh kaldırıyorum, "aman da ne güzel şeyler yaşanmış, ne güzelmiş" diye de acaba hepsine değiyor mu yoksa benimki sadece just an illusion durumu mu? Qui sait?