Saturday, April 30, 2011

"çok da fifi"

Başlığın fazlasıyla günlük konuşma dili olduğunun farkındayım da sabah sabah gazetelerin eklerindeki bu resmi görünce de başka bir şey düşünemedim. Daha doğrusu Karl Lagerfeld 'in üstüne bir konuşma balonu eklesem yazacağım bu olurdu. Anladık Paris'teki bir açılışta bir davette bir gecede Cansu Dere varmış, Meksika telenovelas başrol oyuncusu tadında saçını yaptırıp giyinip gelmiş, Karl Lagerfeld'in yanında durup resim çektirmiş. Lagerfeld ise tebessüm dahi etmeden kerhen durmuş oturduğu yerde oturmaya devam etmiş tahminimce de o anın bitmesini istemiş. Elbette bu anın bizim gazetelere yansıması da " Dere, çekimlerin ardından “Karl Lagerfeld’le keyifli bir sohbetimiz oldu. Ayrıca kendisinin tasarladığı çikolata süitte bir çekim yaptık. Modayla ilgili olan biri olarak, Lagerfeld’le buluşmak ve onun tasarladığı süitte çekim yapmak benim için unutulmaz bir hazdı” dedi." şeklinde olmuş. Hmmm, moda hakkındaki sohbet, bu 2li'nin Paris buluşması o kadar gerçekçi ki her şey Karl'ın yüzünden okunuyor. "Çok da fifi". Herhalde bu türkün türke reklamı, propagandası bitecek gibi değil.
Geçtiğimiz yıl B. de Paris'te Karl Lagerfeld ile karşılaşmış hemen resim çektirmişti. Şu bir gerçek ki o resimdeki Karl bile bu resimdeki halinden daha az zorlama daha keyifli vaziyetteydi. Hem de B.'nin üzerinde böyle süslü püslü konken kadını kıyafeti değil bildiğin kot tişört vardı. O halde ne diyoruz zorlama ile tarz sahibi olunmuyor, para verirerek getirtiğin celebriti ile de BFF olunmuyor.

Bayıldığım laf ama "çok da fifi".

P.S. telenovela
A telenovela is a limited-run television serial novel drama popular in Latin America. The word combines tele, short for televisión or televisão and novela. Telenovelas are a distinct genre different from soap opera for telenovelas have an ending and come to an end after a long run (generally less than one year). The plot is always the same. In the first three minutes of the first episode the viewer already knows the novela will end with that same couple kissing each other. A telenovela is all about a couple who wants to kiss and a scriptwriter who stands in their way for 150 episodes

Yaşam alanı


Ikea'nın yaşam alanıymış. Hani insanlar vardır ikea'ya gidip gidip "işte ben burada yaşarım" diyenler. Buymuş. Acaba yaşam alanının ölçümü fiziksel mi yoksa ruhani mi olmalı? Ya da kaç yaşam alanı mutluluk alanı?

Wednesday, April 27, 2011

Yeşil vadiye gelemedik bile


Hala yağmur.
Hala soğuk.
Hala bahar değil.
Hala üşüyoruz.
Hala ılık mutluluğa ulaşabilmiş değiliz.
Yağmurlu İrlanda, İskoçya 'da en azından yeşil vadiler hakim.
Biz ise hala şehirde hala betonda yağmurlu, insanı yoran bir nisandayız.
Bitmedi.

Tuesday, April 26, 2011

Tehlikeli isim "william s burroughs"



" in deep sadness there is no place for sentimentality"- william s burroughs


.


Yer: İstanbul, Türkiye.

Tarih: 2011, aylardan nisan

Başroller: İstanbul Cumhuriyet Savcılığı ve William S. Burroughs (1914-1997)

Yardımcı roller: The cut-up ('5oli ve '60lı yılların ortası) dönemine ait The Soft Machine

Özet: Bireylerin, yazar ve şairlerin düşünce takibi, düşünce özgürlüğünün kelimelerdeki serüveninin Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından kıskaca alınma macerası.


Gerçekten de Sakallı Celal 'ın dediği gibi "doğuya doğru giden bir gemide batıya doğru koşuyoruz".




Sunday, April 24, 2011

Dream on # 6


"biraz sohbet muhabbet yemek, bolca petrus, petrus 'un konuşmaları, biraz vituditu ve dream on". epey fantastik iken bir gece önceki yüzüklü dream on. eşşek kadar bilmem kaç karatlık yüzük.

Saturday, April 23, 2011

23 nisan

Bu yıl buradayız. Hani benim en sevdiğim bayram 23 nisan da yıllık A. Ailesi seyahati şimdilik sekteye uğramış gibi. Barcelona, Londra, Roma'dan sonra bu yılki 23 nisan kaçamağı dondurulmuş vaziyette. Ayrıca 23 nisan cumartesi gününe de gelmemeli. Yazık bütün çocukları okula getirdiler zorla coşkuyu yaşatmaya. Çok şahane! Zorla, şiirle, üniformalarla. önlüklerle 23 nisan mutluluğu yaşanıyor. Bref. whatever. Biz yeni güzergahı seçsek fena olmayacak. Zaten yılda bir kere yapıyoruz.

Thursday, April 21, 2011

Cepten çıkan



Demek ki tam 1 aydır lacivert petit bateau'yu giymemişim. Giymemiş ve ellerim cepte yürümemişim ki kullanmış ama cebimde unuttuğum Paris metrosu biletimi farketmemişim. Sabah elimi cebime sokunca farkettiğim kullanışmış bilet bir anda "tam 1 ay önce oradaydım" diye düşünüp zaten içinde bulunduğum hatta neredeyse çamuruna saplandığım spleen ( de paris) 'im iyice arttı.


that's life!


Wednesday, April 20, 2011

wish list



Aslında bir nesne bir obje değil isteğim. Hem bir ruh hali, hem bir hareket, bir şey...


Kahvaltıya gitmek istiyorum. Gerçekten hiç düşünmeden sakince huzurluca keyiflice güzel bir yerde güzel bir kahvaltı etmek istiyorum. Sanki yüreğimin sıkıntısını atarmışım gibi geliyor. Yalan olsa da. Son üç yıldır ilk defa İstanbul'da olacağım 23 nisan'da. Herhalde beceriksizliğimize geldi. Ama kahvaltı yapılabilir bir şey. London the Breakfast Club olmasa da, Paris'te olmasa da...


Gitsek. Götürsen, elimden tutup...

Sabah # 4




Ne zaman? Ne zaman bitecek? Bütün dallamalar mutlu mesut, kafalarında kurdukları hayali dünyada embesilce yaşarken spleen bir tek bana mı gelip çöktü oturdu? Herhalde öyle ki bitmiyor. Alaska'ya kadar gitsem yeter mi acaba? Yeterince uzak mı? Bir şeyler yapmak o kadar umrumda değil ki...

Embecil heureux olsaydım şu hayatta başka bir şey istemezdim herhalde.

Tuesday, April 19, 2011

Dream on # 5

Her zamanki fantastik rüyalarımı gördüm diye uyanmışken işin bir de gerçek kısmını algılayınca kendi hissiyatımdan korktum afalladım herhalde en fantastiği budur dedim.
*
"ziyafet sofrası, hamursuz, vitali bey'in kızı, yemek, sohbet ve ana tema hamursuz bayramı".
*
Hadi buraya kadar her şey normal, sorun yok, rüya işte. Ancak sabah R.'nin notunu okuyup da "bugün bizim bayram ben gelemem" cümlesini görüp bu yılkı Hamursuz tarihlerine bakıp bugünün Hamursuz 'un ilk günü olduğunu görmemle afallamam beni fantastik yollara götürür. Hem ermiş hem de fantastik bir insanım. Hallelujah!

Monday, April 18, 2011

Tünel'den Balmumcu'ya büyük ayar

Ah Emre Aköz vah Emre Aköz. Yaşlanmak hiç kimse için mutluluk verici bir hadise değil de herhalde kendisi için hiç güzel değil. Hani değil yaşlandıkça daha bilgeleşmek, sakinleşmek, olayları sükut ile karşılayabilmek olsun, kendisinde bunların hiçbiri olmadığı gibi gitgide hırçınlaşan, nereye saldıracağını bilemeyen, omurgasızlık halinden genişledikçe genişleyen bir şahsiyete dönüşüyor vaziyette kendisi. Hayırlı olsun kendisine de hanımına da. Ama sevdiğimiz Alman Liseliler acımamışlar, haysiyetle geri cevap vermişler kendisinin her bir kelimesi inci tanesi kadar değerli yazısına. Evet, haysiyetle. Şimdi biraz afallasa da normaldir çünkü bu haysiyet denilen durum kendisinde olmadığından neyin ne olduğunu görebilmiş olamayabilir.

P.S. ya peki bu sabah gazetesi köşe yazarlarının acınası durumu nedir? ya bir tane mi doğru düzgün bir isim çıkmaz. biri şirin sever, biri emre aköz, vb. görülüyor ki balmumcu'daki bina nuhteşem isimlerin kalesi.

**

Biz "Alman Liseli Öğrenciler", bu metni, başbakan ile köşe yazarlarının polemiğinde, meslektaşları için ‘sümüklünün teki’ diyen, karikatüristlere‘asker civelekleri’ diyen, polis tekmeleriyle çocuğunu kaybeden kadın öğrenci için ‘Duygu sömürüsünü kimse yutmasın. Madem bebeğini önemsiyorsun, ne işin var orada?’diyen, paralı eğitime karşı çıkan öğrencilere köşe yazılarında "tembel, asalak, bedavacılar’ diyen, Ankara’da direnen Tekel işçilerine “yan gelip yatanlar” diyen, solcu kadınlar için ‘Kerhaneye düşmek gibi bir şey’ diyen Emre Aköz’ün 16.04.2011 tarihli “Siz hiç 'öteki' oldunuz mu?” yazısına cevaben kaleme almayı uygun ve gerekli gördük. Söz konusu yazısında Emre Aköz, Alman Liseli Öğrenciler olan bizlerin açtığımız "Cemaate Geçit Yok" pankartı üzerinden hareketle, eylemimizin ve söylemimizin içini boşaltmayı, haklılığımızı çarpıtmayı amaçlamıştır. Emre Aköz'e açık mektubumuz:

Emre Aköz, alışkın olduğunuz dilin dışında, içerisinde hakaret barındırmayan bu yazıyı anlamanın sizin için zor olacağını düşünsek de üslubumuzda hakaret ve aşağılama barındırmamaya özen göstereceğiz.

İlk önce kendimizi tanıtalım: Bizler, sizin tek kelimeyle 'veletler' olarak geçtiğiniz insanlar olmanın ötesinde, okuyup düşünen, sorgulayan ve derdini insanca anlatmaya çalışan, geleceğine sahip çıkan, lise öğrencileriyiz. Yazınızda eylemin liselilere “yaptırıldığını” yazarak sadece Alman Lisesi öğrencilerine değil, hakkını savunmak için sokaklara dökülen bütün liselilere hakaret etmişsiniz. Liselilerin bu eylemleri yönlendirme olmadan, baskı altında kalmadan hatta “merkezi kimlikleri” savunup “ötekileştirmeyi” meziyet sayan bazı gerici okul yönetimlerinin baskılarına karşı, kendi özgür iradeleriyle gerçekleştirdikleri açıktır. Öğrencileri yönlendiren birilerini mi arıyorsunuz? Bizi yönlendirenler, aklımız, cesaretimiz, umudumuz ve aydınlık yarınlara duyduğumuz özlemdir. Bir örgüt mü arıyorsunuz? Evet tüm liseliler, öğretmenler ve veliler bu eylemler için örgütlenmiştir. Fakat sizin kaleme aldığınız bu yazıyı kendi isteğinizle mi yoksa hükümet-cemaat işbirliğinin kalemşörlerinin emriyle "sehven" mi yazdığınız büyük şüphe konusudur.

Gelelim söz konusu yazınızda bize sorduğunuz soruya: Bu veletlerin acaba kaçı bir Gülenciyle tanıştı? Cevabımız: Evet Tanıyoruz! KPSS'de soruları çalanları, YGS’yi şifreyelenleri, liselerde kadın ve erkek öğrenciler arasına santimler koymaya çalışanları, sınavlarda yine ‘sehven’ haremlik-selamlık’ uygulamasını yapanları, okullarımızı bilimin ışığından uzaklaştırmak isteyenleri en iyi biz liseliler tanırız. Peki Emre Aköz, siz hiç dershane parasını ödeyemediği ya da YGS de emeği ve hakkı hiçe sayıldığı için intihar eden akranlarımızla tanışma şansına eriştiniz mi?

Emre Aköz, bizim “Cemaat'e geçit yok” pankartımıza bozulmuşsunuz, sevindik. Evet Türkiye'deki dini sömürü kaynağı, geleceğimizi çalan, sınavları şifreleyen Gülen cemaatine liselerde geçit vermeyeceğiz. KPSS sorularını abi-abla evlerinden aldıklarını söyleyen bir sürü tanık var, peki siz hiç onlarla konuştunuz mu?

Yazınız, sadece biz değil tüm liselilerin eylemlerini manupülasyon altında yaptığımızı aşağılayıcı bir şekilde iddia edip, bütün öğrencilerin psikolojisinin böyle bir skandalla nasıl sarsıldığını, açıklamaların yetersiz ve bulanık, devlet içinde örgütlenen suçluların hala serbest olduğunu anlatmak yerine, eylemlerimizi farklı uçlara çekerek, söylemimizi çarpıtmayı amaçlamaktadır.

Aynı yazınızda "Almanlar, Türkiye'de okul açınca iyi; Türkler yurt dışında aynısını yapınca kötü!" söylemine yer vermişsiniz. Buradan anladığımız kadarıyla, siz, Alman hükümeti tarafından desteklenen eğitim kurumunu, bir devletten bağımsız kurduğu eğitim kurumlarıyla eşdeğer tutmaktasınız. Bu tutumunuz, bizlere, sizin de devlet içi cemaat örgütlenmesinin ve cemaatin devletleşmesinin farkında olduğunuzu düşündürüyor. Şunu anlamamız gerek ki biz Türkiye'ye yararlı olma iddiası olan gençler olarak çağdaş, bilimsel ve kaliteli eğitim arayışındayız.

Bir de yazınızda ‘Seçime iki ay kala ahmakıslatan yağmurları başladı’ demişsiniz,(iyi etmişsiniz. Burada ahmak kimdir size sormak gerekir ancak hakkınızı yemeyelim, bizi iyi anlamışsınız.) Eğer bu skandalın sorumluları bulunmazsa, üstü önceki skandallar gibi kapatılmaya çalışılırsa, eylemlerimiz devam edecek ve liselileri provokatör, marjinal gruplar gibi göstermeye çalışanlar, bize bir şey olmaz diyerek yollarına devam ederlerse, kimin ahmak olduğuna tarih karar verecektir.

Bir de şöyle anlatalım. Alman Liseli öğrenciler olarak, diğer liselerden kardeşlerimizle, bizi destekleyen sanatçılarla, velilerimizle, akademisyen ve öğretmenlerimizle birlikte, geleceğimizi çalmaya çalışan karanlığa karşı İstiklal Caddesi’nde yaktığımız ateşten birileri rahatsız olmuştur. Bu ateş, provakatörlerin değil, hak ve hukuk, eşit ve nitelikli eğitim arayanların ateşidir. Ve biz inanıyoruz ki hür irademizle yaktığımız bu ateş bir yangın gibi büyüyerek bütün gençliğe yayılacak, ülkemizi aydınlatacaktır. Bu saygısız tavrınızla, gerçekleri çarpıtarak ve eylemlerimizin içini boşaltmaya çalışarak, öğretmenlerimize, anne-babalarımıza, bizlere ve bu eylemleri destekleyenlere dil uzatmanız, gelecekte de tarafımızdan hiçbir zaman cevapsız bırakılmayacaktır.

Alman Liseli Öğrenciler

**

Sunday, April 17, 2011

P.S. # 6

- uzun zaman sonra (kime göre, neye göre uzun ama bana göre epey uzun) giyinip çıkmak, siyah, all black derken tek renk chanel new york red, papermoon, den , bol bol konuşulanlar, geçtiğimiz 2 haftayı yüz yüze anlatmam, konuşmam;
çıkmadan önce r.'ye "iyiyim çıkıyorum giyindim filan. evet aynen sesim de iyi geliyor" telefonu;
yemek sonrası benim, hepimizin fantastik 4'lünün pek sevdiği t.'nin doğumgünü için b., isveçli, çirkin ama karizmatik erkek b., julius sezar ile chilai'de buluşma, kabus mekan, tek kelimeyle beş para etmeyecek bir mekan, bebek'in, sahilin, sahilin denizden görünüşünün içine eden mekan ve mekandan kaçış; last exit to nişantaş, koridor, yine 5 bin kişi, benim için yine kaçış;
- herhalde en zor şey hayatta insanları oldukları gibi kabul etmek. önemsemediklerinde sorun olmuyor da önemsediklerinde işin içine giren beklenti her şeyi mahvediyor. öğrenebiliniyor herhalde ama kendimden emin değilim. bu kadar herhalde benim de çapım, kapasitem.
- hayatında hiç kitap okumamış , bunu da gerine gerine söyleyen mehmet ali ılıcak açıklamaları resmen midemi bulandırdı bugünkü gazeteleri okurken. hani sanki adam olmuş da, matahmış bir şeymiş, ne yapıyorsa artık yaptığı bir işe yarıyormuş gibi de konuşuyor ya insanın midesi daha bir kalkıyor.
- anladım ki hd televizyonu olmayan bir ben varım. geçenlerde digitürk'ten aradıklarında da hd televizyonum olmadığını söylediğimde call center'daki çocuk o kadar şaşırdı ki herhalde 1 dk kendine gelemedi, konuşamadı. hayır anlamıyorum iki tane zibidi kanalla yapılan bir hd hadisesinden bahsediyoruz diğer yayınların hepsi her zamanki gibi. ne fark etti? aydınlandı mı bu insanlar bir anlasam hd televizyon ile? bugün yine gazetelerde yayınlanan yeni tip türk insanı tiplemesinde işte borç harç içinde yaşayıp en son model televizyona telefona ve 2,5 çocuğa sahip olunuyormuş. şaşırdım mı? hayır. etrafımda görüyor muyum? evet. öyle hayret verici örneklerini gördüm ki sustum artık.
- böbürlenmek herkesin yaptığı şey de bazen bazı insanların salladıkları o kadar fantastik oluyor ki ... özellikle de karşı cinsten "entellektüel şekilde" gelenler. benim duyduklarım arasında en bombası-iki farklı insandan ayrı ayrı zamanlarda- proust 'un 7 kitaplık-ciltlik de olur- a la recherce du temps perdu'nun hepsinin okunduğunu söylenmesi ile yine marx'in das kapital'inin bütün ciltlerinin çok genç yaşta okuduğunu dile getirmek. benim yapmışlığım yok şahsen. hadi proust tamam da, arada eksiklerim var, sıkıldıklarım var ama hadi bir nebze. ama das kapital. değil marx'ın yazdığı tek cilt olan ilk ciltten başlayıp hepsini okumak, o ilk cildi bile baştan sona okumuş değilim. onun da okuduğundan şüpheliyim de hepsini okudum diye böbürlenmesi bilmiyorum erkeklikle ilgili bir şey sanıyorum.
- hala never on sunday ruhunu hissedemediğimden p.s.'teyiz. o ruh haline gelince sanıyorum her şey çok güzel olacak. şimdilik ısınmalardayım.

Dream on # 4

new york, new york çatıları, u2, bono & the edge, komik sohbetler, u. (lütfen saçlarını kestirsin) ve still haven't found what I'm lookin' for ve işte bir başka fantastik rüyalar silsilesi. geçen gece de rektörü, yazılı mektubunu ve tüm bunlardan bağımsız vaziyette petrus 'u görmüştüm. anlıyoruz ki bir şan-şöhret-iktidar halim var yani tam açıklaması ne ki? mümkünse freudyen açıklamalarla olmasın.

Saturday, April 16, 2011

gece (çıkmadan önce) # 2

uzun zaman sonra. daha doğrusu layığıyla, olması gerektiği gibi, ama en önemlisi içimden gelerek, sakince, huzurluca çıkmadan önce, gece (çıkmadan önce).

Friday, April 15, 2011

"Motown"u kaybetmek: We Almost Lost Detroit

Yıl 1977. Gil Scott-Heron. "We Almost Lost Detroit". Bestesi, aranjmanları beni öldürüyor. Şarkıdaki o iniş çıkışlar, yükselip düşmesi resmen ruhumu yukarılarda bir yerlere çıkartıyor. forever soul!

P.S. bugün yamaha'nın içine yerleştirdim xx'i. öyle dinledim müziği. yani tamamdır, kara perde büyük ölçüde kalktı. radyo/ipod değil; cd playerdan. ne yazık ki '77 tarihli bridges albümü bende yok. olsa onu dinlerdim elbette. and we almost detroit this time...


Sabah # 3

Geri geliyor bazı şeyler. Ağızda güzel tat bırakan tatlar, o tatların keyfi, gülümseme, kahkahalarla gülme. Hatta geldi bile, ki önümüz açık diyebilim. Önümüz 23 Nisan. Ağızda mutluluk tatların tarihi, heyecanı. Ve tabii we almost lost detroit ...

Thursday, April 14, 2011

Madem


Madem nisan ayının ortasına yaklaşırken bahar halen gelmiyor, sağanak bekleniyor, hava bir türlü ısınmıyor. O halde keşke burada olmasaydık. Keşke zaten her daim yağmurlu puslu olan İrlanda 'da olsaydık. Önce kahvemizi sonrasında da viskimizi içseydik, pub'da oturmaya devam etseydik elimizde kitapla. Yeşil vadilerde yürüyelim, Dublinliler 'i, Yeats 'i analım... Türk basının müthiş zekası, istisnai kalemi Şirin Sever zamanında sevmemişti bedavaya getirdiği İrlanda seyahati sonrası bu ülkeyi ama bizim için İrlanda içimizdeki İrlanda. Tartışmasız. Hatta bizim için de "içimizdeki irlandalılar" diye söylenebilir.

Gerçekten madem hava bu iğrençlikte devam ediyor, o halde yeşil vadide olmalıyız...

Wednesday, April 13, 2011

Şarap yolu'nda bir imam hatipli


Fransa'nın en eski şarap yolu "Alsace Şarap Yolu" yani La Route des Vins. Başbakan da bölgenin başkenti Strasbourg'daymış. Yine mitingdeymişcesine böğürerek, yine ders vererek, yine haddini bildirerek konuşmuş, çılgınca alkışlanmış, alçak ve haddini bilmez batılılara gururla yeni bir gol atmış.

Şehrin tam merkezinde bir lokanta vardır. Au Crocodile. Michelin yıldızları daha fazlaydı ama geçtiğimiz yıllarda trajik şekilde kaybetmesine rağmen halen tek de olsa bir Michelin yıldızına sahip lokantadır. Kléber'e yakın, ara sokaklardan birindedir, önünden geçerken de pek farkedilmez. Sıkışmış değildir ama işte ara sokaktadır, ne kadar göze çarpabilir ki. Ucuz hiç değil ama mesela gündüzleri öğlen mönüsü çıkartır nisbeten ucuz olarak. 35 euro da antresi, foi gras'sı, ana yemeği ve tatlısı için gayet makul fiyat-michelin yıldızlı, petrus'lerin şarap listesinde bulunduğu, pek düşünülmeden tüketilmediği bir lokantı için (öğrenciyken bile daha zenginmişim, ben bunu anlıyorum şu satırları yazarken). Eskiden yani AKP iktidarı öncesi konseye gelen türk vekiller, başbakanlar, parlamenterler sıklıkla uğrardı Croco'ya, Petrusler'i, brut şampanyaları açtırır, hesabı da elbette devlete keserler, vergilerden öderlerdi. Artık bunlar olmuyor tabii. Yani bu iktidarla başka şeyler oluyordur, başka yerlerde başka şeyler başka avantalar alınıyor, güzellikler vergilerden devlete ödetiliyordur ama bunlar içinde muhtemelen Crocodil'de yemek yoktur. Oluyorsa bile, giden domuz yemez, alkol içmez, risottoyu içinde alkol var diye geri gönderir. Yazık! Şarap Yolu şahanedir, beyaz şarapları ise ayrı güzeldir Alsace'in, Strasbourg'un. Keşke yiyip içseydi. Hayat ne kadar güzel olurdu. Ona da bize herkese de. Dükkana da yeni şef gelmiş...Keşke gitsem, gitsek Petrus ile ...

P.S. 2007'de yine strasbourg olmuş, konu olmuş içim tepreşmiş yazmışım çünkü o zaman da cumhurbaşkanı gitmiş. gitmiş yani croco'ya. yani bu iktidarda da gidiliyormuş. mille excuses.

Motto # 3

- " bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur"
&
- " bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgiler de ilgisizdir ". sakallı celal

Tuesday, April 12, 2011

Motto # 2

" si la presse n'existait pas, il ne faudrait pas l'inventer" - honoré de balzac "

le café "design" est une invention des parisiens pour parquer les provinciaux et déjeuner tranquilles au café de flore. "- frédéric beigbeder

---

Geri dönüş başladı, oluyor. Kendiliğinden. O kadar ki umursamadığım şeylere de geri dönüş başladı. Misal insanların cehaleti. Dün bütün gün bir grup embesilin yazışmalarına artık dayanamayıp tepki gösterdim. "kotasyon kotasyon" diyorlar, anlamıyorum neden bahsediyorlar, konunun kota ile kotasyon ile alakası yok. Meğer üstün zekalı dolgun dudaklı tayyörlü fönlü saçlı kadınlar "quotation" diyor, "citation" veya sitasyon yahut daha doğru ifade ile "alıntı" demeye çalışıyorlarmış. Yuh! Bu kadar cehalet herhalde eğitim ile oluyor. Yuh ama!
----

bizim dükkanda "motto" diyoruz". kahve olsun, kafe olsun, paris olsun istedim.

Monday, April 11, 2011

Sabah # 2

Açıkcası emin değilim. Ne istediğimden, ne dileğimden. Pre-Paris epey emindim, ortalıkta vik vik konuşuyor, sevdiklerime de ara sıra laf arasında söylüyordum yüzümde tebessümle. Post-Paris ise, değil emin olmak, gel-gitler arasındayım, ilgi kayıpları içerisindeyim. Bir de üzerine eklenen état d'ame spleen ile her şey şah iken şahbaz oluyor. Herhalde herkes gözlerini kapadığında bir şeyler diler, hayalini kurar. Şu sıralar gözlerimi kapadığımda değil hayal edip dilemek, aklıma bile gelmiyor. Akışına bırakmış vaziyetteyim. Her şeyi. Daha mı doğru bilmiyorum ama şu sıralar dileksiz, hayalsiz olması daha sürprizli geliyor. Ama spleen çok net bir şekilde uzaklaştı, geriledi. O yüzden kahve, bol a café, karşı cins üzerindeki pea cock coat, trençkot, heyecanı doğru bir heyecan ama tamamı bu değil. Tamamlanacak bölgeler az değil. O da herhalde bahar gelince olacak. J'espere, quoi.

Sunday, April 10, 2011

Filmin tesadüfü

Seyretmediğim kadar çok seyrettiğim son 10 günün televizyon maratonuna tam dur diyecektim ki...
*A Paris, Fanny, une romancière célibataire, écrit un livre sur le peintre François Arnal. Elle vient de déménager et a une fille de 25 ans, Lucie, qui est partie vivre ailleurs. Suite à une réunion d'anciens élèves, elle se redécouvre des sentiments pour Philippe, un amour de jeunesse. Elle part alors pour un rendez-vous sentimental à New York, en haut de l'Empire State Building, et fait la rencontre d'un dénommé Matt...
*

P.S. # 5



bir şeylere niyetim var, yavaş yavaş her şey geri geliyor. belki biraz çaba, belki de kendiliğinden, belki de olması gereken olduğu için ama işte "geri dönüş" başladı. düşünceler, istemler, niyetler, ifade etmeler, gülüşmeler, kahkahaya yakın gülmeler, espriler, keyif olabilecek dakikalar, gözleri kapadığında "sorunsuzluğun" hissiyatı "demek ki olacak" düşüncesi ile p.s...

p.s. başkaları adına utanmak garip bir şey. gerçekten de hiç beklenmedik bir anda insanı vuruyor bu başkaları adına utanmak. kişiyi (kişileri) tanımakla da alakalı değil sanıyorum. ama uzun zamandır bir başkası adına utanmamıştım derken tesadüfen son zamanların favori filmi "kaybedenler kulübü" sahiplerinin tek seferlik radyo programını duyduğumda arayanları, arayıp da konuşanları duyunca -özellikle de kadınları- herhalde bu "başkaları adına utanmak" dedikleri olsa gerek cinsinden bir duygu hissettim. rahatsızlık ve inanamazlık arası bir şey. herkesin ne kadar "çılgın", ne kadar "kool", ne kadar "umursamaz", ne kadar "hazırcevap", ne kadar "aykırı", ne kadar fütursuz bir "senli-benli samimiyetinin kraliçesi" ama bir o kadar "sevimli, şımarık, şirin" olduğunu gösterme telefon aramaları o kadar sıkıcı ki yıllar sonra duyduğuma sevindiğim eskiden dinlediğim programın yayınına tahammül dahi edemedim. ki kent fm ilk göz ağrımdır, o "kent fm 101" anonsu, trt 3'ten sonra hayatıma giren kent fm. demek ki her şeyin bir ömrü oluyormuş, bitmiş olanları canlandırmanın alemi yokmuş. ama geri dönmek ister miyim '90-'91-'92-'93 yıllarına? kesinlikle. ayrıca kent fm ile beraber genç radyo, hür fm vardı hatta bbr gibi belediye radyosu gibi bir şeyde harika rock programları olurdu. programları kasete bile çekerdik, o kadar şahaneydi.
herhalde kız olduğum için bazı kız tiplerini anlayamıyorum ve belki de rahatsızlık duyuyorum. "alooo ben serraaaa şu an ne yaptığımı sormayacak mısın?". oy oy oy ! bazı hayatlar ne kadar da acıklı.;

p.s. (2) baharın artık gelmesi lazım. acilen. resim çekmem lazım. resmin adrese teslimi lazım. paskalya geliyor, tatili var, ucuz bileti var, gelmesi gerekeni var, gitmesi gerekeni var.

p.s. (3) çiçeklerle dolu bir ev istiyorum galiba. sulamak zorunda kalmayacağım şekilde sadece her tarafta mutlu edecek lilyumlar, frezyalar, nergisler, sümbüller olsun...yine people ihtiyacım için bir neden. sulama, yerleştirme vs işini başkaları yapmalı ben sadece keyfini yaşamalıyım.

p.s. (4) evet tek çocuğum. bunlar tek çocuk şımarıklıkları mı? belki de. en azından kardeşli şımarıklıklardan daha feci değiller. doğum gününe gittiğim pek sevdiğim a. ile konuşuyorduk da ailelerin tek çocukları olarak. tamam, bazı komik şımarıklıklar, kaprisler, kısa süreli hevesler yapıyoruz da gün sonunda abladan-ağabeyden-kardeşten destek almadan, yalnız kalmaktan korkmandan yine ayakta kalan biz oluyoruz.

p.s. (5) milliyet'teki cüneri civaoğlu ve gisele bundchen resimleri aslında tam yorumluk ama bilmiyorum fazla halim yok bu tip şeylere. sanıyorum bir sürü şeyden fazlasıyla sıkılıyorum ve üzerine ilgilenmeye dahi gerek duymuyorum ki 4 nisan'dan beri etkisi görülmeye başlayan bendeki poseidon çıkartması bu yönde olabilir. aynen master chef denilen programın varoşluğu ile veya veya kazık kadar kızların sürekli bir prenses/melek tadında poz vermeleri gibi. off o melek kanatlarını takıp poz vermek, bunu da profil resmi yapmak, bir de üstüne üstlük bebek gibi konuşmaları cidden yüreğimi sıkıştırsa da eskiden ilgilendiğim kadarıyla dahi ilgilenmiyorum. eleştirecek, sallayacak kadar dahi değil.


p.s. (6) poseidon=neptün. birisi yunan mitolojisi diğeri ise roma.

p.s. (7) bir ara sanıyorum 90lı yılların başında amerikan futbolcularının-beyzbolcularının filan giydiği gibi ceketler epey modaydı. hani yakasız, kolları epeyce kabarık gibi, yakası ve beli lastikli, üzerinde genelde '88, '77 filan gibi logolar vardır ( ya da türlü türlü şekil; dolar işareti, barış işareti, çiçek, böcek, yıldız, hatta ay-yıldız ). galiba tekrar moda. ne yazık ki. geçen gün gördüm bir kadının üstünde. aman allah'ım! neden ki? 2000li yıllardayız artık hatta ilk on yılı da devirdik, böyle şeyleri kim giyiyor ki? moda diye ise çok üzücü bir moda. giyen varsa belki sadece stylinggg (!) tadında olabilir ki yine çok çirkin. ama giyenler bir de stylinnggg (!) uğruna değil de, sıradan ev kadınlarıysa görüntü daha da acıklı. altına da garip bir kot giymişti. of ki of. ama gerçekten atilla atalay 'ın yarattığı pencereden bakan komşu kızı sıdıka ruhlu kadınlar vogue ile birleşmemeliler. en azından kıyafetlerde. avon 'da kalmalılar. ya da en fazla olay 'da.

never on sunday ' e daha var. o yüzden şimdilik p.s.





Thursday, April 7, 2011

Home is ...


Gil Scott-Heron 1971 yılında piyasaya sürdüğü albümünde "Home is where the hatred is" gibi acıklı ama bir junkie gerçeğini anlattığı şarkısını yayınlıyor. Müziği harikadır, sözleri ise etkileyici tabii de amerikalı/ingiliz filan olmadığımız için ilk anda vuran onlar olmuyor yani her daim notalar çok da çekici geliyor haliyle.

whatever...

Dün gece, 1 saat 45 dakikalık bir telefon konuşmasından sonra kendimi evimde, yüreğimde hissettim. Ya da evin ne olduğunu hissettim. Normale, olağana bırakınca böyle oluyor galiba. Hala her şey tam olarak yoluna girmiş değil bizim cephede ama güneş açtı, gece kötü uyumadım hatta rüyalarım efsane fantastik haline geri döndü, sabah da gülümseyerek kalktım. O sırada "güneş açtı" mesajını da görünce iyice iyi hissettim, eve geri dönüş yolundayım hatta yolu epeyce yarıladım. Konuşurken dün telefonda, "herhalde 10 yıldır böyle bir şey, böyle bir ağırlık hissetmiyordum üzerimde" dedim. Tarih tekerrür ama hayat asla dünün aynısı değil. Olmasın da zaten. Daha yamaha'mdan yayılacak muhteşemlikte veya technics'i mutlu edecek bir şey dinlemiş değilim ama aklımda Home is where the hatred is geldi, onu dinledim, müziğine bayıldım ama başlığını da bize uygun olacak şekilde home is where heart is olarak değiştirdim; oldu. Çok yakındır parlak günler.

p.s. gerçekten de metronun yürüyen merdivenlerinden çıkıp paris'te olmak, caddenin kenarında zibidi vespa'sı ile bekleyen halini görmek istiyorum.

Sunday, April 3, 2011

... # 2

dj shadow- entroducing, 1996

belli ki hiçbir şey aynı kalmıyor. aynı suda iki kere yıkanılamayacağı gibi, her şey bir şekilde değişiyor. bu halin de böyle gitmeyeceği belli. belli ki yarın her şey daha rahat daha iyi olacak. hava değil, muhtemelen çünkü muhteşem meteoroloji tahminlerine göre önümüzdeki 1 hafta daha yağmurlu ve soğuk ve kabus olacakmış.
whatever . belli ki hiçbir şey aynı kalmadığı için yarın muhtemelen sıkılacağım ve üzerimdekini atmaya başlayacağım. ya da başlamaya niyetleneceğim. ve belki yine müzik dinleyeceğim. radyo filan değil, albüm koyup onu dinleceğim. işte o zaman her şey yolunda, tekrar veuve-clicquot ruh haline geri döndüm demektir. o zamana kadar manasızca televizyon filan seyrediyorum. yani. whatever. fuck it.

Saturday, April 2, 2011

Yukarda görülemeyenler

Gökyüzünde artık nisan ayı itibariyle görülmesi gerekenler görülemeyip başka yerlerde ortaya çıkınca kıymeti artarmış. Yoksa neden tırnaklar böylesine sevimli ama saçma bir şekille süslü olsun? Nisan geldi ama bahar gelmedi. Bana zaten gelmedi bahar. Yine de gökyüzünün açması, maviliğin kendini hissettirmesi, ılık havanın hakimiyeti belki de suratsızlığımı, sıkışmamın alanını daraltırdı.

whatever... bu da böyle herhalde.

Friday, April 1, 2011

bir kelime bir işlem bir halet-i ruhiye



Demek doğruymuş. Böyle bir hal varmış. Bugün bir nebze olsun daha iyiyim. Fişi çekme isteğim daha az ama yine de benim için epey şaşırtıcı olan iki gün arka arkaya aynı kıyafeti giymeyi dahi düşünebilirim. Ama mieux demek durumundayım. Özellikle de sabah 07:07 'den itibaren. Ayrıca dün akşama doğru yani her şey zaten üstüme çökerken, çökmüşken, gördüm ki burun kıvırdığım günlük falda yazıyormuş "merkür sizi yorabilir" diye. Yormak mı? Bittim, tükendim, yorulmak ne kelime.