Showing posts with label Art. Show all posts
Showing posts with label Art. Show all posts

Sunday, August 20, 2017

Ve Nice ...


Yıllarca Fransa'da yaşayıp geç gidilmiş güzergahlardan oldu Cote d'Azur... Meğer ne geç kalmışım, ne kadar yazık etmişim kuzeyde kalarak...

Tamam, kabul ediyorum, 19-25 yaşlarının serseriliğine, "nihilistliğine"; hatta üniversiteye son ergenlik dönemi ile başlayıp tam anlamıyla glamour bir serserilik ile geçen 6 yıl boyunca dolu dolu yaşanmış saçmalık, komiklik, itlik ve serserliğe vermek lazım. Ne güzelmiş orası ayrı ama neden bu kadar geç kalmışım diye de sormadım değil kendime Nice seyahatinde. 

Olsun, geç ama yine şahane bir Cote d'Azur seyahati oldu. Hem de gerçek Niçois (e) ile olması olayı daha güzel kıldı. 

Géraldine ile bir anda bir şekilde karar verdiğimiz Nice seyahati, Nico+les filles (yani yine çoluk çocuk diyeceğim de tabii çocuklar bizim türk çocukları gibi şımarık olmayınca her şey müthiş oluyor) ve tabii gerçek bir Niçois olan Michel-papi severe- deyip ilk geceden fantastik şekilde yemeğe başlamak, içilen şampanyalar, cin tonikler, evde hazırlanan eğlenceli "apéro" hallerin Michelin yıldızlı alengirli lokantalara, küçük köylerin minik pizzacısına uzanması , Eze, San Remo, Fondation Maeght, St Jean Cap Ferrat, La Turbie, Cannes'ın yoldan döndüren trafiği ve her şeyden en güzeli şehrin her tarafından denize girebilmenin hafifliği derken yani her şeyde ama her şeydeki medeniyet ve keyif ... 

 Hep özlemini yaşadığımız hissettğimiz medeniyet ve keyifli ruh hali değil mi? 





 

Wednesday, March 15, 2017

Bugün: The Ides of March

                             by vincenzo camuccini


İnsanoğlu her gün yeni bir şey öğreniyor. Bugün de Ides of March'i öğrenme günüymüş. Shakespeare sevdalısı olmadığım hele hele ingilizceden okumadığım için Ides of March ve bunun Sezar ile olan ilgisini öğrenmem bugüneymiş. 

Hiç beklenmedik bir anda her şey değişebilirmiş. 

 

Saturday, October 31, 2015

Arada Yaşananlar # 7

Normal insanlar gibi normal duygularla, keyiflerle, ruh halleriyle yaşamaya çalışmak, hayal etmek derken bir şekilde yer yer hafifleyen duygular, duyulmayan hisler, ötelenen nefret dolu bakışlar ve bir şekilde yaşanan normal yaşanmaya çalışılan hayatlar, arada yaşananlar

Deli gibi yağmurlu günde bir şekilde zorunlu olarak gidilen Ağva ve şehirden bilmem kaç derece daha soğuk havası ve bir şekilde akıllara hemen sevgililerin kaçamak güzergahı fikrini getirmesi; bitmek tükenmeyen eğitim sevdası, koçluk müessesi pek sevdiğim İdila ve doğumgünü kutlaması derken kutlamanın ne yazık ki bir o kadar hazzetmediğim jash'ta olması, pek matah olmayan mezeler ile korkunç servisin birleşimi; Fener-Galatasaray maçına ilgisizliğim, umarsızlığım ve önceki geceden sonra kalan sarhoşluğum; "tinder'tan hızlı" iyi niyetli ama epey beceriksiz pimp hizmeti (m) ; geçtiğimiz günlerde yazmayı unuttuğum ama gayet keyifle hazır bulunduğum Sani 'nin doğumgünü ve Boogie Boy ve U. ve bir şekilde aile içinde kutlama hali; # 8 hali; 29 Ekim gösterisi ve çocukların komik ve eğlenceli ve umut veren hali; bayram hali; Fuket ve Furi ile pek güzel pek beklenen bayram yemeği, şahane yahni, şahane şarap, şahane jameson derken birden yani işte 2 civarı (daha gece 4'ü bulmamışken) gecenin zengin kalkışı; son bienal atakları, ziyaretleri; bir şekilde bir şeylerin veya her şeyin değişme hali içerisinde arada yaşananlar...

Daha yazacak çok şey var. Belki sonra. Belki hiçbir zaman. Daha önümüzde yarın var. Hem de çok uzun süren bir yarın. Hallelujah!

Sunday, April 12, 2015

İnadına şampanya





Beklenmedik gelişen günün köpüklü misafiri gibiydi, şahaneydi. Her şey Sekvotka'nın ciddi konulara değindiği ciddi bir mekanda yaptığı ciddi sanat tarihi konuşmasının bir o kadar ciddi olmayan, gayet gayri ciddi arkadaşları tarafından dinlenip ardından "eh bari bi şeyler yiyelim, içelim" kararı ile oturulması ile başladı. 

Joker 19, ferah mekan, her türlü biranın olduğu mekan, şaşırtıcı şekilde lezzetli steak tartare'ın olduğu mekan, şahane domuz sosisi olan mekan, sekvotka, pek sevdiğim manitası a., #8'i pek beğenen a., n.k. & e.a., i. ve herkes şampanyanın içine düşerken içtiği kahvesi ile şaşırtan çirkin ama karizmatik erkek b. derken bir anda filme gidenlerin ardından döne döne yeni gelenler a.k. & ö. ile genişleyip içilenlerin çıtasının da iyice yükselmesi ile geçen saatler, açılan şişeler, konuşulanlar, gülünenler derken günün gecenin devamındaki strasbourg a.'nın doğumgünü buluşmasına  haliyle döne döne gitmek orada da köpüklü deyip geceye devam edilince "inadına şampanya" oldu. 

Her şeye ve herkese bebeğim. Ülkeye, konuşanlarına, sevimsiz çirkinliklerine, kötülüklerine, kötü ve çirkin insanlarına insanlarına olduğu kadar kendi küçük bireysel dünyalarımızın sürekli karşımıza çıkan sevimsiz schadenfreude aktörlerine de gelen inadına şampanya. Nanik olarak şampanya! cheers!

P.S. Gerçekten iyi geldi. Öyle böyle değil. Yalan değil, insanoğlu çoğunlukla aptal oluyor ve inanmaması gerekenlere inanıyor, itibar etmemesi gerekenlere itibar ediyor haliyle de sonunda epey bir sarsılıyor. Karşısındaki kim olursa olsun aptal olmamak lazımmış. Hele hele büyük sıfatları telaffuz edenlere resmen kanmamak lazımmış. Hatanın neresinden dönülse kar tabii. Cidden çok iyi geldi. Bu arada günlerdir kapanıp (ne yazık ki), deli gibi (ne yazık ki) La société desoeuvrée okumanın ardından sokağa çıkmak da iyi geldi; orası kesin!

P.S. (2) Tam kendisinden bahsedildiği esnada kapıdan giren veya telefon ile arayan olarak #8 'in fantastik olduğunu söylemek en doğrusu herhalde. Hem de her seferinde "yok herhalde gelemez bu akşam" diye düşündüğümde ters köşe olmam en şahane ters köşe.

Monday, March 23, 2015

P.S.




Memory Lane değil de eskinin yeniye adaptasyonu olarak geçen günlerin haftaların ayların hatta yılların ardından gelen minik kıpırtılar, mutluluklar, keyifler, gururlar deyip cuma akşamı J.A. & F.A.'nın herhalde artık 50 yıllık dostları Gülsün Karamustafa'nın Hollanda Konsolosluğu'ndaki ödül töreni, insanın arkadaşları dostları ile gurur duymasının mutluluğu, keyfi, içilenler, yenilenler, konuşulanlar, hatırlananlar deyip sıcak cumadan soğuk cumartesi gününe geçiş, hava değişikliğinin yoruculuğu, nihayetinde gidilen havalı ötesi mekan Alancha, "yani. olsa da olur olmasa da olur" mekan, kokteyl sevenler mekanı, elektrikli araba ile kapıya servis eğlencesi, pazar günü, maç heyecanı (!) , Çirkin ama karizmatik erkek B.'de buluşma, kalabalık, kötü maç, kazandığımız maç, kazanmamızın hiçbir şey ifade etmediği, çirkinliklerin yaşandığı maç derken ortaya çıkan p.s.

P.S. Ne kadar ama ne kadar kötü bir maçtı... Ayrıca o kadar teknolojiye rağmen hala o kartlar hak eden hareketlere çıkmıyorsa, bebeğim cebinden çıkartıp da sıktığın o köpük sadece modernite gülünçlüğü olarak kalıyor. 

P.S. (2) " Teşekkür ederim ". # 8 ile konuşurken gecenin yarısı konu konuyu açtı ve söylerken farkettim ki öyle zor durumdaki, zorluk içerisindeki birine yardım filan hariç ama sevdiğim, kaale aldığım kimseden yaptığım bir hoşluk, bir jest, verdiğim bir hediye, önerdiğim bir iş pozisyonu, tavsiyet ettiğim bir isim için hemen hemen hiç teşekkür duymamışım.  Öyle bandolu davul zurnalı olmasına gerek yok ama yine de benden giden güzel ve keyifli hareketlere edilecek içten bir "teşekkür" benim semtime uğramamış. Bende sorun olduğu kesin de, etrafım da matah sayılmazmış. Hatta bayağı bir çirkinmiş. Neyse, çoktan miş'li geçmiş zaman olmuş zaten...

P.S. (3) Alancha...uzun yazardım ama üşeniyorum. Ama benlik değil çünkü müdavim mekanı değil. Michelin biraz zor, zaten Michelin rehberi de yok. Ben hala havalı yemek için Maya'da, Papermoon'da kalayım. 
 

Sunday, January 4, 2015

Never on sunday


Büyük sanatçı olması Picasso 'nun kadınlara en çok da hayatına giren (hem de çok yetenekli) kadınlara karşı korkunç bir erkek olmasını engellemiyor... Ama resim gerçek bir Never on Sunday rahatlığı, huzuru, keyfinin resmi gibi. O halde neden olmasın? Yeni yılın ilk pazar gününde. Evet, hava soğuk; evet, yağışlı; evet, feci antipatik bir hava ama that's life, yapacak bir şey yok. Mevsim dediğin gelir geçer, aynen yılların, insanların, hayatın gelip geçtiği gibi. 

never on sunday, bebeğim! cheers!

P.S. Yeni yıl kararları, ne alemde?

Wednesday, May 14, 2014

Kanawaga'nın Büyük Dalgaları

Veya Kanawaga-Oki Nami-Ura. Hokusai'in 1830-1833 arası yaptığı tahmin edilen baskısı. Küçükken Yeşilköy'deki evde duvara asılı doğduğum yıldan kalma bezden takvimi vardı, üzerine 9 mayıs'ın işaretli olduğu. Met'de var, British Museum'da var, Art Institute of Chicago'da var kopyaları. Bir de rüyalarda var üstüne üstüne gelen dalgaları ile. Rüya müya sallarım, nasıl olsa uyanınca geçmiş oluyor. Ruhuma gelmesin dalgalar, gerisini takmam bile..

Dream on # 3

Yalan değil rüyam resmen "Kanagawa'nın Büyük Dalgaları" gibiydi. Korkunç değil ama dalga dalga gelir vaziyette, bitmeden, tükenmeden. Konular, insanlar, milletler zaten ilginçken bir de üzerine Guy Ritchie'nin varlığı J.A.'nın "kıçın açıkta kalmış çocuğum" diyeceği cinsten bir durumdu. Cidden ilginçti. Afallayıp kalktım ama kalkabildim. Günlerdir üzerimdeki erken kalkamama halini kırabildim. En azından ona hallelujah!

Thursday, February 27, 2014

Önce Kenan Evren şimdi George W. Bush ile "Bir sergiden tablolar"

Tesadüf gerçekten bazen çok eğlenceli bir şey ! Tam da George W. Bush ve Yale ve bir de üstüne Harvard Business School diyorduk ki karşıma çıktı kendisi. Hem de yepyeni bir haberle. Ressam olmuş kendisi ve nisan ayında bir sergisi olacakmış.

Biz alışkınız aslında ne de olsa önümüzde Kenan Evren örneği var. Binlerce aileyi birbirinden kopardıktan ülkeyi mahvettikten sonra emekliliğinde kendini resme vermiş hatta 90ların ortasında resimlerini prestijli Aksanat'ta sergilemişti ( tepki olarak da bazı sanatçılar aksanat'ı atsanat'a çevirmiş başka bir sergi açmışlardı). E işte her şey oluyor bu hayatta. Bush da böyle resim boyama işine girmiş, sergisi de yaklaşıyormuş. Dünya buna hazır olmasa da yine de kolaylıklar, bize ise zaten çoktan elveda bebeğim!



Mussorsgsky'nin "Bir Sergiden Tablolar"ı ise ayrı bir güzeldir, Rus Beşlisi ise zaten bambaşkadır (her ne kadar Tchaikovskyi'yi aralarına almasalar da yine de güzeldir)


Friday, January 24, 2014

Kare kare mutluluk

Bizim topraklarda mutluluğu hissetmek, vuslata ermek biraz zor gibi. Özellikle de bugünlerde. Her şeyin birbirine girdiği ama hiçbir şeyin düzelmeyeceği hissinin ağırlığınca çektiği, herkesin bütün yönetenlerin yalanlar söylediği günlerde. Üstüne bir de yıldızların uyumsuzluğu girmiş, ay sonuna kadar depresyon total. Çare var mı yok mu yoksa kişiden kişiye değişen çareler mi söz konusu bilemiyorum ama en azından mutlu karelere bakmak, Slim Aarons karelerine bakmak, 70leri hissetmek bir şekilde bu dükkandakileri gülümsetiyor. Yoksa fırlayan dolarla, babasının yanından ayrılmayan çocuğun mahkeme teşrifleri ile hissedilen hem epic fail hem de depresyon total.  





Tuesday, December 10, 2013

Yağmurlar gelmişken

Daha önce yine Madame de Pompadour ve yine "apres moi le déluge" demiştik. Hazır yağmurlar gelmişken, hazır karşımıza David LaChapelle ve Déluge çıkmışken neden olmasın? Kimi zaman bazı şeyleri tekrar etmek o kadar da kötü bir şey değil, neticede unutmamayı sağlıyor. Özellikle de unutulmaması gerekenler varsa...

david lachapelle, deluge, 2009

"Deluge’ was created in 2009 by David LaChapelle as a statement on societies tendency ‘toward decadence and decay’. The piece uses as inspiration paintings by Michelangelo done for the Sistine Chapel which illustrate stories from the Old Testament. Referencing art history, religion and pop culture, ‘Deluge’ depicts men, women and children refugees in the midst of the apocalyptic storm" (via emilywebster).

Friday, September 27, 2013

İnadına- hala yaz # 2

                               "le déjeuner des catonier", auguste renoir, 1881 


Gerçekten de öyle. 1 Eylül itibariyle her tarafta yazılan sıkıcı, melankolik "yaz bitti" temalı bütün yazılara inat hala yaz havası gibi. Hala tiril tiril elbiselerin giyilebildiği, çorapsız sokaklara çıkıldığı, her şeye rağmen ruhların da tirilliğe uçuşmasına çalışıldığı yazın son günlerindeyiz.

mira'lı pazartesi, r.'li öğle yemeği, kaybedilenin ardından 40 duası (demek ki 40 gün geçmiş), "kanlı canlı kız" sıfatının 500.kez duyulması vs derken inadına hala yaz...  

Tuesday, July 30, 2013

Foto şipşak instagram'dan önce New York

Instagram veya benzeri sosyal medya hadiseleri benim için bir nevi paralel evren. Başka diyarlarda olup bitenler ve her şeyden daha da komiği başkalarının hayatlarında olup bitenleri izlemek, takip etmek... Bayağı umrumda değil. Ama öyle. Ne yazık ki gürültücülüğümle meraklı gözüken ama büyük meraksızlardan, ilgisizlerden olduğum için instagram/twitter gibi sosyal paylaşımlarla ne tam olarak ilgileniyorum, ne de varlığını hatırlıyorum. Elimde telefon olduğunda aklima da gelirse bakıyorum, kim ne yapmış ne yemiş ne içmiş diye bir de üstüne bazen tutamayıp zibidi ve gerzek ötesi yorumlar yazıyorum. Ama sonra ilgim bitiyor, geçip gidiyor. Hele hele herkesin fotoğrafçı herkesin müthiş bir göz ile yaptığı istisnai çekimler filan iyice sıkıyor beni. Ama yapacak bir şey yok; durum bu, olay bu. Böyle de devam edecek. Herkesin her şey olduğu bir dünyadayız (hele şöhretli takımın bu dünyadaki instagram halini filan iyice geçiyorum, evlere şenlik resimlerine bakamıyorum zaten). 

whatever.

Yine de her ne olursa olsun, "son model çok pahalı dijital makinem var diye, instagramda deli takipçim var" diyerek fotoğrafçı olunmuyor. Allah'tan ! Hala fotoğrafçılık diye bir meslek var. Hem de öyle fotoğrafını çektiklerine Gene Simmons vari korkutucu kanlı manlı maskeler giydirip üzerinde fotoşop çalışmaları gerektirmeyen. Bayağı, dümdüz, çiğ pişmemiş haliyle fotoğraf. Bizim tercihimiz. 

new york, 70lerin sonu 80ler, daha jantrifikasyon (gentrification-soylulaştırma) olmamış, soylulaştırma lower east side'ı henüz güzelleştirmemiş, sokakların kahramanı graffiticiler ruhunu bulmuş, the Bronx-manhattan arasındaki 5 numaralı metro hattı vagonları writer'ların yaptıkları ile iyice efsaneye dönüşmüş, fuhuş, uyuşturucu kullanımı almış başını gitmiş, upper east side'taki manhattan sakinleri village'ı filan neredeyse 3. dünya ülkesi olarak kabul ediyorlar. işte o günleri makineleriyle yaşatan, ölümsüz kılan sokak fotoğrafçıların belgeseli. everybody street. merceğin arkasında  boogie var, martha cooper var, bruce davidson var ve tabii makineler dijital değil. her kare değerli, öyle arka arkaya basabilmek biraz g.t istiyor. bittiğinde gidip film alınıyor, fotoğraflar film ile çekiliyor, sonra o filmler tab ediliyor, her film pahalı, 36 kare, dikkat etmek ziyan etmemek lazım anı yakalamak, o karelerde anı hissettirmek lazım. 

Instagram (twitter) öncesi her şeyi daha çok seviyorum galiba. NY'i ise daha çok. 





Sunday, July 7, 2013

Never on sunday: arada yaşananlar, part 2

Ne kadar çok şey varmış arada yaşanan da ancak yazılıyormuş ...

tatili dönüşü sendromu, evin rahatsız eden dağınıklığı, pisliği, temizlik gününün beklenişi, her türlü bekleyiş, bitmeyen bekleyiş, beklerken aşağı kapıya dayanan hırsız, apartmandaki hırsız telaşı, aynı daireye aynı kişinin oturduğu eve ikinci kez giren hırsız, fantastik tanışma, giden kaykay ve macallan üzerinden hırsızın kalitesi, olayı uzaktan kumanda ve beraber halletme halleri, ne var ki polis ile bitmeyen münasebet, gelen telefon, "ifade vermeye bir buyrun lütfen" konuşması, gayrettepe cuma sabahı, gayet rahat durumlar, koskoca büyük yapımcı, efsane televizyon insanı, yüce şahsiyet fatih aksoy'un yemeyip içmeyip hakkında girilen entrylere takıp şikayette bulunması, koskoca bir cuma sabahımın bu manasız insanın manasız şikayetine verdiğim ifade ile geçmesi, kendisi ile büyük dalga geçmem, küçük işlerle uğraşan büyük beyefendi ile herkesin dalga geçmesi, ilk defa # 8'den duyup da kendime de uyarladığım "ne ile uğraşırsan osun" lafının hep kafamda çınlaması, avukata verilecek gereksiz danışma parası, biraz okul, biraz tez, biraz bile kennedy, cumartesi oldu kaldı geriye -2, boş sokaklar, r., ailecek r., temsili cumartesi yemeği, vira vira, h.& u., g.g., çok sevdiğim ve artık her gördüğümde "kim klon kim orijinal" diyekonuştuğumuz m., yine patlayan olaylar, yine ortaya çıkan pislikler, yine insanın tahammülünü zorlayan haller ve bekleyişin son saatleri...

*** bomba, bomba, bomba, bomba*** şok, şok, şok, şok***

p.s. rothko değil mi o tablo? 

#direnbekleyiş  
#direnvuslat
#direnten
#direnyol
#direnmotor
#direnkarnıyarık

Friday, May 10, 2013

Cuma eğlencesi # 6

Hafta arası New York'ta yapılan Anna Wintour imzalı Met Gala 'sının yayılan resimleri gerçek bir cuma eğlencesini hakediyor. Cidden fantastiklikte her şey ile yarışabilecek resimler. Hele bir de balonun teması punk & couture birlikteliği olunca ortaya çıkan fantastik ötesi...

Hamileliğini en fantastik şekilde geçiren Kim Kardashian ve sevgilisi Kanye West. Gerçi Kim Kardashian, Anna Wintour'un kara listesinde yer alsa da sevgilisi Kanye West 'in Anna Wintour'un chouchou'su olmasından mütevellit baloya gidebildi (ki geçen sene davet edilmemişti). Üzerindeki Givenchy özel dikim biraz bizim pazenden dikilmiş köy pazarındaki sebze satan teyzelerin elbiselerinin pahalısı gibi olmuş. Ve asıl en bombası, Anna Wintour 'un Vogue sitesinde bu resimde gözüken Kim Kardashian'i fotoşop ile kesip Kanye West'i yalnız koymuşlar. O kadar güldüm ki ...


Güzel elbise, güzel kız ve sadece böyle bir vücudun giyebileceği kadar güzel bir elbise ama bir o kadar embesil bir hali var ki bu resmin. Gisele de zeka geriliği taşıyan mankenlerden sanıyorum yaptığı komik açıklamalarıyla. Arkadaki amerikan futbol oyuncusu olan da kocası. O da bir kendisi kadar limit bir zekaya sahip, baby face bir tip. Hiç anlamı olmayan, tarz gibi değil de işte, gerzeklik olsun diye değişik saç kesimleri yapıyor mesela, sonra beğenilmeyince kamuoyuna küsüyor, o küsünce Gisele kavga ediyor diğer futbolcu eşleri ile. Feci sıkıcılar yani.


 Gecenin yıldızı Givency imiş, herkesi giydirmiş olmasından onu anlamış oluyoruz. Ama keşke giydirmeseymiş diye de düşünmüyor değilim. Şimdi Madonna 50sine geleli oluyor ama tabii Madonna olunca bunlar teferruat, doğru. Ama yine de bu kıyafet o kadar kötü ki! O peruk, o garip çorap filan yani hem punk olmamış, hem de üzücü şekilde gülünç olmuş.

 Marchesa giymiş Linda Evangelista çocukluğumuzda okuduğumuz Karlar Kraliçesi masalındaki korkutucu kraliçe gibi olmuş. Donuk, gergin, kırık beyaz uçuşan tüller filan ilk çağrıştırdığı o oldu. Zaten çocukken her şeyin bir masaldan beklenenin tersine yani pembe insanlar, gökyüzünden akan dondurmalar, şekerden evler, topraktan fışkıran çikolata dünyasının tam zıttı korkunçlukta ve soğuklukta olduğunu okuyunca büyük hayalkırıklığı yaşamıştım. İşte Linda Evangelista da benzer bir duygu yaşattı. Sıkıcı. O ki zamanında kısa kızıl/platin sarı saçları ile dünyaları sallandırırdı, şimdi donuk yüzlü gergin karlar kraliçesi olmuş. Puf!
" Oooo" deyip ardında bir de derin bir "ooh" çekeyim Sofia Coppola ve Marc Jacobs'ın kıyafetlerine. O kadar gülünçler ki Amerika'da Halloween zamanı The Adams Family gibi giyinip kapı kapı "trick or treat" diye dolaşan çocuklar gibi olmuşlar. Boyları da boylarına uygun Edi ile Büdü gibi resmen. Ve gel gör ki ortaya çıkan iki sevimli küçük çocuk görüntüsünden oldukça uzakta, resmen  Leoncavallo 'nun meşhur I Pagliacci operasınındaki ağlayan palyaço gibi olmuşlar. Özellikle de Marc Jacobs. Şiştim yemin ediyorum!
 Anna Wintour ve kızı. Biri Chanel bir Dior. Bilmem, her taraf çiçek deseni. Olsa da olur olmasa da.
 Kim bilmiyorum ama muhteşem bir elbise. Ya da tam benlik bir elbise. Giyebileceğimi zannetmiyorum o kadar uzun ince değilim. Ancak o altın sarısı payetler filan beni benden aldı, bling bling tutkumu daha da arttırdı. Atelier Versace.
Soldakini bilmem de sağdaki meşhur Kate Upton. Benlik bir tip değil ama beğeneni çok. Etrafımda da. İsveçli çok beğeniyor, # 8 "ışığı var" diyor, ben ise manasız şekilde skinny olmadığı, büyük göğüslü olduğu ve tüm sektöre karşı direndiği için beğeniyorum. Yoksa feci sıradan ama işte, bütün dünya beğeniyor. Azınlığı temsil ediyorum.Elbisesi güzel Diane von Furstenberg. Ama keşke yeşili biraz daha koyu olsaydı.

Elbise güzel Tory Burch yapmış özel dikim. Ama kız da normalde "bir şekilde güzel" olmasına rağmen "tematik punk" olacağım diye korkunç bir smoky eyes makyaji yaptırmış, feci olmuş. Ayrıca pixie denilen kısa saç ile sorunum var; beğenmiyorum. Ben herhalde 6-7 yıl önce öyle kestirmiştim hatta R.'nin Bodrum'daki düğününde saçım öyleydi ama bilmem belki o zaman da beğenmiyordum, fazla erkeksi geliyordu ya da kendimde gelmiyordu.
Carine Roitfeld'in oğlu ile beraber olan eski Vogue editörlerinden adını unuttuğum italyan bir kız. Üzerindeki Dolce & Gabbana. Kız güzel değil de elbise güzel taç daha da güzel, ortaya çıkan sonuç yaldızlar içerisinde güzelleşmiş bir Frida Kahlo 'nun sicilyalı versiyonu olmuş. Elbette kötü olmamış da bu gecelik değil sanki.
Yine bir taç, hem de daha büyük bir taç ve yine Sicilya prensesleri gibi siyah dantelli bir elbise. Bu yıl gece elbiselerinde böyle bir şey var; don veya işte şortumsu bir şey artık adı neyse o, yere kadar uzanan dantellerin altından gözüküyor. Benlik değil. Belki de kimselik pek değil ama işte moda takipçisi olmak, modaya göre giyinmek başka şey, insanoğlu bu uğurda her şeyi yapabiliyor. Altına siyah çorap giyseydi güzel olacak olan bu elbise kızda ayrıca olmamış. Kim olduğunu hiç bilmiyorum ama ben kafama böyle taç takıp sokaklara çıksam (ki bu fikre şimdiden bayıldım) böyle işli kenar yastığı gibi mahsun mahsun durmam, aksine hükümdarlığımın gücünü duruşumla hissettirim. Giydirilmek başka şey, manasız şey. 
Repossi mücevherlerinin yeni nesil temsilcisi, tomboy Gaia Repossi ve Dior Haute Couture kıyafeti. Lacivert ve siyahın beraber giyilmesine bayılmakla beraber fazlasıyla erkeksi bir kılık. Ama zaten dediğimiz gibi tomboy tarzlı kızlardan kendisi.  Zaten öyle alışageldik çekici veya güzel bir tip değil ama yine kendine has bir insan. Güzel bir şey bu. Yani tarz sahibi olmak ve onu taşıyabilmek. Ama yine de fazla sade. 
Zenginler çılgınlığı, tematik de olsa punk olmayı fönlü sarı saçlarının aralarına mavi/yeşil/pembe gibi renkler atmak olarak kabul ediyorlar. Misal Ivanka Trump. Edeplice güzel ve endamlı insanlardan. Yeşil eteği de güzel, bluz de güzel ama o saçlar ne punk ne zarif. Peruk gibi bir şey. 
Of of of ! Daha geçen hafta kendisinin bu sayfaya "güzel" olarak geldiğine inanamadığımı söylüyordum ki bunun daimi bir durum olmadığını yine görmüş olduk. Geniş bir hayal dünyası varmış hatta ruhu ve karakteri de çok çılgınmış gibi yaşayan, kendilerinden bahsederken "deli" olarak nitelendiren insanların kendilerini dışavurumları da bir o kadar sıkıcı oluyor. Gerçekte değil de gösterişte deli olup bir de aksine aşırı derecede sıkıcı ve sıradan oldukları için hareketlerinde ikilemde kalıyorlar. Ne yazık ki  "en uzağa işersem acaba sıkıcılığımı kapatabilir miyim?" düşüncesi ile hareket ediyorlar ve işte ortaya böyle sonuçlar çıkıyor. Kıyafet güzel ve gayet TopShop yani gidip alabiliriz, o kadar makul meblağlar. Ancak o kafada örümcek ağı varmış gibi yapılmış saç nedir ama, ben çözemedim orayı? Bence Anna Wintour bu Met Ball hadisesinde artık bu tematik geceleri bıraksın, edebiyle marka üzerine kurulu bir şeyler olsun, bitsin, gitsin. Çünkü gerçekten böyle "Met Ball'a gidiyorum tematik punk" olacağım sanrıları diye ortaya çıkan un kafalı Adams Family çocuklarının görüntüsü feci sıkıcı.
Gecenin nadir güzellerinden. Uma Thurman ve Zac Posen elbisesi. Güzel, saten, olur yani.


Valentino Vintage elbiseli sarı saçlı Anne Hathaway.  Ne güzel, ne farklı, ne de sansasyonel. Ama işte Valentino. Oscar töreninde Valentino giyeceğini söyleyip başka marka giymesi moda dünyasında kalpleri kırmıştı ama herhalde şimdi bu sorunu çözmüşler.

Hah işte, modacı olsam atölyemden içeriye sokmayacağım şöhretli insanlardan. Hem sıkıcı hem suratsız hem üzerinde hiçbir şeyi taşıyamayan tiplerden. Bir de hala depres ergen tripleri de sergilemesi iyice dayaklık hale getiriyor kendisini. Tulum olayı zaten beni aşan bir durum, hele böyle işlisi, şalvar kesimlisi iyice uzaklarda dursun istediklerimden. Stella Mccartney olsa da.
" Oley tematik punk olduk Burberry'nin Bruce Dickenson 'dan feyz aldığı demirli ceketlerini üzerimize geçirdik sarı saçlarımızın yarısını ördük, yarısını da kazıttık çok çılgınız biz " triplerindeki ingiliz kızlar. Birisi artık it-girl tacını vermek durumunda kalan Sienna Miller diğeri de varlıklı ve asil ingiliz ailesinden gelip mankenlikte yükselen Cara bir şey. Yeni it-girl kalın kaşlı Cara, Sienna 'yı açık ara döver de günün sonunda hepsi english rose, bir şekilde solup gidiyorlar. Misal, dakka 1 gol 1, daha iki gün önce yeni kız Cara, cebinden düşürdüğü küçük poşet torba içinde beyaz toz ile gündeme geldi. Her gündüz gece ile bitiyor neticede.   
Yok bakamayacağım. Givenchy Mivenchy ama gözlerim yoruldu elbisedeki, çizmedeki desenlerin karışıklığına.
Olur, bu da olur. Hayatta her şey var. Yalnız üzüldüğüm şu ki, o güzelim taçlar yanlış insanlar üzerinde heba ediliyor böyle hareketlerle, böyle çirkin saç biçimleriyle. Taç takmak istiyorum yalnız ben onu bir kez daha anladım. Elbise güzel ama da yani. Koyu katolik temalı  Dolce & Gabbana ve işli parıl parıl şahane hiç itirazım yok da neden o boy ? Biraz daha kısa olsa her şey daha güzel olacak. Ama D&G tamamdır, özellikle bu Sicilya temalı koleksiyonları filan.
Yeni bir " hem 50 yaşındayım, hem çok çılgınım, hem çok zayıfım bir o kadar fashionista bir o kadar da tematik punk'ım " dışavurumlarının acıklı görüntülerinden hiçbir zaman ne tarzını ne kendisini beğenmediğim Sarah Jessica Parker. Çok yorucu olsa gerek bu kadar çaba. Özellikle de fiziksel olarak. Tükeniyordur insan ya, üç çocuk bir koca, dışarı verilmesi gereken fashionista imajı, sürekli ikon olacaksın filan e bir de günün sonunda Madonna da değilsin yani milyonlar seni haykırmıyor. Bayağı çaba gerektiyordur, tükenir gider valla şu kırmızı kadife merdivenleri çıkarken insan. Budur Tematik Punk Met Ball. Balodan ziyade sonrasındaki parti ve kapı köşelerinde sigara tüttüren backstage resimleri çok daha eğlenceli de ben tükendim yazmaktan ve daha Sarah Jessica Parker 'ın daha çıkacak 55 merdiveni var o topuklarla düşmeden. Yoruldum.


Friday, November 2, 2012

Mümkünse


Gerçekten de "eat your art out"! Sıkıldım. Hatta soğudum.

Sunday, August 5, 2012

Bu ay, bugün


Ağustos ayı garip aylardan. Hem çok sıcak, hem çok uzun. Hem çok hafif, hem çok ağır. Hem doğanların, hem ölenlerin ayı. Pek sevdiğimiz Norma Jean yani Marilyn Monroe bugün ölmüş, daha önce Andy Warhol yukardakini yapmış. Aynen yine ağustos ayında ölmüş olan Elvis Presley gibi. Marilyn hala Marilyn, hala insanlar onun hakkında konuşuyor, Elvis ise hala The King. O halde bir şeyler doğruymuş yaptıklarında.

Sunday, April 15, 2012

Never on sunday # 3


alt başlık: "just because it's not happening now, it doesn't mean it never will".

bunun doğruluğunu bilsem de bir yerlerde birilerinin de benzer düşündüğünü görmek duymak mutluluk ve rahatlık veriyor. bazen o kadar ama o kadar çok sıkılıyorum ki herhangi bir şeyi anlattığımda gelen cevabın "eee noldu? oldu mu? olacak mı? şu güne kadar olmadıysa olmadı demektir, neden olmuyor eğer senin düşündüğün gibiyse? artık başka şeylere mi baksan demek ki olmuyor?" gibi laflar olmasından, bu lafları duymaktan. fakat çözümü buldum; anlatmıyorum. genelde bazı frisky konulara anlatmadığım düşünülse de onları da gayet denk düştüğünde, flash news gibi aramam beklenmediğinde gayet keyiflice anlatıyorum; ama neticede onlar frisky hatta viski yani basit eğlenceli şeyler. ciddi olanlara dair ise "şu anda olmayan veya gerçekleşmeyen gerçek sayılmadığı" için konuşmamayı tercih ediyorum. artık birçok şeyi yapmayı veya yapmamayı tercih ettiğim gibi. hafiflikten, never on sunday'den bahsedeceğim yazı iken birden ciddiyet ve ahkam hakim oldu, hiç ama hiç gerek yok. sadece
bugünde olmayanlar olmayacak demek değildir. bir de bugün aslında bugünden ziyade dün. herkesin herkesle yaşadığı, sonuçları ve kendi çizdiği yol. yoksa gereksiz laflar topluluğu, faso fiso ve tabii whatever...andy warhol bile, başka birçok örnek gibi (misal pavarotti'nin türkiye'de reddedilmesi gibi), o günün şartlarında "olmayan, henüz gerçekleşmemiş" bir hayatın hayal kırıklığını yaşamış, moma tarafından reddedilmiş ama sonra...? yani gerçekten de bugün olmuyor oluşu gelecekte olmayacak demek değil. o halde cheers folks...

Monday, September 19, 2011

Sabah sabah "paşamın emrine amade"

Elbette bir şekilde bir yerlerde mutlaka sistemin parçasıyız, onun içinde dönüyoruz. Sistemin parçası olmak sadece bugüne özgün bir olay değil. İktidar olduğu andan itibaren insanoğlu doğal olarak iktidar sahibi olana, kendisine ondan bir parça almaya, kendisini onun yanında gösterip yönetenlerden olma arzusunu yitirmeden tarih yaşanıp gidiyor. Dediğim gibi bunların doğal yani insanın doğasında olduğunu düşünüyorum. Ancak her birimiz bir şekilde öyle veya böyle sistem içerisinde yaşarken önemli olan şey haysiyet. Haysiyetten ne kadar kaybediyoruz, ne kadar kaybetmeden sonuçlara da katlanarak yaşıyoruz? İşin can alıcı kısmı bu değil mi? Yoksa bazı şeyleri yapmak ne kadar kolay aslında? Yani sevilmek için arkadaşa yaranmak, herkese güleryüz gösterip her şekilde "en yakın arkadaşım" demek, patrona yağcılık etmek, alkışlamak, "aaa hayır siz en güzel en başarılısınız" demek, yöneten güce hiç itiraz etmeden ondan kazanacaklarını düşünerek onun yanında yanlış olduğun bilerek yer almak, vs vs ...

Bu sınırlar içerisinde Koç Ailesi'ni, Koç Holding'i bilmeyen herhalde yoktur. Benim zenginliklerine hiç itirazım yok, Allah daha da arttırsın ama bazı şeyler silinemiyor değil mi tarihin sayfalarında. Hem ülkeler tarihinin hem de kişisel tarihlerin sayfalarında yaşanmış olan yaşanmış oluyor, bir daha da silinemiyor. Leke leke olarak kalıyor, güneş balçıkla sıvanmıyor çünkü tarihte hiçbir şey bir kez daha aynı şekilde yaşanmıyor. Vehbi Koç bu satırları yazarken belki aklından 1980 darbesi ile eline geçecek ticari ve siyasi çıkarları geçmiştir ama belki de o karanlık günlerin geçeceğini, bunun yıllar da alsa siyasi şartların, dünyanın sosyopolitik durumunun, ülke politikalarının ve tabii politikacılarının hiçbir şekilde sonsuza kadar sürmeyeceğini düşünmemiştir. Ve belki de 30 yıl olsa bu kadar özel bir yazışmanın bu kadar şahaser bir sanat işine düşüneceğini tahmin edememiştir. Hem de sponsor oldukları Bienal 2011'in açılışında. Oh mon dieu! Şampanyalı açılışlara itirazım yok, gidip kendimi göstermeye de bayılıyorum ama biraz da haysiyet değil mi? Haysiyeti kaybetmeden de o şampanya içilir, sergilenen duruşun da sonucuna katlanılır. Her daim olduğu gibi. O halde Kamusal Sanat Laboratuvarı 'na tebriklerimizle...

tarih 3 Ekim 1980, imza vehbi koç, muhatap kenan evren

Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatı teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim. “

Tuesday, June 21, 2011

Et tu, Brute?

" morte de cesare", vincenzo camuccini, 1798


Sen de mi Brütüs
?

Sen de mi bize bunu yapacaktın? Sen de mi bize zaten içinde yaşadığımız güvensizlik ve tedirginlik ortamını iyiden iyiye hissettirecektin? Sen de mi bize o yıkmaya çalıştığımız sansür duvarlarını önümüze koyacak, bizi korkutacak, kaygılandıracaktın? Sen de arkadaşlarımızı ateşe atacak, "bir şey olmasa bile" ömür boyu fişlenmelerine sebebiyet verecektin? Sen de mi o hep karşı çıktığın sistemin parçası, çoğunluk olacaktın?

Oysa biz böyle başlamıştık seninle? O ilk zamanlar, daha ilk on sene devrilmeden ne kadar güzeldin, ne kadar farklıydın. Aykırı olduğun gibi bir o kadar da başkaydın. Cesaretinle, teşvikinle, seni sahiplenenlerinle ve hatta itliğinle ne kadar hayranlık uyandırandın. Buydu belki de beni sana çeken, cezbeden. 2004'de beraberliğimiz başlamış, ara ara sorunlar yaşamış kısa kopukluklar yaşamış da olsak ben seni pek sevmiştim, sana pek bir güvenmiş, senden ayrılığı zor yaşamıştım. Gel gör ki bugün şaşkınlık içerisinde olduğum gibi üzgünüm de. Ben konunun içinde birebir olmasam da ilişkimize savcıyı, mahkemeleri, sorguları sokmuşsun, güven sarsmışsın. Dediğim gibi benimle ilgili bir durum yok ortada. Ama aslında var. Yazar olduğuma göre yarın benzer bir şeyi ben de yaşayabilirim, değil mi? Bugün Değişen olur, yarın Anotherstar, başka gün Sekvotka. Bil ki duygularım sevimli değil ve bil ki sana karşı güvenimi kaybettim. Elbette bugün sen bambaşka bir yerlerdesin, para basıyorsun ve arkadan gelenin, takipçin, hayranın çok. Aynen İktidar gibi. Ama ya bu takipçilerin de sana tekmeyi atmak, seni arkadan vurmak için senin boş bir anını kolluyorlarsa? O zaman sen de mi "et tu Brutus" diyeceksin?

Heyt be, ne güzel komşumuzdun sen Ekşi Sözlük...Neden yaptın bunu?