Tuesday, December 26, 2017

Neden bebito, neden?

 Hiç bugünkü çocuklar gibi delicesine prenses olmayı istedim mi çok iyi hatırlamasam da eminim istemişimdir. Özellikle de tek kanallı 80'lerin TRT'sinde Diana ve Charles'in düğününü ekrana kilitlenerek seyretmiş bir nesilden gelen biri olarak, kesin prenses evliliğini hayal etmişimdir (veya toplumsal roller tarafından ettirilmişimdir). Gerçek hayatta ise, Diana'dan sonra yine hatırlayamacağım kadar uzun süredir "prenses" kılıklı, prenses taklitli kızlardan nefret ettiğim gibi, bu rolden ayrıca nefret ediyorum. İş yerlerinde, plazalarda olduğu gibi, sokakta da bolca wannabe prenses var ve ne yazık ki varlıkları sadece zaman kaybı. 

whatever.

Olayımız burada prenseslik değil, şu kahverenginin çirkinliği... Neden ama cidden neden??? Neden bu kadar çirkin ve iğrenç bir renk giyilir ki? Böyle garip bir bejimsi sümsük bir renk ile yanında babaanne kahverengisi. Korkunç! Kız zaten siyah bir de üzerine kahverengi amann yani...Taba rengi olur, Hermes'in, Mulberry'in kullandığı taba rengi olur ama bu ton kahverengiler kadar kötüsü az görülür. Prenses bile olsa çirkin durur. 


Sunday, December 24, 2017

Vol. - X ( veya hatırlanamayan)





Muhtemelen 10 yıl oldu ilk partiden bu yana. Ve o günden beri neler neler değişti, evrildi veya sonlandı. Bu yılki de efsane şekilde yaşandı bitti. Yani biz yine yeni yıla girdik. Şimdi ayın 31'inde tüm dünya ile bir kez daha girmemiz gerekiyor ama bizim cephede her sene olduğu gibi pre-yılbaşı partisi her türlü kalabalığı, eğlencesi, coşkusu, mutluluğu, diskosu, müziği, şampanyası ve tabii leşliği ile gerçekleşti...

Mutluyuz, gururluyuz, canım İstanbul'un parti günü saat 3'te başlayan ve ertesi gün yine öğleden sonra 3'e kadar yani 24 saat süren su kesintisine her şey olabileceğinin en iyisiydi. 

# Mutluluk... Şurası kesin ki bu yıl, 2016'nın iğrençliğinden pisliğinden sonra insanlar nisbeten daha hafif, daha keyifli daha umutlu daha mutluydu. Hemen herkesin hissiyati bu yönde bu çizgide olunca ortaya çıkan da mutluluk oluyor. 

# Payet... Zorunlu hiç değildi ama isteyene Studio 54'e gider gibi gelsin demiştim. Elbette kızlar için eğlenceli oldu, şahane oldu. İyi ki oldu. 

Evet, mümkünse yenisi bugünleri aradığımız değil, aydınlığın güzelliğin yılı olsun.... Şampanya hep olsun. 

Not: Her yerde Moet&Chandon fotoları paylaşımları var da, Moet bildiğin vasat bir şampanya. Bayağı sıradan. Onu içeceğine iyi bir Venedik prosecco'su iç daha iyi. Daha lezzetli, daha anlamlı daha ucuz. Ama Veuve-Clicquot, Louis Roederer (ki malum Cristal bu markanın), Ruinart, Dom Perignon gibi markaları mümkünse hep içelim, hep içme fırsatı bulalım.


Wednesday, December 20, 2017

Nefes Aldıran Haftasonu




kış çocuğu olmak vs yaz çocuğu olmak...

Arada kesin belirgin farklar var ama yine de çok ehemmiyet göstermemek lazım. 

Manasız bir kış çocuğu (ki Allah'tan ocak-şubat doğumlu değil) hatta Şeb-i Arus çocuğu olan #8 ile beraber gelen komik doğumgünü eğlence paketi.

Pazar gününe denk düşen bir doğumgünü günü ile yemeğin haliyle cumartesine alınışı, taaa Etiler'deki adını unuttuğum (ama yemeklerini merak ettiğim) İtalyan lokantasından bildiğimiz sevdiğimiz evimizde hissettiğimiz Cavit'e dönüş, akabinde eller havaya insanı T'nin mekanı Nan'a uğrayış, yağmur, sortie nocturne deyip doğumgünü ile hiç sabah insanı olmayan #8 ile brunch ve tabii Star Wars, patlamış mısır ile özel hazırlanmış doğumgünü eğlence paketinin sonu...

# Brunch denilen şey zor iş...Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada brunch, kahvaltı filan uğraştırıcı işler, beklemeli, rezervasyonlu, sıraya girmeli işler. Man Repeller'da bile NY'taki brunch sendromu yazılmış. Bizde de bence en komiği özellikle yazın Nişantaşı'ndaki o bazlama mı ne, onu yapan mekanın önünden caddenin başına kadar giden kuyruk mesela. İnanamıyorum resmen. En komiği de taksi şoförlerinin her seferinde "ya hanımefendi burada ne var ne zaman geçsem kuyruk, ne ki burası?" diye sorması. Gerçekten de "bazlama ne?" mesela? Veya "serpme kahvaltı", "Van kahvaltısı" nedir bunlar? Nereden türüyor, ürüyor bir de bilinmeyince "garipseniyor". Efsane ülke Türkiye, her şeyin olduğu ama hiçbir şeyin tam olmadığı ülke... Brunch'a geri dönersek de eğlence paketinin parçası olarak Star Wars'a yakın yer olsun diye aranınca ve mevsimlerden kış olunca eldeki tabii otel brunch'ı oluyor. Güzel miydi? Evet. İstisnai miydi? Hayır. Mutlu olundu mu? Evet. Eğlenildi mi? Evet. Son görüş: yani gitsem de olur gitmesem de olur ama sınırsız sushi ve istridye yemek için gidilir. Yoksa türk usulü kahvaltı için manasız, gerekiz ve pahalı. Ama evet, sushi ve istridye için olur ki sanıyorum çay içmeyen, beyaz peynir yemeyen, çiğ istridye peşinde dolaşan bir ben, bir de birkaç avrupalı turist ile uzak doğulu bakıcıydık. Onun dışında herkes sucuk beyaz peynir poğaça çay gelenekselliğine bir de ocaklarda pişen muhtelif kırmızı etleri ekliyordu. 
Brunch'ı bir yana bırakırsak, bir de çıktığı her yurtdışı seyahatinde ettiği kahvaltıdan söylenerek ayrılan, "aç kaldığını" söyleyen Türkler var değil mi? Hayır, bir insan beyaz peynir domates zeytine ne kadar yapışık olabilir? Bu kadar mı dar hayatlar? Allahım hatırlıyorum İtalya'daki otelin kahvaltısı salonunda "bu tip kahvaltıyı hiç sevmediğini neden çay beyaz peynir olmadığını anlamadığını" söylenişini, benim ruhumun çekilişini filan...Ahhhhh... bir kez daha düşününce ürperdim. 

# Star Wars... Laf eden çok etmiş de ben etmedim. Hayran olarak ben pek beğendim. Ayrıca manasız anlam yüklemelerden, romantikliklerden kurtuluş da şahane olmuş. 

# Irréversible... Güzel ama zor film. Belki anlatmak istediği vermek istediği mesaj, filmin rahatsız edici insanı zorlayan sahnelerinin arasında kaynıyor. Ve tabii tersten seyredince düşününce daha farklı seyrediliyor, daha güzel oluyor.  Ayrıca eski de film artık; nereden baksak 15 yıl geçmiş. 15 yılda neler oldu neler? Belki de en dramatiği filmde başrollerdeki Monica Bellucci ile Vincent Cassel'in çoktan boşanmış oldukları. Gaspar Noé de yani iyi ama çok zorlayıcı bir yönetmen. Gerçi bugünlerde sanıyorum daha minnoş filmler çekiyor da o manasız Seul Contre Tous filmini Strasbourg'dayken seyrettiğimi hatırlıyorum da...Aman yarabbim, bu kadar mı gereksiz zorlama olur?

Saturday, December 16, 2017

Arada Yaşananlar # 8

Bazı şeyler ne kadar uzun sürerken bazıları ne kadar kısa değil mi? Veya hiçbir şeyin aynı kalmadığı bir yerde, inatla aynı şeyi istemek... 

Kasım-Aralık arası yaşananlar, bazı hastalıklar bazı hastane ziyaretleri, eski L.A. girl yeni Yale girl E. ile yemek, polisiye haftası, bazı değişiklik peşindeki görüşmeler, J.A.'yı beklerken en sevdiğim şey bankta otururken parkta yıllar öncesinin bu sayfalarında zikredilmiş o zamanki sıfatıyla kifayetsiz muhteris adamını görmek, hala aynı loserlığı ile varlığını gösteriyor oluşu, gereksiz stresli hareketler derken ve #8'in doğumgünü kutlamaları... 

P.S. Bilmiyorum bundan 10 yıl öncesinde gerçek bir çapsız olduğunu düşündüğüm N. için bugün de kifayetsiz muhteris der miyim? Muhtemelen, belki o denli yüksek sesle düşünmezdim ama fikrimin değişeceğini zannetmiyorum. İnsanlar değişen varlıklar değiller. Uyum sağlıyorlar ve eğer istiyorlarsa gelişim gösterebiliyorlar ama değişmiyorlar. Kötü kötü, iyi iyi kalıyor. Aradaki leşlikler, çapsızlıklar şartlara sosyal konuma para durumuna toplumsal kabule göre değişiyor. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, insanı çocuğu eğitiyor. Yani çocuktan önce etrafına ukala, yargılayıcı ve kötücül olan insanlar, zaman içerisinde kendi çocukları-doğal olarak- başkalarında görmek istedikleri mükemmellik seviyesinde olmadıkları hatta hata yaptıkları, beceremedikleri veya herhangi bir şekilde tökezlediklerinde yarattıkları hayal kırıklığı o tiplere en iyi ders oluyor. N. için de öyle olacak, belki oluyordur da. Hayat! that's life

Tuesday, November 21, 2017

Sabah mutluluğu

Gerçek mi? Gerçekten de "sabah mutluluğundan" söz edebilir miyiz? Veya bu dükkan bu kadar hafifleyebildi mi acaba? Bokun içinde nefes alabildi mi? 

Gel-gitli diyelim ama zaten sorun bizde değil ki? Biz zaten küçük hayatlarımızda gayet mutlu gayet keyifli gayet tiril tiril ruh halindeyiz. Ama işte, o dış etkenler, her şeyimizi (yaz saati diretmesiyle güneşimizi bile elimizden alan) yöneten dış etkenler yok mu? Yoksa bizler iyiyiz, cool'uz kendi eksenimizde.

Ancak bugün bir keyif oldu. Sabah sabah hem de. Tatil de eklenince. Ulan eski Türkiye günleri gibi, sanki...

Ha bi de rüyamda Red Hot Chili Peppers gördüm, James Baldwin gördüm. Daha ne değil mi? 


 

 

Monday, November 20, 2017

Bazı ölülerin arkasından ağlamaya gerek yok : Charles Manson




Hem de hiç değil...

Daha dün, pazar pazar Filiz'e gidebilmek için uzun metro yolunda tesadüfen kulağıma düşmüştü Bono'nun sesiyle Helter Skelter ve bir anda Charles Manson'ı düşünmüştüm. Bu sabah ölmüş. Üzücü mü? Hayır. Kötü, bilerek kötü yapan ve yaptıran bir insanın ölümü. Kayıp mı? Asla. Aksine iyiler erken giderken kötülüğün uzun yıllar yaşadığının kanıtıydı. Bugün de ölümlülüğün herkes için geçerli olduğunu bir kez daha gördük. 

İlk '90 yazında muhtemelen Küçükkuyu'daki tatilde kulağımda walkman ile duymuştum Charles Manson ismini. U2'nın Rattle and Hum albümünün girişindeydi elimde de o tatilde çok iyi hatırlıyorum Maureen Freely'nin Eğlence Bitti kitabı vardı. Sainte Pulchérie'nin azabında Robert Kolej'e gidemediğime yanıyordum. Anlamadığım ingilizce ile bütün bir yaz kulağımdan çıkartmamıştım, şarkılar beynime kazınmıştı. Helter Skelter da, Desire da, All I Want Is You da, aradaki B.B. King'in sesi de...

Bugün o gerizekalı Charles Manson ölmüş. Geç kalınmış bir ölüm neticede ama işte, yapacak bir şey yok...


(This is a song Charles Manson stole from the Beatles
We're stealing it back
)
When you get to the bottom
You go back to the top of the slide
And you stop and you turn
And you go for a ride
Then you get to the bottom
Then you see me again



P.S. Evet, Charles Manson iğrenç, orası net de öldürülen Sharon Tate'in halen hayattaki 13 yaşındaki genç kıza tecavüz eden ve bunu kabul eden Roman Polanski de bir o kadar iğrenç değil mi? Hala gerizekalı karısı Emmanuelle Seigner ile beraber Fransa'da rahatça yaşıyor. 


Saturday, November 18, 2017

Stephanie & Azzedine

Büyük modacılardan,
Kolay ulaşılamayan tasarımcılardan,
Giyeni dünya güzeli gösteren isimlerden... idi. 

Azzedine Alaia...

Thursday, November 16, 2017

Sevilen Arkadaşların Öldüğü Yaşlar

Evet, bu yaşlar gerçekmiş. Bu yaşlarda insanın sevdiği arkadaşlarının ölmesi ama çok da şaşırtıcı değilmiş. Gerçi Hasan'nınki şok edici oldu ama yine de artık bunlara alışmak gerekiyor değil mi? 

Türkiye hala güzel ve eğlenceli bir yer iken  bu dükkanda hayat keyifle sürerken Bodrum seyahatlerinin, gecelerinin insanıydı, keyifle görüşülen vakit geçirilen insanlardandı. 

Ölüm haberi geldi. Her şey sanki bir anda değişti; bu kadar genç, bu erken, bu kadar güzel insanların ölmesi cidden haksızlık. Hele hele en büyük kötüler semirirken, domuz gibi yüzlerinden sağlık fışkırır gibi yaşarken...

Sunday, November 5, 2017

Arada Yaşananlar # 7




Pinky ring sevdalısı olarak farkettim ki geri dönüşümü yaptığım blogumu ihmal etmiş yazmamışım... Oysa niyetim var arzum var da üşengeçlik de değişmeyen bir huy galiba. 

whatever.

Eylül'deki film festivalinde -elbette- çoğunlukla biyografik belgeselden hallice filmlerin peşinde koşma, arada bir yerlere, uzun aylar sonrasında (gerçekten) ilk defa doğru dürüst bir yemek masasında gördüğüm İsveçli M.'yi yerleştirme, Yeniköy'de moonlight loving ışığında dışarda oturup içebilme deyip migren atakları için doktor ziyareti ile bir sürü kısıtlama bir sürü kural ile yaşanacak aylar, yıllar reçetesi ...

# 1 Bu sonradan, belli bir yaştan sonra çıkan migren atakları değişik olduğu gibi tedavisi de oluyormuş. Doktor klasik olmayınca yöntemler de öyle değil. Aslında 2011'deki bu glutensiz hayatı bırakmamalıymışım diye hayıflansam da bu ülkede ruh hastası, migren hastası olmamak pek mümkün olmadığı için hayıflanmak da nafile. Allah'tan sorun belli, çözüm belli. Partiye kadar (ben öyle dedim, doktorun dediği 3 ayı böyle yorumladım) gluten, süt ürünü, bakliyat yok. Alkol şarap yok bira yok şampanya yok (FAK!) ama viski var, rakı var, cin, votka var. Ha bir de stress yok ama tabii o bu coğrafya için imkansız bir şey o yüzden içine tüküreyim. 

# 2 Ayaspaşa Rum Lokantası gayet güzel bir lokanta. Tabii votkaları mideye indirdikten sonra epey ilginç oluyorsun ama yine de güzel. J.A. & F.A. zamanındaki sahipleri değil tabii bugünkü işletmecileri ama yine de yemekler lezzetli, ev yapımı votkalar güzel. Daha ne? Ayrıca İsveçli ile gidilecek iyi bir seçim oldu, tam onluk bir yer. O dekorasyon, o rus romanlarını andıran atmosfer. 

# 3 Peki Papermoon'nun hala harikulade bir lokanta oluşu ... Cidden. Kötü ne yazılabilir ki? Hele steak tartare olmayan mönüde müşteriyi kırmayarak steak tartare yapmaları zaten bambaşka bir anlayışın göstergesi. İlla boktan bir taraf bulmak gerekirse belki nouveaux riches müşterileri sayılabilir; eski kalecinin yapay saçlı ve mücevher tasarımcısı karısı veya herkesin bir şekilde arkadaş olmak istediği Acun'nun mimar olmayan ama mimar sıfatıyla ofis işleten karısı filan yeni Türkiye'nin yeni zenginleri olarak varlığını gösteriyor. Yalan değil, para onlarda. Bizden daha fazla kazanıp daha fazla harcıyorlar, muhtelemen itibarları da o ölçüdedir. Ancak görgüsüzlük vahim bir şey. Baştan aşağı kusursuz şekilde marka giyinince asilzade olma arzusu taşıyıp da acı geçmişlerini silemedikleri insanlar zinciri. Çok sıkıcı. 


# 4 Masaj...Aman Allah'ım iyi yapanını bulunca insan her hafta masaj yaptırmak istiyor, o kadar şahane bir şey. Hele hele benim gibi sert masaj sevenler için acı ve zevk sanki bir arada ama zevk hep daha yüksek. 

# 5 Pazartesi akşamı, J.A. F.A. ve Melahat ile beraber biraz ani kararlı yemekte duyulan önemli ve bir o kadar üzücü kararlar. Neyse birliktelik, aramızdaki sevgi biten bir şey değil, sadece mekanlar, şehirler, ülkeler değişecek. Bu arada Jash'ta herhalde ilk defa güzel yemek yedim. O da tahminen F.A'nın torpilinden. Gerçi yediğim sınırlı ama yine de. 

# 6 Dünkü dolunay efsaneymiş boğa burcundaymış falan filan... Fala inanma falsız kalma hesabı ama yine de içimde büyük değişik arzusu doğmadı değil.

# 7 L.A. E. girl artık hem Yale insanı olacak hem de kitabını Duke'ten bastıracak. Ne güzel! İnsanın güzel işler yapan arkadaşları olması mutluluk verici bir şey. Partisi de güzeldi ancak benim için belki dolunay etkisi belki yiyip içememek hali biraz sönük geçirdi. Ama gecenin başında kafama tacı taktım gidene kadar da çıkarmadım... 

Saturday, September 30, 2017

Dream On


Nereden nereye değil mi? 

Yıllar boyunca güzeller güzeli blogum fani ve eğlenceli konularla coşarken birden kendi isteğimiz dışında ve başkalarının kötülükleri neticesinde cehennemin boklu katlarına düştük. Öyle ki Dante'nin Cehennem'i neredeyse halt edecek...Hayat kalitemiz, ruhumuz, coşkumuz hep demir çitin ardında, engellerin gerisinde. 

Ancak insanoğlu da çirkinliğinin yanında sürekli yaşamaya programlı varlık. Yani sürekli yaşamak için devam ediyoruz. Kötülükleri, çaresizlikleri kısa süreliğine bile olsa unutuyoruz.

Şarkıdaki gibi "bir gece ansızın gelebilirim" ve rüyana girebilirim. 

Kennedy...  

Wednesday, September 20, 2017

Son sabahlar



İtiraf ediyorum ki bunlar son sabahlar; son yaz sabahları... O garip, kimi zaman kuşlarla bezenen sessizliği ile hafif yükselen güneşi ile mutluluğunu yaşadığımız son sabahlardayız ve cidden artık sonbahara koşar adım haldeyiz. Ne sevimsiz değil mi? 

Ancak yine de eldekiyle mutlu olmayı deniyoruz değil mi? Eski şahane günlerimizde olmadığımıza göre eldekinin güzelliğini yaşıyoruz. 

Ha bir de uzun süredir ilk defa bir sabah vakti bizim mahallede hafriyat sesi inşaat sesi yoktu. Neredeyse 2 yıldır bitmeyen bir denizi doldurma, etrafı yıkma faaliyeti olup 7/24 çalışan Galataport ilk defa sessizdi. Bizim için mutluluktu çünkü sessizliğin süresiz özlemindeyiz. Galataport mu? İnşallah bitince de batarlar, sahipleri yapanları yatırımcıları hayrını görmezler ... Merhaba kötülük ...

Tuesday, September 12, 2017

Pastırma veya Değil Hala Yaz




Öyle veya böyle hala yaz, hala tiril tiril ... Keyfimiz de ruhumuz da. Ya da olduğu kadar diyelim de sallayalım, sanki öyleymiş sanki eski Türkiye 'deymişiz, elimizde evimizde mahallemizde bir apéro hali gibi tiril tiril hani. 

Bunun dışında fazlasıyla çok Eylül doğumgünleri, açılışlar, kapanışlar, Bienal, Ai Wei Wei sergisi açılışı, Contemporary Istanbul, uçuşan etekler, fazlasıyla effortless chic insan dünyası, mış gibi hayatların C suit uzantısı filan derken yine de bitmeyen yaz, bitmesi istenilmeyen yaz. 

Küresel ısınmanın - henüz Harvey & Irma seviyesinde - etkisinin bizde gözükmediği bir mevsim olan yaz öyle bir mevsim ki, yüreğimizdeki pır pır duygusu tiril tiril gülümseten mutlu eden hal hep yaşıyor.

P.S. Elbette bu coğrafyanın, bu ülkenin bir Harvey/Irma afeti yaşaması eksik. O da olur tabii, her şey muhteşem iken 5 seviyesindeki kasırga ile iyice taçlanır...


Sunday, September 3, 2017

Le Retour- Not !




Yalan değil, hiçbir şekilde şehre ve bu topluma dönmek istemiyorum. Ne denizden, ne tatilden, ne o hafif tiril tiril yaz ruh halinden, summer breeze'den çıkıp sözde ihtişamlı olan bu çirkinliğe dönmek istemiyorum.

Ayrıca her 1 Eylül'de tartışmasız her mecrada çıkan "Yaz Bitti" başlıklı, temalı aptal laflardan yazıların söylemlerin klişeliğinden, vasatlığından nefret ediyorum. Ama evet, şaşırtıcı değil, vasatların yönettiği bir dünyada, bir toplumda seviye beklememeliyiz herhalde.

whatever...

Iassos'tan gecenin bir yarısı dönüp hala şehrin sessizliğini yaşayabilmek güzel olsa da bunların geçici olduğunu biliyoruz. 

Dönmek istemiyorum. Yaz, zaten bitmesin. Kendimin de bu kadar "yaz insanı" olduğunu bilmezdim. Mayomdan, hasır çantalarımdan, terliklerimden ve var ile yok arası kaftanlarımdan ayrılmak istemiyorum. Bir de üstüne kendime şaşkınım desem ...




Sunday, August 20, 2017

Ve Nice ...


Yıllarca Fransa'da yaşayıp geç gidilmiş güzergahlardan oldu Cote d'Azur... Meğer ne geç kalmışım, ne kadar yazık etmişim kuzeyde kalarak...

Tamam, kabul ediyorum, 19-25 yaşlarının serseriliğine, "nihilistliğine"; hatta üniversiteye son ergenlik dönemi ile başlayıp tam anlamıyla glamour bir serserilik ile geçen 6 yıl boyunca dolu dolu yaşanmış saçmalık, komiklik, itlik ve serserliğe vermek lazım. Ne güzelmiş orası ayrı ama neden bu kadar geç kalmışım diye de sormadım değil kendime Nice seyahatinde. 

Olsun, geç ama yine şahane bir Cote d'Azur seyahati oldu. Hem de gerçek Niçois (e) ile olması olayı daha güzel kıldı. 

Géraldine ile bir anda bir şekilde karar verdiğimiz Nice seyahati, Nico+les filles (yani yine çoluk çocuk diyeceğim de tabii çocuklar bizim türk çocukları gibi şımarık olmayınca her şey müthiş oluyor) ve tabii gerçek bir Niçois olan Michel-papi severe- deyip ilk geceden fantastik şekilde yemeğe başlamak, içilen şampanyalar, cin tonikler, evde hazırlanan eğlenceli "apéro" hallerin Michelin yıldızlı alengirli lokantalara, küçük köylerin minik pizzacısına uzanması , Eze, San Remo, Fondation Maeght, St Jean Cap Ferrat, La Turbie, Cannes'ın yoldan döndüren trafiği ve her şeyden en güzeli şehrin her tarafından denize girebilmenin hafifliği derken yani her şeyde ama her şeydeki medeniyet ve keyif ... 

 Hep özlemini yaşadığımız hissettğimiz medeniyet ve keyifli ruh hali değil mi? 





 

Sunday, July 30, 2017

Never On Sunday # 2


(Dış dünyadaki) Her şeyin bok gibi olduğu, eldeki sahip olunan bütün güzelliklerin yok olmasının bir an meselesi olduğu, müthiş sıkıcı ve gerizekalı bir toplumsal hayatta yaşarken bazı duygulara, bazı hafifliklere, bazı keyiflere erişim her daim kolay olmuyor. 
Ama yine de bir şeyler tamamen yok olmuyor, bir yerden bir filiz yeşeriyor ve güldürüyor. 
İlginç bir şekilde bugün öyle bir gün oldu. Sabahtan beri. 


Gerçi dün gece Sabahattin dönüşü sahilde U., Muzo, #8, hep beraber yürürken duyulan ağır iyot kokusu bu hafifliğin, tiril tiril ruh halinin ilk habercisiydi sanki. Öyle olmalı çünkü o kadar taze bir kokuydu ki... Üzerine bir de sabah, şehrin bütün gürültüsüne, betonlaşmasına, her tarafın hafriyat kamyonlarıyla çirkinleşmesine, İstanbul'un tüm cazibesini kaybetmesine rağmen yine de balkondan gelen çiçek kokusu ve -komik ama gerçek- kuş sesleri bir anda her şeyi değiştirdi, günü tam anlamıyla never on sunday haline soktu. 

O kadar şaşırmışım ki kendimi gülerken yakaladım. 

Diyeceğim şu ki; kendi küçük dünyamda her şey gayet iyi gitmesi ne yazık ki toplumsal hayatın her saniye çirkinleşmesi hatta leşleşmesini engellemediği için böyle hisler artık eskiye nazaran daha az daha seyrek varlığını hissettiriyordu. 

Bugün böyle bir şeydi. Onca zaman sonra güzeldi. 

P.S. Borsalino'm kırıldı. Yani kırılmadı da minik yırtıldı. Ara ara buhar tutmak gerekiyormuş gerçi 7 yıllık şapka ama işte yırtığı nasıl hallederim diye ararken youtube'dan öğrenmek ilginç oldu. Bir şekilde etamin kumaş bulmam lazım ama nasıl olacak bilmiyorum. Tam Nice öncesi biraz mutsuzum ama halledeceğiz bir şekilde. En kötüsü Roma 'ya giden olursa siparis vereceğim. 

Viva Never On Sunday ...












Monday, July 24, 2017

Gerçek Summer Breeze Mutluluğu: "Apéro"

Yani un apératif ou familierement un apéro est une boisson servie avant le repas dans certaines cultures afin d'ouvrir l'appétit

Yazın en sevdiğim olayı işte bu "apéro". Gerçekten de son birkaç yıldır yaz demek apéro demek benim için. Yukarda tanımı da var, ne olduğunu da anlatıyor. Neden diğer mevsimlerde de apéro takıntısı geliştirmiyorum bilmiyorum ama yazın nedense her gün apéro ile yaşamak, her günü apéro ile olayı bitirmek istiyorum. 

Belki de son beş yıldır yaz aylarının ilk günlerini Virginie ile geçirmektir bunun sebebi. Neticede onun da, benim de olayımız akşam yemekten önce "apéro" saati, sonra da ailecek gidilen yemek. Oradayken evet, tercihimiz şampanya etrafında şekillenen bir apéro saati. Neticede fiyatı makul kendi halinde Fransızların milli içkisi. Burada ise yalan değil kıyamıyorum şampanyalarıma, o yüzden en sevdiğim ikinci apéro içkisi cin tonik 'e dayanıyorum. Ah, canım cin tonik; ama lütfen Hendricks olmasın, Bombay da kalalım. Tamam şişesi güzel ve tasarım da tadı kötü. Minik krakerler, biraz fıstık, belki biraz -ama her zaman değil- peynir ve artık ne içilecekse. 

Apéro ciddi bir keyif, ciddi bir mutluluk. Yazın tiril tiril haline o kadar uygun ki... Hele bir de bizim bok çukurunda yaşayanlar için apéro resmen mutluluk saati.





Saturday, July 22, 2017

Arada Yaşananlar # 6



Temmuz ezelden beri sevdiğim aylardan değil, keza ağustos da. Aynı şekilde Temmuz ve Ağustos ayında doğup sevdiğim insan sayısı da bir elin beş parmağını geçmez; ki bu harika bir şey, böylece feci sıcak gecelerde boğucu doğumgünü kutlamalarına gitmiyorum. Ayrıca bu yeni yazım kuralları gereği ay isimlerinin özel isimmiş gibi büyük harfle yazılmasından ise hiç hoşlanmıyorum.  

whatever.

Zaten sevmediğim Temmuz ayı geçen seneden beri ise iyice kabus bir ay haline dönüşte. Tedirginlik, mutsuzluk, baskı, korku, hayattan bezginlik hepsi bir arada temmuzda toplanıyor, yükseldikçe yükseliyor. 

Biraz #8 'in Ağustos'a kaydırmayı beklediği planlarını öne aldırmış olsam da  ay ortasında bir anda şehirden, İstanbul'dan gitmek şahane oldu. Sadece birkaç günlüğüne de olsa cidden müthiş oldu, nefes aldırdı, o manasız ama süslü ve boyalı aptallıktan, sahtelikten, kötülükten uzaklaştırdı. 

İşin içine Merso ile biraz da arkeolojiyi ekleyince, yüreğim yaz akşamlarının "apéro saatini" bekler oldu. 

Sabah yolculuğu, araba yolculuğu, heyecanlı ve komik ama yer yer kavgalı gidiş yolculuğu deyip Efes'e, Efes Antik Şehri'ne varış, şehrin güzelliği, müzenin güzelliği, tepede güneş 45 derece olsa da o sıcakta manasız itişmeler, iyice anlamsız didişmeler deyip canım Iassos'a varmak, iyice gece olmuş ve yorulmuş vaziyette denize girmek, suyun güzelliği, suyun hafifliği, suyun keyfi, deniz insanı olmanın mutluluğu ile ertesi gün, Padova'dan beri görmediğim pek bir özlediğim Reyyyy ile artık yeni evi Bodrum'da buluşma, vın vın hareketler, sürekli alkol sürekli patates kızartması ve midye dolma ile günleri geçirme, tantana bitti dönme zamanı dendiğinde ise sağanak gelmesi ile istikametin Foça'ya çevrilmesi ile müthiş bir hale dönüşen müthiş bir yaz kaçamağı..

Monday, July 10, 2017

Duvar




Seçim zor iş. Harekete geçmek ise daha zor. Bazı konularda üşengeçlik insanın üzerine oturuyor, kalakalıyorsun. 

Bu sefer öyle olmadı. Garip bir şekilde hızlıca karar verip, harekete geçip 3 günde bir şekilde halledildi. Bir de üstüne üstlük dinamo etkisi yarattı. 

Uzun zamandır summer breeze hissi hissettiren en büyük etkilerden oldu. 

İlginç. Demek ki hayat ciddi bir şekilde, derinden değişiyor. 

Mavi ise şahane bir renk. Hele Yves Klein mavisi, hele Matisse mavisi... Tavım...

Tuesday, July 4, 2017

Arada Yaşananlar # 5


Hayat her zamanki gibi yaşanıp gidiyor; 10 yıl da geçse 20 yıl da geçse henüz "günü durdurmanın", "güneşin doğuşunun engellemenin" formülünü bulamadı insanoğlu. Ama belli olmaz, içindeki kötülüğe inanan, kötülüğünden beslenen bir varlık olan insanoğlu belki bunun da peşindedir. Neden olmasın; daha fazla azap daha fazla cezalandırmak, daha fazla iktidar adına her şeyi yapabilen bir canlı neticede.

whatever.

Biz güzelliklerden, elimizde kalan, elden alınması-henüz- pek de mümkün olmayan güzelliklerden bahsedelim değil mi? Güneşten, havadan, müzikten, seksten, filmden, edebiyattan, arkadaşlıktan, keyiften, yemekten, alkolden...
Hayatımızın rotası yörüngesi bu olmalı bu saatten sonra çünkü neticede diğer taraf Dante'nin Cehennemi'nin ön provası gibi de içindekiler farkında değil. 

Haziran boyunca ısınmayan havalar, gelmeyen yaz mevsimi, F.A.'nın ameliyatı, bir şekilde dedikodu kazanı olan işyerinin yeni fantastik dedikoduları, trafiksiz sabah yolu, eğlenceli sabah yolu, işyerinin değişen dinamikleri, değişen ilişkileri, değişen duyguları derken biten giden okul yılı, bitmeyecekmiş gibi gelen Ramazan ayı, arada D.'nin doğumgünü ve bayram ve Kıprıs ve mutluluk... #8

#1 Benim kutsal üç aylarım Nisan-Mayıs-Haziran hep bir keyif, hep bir kutlama, hep bir doğumgünü ayları. Havaların güzelleştiği, tiril tirilliğin ön plana çıktığı, hafif ceketlerin, kimonaların giyildiği, elde kadehlerin mutluluk verdiği, tüttürülen sigaraların, dinlenen müziklerin, okunan metinlerin keyifle yaşandığı dönemler. Dili ısırmak lazım deyip ısırsalım o halde. 




# 2  Kimono şahane bir şey... Uzun zamandır giydiğim, hele hele bugünkü gibi varoş seviyede moda değilken, evde/sokakta giyip çıktığım müthiş kıyafet. Evde sabahlık olarak yaşattığı keyif sokağa da taşınınca ne isteyebilirsin ki? Herhalde o kolların geniş anvelop dökümlü hali beni mutlu ediyor. Şimdi hatırladım; M.'nin 2 yıl önceki doğumgünü yemeğine giymiştim kimonomu. Muhtemelen henüz moda olmadığı, Zara piyasaya sürmediği için masadakilere garip gelmiştir de bu gayet önemsiz bir detay. Neticede kalıpların insanı, ehliliğin örneği olmak da böyle şey. 

# 3 Kıbrıs... Ne güzel yer, ne keyifli hayatlar. Yerleşir yaşarım, gözlerimle gördüğüm 43 derece sıcağı yaşarım umrumda olmaz. Ne de olsa deniz var, pıt diye üstündekini çıkar denize gir. O kadar şahane yer. Elbette adanın güzelliği Türkiye'den gidenlerin değil de Kıbrıslı türklerin, Kıbrıs'ın gerçek sahiplerinden geliyor. Biz ise her şeye imzamızı atıyoruz; Kilroy Was Here misali. Adada her şey medeni ve güzelken, nüfusu Sancaktepe'nin nüfusuna ulaşmayan yere uzaydan görülebilecek büyüklükte cami yapmak da tabii bizim marifetimiz. Cemaat yok, camiye o kadar giden yok, cami ihtiyacı ise hiç yok ama yol belli, amaç belli değil mi? Kötülük o kadar sıradan ki elini sallaman kafi. 

# 4 Soulshine ... Bu aralar ciddi ciddi şahane program yapıyorum. Bir de şu mikrofon  olayını halledebilsem... O da olur belki olmuyorsa da salla. 




Wednesday, June 7, 2017

Öngörülerime hayranım...

Yalan değil ama insanlar hakkındaki öngörülerimin, hissiyatımın, gözlemlerimin söylediğim zaman kabul edilmeyip bir gün bir şekilde benim söylediğim şekli ile yaşanmasına, gerçeğin ortaya çıkmasına, yaptığım yorumun zamanı geldiğinde herkesce kabul edilmesine bayılıyorum. Eğlenceli bir hal benimkisi; neticede beynin içinde bir şeyler işliyor, kendini ifade ediyor. 

Bu yorumların gözlemlerin ünlüsü var, ünsüzü var. Topçusu da var; daha önce defalarca bu dükkanda radara yakalanan Arda Turan gibi. 

Bugünlerde büyük bitişte. Tükenerek bitecek. Her şey gibi. Sadece fazla hızlı oldu bununkisi. 

Bir de o Entourage dizisine özenmiş gibi loser kardeşi ve ondan da loser Bayrampaşalı mahalle arkadaşları ile gezmeler filan.. Epic fail hepsi. Ufkunu açamayan, taksitle gittiği Avrupa seyahatinden dönerken  "aç kaldım, simit yok beyaz peynir yok burada" diye ağlayan türk turist karakter klişesinin topçusu işte. Sen git yedek de olsa Barcelona'da oyna ama her haftasonu koşa koşa buraya gel, abuk subuk tiplere yaz, bir adım ilerleme.

Zamanında verdiği röportajda "eve girildiğinde ayakkabılar kapının dışında çıkar çünkü geleneğimiz öyle" diyen bir tip olarak bu sayfaya ilk girişini yapmıştı. Bugün Pompei'nin son günlerinde bir topçu olarak ilerliyor.

Ağlar yakında. 

Tanısam eve sokmam, o kadar vahim bir tip.

Monday, May 29, 2017

Veda Etmesini Bilmek


ah bebeğim Totti ...

Yapacak bir şey yok; hayatta her şey bir gün bitiyor. Ama önemli olan bitirebilmeyi bilmek, bitmeyi becerebilmek. 

Kendisine sevgim, beğenim aşikar. Dükkanın eski cafcaflı günlerinin yıldız eğlencelerinin kahramanı kendisi. O zamanlar bizim için futbol da güzeldi, Totti eğlencesi de. Bugün ise futbol seyretmiyorum, lig tv'imi iptal edeli koca bir 5 yıl olmuş.

Yine de o kadar Totti ile dalga geçmelerine rağmen, Totti fıkralarına rağmen sadece futboluyla değil "bırakabilmeyi becerebilmesiyle" de alkışlanması gereken isimlerden. Kaç tane var onun gibi? Kimse sahip olduğu güçten, imkanlardan, olanaklardan vazgeçmek istemez. Kimse en yukardan aşağıya inmek istemez. Ama yapmak lazım; çünkü sen inmeyince bir gün bir şekilde boktan bir şekilde indirilirsin. O yüzden hep inandığım şey; önemli olan düşmek değil, düşüşün şiddeti. 

Francesco Totti harikulade şehir Roma 'nın bir o kadar güzel kulübüne müthiş bir şekilde veda etmiş. Hiç çirkinleşmeden, hiç saçmalamadan. Kutlanması gereken bir durum aslında. Ayrıca acıklı bir durum hiç değil çünkü bugünden sonra herkes için Totti hep Totti olarak, şahsiyetli, haysiyetli Romalı olarak ... Hem yanında güzeller güzeli karısı var. E tamam o zaman...

ah bebeğim ... 



Sunday, May 28, 2017

Never On Sunday ....


Uzun hem de çok uzun zaman sonra gelen bir Never On Sunday post'u... Bir şeylerin zamanıydı veya çoktan gelip geçiyordu o zaman.  

Ha, hala Summer Breeze ruh haline geçilemedi, o da ayrı bir mevzu. Mayıs bitiyor, boğadan ikizlere geçildi, hava hala bok gibi. 

Cuma "Cannes" Eğlencesi

Elbette bugünün cuma olmadığının farkında olmadığını bilmekle beraber "canım isterse yaparım, canım istemezse yapmam" mottosunu bir şekilde hayata uydurmanın fena olmadığı kanaatindeyim. 40 yılda bir yıllar sonra içimden Cuma Eğlencesi yazmak gelmiş, Pazar da yazarım, Salı da. Hem ayrıca artık 40 yaşında olmanın getirdiği bir eğlenceli hal var; oooo her yerde kullanıyorum bu "40 yaş ayağını". 

O yüzden bebeğim, hazır kanayan dünyaya, ülkeye rağmen, içimde bir eğlence kıpırtısı olmuş neden olmasın, hazır Cannes da bitiyor bugün, o halde 40'larının sonlarında Eva bir şey gelsin. 

Cannes sadece filmlerin değil, bu AMFAR gibi galaların veya L'Oreal gibi sponsorların kendini gösterme yeri. Eva da L'Oreal reklam yıldızı olarak gitmiş de nedense bir türlü giyinememiş. O kıyafet, o ruj hiçbir şekilde olmamış kendisinde. Ama saçları iyidir herhalde diye düşünüyorum, L'Oreal bir şekilde yapmıştır artık ama o kıyafet o bünyene nayn bebeğim. L'Oreal demişken neredeyse 10 yıl önce orada yönetici bir kadın ile tanışmıştım tam Efsane ile ayrılmışken, o da meğer kendi yakın arkadaşını Efsane'ye ayarlıyormuş. Olur öyle şeyler gayet normal de çok gülmüştüm. Meğer garip garip beni takip ediyorlarmış filan. O zaman bir de öyle takip için Instagram filan yok, Facebook bile Türkiye'ye henüz uğramamış, işte bir şekilde buluyorlarmış yolunu. Bayağı komikti. Michel'li bir kızdı, adını tipini hiçbir şekilde hatırlamasam da Michel'li olduğunu hatırlıyorum. Velhasıl L'Oreal markası beni pek güldürür.





Offf...Sıkıcı Almanlardan Diane Kruger. Amerikalı kocasından da ayrıldı, Fatih Akın'nın filminde oynamış filan Cannes da Alexander McQueen elbisesi ile tasarımcı Jason Wu ile poz vermiş de elbise o kadar kötü ki bu fotodan anlaşılmaması ciddi bir şans. Efendim, giydiği elbise değil, uzun ve yamuk bir tuniğin içinden çıkan oversize bir pantalon... Facia...Bir de püskülleri tüyleri filan da var. Oy ki oy ... Keşke yanındaki Jason Wu'dan bir şeyler giyseydi...

Üzülerek güzeller güzeli Coco Rocha 'nın yeni kestirdiği kısa saçlarıyla müthiş çirkin olduğunu söylemek durumundayım. Hani ben ki kısa saça tav, kısa saç hayranı bir insanım, şu an uzamış saçlarımı kestirmemek için zor tutuyorum kendimi, gerçekten yazık etmiş güzelliğine. Ve bir de o kadar kötü bir kesim ki... Siyaha da boyamış. Yalnız sanıyorum ki bu biraz o platin beyaz boyanın cazibesine kapılıp sonrasında saçları eline almakla ilgili de bir durum. Saçını bu fantastik güzellikteki renge boyatan herkes bir eline alıyor saçları ve kestirmek durumunda kalıyor. Ama kendisi güzel bir insan.



Ooooooo... İşte giyinebilenler, götüne güvenenler böyle giyinsin....Hele o Anja Rubik...Aman yarabbim, ne kadar müthiş olmuş (saçını filan daha güzel yapabilirdi ama elbisesinin bacaklarının muhteşemliğine sallarım kendisini). Yorumsuzum o kadar güzel...

Hah işte overrated kızlardan...Ha belki kendisinin böyle mankenlik bilmem ne gibi kaygıları yoktur ama bilmiyorum, pek öyle durmuyor da kestirmek zorunda kaldığı saçlarıyla tek kelimeyle facia...Benim teorim yine bu platin-beyaz saç rengi yüzünden bu ingiliz socialite Cara ve kankası Kristen Steward saçlarını kısacıktan da öte bir vaziyette kestirmek zorunda kalıyorlar. Elbise de olmamış, kendi de olmamış, o rujun rengi hiç olmamış. Bir nevi epic fail de celebrity olunca kurtarıyorsun paçayı. 

Anoreksik evlat sahibi anoreksik Donatella Versace, Black don't crack lafının yaşayan örneği Naomi Campbell, boktan oyunculuğu ve ultra antipatikliği ile her tarafta gözüken, manasız hareketler yapan adını unuttuğum koca burunlu oyuncu ve yıllardır film çekmeyen, çektiklerinde ise sıradanlıktan ileriye gidemeyen Ben Affleck ile bir türlü boşanamayan yine adını unuttuğum kadın oyuncu. Hepsi "celebrity sıradanlığı" içerisinde yani çok pahalı markaların elbiseleri üzerinde bir bok yapamayan cinsten. Gereksizler ordusu. Ama people mı people...
Güzel ingiliz manken, beyaz tenli, kızıl Karen Elson kırmızı elbisesi içerisinde. Şimdilerde Nashville'de mi ne yaşıyor, galiba Jack White'dan da ayrılmış. Ama yine de Amerika'nın değişik bir coğrafyasında gül gibi yaşıyor.





Evet, biraz kısa bir Cuma eğlencesi ile biter gider bu sefer. Yapacak bir şey yok.  Kısa olsun ama yine de olsun diyelim...Cuma eğlencesi ruhumuza iyi gelsin, ileriye bakalım, biraz ruhumuz dinlensin.  

Bu arada canım Türkiye insanı da Cannes'a sözde çıkarma yapmış-her zamanki gibi-... Offff o kadar varoş o kadar sıradanlar ki...Yazık bir de festivalin gösterim programında değil, bu L'Oreal Moreal gibi markaların düzenlediği geceye katılan ışığı olmayan ama işte Türkiye şartlarında meşhur olan şarkıcı-türkücü-oyuncu tayfası kendisinin fotoğraflarının çekileceğini zannetmiş de almış eline oturmuş. Yemin ediyorum loser'lıkta #1 ilerliyoruz.

Sunday, May 21, 2017

- Chris Cornell





Artık Prince 'den sonra saymayı bıraktım sevdiğim sanatçıların ölümlerini. 

Etrafımda, çevremde, yaşadığım ülkedeki ölümleri ise saymakla takip edemediğim gibi, yüreğimin sıkışması, kötülüğün üzerimdeki ağırlığı ile kalıyorum. 

Chris Cornell 'i değil sevmek, bayılırdım. Soundgarden'nın o zamanlar Türkiye'ye gelmeyen albümlerden Badmotorfinger filan deli gibi dinler hele hele Singles'i durmaksızın seyrederdim-manasızca. Filmin efsane soundtrack'ini zaten geçiyorum...

Soldaki, en yakışıklı bir o kadar harikulade ses sahip Chris Cornell garip bir ilaç intiharı ile bize veda edenlerden. Eskiden intihar edenlerde dalga geçerdim, insanların nasıl bu sürece geldiklerini hiçbir şekilde anlayamazdım. Şimdi ise, özellikle geçtiğimiz yazdan beri, o kadar iyi anlıyorum ki... 

Kötülerin hâlâ bokum gibi geniş geniş yaşadıkları hayattan yine bir iyi, bir güzel gitti, bize de ardından üzülmek kaldı. 

Allah'tan müzik o kadar müthiş bir şey ki hiçbir zaman silinemiyor...Hayat herkese fani olduğu için muktedirin dönemsel gaza gelip ortalık yerlere diktirdiği heykeller, binalar, saraylar başkasının dönemi geldiğinde yıkılsa da veya Kaddafi'nin ölümünden sonra olduğu gibi millet gelip sarayın ortasına sıçsa da, müzisyen (sanatçı, bilim insanı) öldüğünde "fani" olmuyor, eserleri kaybolmuyor ve sonsuza dek yaşıyor. 








Sunday, May 14, 2017

Koskoca Bir 10 Yıl




Gerçekten de koskoca bir 10 yıl geçmiş hayattan...

2007'de ilk yazıların yayınlandığı bizim dükkan şaka maka 10 yaşına basmış hatta ortalamış bile. Mayıs ayı ise başka bir şey; dükkan sahibinin doğumgünü ayı (hayır, doğumgünü birleşik yazılır; windows'un otu boku kendiliğinden düzeltmesi salaklığından sonra her şey ayrı yazılmaya başlandı) . 

2007 9 Mayıs'ında 30'a basmışken, bugün 40'a... 

Şahane değil mi? Gerçekten!

Hayatın akışında değişen şeylere inanamazsın ama değişimin güzelliğine de inanamazsın. Çok acayip bir şey... Yalan değil, yaş büyüdükçe insanoğlunun gelişebilme yetisini kullanabilenler (var çünkü hala kıçının kılları ağırlamasına rağmen beyinsizce hareket edenler) sorgulamalara, gerçeklere yöneliyorlar ve muhtemelen "40" denilen rakam o yüzden insanlara ağır geliyor. "Allah'ım neler yaptım? Neler yapmadım? Nelerden sözde onu mutlu etmek için kendimi kandırarak vazgeçtim? Hayatımı mahvettim. Hayatımı bu hıyar (ve hıyarlarla) harcadım, değerimi bilmedim"... vs vs vs sorularıyla ve gerçekle yüzleşme halleriyle karşılaşınca o an artık her şey ağır geliyordur. 

Genelde hayatının büyük kısmını 3 yıl fazla 5 yıl eksik yaşıtlarıyla geçiren biri olarak bugünlerde hemen herkesin büyük sorgulamalarda olduğunu söylemem yanlış olmaz. Ben hariç... Belki biraz şans belki de bu sorgulama, ruh temizliği, aydınlanma (!) işini yaklaşık 5 yıl önce halletmiş olmam. 

Bilen biliyor; konuşurken, kimilerine bazı garip durumları, şaşırtıcı ayrılıkları, hayat seçimlerini anlatırken komik bir şekilde "aydınlandığımı (müthiş klişe ve komik olsa da var böyle bir şey bebeğim) neleri veya kimleri hayatımda istemediğimi" söylüyordum. 

Sonuç o günden bugüne getirdi. Şu meşhur lafım hatta İdila'nın her söylediğimde çok güldüğü "dün bugün, bugün de yarın" değil mi hayatın özü? 

10 yıl geçmiş bu blogda. 
10 yıl önceki değerler, inanışlar, duygular, hayatlar ve insanların bir kısmı yok artık. 

Bugün her şey yepyeni mi? Bir şekilde evet; çünkü her gün bir yenilik demek. Fakat bir yandan da hiç de değil. Sadece dün yapılan tercihler, seçilen arzular, sahip olunması istenilen ilişkiler daha gelişmiş ve aslında gerektiği gibi yaşanan, yakışan gibi ifade edilen olmuş. Hani o sarhoşluk dönemindeki boğan, boğdukça sarhoşluğa (metaforik ve gerçek) iten dar gelen gömlek hissi vardı ya, o durum tamamen değişip yerini tiril tiril bir gömlek taşıyormuş haline dönüşmüş; "tamamdır" olmuş. 

Gel gör ki tiril tirilliğe ulaşmak pek kolay değil. Ama biraz kıçı sıkarsan "hayatında neyi istediğin önce, neyi istemediğini" bilirsen ve seçimlerini yaparsan bir şekilde geliyor o ruh hali.

Ha bir de bu tiril tirillik yolunda olmaması gereken en önemli şey; "günü kurtarma operasyonu" yani kendini kandırıp "We See What We Want" hali. O işte tehlikeli çünkü herkes gerçeği görmeyip kendine göre yorumlarla abuk subuk çıkarımlarla kendi görmek ve göstermek istediği kıvama getiriyor ve öyle sunuyor. Oysa kıvama gelen hiçbir şey yok sadece sen önce kendini sonra da ötekini kandırıyorsun (ya da sanıyorsun) ve sürekli hayatının "müthiş" olduğunu dile getiriyorsun. Bir şeyi de bu kadar çok dile getirince aslında orada büyük bir eksiklik/yokluk olduğunun işaretini çoktan karşıdakine vermiş oluyorsun ama Instagram State Of Being' de like'ı aldıkça coşku da artıyor.

whatever.
  
Teknede, dükkanda artık ne boksa her şey bir şekilde yolunda. Gerçeklik de yolunda. O halde "congrats". 10 yıllık bilanço için her şey yolunda. 

P.S. Parti büyüktü...Öyle böyle değil. Ama asıl büyüklük şampanyalarda değil,  ruhundaydı, o yükselen ruh halinde. 2000 Strasbourg ruhunun kapısı 2017'den açılmış gibiydi; yüksek, afili, tiril tiril. Eksikler, hastalanıp evde yatanlar, iş gezisinde olanlar filan oldu ama tiril tiril yüksek ruh gayet bizimleydi. Daha ne?  9'unu takip eden günler ile #8 ile, J.A. & F.A. ve M.U. yenilen geleneksel yemekleri saymıyorum, mutlulukla cebe atıyorum. 

P.S. (2)  #8 ile yemekteyken uzaktan organize olmaya çalışan Virginie ve Roberto'nun efsane harketi karşısında ağlamam pek olmadı ama Allah'tan kimse görmedi, makyajım da akmadan devam edebildim. 

P.S. (3) Dore renkli elbise alıp siyah elbise ile gitmem partiye nedense manasız oldu ama dore elbisenin rengi güzel, formu çirkin. Neden aldın sorusu ise, gereksiz manasız hareketlerden biri daha. Yaşın ilerlemesi gerzekliği kimi zaman engellemiyor.