Wednesday, August 29, 2007

Hot summer city II

Gerçek mi, yoksa hayal mi? Yoksa gerçekten mavi mi her şey? Ya da ben mavi mi göreceğim her şeyi? Evetttt.......
P.S. Geçen sefer unutmuştum, öyle manyakça uzaklara giderken gözlerim yanmıştı çok. R. dedi ki "çok seveceksin, tam sana göre, önü deniz, istediğin kadar uzağa yüzersin ama arada bir el salla merak ederiz".

Tuesday, August 28, 2007

Sadece...

Bazen, bazı insanlardan gelen davranış biçimlerini çok gereksiz buluyorum ve "ya ne gerek vardı şimdi buna" diye düşünmeden edemiyorum (bazı insanlar kavramı yakınlarımı kapsadığı için daire oldukça küçük aslında) . Oturup karalar bağlamıyorum elbette ama gereksiz şekilde yorucu buluyorum. Ruhum yoruluyor. Oysa ne gerek var bu tip saçmalıklara, manasız ses yükselmelerine, iğneleyici laflara. Bahar aylarında sanıyorum, Lapsus Clavis bloguna muhteşem bir başlık atmıştı "konuşacağımıza sevişsek" diye yani böyle anlarda şu lafı anmadan geçemeyeceğim. Söylemek istediğim neden her şey iyi, yolunda giderken bir anda abuk bir hareket yapılır ve karşıdaki ile gerilinir. Gerek yok ki bunlara. Cidden. Her şey iyi, hoş, mutlu mesut rayında, böyle saçma salak konuşulup gerginleşileceğine, sinirlenileceğine tamamen fani güzelliklerden, eğlenceli şeylerden bahsetsek. Herkes için daha iyi değil mi? Ne de olsa her iki taraf da biliyor ki life is for real, acıtınca zaten acıtıyor, ama o acı da paylaşılıyor zaten, o halde neden o zamana kadar eğlenebilinemesin, karşılıklı beraber gülünmesin? Fikrim, düşüncem budur.

P.S. Konu ile hiç alakası olmamasına rağmen: Karşı cinsle tokalaşmanın gizli kodları var mı? Varsa hemen öğrenmek istiyorum ne anlama geldiğini. Mesela karşı cinsin eli bilekten ne kadar ileriye kadar gidebilir? Giderse ne anlama gelir ya da bir anlama gelir mi? Bir anda kendimi age of innocence romanında, filminde sandım.

Her zamanki hikaye

Dünyanın ne denli küçük olduğu malum. Nedense bütün network denilen ağın da ben, sen ve o üçlemesinden oluştuğu gerçeğine alıştık artık. Ya da ben alıştım çünkü yine komik durumlar ve olaylar olduğunda şaşırmayıp sadece "tabii ya neden şokta olayım ki" deyip geçiyorum. Ki buna patronumun Efsane'yi tanıdığının ortaya çıkması, hayvanları ile onu ziyaret etmiş olmasını dahi geçiyorum. Yine de geçen gün başıma geleni anlatmadan edemeyeceğim.

mesai hemcinsim- erkek arkadaşımı tanıyormuşsun, sana selam söyledi
anotherstar- kim? pardon? (o anda beynimden geçen "hah şimdi sıçtık, allahım lütfen fantastik bir durum çıkmasın ortaya lütfennn" düşünceleri)
mesai hemcinsim- ya tanıyormuşsun sen onu eskiden.
anotherstar-(yine geçen düşünceler "allahım eskiden meskiden diyor, lütfen lütfen bir bomba gelmesin şurada...")
mesai hemcinsim- ya ...'nin eski sevgilisi, m...
anotherstar- haaa. ayrıldılar mı? ya sen evli değil miydin, yeni ayrılmamış mıydın kocandan? bu ne ara oldu?
mesai hemcinsim- hahaha oldu oldu ayrıldıktan sonra hemen oldu.
anotherstar- bravo valla, budur olay. ne demişler koca kocada, iş işteyken bulunur. ayrıca kızı tanımıyorsan yok bir sorun bence.
mesai hemcinsim- yok yok tanımıyorum ama ayrıca sebep de ben değilim
anotherstar- istersen sebep sen ol, dediğim gibi kızı tanımıyorsan hiç sorun değil, önün açık. ama eğer kız arkadaşınsa işte o olmaz, puştluk olur. yakışmaz.
mesai hemcinsim- hahah tabii canım

Monday, August 27, 2007

"15 dakikalığına ünlü"

Televizyonun demek ki böyle bir etkisi varmış. "mış" aslında yanlış bir kullanım çünkü zaten bilinen bir şey bu. Andy Warhol'un yukardaki sözü ile ne denli haklı olduğu görülüyor zaten.

- anotherstar değil mi ?
+ eee evet
- yok televizyonda da gördüm de sizi oradan hatırlıyorum
+ hahaha hadi ya ben de kimsenin seyretmediğini düşündüğümden şuursuzca konuşuyordum
- yok ben seyrediyorum çok güzeldi
+ teşekkür ederim
- iyi günler anotherstar hanım

Kimin aklına gelir değil mi? Benim gelmezdi mesela ama böyle oluyormuş olaylar. Hiç de meraklısı değilimdir bu tip durumların ama içine tepedekiler tarafından atılınca ister istemez böyle gelişiyor, insan uyum sağlıyor hatta bazılarında uyum sağlamakla beraber iyice oyunun bir parçası oluyor.

***

j.r. - seni bugün bir sportif giyinmiş gördüm
anotherstar- bilmem yağmur yağacakmış rüzgardan etek başıma geçmesin istedim
j.r.- evet pantalon giymişsin farkettim.
anotherster- hayır iyi mi kötü mü demek bu, anlamıyorum ne diyorsun?
j.r. - güzel demeye çalışıyorum ama beceremiyorum
anotherstar- hahaha peki
j.r. - al çikolatanın yarısını vereyim sana
anotherstar- istememmm şekerim var
j.r.- al dedim!

Sunday, August 26, 2007

Yo! You understand!


Sosyoloji, sanıldığının aksine sadece sıkıcı ve sayfa sayfa yazılmış teorilerden oluşan bir bilim dalı olmayıp çok renkli çalışmaları, araştırmaları içerir.

Bourdieu'nün öğrencisi olan Loic Wacquant'nın boks sporunu ve boksörler üzerine yaptığı Body & Soul adlı çalışması işte bunlardan biridir. Chicago'nun güneyinde bulunan bir ghettoda, ingilizcesi field study, fransızcası observation participante olan araştırma methodu ile yaptığı etkileyici çalışma aslında çoğumuzun barbarlık olarak nitelendirdiği boks sporunun ne denli disiplin ve kendine saygı duymayı gerektiren bir spor olduğunu göstermişti.

Nedense bir ilgim bir sempatim mevcuttur boksa karşı. Bu belki "saygı" mevzu, belki de Rocky sempatisi kaynaklıdır bilemiyorum ama nedense severim, izlemek bayağı ilginç gelir.

Geçenlerde Rocky'nin dvdsini buldum-nihayet (serinin ilk filmi favorim, diğerleri eh işte). Bir heyecan, bir coşku ile seyrettim, valla insan Rocky'i öyle deliler gibi koşarken seyredince acayip gaza geliyor, hemen gri eşofmanları giyip sahile atlamak istiyor ama tabii fiksiyon, senaryo başka şeyler, ha deyince olmuyor. Kısacası çok eğlenceliydi, çok güzeldi, çok eskiye özlemdi.

P.S. Şunu merak ediyorum: neden etek giymiş kırmızı ojeli kızlar Rocky dvdsi almak için kasaya gidince baştan aşağıya süzülürler? Etekli/süslü kızların Rocky, Scarface, Godfather gibi bir filmleri beğenmesi mümkün değil mi şu dünyada? İlla "erkek arkadaşınıza mı?" gibi gerizekalı bir soruya mı maruz kalmak durumundalar? Çok sıkılıyorum bazen.

P.S.(2) Seyredince büyük bir kabus halinde farkettim ki galiba saçlarımın yeni hali Adrian'a benzemiş... Hemen telefona sarılıp "sence adrian'a mı benzedim" diye sordum. Off ya o kadar bekle, uzat, kestirdiğinde de Adrian ol. Şoktayıım.

P.S. (3) Southpaw, yo!, adriaaan, yo! yo! yo! body & soul!

Saturday, August 25, 2007

Sabah III

Nedense pek bir keyifli bir sabah bu (gece feci kabuslar görmüş olsam da)... Her şey bir derli toplu, ferah, lacivert-beyaz, dingin geliyor. Hele lacivert-beyazlar uçuşuyor resmen, pencereden sarkıyor, güneşi engelliyor ve sanki uçuşan sparkle saçıyorlar etrafa. Ya da ben iyice Pollyanna kılıklı bir şey oldum, manasız şeylere mutlu oluyorum.

whatever....

P.S. Sabah "down on my knees I'm begging you, don't leave me" diye sözleri olan ve sıklıkla dinlediğim radyo kanalında çalınan şarkıyı duydum ve yüreğim sıkıştı. Nasıl sözlerdir bunlar ya? Söyleyen de bir kadın ayrıca. Hayatta anlamam bu durumları. Bana "fazla fazla" geliyor bunlar. Çok sevmeyi, çok üzülmeyi, yerlerde sürünmeyi anlayabilirim, bunlara itirazım yok, olmadığı gibi aynen de yaşarım ama böyle söylemler hiç anlamadığım, kabul de edemediğim şeylerdir. Neden? Neden böyle şeyler yapmak ister insan? Onu kaybetmemek için mi? Ama kişi kendi haysiyetini kaybedince onu da kaybetmiş olmaz mı? Karşısındakini yerlerde kendisine yalvarır pozisyonda gören biri ona artık saygı duyar mı? Belki yine ben, ben olduğum için anti ve keskin konuşuyorum, yapabileceğim bir şey yok ama ben yapamam öyle şeyler. Gerçekten yapamam, yapsam ben ben olmam zaten (sanıyorum kendine saygı ve ona saygı benim için olmazsa olmazlardan bu hayatta. aksi hallerde hiç çekici gelmiyor bana)

P.S. (2) Sabah eklerinde gördüğüm o Cesare Paciotti ne kadar acayip ve sevimsiz bir tip öyle. Saçlarının kesimi, rengine verilen çaba, feci gömleği, ultra yanık teni, baş parmağı ile verdiği poz... Aman derim kaçarım resmen. İşte italyanlarda da vardır böyle acayip erkek tiplemeleri. Yanılgı hepsinin ultra yakışıklığı olduğudur, çünkü değildir. Hele bir de o güneş gözlüklerini alınlarına takınca amannn yarabbim diye düşünüyor insan. Mantığını anlayabilmiş değilim, sorduğumda da cevap alamadığımdan kültürel bir şey deyip geçiyorum. Bir de o kadar erkek gömleği diye ölen biten ben, şu adamın giydiği gömleğe bir kuruş vermem, o kadar feci (markası, fiyatı ne olursa olsun çirkin çirkindir işte)

Neyse, lacivert-beyaz, huzur, müzik...

Friday, August 24, 2007

... Neşriyat

Bunu az önce buldum ve M.'ye sesleniyorum buradan 2008 doğum günlerinin pastaları hazır sanki....Gerçi ben pastacıyla kavga ettim ama neyse.

- sen bugün bir muzır görünüyorsun.
anotherstar- hahaha iyi mi kötü mü demek bu?
- yoo iyi bir şey, renk oluyor bize.
anotherstar- yaa sorma sanırsın gökkuşağıyım, her renk mevcut bende.

(yine) telefonda M.'ye söyledim gülerek, tepkisi aynen "hahahah tahmin edebiliyorum nasıl olduğunu, hatta gözümün önünde canlandırdım şimdi, " oldu. Ben tabii her zamanki gibi şuursuzluğumla anlamıyorum nasıl olduğunu ama artık boşverdim anlamaya çalışmaya, bıraktım, uğraşmıyorum.

Şuursuzluk hali. Nasıl yani ?

Bilen bilir, şahsımda karşımdakine karşı şuursuz haller, şuursuz konuşmalar, şuursuzhareketler, şuursuz güven ve sevgi mevcuttur. En komiği de bu davranış biçimlerinin gerçek şuursuzluk sonucu olması ve benim kendime şaşırmamdır.



* dün, tünel, toplantı sonrası kaçak mini buluşma
l.c. - ooo pek şık olmuşuz, ne bu iş kıyafeti mi?
anotherstar- yo normal kıyafetim bu hem iş hem günlük neden ki?
l.c.- hahahahaha sen toplantıya böyle mi gittin? hahaha bu kıyafetle eminim hiç bir sorun çıkmamıştır.
anotherstar- yaaaa...nasıl yani? kötü mü?
l.c. - yok yahu güzel ama alımlı bir şey
anotherstar- eehh kötü ve sakil değilse umrumda değil
l.c.- hahah olmasın canım zaten, hiç kötü değil. iyisin iyi.
anotherstar- peki...

* odalarından biri
j.r.- oooo güzelmiş bluzun
anotherstar- mersii
j.r.- sen pek bir şık geliyorsun
anotherstar- allah allah ne giyeyim anlamadım ki çarşafa mı bürüneyim?
kızlar-hıhıhıhıhıhı
j.r. - yok canım güzel demeye çalışıyorum ama biz erkekler beceriksizizdir bu tip konularda ama niyetim o aslında.
anotherstar- ehhh sıkıldım

* m. ile ofisler arası telefon
m.- bence öyle, senin var öyle hallerin
anotherstar- yok canım ne alaka. hayır öyleyse bileyim işime yarar ilerde
m.- işte farkına varmıyorsun ama öyle. kötü bir şey değil bu ama öyle yani değiştiremezsin, sen sensin, sen gibisin ve senin böyle hallerin var. yüzünde öyle bir ifade oluyor.
anotherstar- e neyse olan oluyormuş, gördük bunu burada.
m. hahahaah evet

Sabah


Ya gerçekten hemcinslerim beni benden alıyor. Ancak böyle lafları kesin derler, söylerler.


Neredeyse 1 ay oldu, arada bir geliyor laflar kulağıma "amma şık giyiniyor, ne gerek var bu rahat ortamda" "ne bu havalar" diye. Kimbilir daha neler vardır da bana gelmiyor. Önemsiyor muyum? Yoo. Ama tüpçü meselesine ben de katılırım, bazen öyle çocuklar çıkıyor ki insan "aaa tüpçüden ayol bu" demekten kendini alamıyor.

P.S. Şarkıcılardan birine "200 şişe şampanya" açıldı diye bir haber vardı bu sabah. Valla şu kadar şampanya sever biriyim demek ki şu şarkıcı kadar olamamışım.... Üzüldüm şimdi sabah sabah. hahahahaha. Anladım ki popülaritemi kaybetmişim ben. hahahahahaha. Ancak resmi görünce şampanyadan ziyade bizim altın köpük, beyaz köpük olduğunu anlayınca biraz rahatladım. Şöyle Moet-Chandon veya Cristal filan sanıp iyice bunalıma girmiştim. Gerçekten sabah sabah gülmek gibisi yok şu hayatta.

Thursday, August 23, 2007

Fantastik diyaloglar

* Un lapsus est une faute commise en parlant (lapsus linguae) ou en écrivant (lapsus calami) et qui consiste à substituer un terme attendu par un autre mot.

* Lapsus is an involuntary mistake made while writing or speaking.

Bir yere gitmek için çıkmışız yolda JR ile konuşuyoruz lay lay lom konular:

jr- ya işte böyle durumlar toplantı hali vs
anotherstar- hmm bilmiyorum ama bence kötü değil, mesela ben dikkat ettim sen çok sesli konuşmuyorsun.

Ve ardından gelen şen kahkahalar, gülmekten yerlerdeyiz çünkü ben müthiş bir lapsus ile "sesli" yerine "seksli" gibi abuk bir kelime telaffuz ediyorum, hemen farkına varıyorum ama varmamış gibi büyük ciddiyetle konuşuyorum ama JR kahkahalar atarak "evet evet seksli konuşurum ben" diyor, artık ben de rezil olmuş vaziyette başka türlü toparlayamayacağım belli olmuş şekilde "yaa naparsın lapsus de böyle bir şeymiş" diyorum gülerek ve fantastik maceralarla süslü hayatımda bir fantastik konuşma daha sonlanıyor.

Wednesday, August 22, 2007

Özel gün

Bu resmi başka hiçbir koşulda buraya koymazdım ama bugün F.A.'nın doğum günü ve bugün 60'ına basıyor ve aramızda tam 30 yaş var ve ben romantik bir insan olmadığım için öyle ailevi resimleri de koymayacağımdan ve bu resim onun muzır halini çok iyi yansıttığından ve tabii ki de ben bu resimde olmadığımdan vs vs...

Hadi hikayesinden de bahsedeyim tam olsun. Biz yıkılmışız, o takım kazanmış, haftasında F.A. o camianın entellektüel celebrity insanlarını, kızı kadar sevdiği ultraslan f.'yi herkesi ama herkesi eve toplamış, herkes o manasız tişörtlerle gelmiş, evin ortasına bayrak dikmişler ve resim çekmişler. Ertesi gün de üşenmeyip bana göndermiş "al kızım size hatıra olsun" diye. Tamam sakladım işte, bugün de kullandım. Çok duygusal mevzulara girmeyeceğim; o yüzden her şeyin güzel geçmesini, yılların önümüzde daha devam etmesini dileyip bitireceğim.

P.S. A. ailesi evlatlarını bırakıp ege sahilindeki evlerinde çok kool bir şekilde otururken parti marti yok tabii ama büyük organizasyon düşünmüyor değilim. 60 yaş kolay değil elbet. Bir de bu 60 yaşa yaşanan acılar, geçirilen zorluklar eklenince gerçekten bir şey yapmak lazım, yine sansasyonel pasta yaptırtmak lazım, lazım.

P.S.(2) That's life'dır bugünün şarkısı...This one goes to him... that's life... Neler yaşanmış, neler görülmüş şu hayatta.

P.S.(3) Baktım da resme bir kez daha ciddi genç duruyormuş F.A. Galiba genlerimizde var öyle ailecek çok yaşımızı göstermiyoruz (ki j.a. da göstermez)

P.S.(4) Tam blog'umu tekrar okuyacağım filan yok resme bakamıyorum, sinir oluyorum, hemen alt tarafa aldım, yukarda açar açmaz o renkleri, o mutluluğu görmek sinirimi bozuyordu. Şimdi koydum bir kere kaldıramıyorum da. Galiba bir sonraki post'u girene dek sayfayı açamayacağım, kabus oldu resmen.

Tuesday, August 21, 2007

Çok da güzel, pek de güzel

Çok da güzel, pek de güzel bir akşamdı. Aslında beklenmedikti çünkü planlar bambaşkaydı (yok kanyon'du yok bilmem ne) ama neticede bütün gün dilediğim ama dile getirmediğim oldı. Ben çok mutlu oldum çünkü önce ve uzun uzun R.'yi gördüm, anlattım, dinledi, anlattı, dinledim, sonra M.geldi ve onların mahallesinin her daim popüler barına gittik. Nedense hiç dönmek istemedim. Sadece istemedim...

Çok da güzel, pek de güzeldi. Ayrıca R. ve M. çok da güzel, pek de güzel buldular (jr da öyle) . Tamamdır....

m.- sen şimdi bütün gün aynaya bakmışşındır.
anotherstar- yok canım ama biraz baktım şöyle camlara baktım, ayna yok ofiste. bilgisayar ekranından baktım ama az.
m.- bravo bravo, çok güzel

Lakap-yine-


Bunu yeni buldum, daha doğrusu yeni uydurdum: JR. Tamamdır bence, taşıyana da çok yakıştı. Havalıdır kendisi. Kabul ediyorum ki asla JR kadar kötü ve sevimsiz bir karakter değil aksine pek yardımsever, pek ilgili ama ben yine de değiştirmeyeceğim çünkü JR lakabının kendisine müthiş yakıştığı kanaatindeyim.

L.C.'ye söyledim öğle yemeğinde, "güzelmiş, o halde bir Bobby de ben alayım" dedi. Peki sorum şu: bu durumda ben Sue Ellen mı oluyorum? Bilmem ilginç geldi birden ( aslında bu ismi taşıyan bizim progéniture'de m.'dir. ben zaten çocukken pamela'yı severdim) .

P.S. Post'u okuduktan sonra L.C.'den gelen muhteşem yorum tabii daha bir açıklayıcı oldu aslında. Kendisinin de belirttiği gibi ben evde viski bardağı ile bekleyen sonra da arıza çıkaran olmam, haliyle de Sue Ellen olamam. Olamam çünkü ben öyle şeyler yapmam. Nedense hatta sanılanın aksine arıza yaratan, olay çıkaran değilimdir hiç de olmadım (ama hiç anlamadığım şekilde benden öyle olmam beklenir. tipten mi acaba? hani bu kız kesin arıza yaratır mı imajı veriyorum? ). Biten bitmiştir, viski içip olay yaratmanın alemi yoktur. Sıtkım sıyrılır, içim sıkılır resmen. Sıkılacağıma da yürür giderim. Neyi ve kimi neden çekeceğim? Çekmem.

Meyve...hatta yasak meyve

Sabah sabah yine bu kadar gülemezdim. Az önce M.'ye gösterdim beraber yine çok güldük.

Tipik kadın davranışıdır, lafıdır karikatürdeki. Bir anda karşısındaki hemcinsini, nereden geldiği anlaşılamayan bir tepki ile tek bir kutsal "evlilik-çocuk-annelik" lafı ile bozar valla. Keşke bu kadar hırs olmasa da lafı eden de biraz rahatlasa, sürekli böyle gereksiz laflar etmek durumunda kalmasa. Herkes ne yaşayacaksa yaşasın kimsenin itirazı yok ki. Meyveyi de yapan yapsın, ister aşk meyvesi olsun, ister intikam meyvesi olsun, tercih yapanın, sonuçlarına katlanmak da tercihi yapanın.

Yine bir anti gözüktüğümün farkındayım ama aslında hiç öyle değil. Meyveye itirazım yok, hele hele şu son zamanlarda daha bir sempatik, içgüdüsel vaziyetteyim konuyla ilgili. "Yaparım" diye tahmin ediyorum, hatta şu yukardaki gibi poposu açık ortalıkta dolaşan bir meyve de benden çıkar (falcıya göre 2009'muş tarihimiz, hem de kız çocuğuymuş).

Anti halim sadece bu sahiplenmenin, bu duygunun yarattığı hırsa ve tercihini bu yönde yapmayıp tasasız günlerini yaşayanlara duyulan kıskançlığa. Yoksa ister aşk çocuğu olmuş, ister intikam çocuğu, bana ne, benim değil ki, haliyle ömür boyu sorumlusu olacak olan düşünsün.

Monday, August 20, 2007

Kurumsal hayat

Sabah sabah çok teknolojik, çok hizmetli, çok yeşil banka ile, çok tasarım gündemli toplantıdaydım. Ve bir kez daha öyle bir hayattan zerre hoşlanmadığımı, yaptığım tercihlerin çetrefilli ama beni yansıtan tercihler olduğunu gördüm.

Sanıyorum plazada çalışmak beni boğabilirdi. Bilmiyorum hayat bu tabii ve neyin ne zaman ne çıkartacağı belli olmaz ama yine de sanki o katların, o binaların içerisinde sıkışırmışım hissi yaşamam yüksek ihtimaldir (bir keresinde bir tanesinde çalışanların retina kontrolü ile içeri girebildiğini öğrenip şaşkınlıktan neredeyse bayılacaktım. ne retina kontrolü ya? cia'ye mi giriyoruz?). Bir de bu kurumsal yerlerde dress code var ki beni benden alan... Tabii öyle yerde belirli kurallar çerçevesinde çalışınca yapacak bir şey yok, çok tercihe bağlı durumlar değil ancak nedense insanların kötü giyindiğinin düşünüyorum plazalarda. Aslında insanlardan kastım kadınlar çünkü karşı cins zaten takım elbise giyiniyor, başka bir seçeneği yok.

Kadınlarda ise sürekli bir gri, açık kahverengi takım durumu var ki, hiç özelliksiz, niteliksiz kıyafetler ortaya çıkıyor. Bir de elde kötü bir çanta (burada asla ve asla şu olmalı, şu marka olmalı diye bir düşüncem yok. sadece biraz daha özellikli olabilir. ve işin komiği büyük paralar verip aldıkları ile pazarda satılan arasında tarz olarak bir fark olmaması. o yüzden zevksizlik başka bir şey). Kesinlikle bu giyim tarzı dayatmasının çok sıkıcı olabileceğini anlıyorum ama hiç mi başka şeyler denenemez, yapılamaz?

Ne bileyim sıkıcı geldi bana sabah sabah plazaya girmek, mutsuz kurumsal hayatlara tanık olmak; odama dönünce bir mutlu oldum.

P.S. Şimdi düşününce beyaz gömleğim, siyah eteğim, at kuyruğu saçlarım ile dışardan ben de very corporate duruyormuşum ama sanıyorum corporate topuklu ayakkabılar yerine babet ve kafamdaki çocuk tokası ile bu imaj epey yıkılmıştır (yes).

Sunday, August 19, 2007

Şarkı listesinde sürpriz



Müzik benim için önemli olduğundan en sevdiğim şeylerden biridir sevdiklerime, yakınlarıma benim sevdiğim şarkılardan oluşan cdler çekmek, onları hediye etmek (eskiden kaset hadisesi vardı, o zamanlar kaset çekip verirdim). Bugün de bir süredir aklımda bulunduğu üzere K.'ya böyle birkaç tane compilation (ya da güzel dilimizde karışık kaset) yaptım ve Hamdi'ye giderken arabada verdim. Ne K. ne R. ne de M. hiçbiri bunun içinden çıkacağını düşünmüyordu. Ben '79 tarihli "I was made for loving you" çalarken evin önünde indiğimde her şey "beklendiği" gibiydi, 2 dakika sonra telefon çaldığında ise R. "batsın bu dünya"yı söylüyordu "inanmıyorummmm" diyerek.

"Hatasız kul olmaz"in bu akustik versiyonu müthiştir, çok bilinmez, Fatih Akın'nın filmindendir. Çok iyi bilmesem de müthiş saygı duyduğum müzisyenlerdendir. CD'nin devamında bu da var ve sanıyorum hemen sonra "Hurt" ile bitiyor. Garip bir karışım oldu, seveni için eğlenceli oldu ama asıl duyunca epey sürpriz oldu diye tahmin ediyorum arabada.

Büyük zevktir benim için sevdiklerime kendi seçtiğim şarkılardan CD yapıp hediye etmek. Kıymet göstergesidir.

P.S. Güzel belgeseldir Fatih Akin'nın filmi. Hatta adıma teşekkür bile vardır. Ama o faso fisodur, sadece iyi belgeseldir.

P.S.(2) Hamdi'de kulaklkla radyoda maç dinleyen 2 kız tipi: biri uzun sarı düz fönlü saçlı yanık tenli(hatta zenci desek yeridir), diğeri at kuyruklu kızıl saçlı erkek gömleği giyip belinden düğümlemiş vaziyette telefonun kulaklığını paylaşıyor. Sarı saçlı olan tuttuğu takımın attığı yegane golle galip gelmesini istiyor, kızıl saçlı olan ise o takımın oynadığı diğer takımı destekleyerek yenilmelerini istiyor.

P.S.(3) Erkek gömleği nedense ifade edemeyeceğim bir şekilde çekici geliyor bana. Tipik bele oturan kız gömleklerinden çok daha güzel geliyor ki belim güzeldir benim. Ama sevmiyorum işte o salak kız gömleklerini. Bu yüzden de buldukça topluyorum (ne demekse bu). Bugün o koskoca ve inanılmaz büyük gelen gömleği bana göre Diane Keaton , M.ye göre Cybill Shepherd tarzında 80ler havasıyla giydim; çok da güzel, pek de güzel oldu. Yakalarını da kaldırdım, al sana dişi Romeo... Askısından çıkartıp da büyük bir samimiyetle hediye edene teşekkürlerimi iletirim buradan.

Lucky star

Herkesin gündeliğinde bu kadar komik şeyler oluyor mu, yoksa sadece ben ve hiç büyümeyen progéniture'um mü bunları böyle yaşıyor bilemiyorum ama galiba "çekmek" diye bir şey var. Çekiyor insan hayatında bazı olayları, bazı durumları ve bazi insanları. Öyle çok uğura inanan biri olmasam da bazı objeler, bazı giysiler, bazı şarkılar ve bazı insanlar vardır ki bana şans getirdiklerine, yüzümü güldürdüklerine inanırım. Gerçekle hiçbir bağı olmasa da muhtemelen ben onlara böyle anlamlar yüklediğim için gülümseten olaylar gerçekleşiyor.

Fantastik olaylara tanıklık etmiş bir elbisenin etkisi, parmaktaki yüzüğün hatırlatırken güldürmesi, çalan şarkının tanıklıklıkları, arkadaşın olay üzerindeki anlam verilemeyen gücü derken yine komikti.

* Cin-to... eskiye güzel bir dönüş, nasıl sevdiğimi ve nasıl içtiğimi unutmuşum. Tamamdır, bundan böyle ve -yeniden- cin-to'dur.

Wednesday, August 15, 2007

"aaa yalnız mısın?"


Nedense hiç anlamadığım sorudur yukardaki. Nedense insanlar tek başlarına bir şey yapamazlarmış gibi "yalnız olmak", bir yerde "yalnız bulunmak" ayıplanan bir durum gibi yaşanır, yaşatılır. Oysa ki her daim sosyal olmak nedir ki? İnsan hiç mi yalnız kalmak istemez? Yine anlamadığım bir başka durum insanların sürekli birileri ile beraber bazı aktiviteler yapıyor olması. Hele hele büyük işyerlerinde topluca yemeğe inmeler, sabah beraber topluca çay içmeler... Beni bir şekilde sıkıyor ve illa yapılması gerektiğini düşünmüyorum.

Bu tabii öncelikle benim "yabani" tarafımdan kaynaklı olabilir çünkü kimi zamanlarda, kimi durumlarda oldukça "yabani" görülebilen bir insanım (şikayetçi miyim? yoo) . Bu durumun üzerine bir de yalnız veya birey olarak bazı aktiviteleri yapmak eklenince ortaya "kalabalığa pek karışmayan, olduğunda komik olan ama bir o kadar da uzak duran hatta ufaktan küstah" insan tiplemesi çıkıyor.
Mesela işyerlerinde illa beraber yemek yenilmesi gerektiğini düşünmüyorum. Düşünmediğim gibi de yapmıyorum. Ne var ki bu insanlarda bir şekilde "soğuk"ya da "hmm herhalde birileri ile anlaşamıyor" duygusu yaratıyor. Oysa ilgisi yok. Sadece bazı ortamlarda, bazı mekanlarda ilişkilerin bir yere kadar olması gerektiğini düşünüyorum.
İşyerlerini, çalışılan şirketleri sosyalleşme alanları olarak görmediğimden, kurumsal alanlarda kurulan arkadaşlıkların da bir yere kadar gidebilecek arkadaşlıklar olduğu kanaatindeyim. Bunda muhtemelen kendimin arkadaş/dost gibi konularında çok şanslı olmam etkilidir. Çalışma alanlarındaki sosyalleşme benim için iş günü sonunda bitiyor ve ertesi güne kadar dolaba kaldırılıyor. Açıkcası böylesini de sağlıklı buluyorum. İş günü sonrasında ise zaten kendi dünyama benim varolmasından zevk aldığım insanlarla giriyorum.
Kısacası öğle yemekleri yalnız yendiğinde, çıkıştaki programlara katılmayınca "aa yalnız mısın, neden bize takılmadın, neden aramadın?" gibi sorularla muhatap olunsa da kişinin bazı gündelik aktivitelerini bireysel olarak yapması hiç de garipsenecek ya da dışardan populist bir acıma ile bakılacak bir durum değildir. Bu bir tercihtir. Sürü ile gezmeye gerek olmadığı gibi sinemaya, müzeye, kafeye yalnız gidip bundan keyif almak muhteşemdir.

Hitap ve dönemler

Okuduğum, takip ettiğim bir insan değildir sadece arada bir salaklıklarını sözlükten okuyup "ne yazmış yine bu büyük türk düşünürü?" diye zaten almadığım tmsf'ye gazetesindeki köşesine göz gezdiriririm.

Tiyatronun önemli isimlerinden biri ile röportaj yapmış, büyük saygı duymuş ama ben duyduklarıma şaşırmadım desem yalan olur. Öğrendik ki "kadının naz, kurnaz ve enkaz" diye 3 dönemi varmış, kurnaz erkek karısına ismiyle hitap etmezmiş " vs vs . Ben pek anlamadım. Sorularım şöyle sıralanıyor:

* Şimdi bu 3 dönem her kadın için geçerli mi (o halde ben naz dönemimde miyim? öyle isem bu naz dönemini nasıl yaşamam gerekiyor, daha da mı nazlı olmam lazım)?
* Naz dönemini atlayıp kurnaz döneme geçemez miyim? İlla yaşlanmam mı gerekiyor? Kıçımın kılları ağarmış olunca kurnaz olmam ne işe yarayacak? Gönül Yazar gibi gençlerle mi görüneceğim?
* Enkaz dönemi ise bittiğimin anlamına mı geliyor? E o zaman eski zamanlarda Japonya'da yaşlılara yapıldığı gibi gidip bıraksınlar beni dağın tepesine orada oturayım.

Bir de hitap durumu var ki...Sabah sabah şiştim. Ya delirdiniz mi başkasının yanında sevgilime/kocama neden ...bey diyeyim ? Beraber yaşıyoruz ediyoruz evde başka dışarda başka neden olsun. Demem öyle şeyler, denmesine de karşıyım (nezaket gereği telaffuzu gerekli anlar vardır ama gazeteyi getiren kapıcının yanında da beyli bir telaffuz olmasın lütfen).

Ayrıca zaten uyuz bir sevgili olan ben, öyle aşkım, böceğim gibi telaffuzları da sevmediğimden mümkünse bana sadece ismimle hitap edilsin (ya da zaten telaffuz olarak sevgilim başlı başına güzeldir) . Tamam peki, o kadar da feci değilim, özel 1-2 hitap olabilir ama cicim, böceğim değiiiil (hadi, itiraf ediyorum, güzel bir tane vardı zamanında söylenen ama börtü böcek değildi).

Tuesday, August 14, 2007

Renk olarak beyaz

Bazı insanlar takıntılıdır. Bazı insanların da zaafları vardır. Bazılarında ise bu ikisi birleşip fantastik bir karışım ortaya çıkar.

Nedense hep tavımdır beyaza. Beyaz duvarlara, beyaz kumaş peçetelere, beyaz gömleklere, beyaz atletlere, beyaz nevresim takımlarına, vs ... Her şeyde değil belki ama saydıklarım tav olduklarımdır. A.Y. hiç sevmezdi beyazı, sürekli dalga geçerdi "yavrum, bu ne masumiyet böyle diye?"

Bu kadar konuşmuşken, beyazlardan kalkıp ayağımı sürerek kahveye yönelmişken bari beyaz gömlek giyeyim bugün.

P.S. Beyaz gömlek demişken Sekvotka geldi L.A.'dan. Hediyelerimi heyecanla bekliyorum. Berlin'den gelip de ayağını bastığında onun sevmediği, deli gibi küfrettiği takımın şampiyonluğunu yaşamak zorunda kalmıştı, telefonda "sana da, takımına da ..." diye de saymıştı. Bu geldiğinde yine ayağını bastığında benim zerre sevmediğim o takımın golleri ile karşılanıp akabinde hemen bana telefonda "oooo sultanımmm naaaber?" dedi.

P.S. (2) A.Y.'yi göreceğim bugün. Oley. oley. Evet biliyorum her zaman görüşmemize gerek olmasa da bazen ciddi özlüyorum. Bu kadar yakınım olan birini. Oley, oley...

Monday, August 13, 2007

That's life

Günlerdir süren bir ağırlık, havanın sıcaklığı gibi saçma durumlardan dolayı gerginlik, kapanmışlık hissi vs derken nihayetinde dün gece nisbeten "hafif" ve güzel bir gece idi (ne cumartesi akşamı refik, ne başka şey, her şey ama her şey kat kat idi).

Arka komşum, T., hayatta hiç anlamadığım bir şey olan mangal, kocaman bir entrecôte, Delizia hardal, bozcaada şarabı, kırmızı, M. (yine ve yeniden derin konular), osmanlıca sözlük, ganimet olarak gömlek ve kitap, hediye olarak sabun (karşılıklı) , Frank Sinatra, Julie London, büyük keyif, arka balkonuma kuş bakışı bir bakış...kısacası sıcak mı sıcak ağustos akşamında, huysuz mu huysuz ben, komşu T.'de M. ile büyük keyif.

P.S. M. ile hemfikiriz; benim penceremden gördüğüm daha güzel, daha yakın, daha üzerinde gibi.

P.S.(2) ani gelen, çok da sorgulanmayan samimiyet ilginç bir şey. olursa oluyor olmuyorsa olmuyor. yoksa manyak mıyım ben hiç tanımadığım, sevgilim filan olmayan birinin yemek davetinden sonra gömlek, kitap alıp çıkacağım? deli derler valla.

P.S. (3) bazı konularda anlamada siyah/beyaz olarak tanımlamalar üzerinden düşünen ben (yani güzel güzeldir, çirkin çirkindir ya da seviyorsan seviyorsundur, haliyle yapman gerekenler vardır, sevmiyorsan da sevmiyorsundur, o da gayet nettir) yine hakkımda duyduklarıma hem güldüm, hem m. ile konuştum ama asla kötü algılamadım.

P.S. (4) that's life (frank sinatra). fly me to the moon (julie london, frank sinatra, diana krall, tony bennett etc).

P.S.(5) komik kare: karşımdaki m. kulağında telefonun kulaklığı ile radyodan o takımın maçını dinliyor, bunun üzerine ikimiz kavga ediyoruz, ben cuma geceki arayışlarını hatırlayarak daha çok sinirleniyorum, neticede sonra öpüşüp barışıyoruz.

Saturday, August 11, 2007

Kapı aralığından

Hırsız girecek diye korkulan geceler, mavi ışıkla kendini belli eden alarm sistemleri, alarmı kurabilmek için kapatılan pencere ve kapılar, çalıştırılan klimalar ... İşte bu yüzden belki de en güzel sabah keyfi çok ama çok erken sabah saatlerinde mavi ışıklı sistemin kapatılıp balkon kapasının aralanması ve o aralıktan gelen hava, esinti, güne başlayan şehrin sesi. Bir de çok erken saatlerde kalkıp denize girmek var ki, şu anda bana epey uzak gözüküyor.

Friday, August 10, 2007

Fantastik ikna yöntemleri

kız çocuğu: bak, yine söylüyorum kızdım sana. aramazdım ama sen, ben, biz diye arıyorum.
erkek çocuğu: yapmaa! tamam haklısın, önce aramalıydım, kafam dağınık biraz.
kız çocuğu: olabilir ama beni ilgilendirmez, ara söyle, dağınık de, bileyim ben. net olsun.
erkek çocuğu: ya tamam, bundan sonra öyle yapacağım, tamam diyorum
kız çocuğu: bana öyle kısa kısa "tamam" yok. söyleyeceksen başka şeyler söyle
erkek çocuğu: canııım, haklısınn fıstık. gelirken dondurma alayım, tatlı yiyip tatlı konuşalım, neli dondurma istersin?
kız çocuğu: nasıl yani soru mu bu, bilmiyor musun? kahveli tabiii...kahve sevdiğimi de mi bilmiyorsun?
erkek çocuğu: tamammm
kız çocuğu: tamam yok, aksiyon var.

Thursday, August 9, 2007

Tanımlar, sıfatlar

Her gün ilginç ilginç tanımlar, sıfatlar duyuyorum, öğreniyorum hatta şaşırıyorum. En çok kendi hakkımdakiler beni eğlendiriyor.

Bugün yeni sosyal çevremde " hacker " olarak görüldüğümü öğrendim. Duyduğum anda şen kahkahalar atıp şaşkınlığımı gizleyemedim. Nedeni malum, ben teknolojiyi sevsem de öğrenmeye, hakkında okumaya, programları çözmeye vs üşenirim,ilgilenmem, anlamadığımı göstermeyi tercih ederim, kısaca "aman ben anlamam sen yapar mısın benim için" filan derim. Ancak hacker tanımı konusunda külliyen cahilmişim de çünkü bana yakıştırılan hacker tanımı Richard Stallman ifadesi şeklindeymiş, diğerleri cracker'mış. Öğrenmiş oldum, biraz okuyup edince de fena bir tanım gelmedi. Anti , muhalif yapıma uygun sanki.

I'm the hacker of you ...hahaha çok şahane. Çok güzel , hakkımdaki tanımları, sıfatları genişletiyoruz, liste tamamdır, ekleyen ekleyene.

Gece IV

Aslında bir alt başlık olmalı: gece, lakap, fotoğraf, biz, onlar, ikizler şeklinde olmalı.


Geçen gün aradığında "evet artık gitmeliyiz şu yemeğe" dedi ve haklıydı da çünkü yıllardır bitmeyen şarkı gibi uzayan bir mesela bu. Ben, o, ve kardeşi (böyle komik 3'lü bir durum var hayatımda, ménage à trois misali). Salt kardeş olsa iyi, bu daha da komik, daha da öte çünkü ikiz kardeşler, hem de birbirinin aynı olandan. Önce diğerini tanıdım lisede, sonra da Boogie Boy'u ve bir şekilde çok yakın, uzakta olsak da çok yakın olanlardan olduk. Dün gece U. ege sahillerinde çalmaya gittiği için katılamasa da biz ona inat yemeğe gittik Giritli'ye. Eğer çok şık, çok şıkım şıkım bir yer değilse benim her daim önereceğim Asmalı Mescit'tir ancak bu sefer yönetilmeyi seçtim ve bıraktım kendimi (hem cankurtaran'daki giritli ciddi güzeldir, lezizdir) .

P.S. Ben öyle herkesle içmeyi sevmem, herkesle rakı masasına oturmaktan hoşlanmam ve benim için biriyle oturup içmek, o esnada sohbet etmek demek önemlidir; bazı yerlerden geçilmiş, bazı duygular karşılıklı ele geçirilmiş olduğunun ifadesidir. 8 buçukta oturduk masaya, kaçta kalktığımızı hatırlamıyorum ama yediklerimizi, konuştuklarımızı, yorumlarımızı, sapıkça çektiğimiz fotoğrafları, dedikoduları, etraftan bize gelen bakışları hatırlıyorum.

P.S. (2) Lakap denilen şeyi çok severim. Benim hiç olmadı, belki şimdi şimdi anotherstar ama yine de ... Belki de bu yüzden kendimce insanlara isimler takmayı, öyle notlar yazmayı, telefona öyle kaydetmeye bayılırım. Kimi zaman tutar kimi zaman tutmaz ama Boogie Boy tutanlardan. Hem de epey afilli şekilde tutanlardan, kendisi tarafından da pek beğenilenlerden. Düşündüm de şu telefon rehberinde o kadar komik isimler, lakaplar var ki, her biri ayrı hikaye resmen.

P.S. (3) M.'nin dün verdiği sıkı talimatlara uydum mu? Eh pek sayılmaz, resimleri görünce kafamı kırabilir ama ne yapayayım giysilerim öyleymiş benim. Ama onun kafamı kırma sebebi başka... Ne yani 40 yıllık arkadaşımla yemeğe giderken çarşafa mı bürüneyim?

P.S. (4) İkizler... ilginç bir şey ikizlerle arkadaş olmak. Kendi aralarında garip bir bağ var ama onlarla yakınlık kuranlarla da böyle bir şey oluşuyor. Her ikisi de ayrıdır benim için. İkisini bir kabul etmem çünkü hem ayrı tanıdım, hem ayrı severim, ayrı görüşürüm, paylaşırım. Bazen zordur, büyük kavgalar olur ama sonu mutlu sondur, keyiflidir (dün saydık da herhalde 13-14 yıl olmuş, sekteye uğramamış, hep ilerlemiş) . Bir de ikizler burcu erkeği var ki, merci beaucoup j'ai ma dose (bizimkiler neydi ya, terazi mi akrep mi ? aaa, valla bilmiyormuşum)

Wednesday, August 8, 2007

P.S. XII

* "hocam bir saniye bakar mısınız? "pardon hocam buyrun ne isterdiniz?" gibi cümleler var artık hayatımda. Hoca olduğumdan değil elbette de işte herkes hoca burada, öyle hitap ediliyor. Muhteşem bir hoca olarak bugün bilgisayar bilmemneleri teknolojileri vs gibi acayip havalı ismi olan birimdeki birinden bazı ince yazılım bilgisayar vs gibi konularda yardım istedim, kimselere soramadığım, sorup da cevap alamadığım konuları sordum, öğrendim, sildim, yokettim, nasıl yapılırmış gördüm, etüt ettim, konsanstre kurs gördüm, tamamdır, çok mutluyum. devam edecek (çok iyi bir şey böyle yerlerde bu işlerden çok iyi anlayan insanları tanımak) .

* Çok komik herkes rolex'e takılmış meğer. Yok benim değildi kolumdaki, zaten bambaşka bir muhabbetti ama bir o kadar eğlenceliydi. ben çok beğendim kolumda, o ayrı. Neyse M. 35 yaş hediyesi olarak bana alacakmış ama şartını da yazmış, tamam dert değil, o da olur, onu da yaparız, hayatta her şey mümkün diyelim "samimiyet kapılarını açalım" (bizimkisi açmış samimiyet kapılarını, hem camlı, hem de jaluzili olarak, en güzeli dedim, genelde ben açarım o açamaz da, iyi olmuş, başlamak lazım).

* ho ho ho! giritli! ho! ho! ho! M.'den talimat: "kafanı kırarım senin, açık giyinmeyeceksin! Rapor vereceksin, saniye, dakika, saat olarak detaylı olacak " . "Oldu bir de resim çekeyim" dedim "hah bravo evet çek her şekilde, her anda". Hey yarabbim ya, J.A.'nın dediği gibi "el deliye biz akıllıya hasret".

"eve geldim, her şey çok güzeldi, ya...m"

M. & R. döndü Bodrum'dan ve hemen buluştuk. Gören de sanır ki yıllardır görüşmedik, böyle bir komedi olamaz. Sadece bir hafta görüşmedik, o kadar, daha fazla değil. Nişantaş Camii'nin önünde M. ile koşarak sarılma, R. ile Touchdown yokluğunda gidilen yan tarafta oturulan yerde kucaklaşma (ki r. öyle çok dokunan öpen sarılan biri değildir) ve zazie'de kutlama yemeği.

Çok güzeldi, çok hoştu, çok bizdi. Sadece B'nin Barcelona'da oluşu bize özletti ama onun dışında her şey çok güzeldi.

Zazie desen...Yani işte. Bayıldığım, tav olduğum olay beyaz kumaş peçete var da... Bilemiyorum bir şey eksik sanki.

R. çok da güzeldi, pek de güzeldi.

Gerçekten kıroyum, taktım koluma rolex'i oturdum, M. koptu gülmekten "zaten bütün gün aklımdaydı şu halin" diye.

"Komik" dediler bana bu akşam. Doğru komiğimdir ama genelde çok yakınlarıma komiğimdir ancak bugün havamdaydım, çok farkında varmadan kırdım geçirdim. K.'nin arkadaşları "ne komik kız" dedi. Hani bir grupta "çirkin sivilceli ve şişko, " kızlar için söylenir ya "aa ne komik kız" diye, biraz böyle hissetmedim desem yalan olur. whatever...

Komik demişken, hazır yeni telefon numarası, yeni iş derken onu bunu arıyorum nasıl olsa numarayı tanımıyorlar diye ve sanki bir yerden arayp anket yapıyormuş gibi arıyorum. M. yi aradım holdingin pek bir corporate ciddi sesi ile "efendim" dedi, LC. ofisi bambaşka bir ciddiyet açtı, Boogie Boy daha bir kalın ve tok ses ile konuştu, başka yakın bir arkadaşım afalladı "ha ne, nereden, nasıl, ne anketi "filan dedi. Evet eğlenceliydi, gülüp kalmasam her şey daha komik olabilirdi.

"Funny girl" ben miyim tartışılır ama Audrey Hepburn beğenim tartışılmaz ( çok da değilim ya, hadi eğlenceliyim ama funny girl, yok ya. bilmem belki de öyleyim, genelde komiğim galiba ama günüm günüme uymadığı için her daim o kadar eğlenceli olmayabiliyorum)

P.S. Başlık genelde eve yalnız döndüğümde bizim 4'lüye gönderdiğim mesaj. Önemlidir bizde eve varınca mesaj atmak, telefon etmek. Son kelimeyi buradan yazamam, utanırım ama genelde biz kız okulundan çıkmış iğrenç kızlar olduğumuzdan bizim mesajlar böyle biter.

Tuesday, August 7, 2007

Kendini kandırmak

Bir şekilde hepimizin, dönem dönem, zaman zaman yaptığı şeydir kendini kandırmak. Kimi zaman ona dair kendimizi kandırırız, kendi yarattığımız pembe buluta inandırırız kendimizi, onun bakışlarını çok derin algılarız ki oysa hiç alakası yoktur sadece bakıyordur manasızca, hareketlerine anlamlar yükleriz, sözlerini bir başka algılarız, hata yaptığında, doğru davranmadığında, hatta kötü davrandığında yine kendimizi kandırırız, onun için bahaneler üretiriz "aslında öyle yapmak istemedi, biliyorum, seviyor beni, kafası dağınık biraz, çok yorgun o da" gibi . Biz insanların "o" ile yaşadığı ilişkisinde zayıf noktasıdır bunlar, o yüzden de kendimizi kandırmayı tercih ederiz.

Bir de daha başka, daha gündelik konularda kendimizi kandırırız. Bu durumda ben her sabah kendimi kandırıyorum. Kolumdaki ve telefonumdaki hariç tüm saatler bende ileridir. Yatağın başındaki ise 10 dakika ileridir mesela. Tek bir sebebi var o da kendimi kandırmak istemem. Sanki daha fazla uyuyormuşum hissine kapılıp gerçek saat çaldığında başucumdakine baktığımda "ooo daha çok var ya, uyurum ben10 dakika daha" diye yaşamak istemem. Yoksa daha fazla uyumak diye bir şey yok, olay kendini kandırmak, o kadar.

Diğer konulardaki kendini kandırma durumu acıklı, pathetik bir hal almasın diye dostlar var bu hayatta; kenara çekip konuşacak "ee yeter artık kendine gel biraz, toparlan, bırak şu ezik halini" diyecek. That's what friends are for...

Monday, August 6, 2007

What a feelin'



Birçoğumuzun çocukluğunun ya da ilk gençlik günlerinin filmidir Flashdance. Hele şu son sahnesi inanılmaz etkileyicidir. Şarkı Irene Cara'ya ait. İyi biliyorum çünkü sanıyorum 6 yaşındaydım ve tek başıma bir kasetçiye gidip aldığım ilk kasetti (evet ya eskiden kaset vardı, toplama kasetler çekilir onlar satılırdı dükkanlarda). Filmi sinemada görmüştüm, F.A. götürmüştü, hatta okuma yazmam bile yoktu. Kıza, dansına ve de tozluklarına bayılmıştım.

"What a feeling" garip bir cümle. Hem bir mutluluk işareti yani "vay be muhteşemdi, harikaydı, iyi ki yapmışım" gibilerinden hem de hayal kırıklığının ifadesi olarak " hadi ya, bok var yapmışım, kâale almışım, inanmışım, yazık olmuş" gibi. Artık hangisi sürülen hayata uyuyorsa.

Tozluk ya, tozluk vardı bir zamanlar...

Tez & Anti-Tez

Beğenilerim, seçimlerim, seçtiklerim, kabul ettiklerim, kabullendiklerim, hayatıma aldıklarım, isteklerim, istemlerim, vs biraz farklıdır, kolay çözülemez gibidirler (özellikle öyle olsun diye çaba harcadığımdan değil, öyle olduğu için). Kimi zaman doğru ifade edemeyebilirim "neden" ve "nasıl" öyle olduğuna ama bir şekilde anlarım, çözümlerim. Benimle beraber de 3-5 kişi var(daha fazla değil) , onlar da rahatlıkla bu durumu-durumları çözümleme durumuna hakimdirler.

Dün gece, düğün, 29, kalabalık, kalburüstü (?), gazeteciler, idareciler, yabancılar, mavi gözlü beyaz tenli kuzeyliler, f.a., lapsus clavis + ailesi, ehvenişer içki/yemek vs vs.

Davetlilerle ilgili yorumlar, dedikodular, beğeniler üzerine gelişen fantastik diyalog:

l.c.- sen ciddi ciddi sarışın beğeniyorsun da farkında değilsin
anotherstar- yok canım, hiç sanmıyorum. tarihime bak, azdır.
l.c. - öyle, öyle. aslında her ikisi de. o da şöyle ki; sarışınlar tez oluyor yani f.a.'ya benzeyenler, yani beyaz tenli, yeşil/mavi gözlü, nazik ve kibar. esmerler ise anti-tez oluyor yani f.a. ile alakası olmayan tipler. fiziksel olarak sana benzemese de hal hareket olarak sana benzeyen, biraz daha nasıl desem f.a.'dan farklı yani, daha bir sen gibi... (tabii l.c. benden nazik bir insan olduğundan öyle nezih blog ortamlarında, durumlarında "senin gibi piç" demiyor ama söylemek istediği buna geliyor gibi) doğal olarak sen her ikisini de beğenmiş oluyorsun, o yüzden bana sarışın beğenmem deme, olayın budur.
anotherstar- peki. sustum.

Sunday, August 5, 2007

Kıssadan hisse pazar gündüz raporu

* Bugün yine dünyanın çok ama çok küçük olduğunu bir kez daha gördük. Gerçekten herkes, herkesin bir şeyi, bir yerden tanıdığı çıkıyor; herkesin herkes hakkında ya yaşadığı ya da duyduğu bir hikayesi var (kendiminkileri toplayıp kitap haline mi getirsem)

* "Size does matter" - yine. always. Pazar pazar, hem dünya küçük, hem de size does matter. Buyrun buradan yakın.

* havaianas hadisesi: çok severim, çok beğenirim, yıllardır da onun bunun altına, renk renk giyer çıkarım. Ne var ki hiç aklımdan geçmeyen bir şekilde kullanımını bugün gördüm, "yok artık deve" demekten kendimi alamadım. Spor salonunda aletleri kaldıran fazla havalı, fazla süslü fazla fazla fazla bir şahısta o acayip ağırlıkları kaldırırken fışfış ses çıkarttığını duyup dönüp baktığımda gördüğüm aşağıdakiydi. Brezilya bayrağı rengi havaianas'ları ile kocaman kocaman aletleri kaldırıp ağırlık çalışan bir karşı cins. Hayır ben mi kaçırıyorum bazı şeyleri merak ediyorum. Trendleri yakalıyamıyor muyum? Amann Allahım ne kadar demode kalmışım. Ya da bu tip acayip olaylar sadece bizim spor salonunda mı oluyor? Başka salonlarda böyle acayip olaylar olmuyor mu?


Hey you, Joe!



Bugün hiç beklenmedik bir anda, bir mekanda duydum ve yıllar öncesini hatırladım. Neredeyse çocukluğumu. Bugün belki oturup da Jimi Hendriz dinlemem ama duyduğumda da es geçmem. Dönemimin güzel ve en sevdiğim şarkılarındandır.

Şarkı sanıldığının aksine Jimi Hendrix'in değil. Billy Roberts adında bir folk şarkıcısının bestesi ve şarkının garip, uzun ve psikodelik bir hikayesi var. Jimi Hendrix 1967'deki Are You Experienced albümünde okuyor, zaten 3 yıl sonra da otel odasında kusmuğunda boğulark ölüyor.

Çok severim bu şarkıyı. Joe ismini de çok severim. Bazı isimler vardır ki hiçbir özelliği olmasa da belki telaffuzdan dolayı bende ayrı bir yeri vardır. mesela Joe, Liam ya da Gennaro (hoş joe isimli biri vardı ama whatever kim öle kim kala)

Play it (loud), Sam!

Saturday, August 4, 2007

Sıkıcı diyaloglar, sıkıcı konular

Hiç anlamadığım olaydır, neden insan durup dururken spor salonunda muhabbet etmek ister? Ya da ben istemiyorum, onu biliyorum. Terlemiş, nefes nefese, bir amaca yönelik hareketlerde bulunurken neden elin herifi ile konuşmak isteyeyim? İstersem belli olur zaten, ben bir şey yaparım, gülümserim filan. Hiç ortada böyle işaretler, bakışmalar, niyetler vs yokken "neden" diye sormadan edemiyorum. Gerçekten bazen gündelik hayatta bazı konuşmalar, bazı hareketler çok sıkıcı oluyor.

* " 3 çocuğu varmış ama babalarından ayrılmış, 4. yü şimdiki sevgilisinden yapacakmış, hamileymiş "... Of of of ! Bir Jerry Hall, bir de bu kadın. Mütemadiyen ürüyorlar. Çocuğa itirazım yok, yapan yapsın, ne için, ne amaçla da yaparsa da yapsın, umrumda değil. Kendim için de yapmam demiyorum, yaparım (hem şu aralar daha da bir inandım bu konuda çok iyi olacağıma, benimle onun beraber güzel olacağına ), güzel de olur, benden bir tane daha, şaahne ama kime ne? Sürekli olarak "üreyen" kadınları tarif edemediğim, ifade edemediğim şekilde ... buluyorum. Dediğim gibi düşümcemi ifade edemiyorum tam olarak ama iyi gelmiyor, samimi gelmiyor hatta bir şekilde "bencil" geliyor. Ama annelik "kutsal" konumda olduğu için bunlar ifade edildiğinde "gaddar" ve "acımasız" olarak nitelendirilmek işten değil. Oysa ki bir sevgi boşluğunun dışa vurumu gibi geliyor ya da başka birçok şey.

P.S. Ayrıca o bele kadar uzayan saçlar nedir ya? "Kezban şehre indi" misali. Ama lütfen sarışınız, hem de doğal, o halde gösteriririz. Annesi de böyle bunun, demek ki yapacak bir şey yok.

Friday, August 3, 2007

" Bittin sen! "

Öğleden sonra telefonuma gelen mesaj: a., bittin sen! f.

Doğru, kesinlikle bittim. Ancak haklı çünkü benim ona yaptığımı, o bana yapsaydı herhalde aynı mesajı yazar, intikamımı alacağım günü iple çekerdim.

F.A. çok sever kendisini, ayrı bir ilişkileri vardır.Benim yaşlarımda sanıyorum. Güzeldir, hoştur, dobradır, tribündendir haliyle tek falsosu o takımı tutmasıdır. F.A. ile maçlara giderler, gidemediklerinde beraber seyrederler hatta o Ultraslan'dır. Sanıyorum ben de o takımı tutsaydım onu gibi olurdum ve muhtemelen de onunla iyi anlaşmamın sebebi de bu.

Oradan oraya, kampüsten kampüse koşturduğum için bugün onun masasını, bilgisayarını kullanmak durumunda kaldım. Önümde o takımın eşşşek kadar büyük bir amblemi, outlook'da sürekli Ultraslan'dan gelen manasız mailler, vs daraldım, şiştim, bayıldım. Ve bu sarı kırmızı duruma el koymaya karar verdim. Hazır onun da dışarda olmasından yararlanarak hemen onun görmeye dayanamadığı, nefret ettiği takımın logosunu internetten indirip, printer'dan basıp, eşşşek kadar bir boyutta bilgisayarının ekranına, dönünce görsün diye yapıştırdım.............

Bunun bana yapıldığını düşünmek bile istemem, o yüzden bekliyorum rövanşını. Ama ben kaşındım, itiraz edemem. Olsun, çok eğlenceliydi, çok benzeşti, çok samimiydi; gerisi faso fiso.

P.S. Haddimi bildim ama. Gidip de o sarı-lacivert logoyu wallpaper yapmadım mesela. Çüş artık. O kadar da mahremiyete girilmez, ayıptır. Benimkisi hudutlar içerisinde kalan sadece çok güzel bir "kaşınma" ve "kızdırma" idi.

P.S. (2) Mesajdan sonra gülerek konuştuğumuzda "canın acıyacak, biliyorsun değil mi? diye söylediğinde yutkunmaktan başka bir yapamadım. Sıkılmış bu yıl tribündekilerden, yerini değiştirmiş, "artık rahat edemiyorum, bir acayip oldu erkek kısmı, eskiden böyle değildi" dedi. Doğrudur, çünkü güzel kız bence. Hani tribün kültürüm olmadığı için öyle önemli, kutsal yerlerde, ciddi konsantrasyon gerektiren anlarda, aşna fişne olur mu hiç fikrim yok. Aşna fişne demişken boş hayatlar dünyasında tuvaletler tekrar "in" mekan olmuş, bravo diyorum. Benim bildiğim en büyük tuvalet bombası Şamdan'nınki. Hem de öyle bir bomba ki ağzımın açık kaldığı olaydır. Haa bir de Alman'nın tuvaletleri var ki, bizim okullar arasında efsanedir.

Thursday, August 2, 2007

O an


İşte o an... Elimde bilet uzatıyorum yazsın imzalasın diye. Kalın sesini daha da yakından duymak için iyice yaklaşıyorum. Heyecanlanıyorum. Orada burada rahat rahat konuşan, çocukluğumdan beri bizimkilerin ilişkileri sayesinde şöhretlerle konuşmaya, vakit geçirmeye alışkın olan ben, kendi hatırladığım tarihimde ilk defa birisinin elini sıkarken heyecanlanıyorum.

* isaac hayes, isaac hayes, ike's mood, shaft, walk on by, isaac hayes, isaac hayes *
Artık o bilet de, diğer birçok not/resim/komik şey ile beraber buzdolabının üzerinde...

Artist

Daha dün havalı havalı, bana oldukça yakın olan bir arkadaşımla konuşuyordum, o da "artist oldun sen" diyordu, gülüp geçiyordum. Demek ki gülüp geçmemeli aksine bir kenara yazmalıymışım...

Garip bir şekilde anında adapte olduğum bir yoğunluk ve akşamında -benim asla katılmayacağım- televizyon çekiminin organizasyonu filan derken kendimi canlı yayına son 5 dakika kala yüzüme makyaj yapılırken buldum. Hayatta sevmediğim şeydir hazırlıksız yakalanmak. Üzerimde rahat bir etek, pembe t-shirt, ayağımda pembe saten babetler ve elimde mikrofon ile hayat tercihlerinin sosyolojik açıdan yorumunu yapıyorum.

Neyse iyiyim, keyfim de yerinde garip bir şekilde.

Artist olmaya dönersek, asıl haftasonu eğer olursa, çıkarsa tam anlamıyla artist oluyorum (yani görünen, ortalıklarda olan asla değil ama yine de ). Bununla beraber şu kehanetlerde bulunan şahsı da kenara çekip ifadesini almak istiyorum "çocuğum geleceği mi görüyorsun" diye... hoş o da az artist değildir ama hadi neyse bozmayayım havasını.

Fall-Winter

Fall-winter 2007 YSL
Havalar soğusun artık biraz, yine tiril tiril olalım ama terlemeyelim, bunalmayalım, yapış yapış olmayalım, deri ceketleri çıkartalım, uzun trençkotları giyelim içinde sadece bir t-shirt ile... İngiliz Vogue'unun ağustos sayısında gördüm yukardaki YSL reklamını. Çok güzel. Birden sonbahar-kış gelsin istedim. Çanta güzel, ayakkabılar güzel, trençkot ve palto ayrı güzel, Gisele zaten güzel (haa mesela biz kızlar diğer beğendiğimiz kadınlarla beraber gisele'i de çok beğeniriz, sevgililerimizin de beğenmesine hiç aldırmayız.). Kızı alan alsın, ama diğerlerinin hepsine talibim.

Wednesday, August 1, 2007

Phone call from Las Vegas

Geçen sabah saat 5:45 civarı, telefonum çalıyor, gece zaten Isaac Hayes konserinden sonra ancak 3'de yatmışım, o yüzden çalan telefonu pek algılayamıyorum ama çalıyor, açıyorum ses kesiliyor, tekrar çalıyor, Sekvotka ve E. heyecanla konuşuyorlar, ben ise kısık sesimle cevap vermeye çalışıyorum.

sekvotka- sultanım, biz geldik las vegas'a, odamızdayız , birazdan kumarhaneye ineceğiz, sana merhaba diyelim dedik

anotherstar- çook güzel, çoook kıskanıyorum sizi, benim için de oynayın

sekvotka- sultanım bana 36'ya kadar bir rakam söyle, o rakama senin için oynayacağım

anotherstar- 35

e. hadi yavrum yeter seni bırakalım sen uyu biraz ararız seni sonra yine

anotherstar- hayır konuşalım. çok eğlenin tamam mı? çok gülün, çok gezin, çok eğlenin

sekvotka & e. -tamam hadi öpüyoruz seni, uyu sen de, kazanırsam sana lexus alıyorum

anotherstar- (kapanan gözlerle, kısık ve hiç ben olmayan ince sesle) pekiii



Tam anlamıyla kıskançlık sayılmayan bir kıskançlık duysam da bir yandan-hem de çok yandan- iyi vakit geçirmelerini, eğlenmelerini, gülmelerini, kumar oynamalarını, denize girmelerini, keşfetmelerini, okumalarını, yiyip içmelerini, keyifli fiziksel aktiviteleri ihmal etmemelerini istiyorum. Hepsinin. Yani şu anda, şu hafta, benim uzağımda olan herkesin. Hepsi bir yerlerde ve ben buradayım. Evet, bu beni sinir etse de dert değil sonra yine beraber gideriz. "Ben yapamadım, gidemedim, göremedim, buluşamadım, olamadım" diye başkası niye yapamasın ki...Bu kadar yakınım olan insanlar, elbette en güzeli, en iyiyi yaşasınlar.


Have fun...Cheers...

Phone call from Istanbul

Aslen güzel bir Tom Waits şarksıdır. Şarkılarını da kendisini de çok severim.

Dün çok sakin bir şekilde uyum sağlamış, sağlamaktan öte fazla bir hakim gözükmüş (ki bunu yapmamam lazım yeni kararlarım sebebiyle) telefonum çalıyor bilmediğim bir numara alo filan derken konser ekibinden birinin telefonu çıkıyor ve bizim Kool & The Gang arıyor akşam kapıya isminizi yazdım diye. Ben şok tabii. Yaa öyle mi tabii filan ama hiç beklemiyorum etmiyorm. Tabii gitmiyorum Kool & The Gang yerine bir Bang Gang hadisesi olmasın diye ama çok gülüyorum. Akşam gördüğümde de hemen L.C.'ye anlattım çünkü kendisi birebir tanıktır ben ve "zenci" olayına (başkasına anlatsam hayatımdaki birçok ilginç olay için düşünülebileceği gibi "hadi lan amma da sallıyor, milletin işi gücü yok da " olacağından )Hiçbir şey yapmam, özel ilgi, özel hareket filan ama nedense böyle bir durum var olur, yaşanır bazı komik hareketler, atlayıp zıplamalar. Sanıyorum ten rengimin onlara göre çok beyaz gelmesinden kaynaklı bir şey bu, bilemiyorum ki...

Ama eğer böyle bir şey varsa o halde mümkünse bu sparkling durumun Thierry Henry ile olmasını istiyorum, D'angelo, Rakim ile de.

P.S. Yeni forma yapılmasına, renklerle oynanmasına karşıyım ne bu ya masmavi bir şey. Kim çiziyor bunları? Bu renkleri kim düşünüyor? Bravo yani. Çok çirkin... çok laubali bir şey olmuş hiç beğenmedim