Showing posts with label Cities/Places. Show all posts
Showing posts with label Cities/Places. Show all posts

Monday, February 25, 2019

Cuma Eğlencesi # Oscar

Madem eski yeni günler dedik, madem hayatın eğlenceli rahat günlerindeyiz, madem Oscarlar verilmiş dün gece. O halde dükkan eski yeni günlerine göz kırpar ve aylar yıllar sonra Cuma Eğlencesi sahnelere geri döner. 

Kıyafetlerin büyük çoğunluğu sıkıcı veya daha doğru ifade ile olgun, sorumluluk sahibi bir tarz olsa da geceye imzasını atan sayılı (bir elin parmağını geçmeyecek) birkaç elbise ile başlayalım. 

Şahane bir elbise, şahane bir renk, acayip güzel de bir kız. Valentino son yıllarda zaten çok güzel işler çıkartıyor. Geçen sezon kırmızı, siyah elbiselerine büyük tavdım, Oscarlar'da bu çinli ingiliz aktris giymiş, iyi ki giymiş... Gemma Chan, Valentino Couture deyip gecenin birincisini ilan ediyorum. Aynısını giyip çıkmak istiyorum da nereye tabii orası soru. Günün sonunda boklu İstanbul'da çıkıyorsun yani. 


Ve gecenin en cool hareketini yapan Julia Roberts... Şöyle ki kendisi herkes gibi öyle kırmızı halıda filan yürümüyor yani kıyafeti makyajı mücevherleri vs gözükmüyor, geleceği kesin değil filan derken gecenin sonunda elinde zarfla en prestijli ödülü En İyi Film ödülünü sunmaya çıkıyor. Normalde bayılmasam da acayip güzel burada. Üzerindeki Elie Saab elbise de keza öyle. Bundan sonrakiler yemin ediyorum sıkıcılar listesi...


Yıllardır Oscar alamayan, sürekli Meryl Streep ile karşılaştırılıp dalga geçilen, sarkastik Instagram hesaplarının gözdesi Glenn Close, ki kendisi Fatal Attraction ile aslında bir efsanedir de, olmadı bir türlü. Bu yıl da olmadı, yine Oscar başkasına gitti. Gerçekten üzülüyorum kendisine. Carolina Herrera elbisesi güzel ama doreye rağmen sönük bir elbise. Ama Oscar da gittiği için çok yüklenmeyeceğim kendisine. Neyse en azından milyon dolarlık hediyelerle dolu Oscar goody bag/swag bag'i var. 

 Facia... Yemin ediyorum facia... Annesi Minnie Riperton'ı seviyorum, programda çalıyorum ama Maya Rudolph neden böyle şeyler giyiyorsun, hem de sunuyorsun filan? Hayır, zaten dünya güzeli bir insan değil şimdi, peki neden böyle polygamist tarikatlardaki kadınlar gibi bir elbise giymek ister ki? İnanılmaz kötü. 

Bu kız güzel bir kız. Kıyafeti de güzel. Ama o kadar. Özelliksiz, masalsı filan değil. Öyle giydirmişler çıkmış. 
 Zincirlikuyu'da eşşek gibi yazan (ve cidden şehirdeki en manasız şeylerden olan) "her canlı ölümü tadacaktır" yazısı gibi şu da bir gerçek ki "her canlı yaşlılığı tadacaktır". Zor iş yaşlılık. Cidden. İnsan kabul etmiyor ama pörsüyorsun, cildin, götün başın her şekilde pörsüyor. Ama yapacak bir şey yok; herkesin kaderi. Helen Mirren 73 yaşında olup da fuşya renkli Schiaparelli elbisesi içerisindeki hali gibi olmak iyi olabilir. 

Neden? Gerçekten neden diye soruyor insan. Hani tamam sarışın beğensem de öyle Charlize Theron hayranı olmasam da güzel bir insan kendisi. Peki bu çirkin Dior Couture elbise, bu kötü saçlar, bu sıkıcı pırlanta Bulgari yılan kolye. Sonuç mutsuz bir karlar kraliçesi Los Angeles Kodak Salonu'nda. Amaç ne? 




Offfff... Kız Brie bir şey adını tam bilmiyorum ama ışıksız olduğunu biliyorum. Ayrıca gerizekalı insan Hedi Slimane'ın elinde iyice sıradan ve sönük olduğunu biliyorum. Tüm o lameye rağmen (evet, I hate Hedi Slimane). 


Facia forever devam ediyor. Rengi hariç korkunç bir Givenchy elbise plastik mlastik bir şeyler var üstünde. Rachel Weisz'in üstündeki yegane güzel şey kafasındaki Cartier taç. Gerisi talihsizce kötü.


Şimdiiii güzel yaşlananlara, yaş alanlara gelelim...Jennifer Lopez. Hiçbir zaman dev hayranı olmasam da gayet güzel yaşlanıyor kendisi. Üzerindeki de güzel de yani...Tom Ford yapmış (ki artık feci sıkıcı bir tip oldu) olsa da dikkatli bakınca sanki Barcelona'daki Park Güell'in mozaikleri gibi. Bir de saç rengi güzel değil, ne bileyim, çok ortadoğu sarımsı/röflemsi bir şey. 


Bence kendisi depresyonda. Emma Stone. Genç yaşta iyi filmlerde roller, kazanılan Oscarlar filan derken bu yüz ifadesi, bu müstehzi gülüş bundan başka bir şey olamaz. Marka yüzü olduğu Louis Vuitton elbise de kabus, facia forever. 

Depresyon part # 2. Pharrell ve karısı. Bitmiş gitmiş bu ilişki, o el tutuş, o uzaklık, o suratsızlık (hayır, coolluk değil). Hayır, kendisini bu kadar beğenen insanım ama o giydiği ne ya? Tamam, Chanel giymiş ama yani böyle izci kampına giden çocuk gibi mi giyinir insan? Bu kadar güzel bir insan oysa. Kesin mutsuz bebeğim. 

Kendisini, Glenn Close'u ezip geçip aldığı Oscar için tebrik etmek lazım da o kıyafet ile cidden neden diye soruyor insan. Yani ingiliz insanısın, London Fashion Week gibi bir şey kültüründe var, tarihin şahane modacılarla dolu. Evet, bu da Custom Prada ama Prada ya... Overrated markaların başında gelendir ya Prada. Hiç anlayabilmiş değilim insanın Prada'yı her sezon sevebilmesini, giymesini, satın almasını. Valla bir eteğim var yazlık bir şey, arada bir giyiyorum. Bir tane böyle bluzumsu bir şey vardı, onu da birilerine verdim galiba. Kısacası Oscar'a ödül almaya gitsem, hele hele İngiliz olsam asla ve asla Prada giymem. Yüzlerce efsane İngiliz modacı var. Neden insan elinde onlarca seçenek varken sıkıcı Prada giymek ister ki? 



Gecenin en cool insanı bence Irina Shayk. Sevgilisi, partneri Lady Gaga ile iç içe şarkı söylemiş filan umrunda değil. Kılık kıyafet de keza gayet umrunda değil büyük özgüven var.. Gerçi Burberry giymiş olsa da bayağı kool bir insan. #8'in yorumuna göre: "Rus olduğu için böyle. Anaerkil bir toplumda bir kadın için en önemli güç aracı olarak çocuğunu yapmış, kariyerinde yaşına rağmen halen çok iyi bir yerde, sevgilisi dünya yıldızı. Tamamdır artık, Irina da Rusların gözünde ilah konumunda. Umrunda olmaz. Bu adamdan ayrılır gider Jeff Bezos ile beraber olur, ondan da çocuk yapar, o kadar cool.". 


Bitmeyen facia, facia forever...Tommy Hillfiger ve karısı. O kadar sıradan ki...Kötü bile değil. 

Yaşlılık kötü şey dedirten örneklerdenVanity Fair partisindeki Angelica Houston. Büyüklerime saygılı bir insanım ve susuyorum. 



"Oley, çok güzel çiftiz, oley renk uyumumuz da var ayrıca Fendi giyiyoruz ki  iki gün önce ölen Karl smokini özel dikti bendeki de Fendi Couture son örnek". Ahhh...Bilmiyorum ama itici buluyorum o ikisinin saçları, tarzın yoruculuğu. Hele hele adamın sağ bileğindeki Amerikalıların scrunchy dedikleri kadifeden saç tokasını andıran şeyin anlamsızlığını daha fazla yazamayacağım. Herhalde o harikulade saçlarını toplamak için anlamıyorum. Bir tek renk yani pudra pembesi güzel, gerisi ehhh. 

Acayip "gerçek" ve "içtenlikle samimi" bulduğum Rami Malek'in sevgilisi müthiş sıkıcı Rodarte elbise içerisinde. Oysa Golden Globe'larda dore parlak bir tulum giyip ortalığı sallamıştı. Ama bu babaanne kıyafeti ile sıkıcılıktan ileri gidememiş. Yazık etmiş kendisine. Bu arada neden Rodarte giyer ki bir insan Oscarlar'a? 

Gayet güzel elbise. Herkes bombalamış ama acayip güzel; ab'lerine güvenen giysin ama Oscar'a giderken de ab yapar insan herhalde. Seviyorum galiba böyle kabarık kırmızı elbise. 

Üzülerek dünya yakışıklısı Joe bilmemne ile güzeller güzeli Sofia Vergara de ayrılacağı düşüncesindeyim. Vücut dili biraz uzak, gergin, öyle eski günler gibi değil ki, eskinin güzel çifti bunlar. Güzel insanlar birlikte olsun ya. Sofia Vergara da herhalde Oscar değil de Vanity Fair partisi olunca bu kadar özenmiş, biraz sallamış. 


Nedense çok beğendim. Renee Zellweger. Normalde hiç beğenmediğim bir kadın olsa da bilmiyorum zayıflığı (ki aşırı zayıf ve aşırı zayıf güzel gelmez bana) güzel geldi. En azından kendisinde bu elbise, bu zayıflık çok güzel olmuş. 


Ve dükkanı iyi aile kızı, anadolu lisesi mezunu, ailesini hiç üzmeyen, erken yaşta evlenip beyi ile şekillenen, aşırıya kaçmayan hep derli toplu tarzına hep french manikür yaptıran sıkıcılıktan geberen türk kızı Jessica Alba'nın sıradanlığı ile kapatıyoruz. Narciso Rodriguez elbisesinin hispanik dayanışması olduğunu düşünüyorum ama öyle bir tasarımcı bana bu dikip giy dese kafayı yerdim, o kadar sümsük sönük bir şey. Hele bir de elinde elbiseden daha da sümsük saten bir çanta var ki... facia forever

Oscar kıyafetleri artık sıkıcı. Herkes çok ciddi, çok yetişkin, çok sorumluluk sahibi. Yazık. Zaten bütün dünya yeterince sıkıcı ve sevimsiz biraz hafifleme zamanında imkanı olanlar bari bu kadar sıradanlaşmasınlar. 

whatever



Sunday, November 18, 2018

Arada Yaşananlar # 2


Cidden bu seferki uzun sürmüş... En son Şili dönüşü bir Arada Yaşananlar post'u girip öylecene bırakmışım. Elbette bırakılan hayatın kendisi olmasa da hayat gayesi (!) insanı sürüklüyor. Ama günün sonunda yemişim hayat gayesini... Öyle veya böyle dönüyor dünya; seninle veya sensiz...

#1  Mayıs ayı demek doğumgünü ayı demek falan fişmekan. Çoklu kutlamalı (haliyle her yıl geçen seneki gibi dev parti yapmıyoruz. evet yapan var, güzel de bir şey ama her sene parti benim gibi partici bir insan için bile sıkıcı. ), keyifli, değişimli, büyük değişiklilerin yaşandığı yıl oldu bu yıl. Bizim hanede tam olmasa da işte, yakın hanelerde dev değişimler, acayip gelişmeler oldu. 

#2 Mayıs ayında her şey bir şekilde kendi halinde yaşanırken, sabırsızca sıcak yaz günlerinin gelmesini beklerlen ansızın sabaha karşı gelen ve tümden bir hayat değişikliği. # 8 için ... Zor, hüzünlü, beklenmedik ve acılı günler bir anda #8'in tüm hayat akışını, belki de yaşama dair algısını değiştirdi. Şimdi iyi, çoğunlukla da tepkisiz herhalde ama kendince yorumlamış, yaşamıştır diye düşünüyorum. Umuyorum.

#3 Haziran demek aslında bir şekilde son 4 yıldır Cenevre demek. Carlo demek, Virginie, Vittorio ve Roberto yani diğer ailem demek. Geçen sene neden olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde gitmeyi beceremesem de bu yıl Haziran'ın ilk günlerinde Cenevre yine güzel yine keyifli geçti gitti. Evladımı görüp mutlu oldum. 6 yaşında bir varlık artık kendisi. 

# 4 Yaz güzeldi... Bol tatilli, denizli, ada günlerinin varlığını sıcakta hissettirici, kimi zaman büyüyen aile bireylerinin varlığı ile sıkıcı olsa da genel olarak ada güzeldi. J.A. & F.A. ile hafifti, sayfiyenin sakinliği idi. Hele hele #8 ile Chios şahaneydi. İnsan nasıl da mutlu oluyor değil mi Türkiye'den çıktığı anda? Nasıl hafifliyor? Nasıl mutlu hissediyor resmen. Günün sonunda bildiğin kıçı kırık, küçücük Yunan adası. Ama o hayatın hafifliği, o rahatlık o kadar artık bize yabancı geliyor ki, aç kurtlar gibi saldırıyoruz. Ve üzücü belki ama (bence değil)  fark ediyorum ki, bu coğrafyaya bu insanlara hiçbir bağlılık hissetmiyorum. Sadece ben de değil; binlerce insan var böyle. "Mış gibi" oynayanları, kefenleri ile çıkanları da dahil. 

# Ani kayıplar... Bu yaz haberi beklenmedik şekilde gelen ve haliyle gündelik hayatların akışını değiştiren, yaşayanına derin acılar, duygular yaşatan ani kayıplar oldu. Önce #8 ardından Tribün Çocuğu .Giden için aslında güzel, ani ve sorunsuz, çekmeden. Ama kalan için boktan; ani, kaotik, acılı, ürkütücü. 

# Dev kararlar... Ya yemişim dev kararları... Öyle dev mev değil de tatil dönüşü değiştirmeye girişmek. Karşımdakini değiştiremeyeceğime göre kendimi ve şartlarımı değiştirmeliyim deyip yeni yıla başlamak, bu doğrultuda hareket etmek ve sonuçlarına katlanmak. En güzeli. Yeter ki "mış gibi" olmasın hayatlarımız. 

Wednesday, February 7, 2018

Arada Yaşananlar: Şili ...



Yalan değil, fantastik hatta şahane geçen Şili macerasının üzerinden tam 1 ay geçmiş de ben daha burada bahsetmemişim bile. Eskiden böyle şeyler düşünülemezken bugün değil düşünmek, aklıma dahi gelmiyor. Neymiş bir kez daha görüyoruz ki, her şey değişiyor şu hayatta. 

Peki Şili'ye geri dönersek ... Öyle böyle değil, 25 saatlik uzun bir gidiş dönüş yolculuğunun hedefi. Bir de tabii asıl arkadaş ziyareti. Aynen. İnsanın üniversitede beraber okuduğu, sonrasında da farklı milletlerden olunmasına, farklı coğrafyalara yaşamalara rağmen koparmadığı arkadaşları varsa işte ya vaftiz anne filan olunuyor ya da gidip ziyaret ediliyor. İlk olasılık Carlo ile zaten bir ömür boyu sürecek gerçeğe dönüştüğü düşünülürse geriye ziyaretler kalıyor. 
Aynen Jules ile Elisa 'yı Santiago'da ziyaret gibi. 

Sıra ile madde madde gidersek bebeğim;

- Santiago, Şili cidden çok ama çok uzak. Bunu yaptıktan sonra ben artık dünyanın her yerine uçarım. Şimdi üşenmedim baktım; Melbourne 20 saat, Cape Town 11 saatmiş. Hadi Melbourne, Santiago ile aynı fantastiklikte ama Cape Town, bildiğin çerez patlamış mısır tadında. Direkt uçuş olmadığı için İstanbul-Amsterdam-Buenos Aires-Santiago güzergahı evlere şenlik in, bin, dur, kalk, kemer bağla, kemer çöz, uyu, uyuma, yemek ye, su iç, tuvalete git, kulağına tıkaç tak, film seyret, çinlilerin susmasını dile derken geçip gidiyor işte. Zaten geçip gitmeyip ne olacak ki? Ama uçaktan korkan birisi için akıl karı bir iş değil. Kesin her seferinde panik atak geçirir, ortaya bir yere atar kendisini. Uçak korkusu olmayan ve adımımı attığım anda uyuyabilen biri olarak çok önemsemesem de dönüş yolunda Çinliler yüzünden uçağın deli gibi yüklenmesi ve Çinlilerin bir türlü koltuklarını oturmaması sebebiyle kalkışın gecikmesi aklıma Aaliyah'ın overloaded uçağın düşmesi sebebiyle ölmesi ve Uruguay rugby takımının meşhur And Dağlarına çakılması ve yolcuların hayatta kalabilmek için ölüleri yemesi gelmedi değil ama işte olmadı. 

- THY uçmadığı için KLM ile gidip neden ben KLM ile uçmuyorum diye düşünmedim de değil. Evet, yemekler matah değil de yani THY insanda antipatik duygular uyandırıyor. Her şeyi ile.  

- İstanbul buz gibi kışı yaşarken orada havanın 30 derecenin üzerinde olması şahaneydi. 

- Yemekler gayet güzel ama fazla et ve mısır. Deniz mahsülleri ise harika olmakla beraber çiğ yenmiyor. Nedense üzerine peynir meynir gibi şeyler ekleniyor ki bence gerek yok. Ohhh çiğ istiridye filan nasıl da yerim ( gerçi sünniler sevmiyor hatta sevmemekle kalmayıp bunu dinen yasaklıyor filan. gerizekalılar). Ama burada tanesi 8 liraya kadar çıkan avokadonun orada kilosu o kadar. Veya canım yaban mersinleri...burada 100 gr 15 lira, orada kilosu 2 dolar. Ve o kadar lezzetliler ki...

- Evet, şaraplar gerçekten çok güzel. Bir de sevenler için tatlılar. 

- Julien ile günler boyu aynen üniversite öğrencisi gerzekliği ve salaklığında saatler geçirdik. Bayağı Strasbourg'daki gibiydik. Asıl bomba: Petrus'un çocuğunun olması. Şok şok şok. Acayip dalga geçtik.

- Ayrıca çok acayip rüyalar gördüm. Çok fazla geldi her yerde Petrus.  

- Valparaiso ve o kıyı şeridi insanı gayet Güney Amerika'da hissettiriyor. Santiago büyük şehir, her şey var, çok kozmopolit, çok hareketli. Ama ufak yerleşimler muhtemelen daha çekici daha cezbedici. 

- Hayat güzel. Belli ki travmalar yaşanmış atlatılmış ama hafif ve güzel bir hayatın peşindeler. Elbette Güney Amerika denilen yer koskoca bir kıta ve farklı onlarca toplum ve etnisiteden oluşuyor ve genellemek manasız. Ancak bu tarafta yani Şili, Arjantin vs tarafından her şey başka bir denklemde. 

- Meşhur stadyuma yani Pinochet'in darbe yapıp solcuları, solcu öğrencilerin, sendikacıları vs işkenceden geçirdiği stadyuma gittim. Biraz J.A. & F.A.'nın zorlamasıyla desem yalan olmaz çünkü onların hissettiği ile benimkisi çok farklı. Julien de gitmemişti, beraber gittik. Garipti. Çünkü gündelik hayatın devam ettiği, hala milli stadyum olarak kabul edilen, maçların, çeşitli sportif müsabakaların yapıldığı ve şehrin ülkenin akışında gayet önemli yer tutan bir stadyum. Ama bir tribün hala o günlerin anısına dokunulmamış vaziyette duruyor. İçinde fotoğraflarla, mermi izleriyle, kırık dökük hali ile. 

- Pinochet, Evren filan tamam bunlar bir şekilde yargılandı, itibarları zedelendi de yani noldu? Hepsi 90'nına kadar yaşadı bir bok da olmadan öldüler. 90'nında hapse atsan ne olur, atmasan ne olur? Olan sadece genç, pırıl pırıl beyinleriyle sadece daha iyisini daha eşitlikçisini isteyen filizlere oldu. 
Bilmiyorum, bazı kötülükler çok uzun sürüyor ve hiçbir şekilde kötüye bir şey olmuyor. Eeee adalet neresinde bunun? Burada, bu dünyada olmadığını biliyoruz da ilahi adalet gerçekten var mı?

- Ama her şey bir yana, I heart my friends ve iyi ki de gitmişim. 






Wednesday, December 20, 2017

Nefes Aldıran Haftasonu




kış çocuğu olmak vs yaz çocuğu olmak...

Arada kesin belirgin farklar var ama yine de çok ehemmiyet göstermemek lazım. 

Manasız bir kış çocuğu (ki Allah'tan ocak-şubat doğumlu değil) hatta Şeb-i Arus çocuğu olan #8 ile beraber gelen komik doğumgünü eğlence paketi.

Pazar gününe denk düşen bir doğumgünü günü ile yemeğin haliyle cumartesine alınışı, taaa Etiler'deki adını unuttuğum (ama yemeklerini merak ettiğim) İtalyan lokantasından bildiğimiz sevdiğimiz evimizde hissettiğimiz Cavit'e dönüş, akabinde eller havaya insanı T'nin mekanı Nan'a uğrayış, yağmur, sortie nocturne deyip doğumgünü ile hiç sabah insanı olmayan #8 ile brunch ve tabii Star Wars, patlamış mısır ile özel hazırlanmış doğumgünü eğlence paketinin sonu...

# Brunch denilen şey zor iş...Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada brunch, kahvaltı filan uğraştırıcı işler, beklemeli, rezervasyonlu, sıraya girmeli işler. Man Repeller'da bile NY'taki brunch sendromu yazılmış. Bizde de bence en komiği özellikle yazın Nişantaşı'ndaki o bazlama mı ne, onu yapan mekanın önünden caddenin başına kadar giden kuyruk mesela. İnanamıyorum resmen. En komiği de taksi şoförlerinin her seferinde "ya hanımefendi burada ne var ne zaman geçsem kuyruk, ne ki burası?" diye sorması. Gerçekten de "bazlama ne?" mesela? Veya "serpme kahvaltı", "Van kahvaltısı" nedir bunlar? Nereden türüyor, ürüyor bir de bilinmeyince "garipseniyor". Efsane ülke Türkiye, her şeyin olduğu ama hiçbir şeyin tam olmadığı ülke... Brunch'a geri dönersek de eğlence paketinin parçası olarak Star Wars'a yakın yer olsun diye aranınca ve mevsimlerden kış olunca eldeki tabii otel brunch'ı oluyor. Güzel miydi? Evet. İstisnai miydi? Hayır. Mutlu olundu mu? Evet. Eğlenildi mi? Evet. Son görüş: yani gitsem de olur gitmesem de olur ama sınırsız sushi ve istridye yemek için gidilir. Yoksa türk usulü kahvaltı için manasız, gerekiz ve pahalı. Ama evet, sushi ve istridye için olur ki sanıyorum çay içmeyen, beyaz peynir yemeyen, çiğ istridye peşinde dolaşan bir ben, bir de birkaç avrupalı turist ile uzak doğulu bakıcıydık. Onun dışında herkes sucuk beyaz peynir poğaça çay gelenekselliğine bir de ocaklarda pişen muhtelif kırmızı etleri ekliyordu. 
Brunch'ı bir yana bırakırsak, bir de çıktığı her yurtdışı seyahatinde ettiği kahvaltıdan söylenerek ayrılan, "aç kaldığını" söyleyen Türkler var değil mi? Hayır, bir insan beyaz peynir domates zeytine ne kadar yapışık olabilir? Bu kadar mı dar hayatlar? Allahım hatırlıyorum İtalya'daki otelin kahvaltısı salonunda "bu tip kahvaltıyı hiç sevmediğini neden çay beyaz peynir olmadığını anlamadığını" söylenişini, benim ruhumun çekilişini filan...Ahhhhh... bir kez daha düşününce ürperdim. 

# Star Wars... Laf eden çok etmiş de ben etmedim. Hayran olarak ben pek beğendim. Ayrıca manasız anlam yüklemelerden, romantikliklerden kurtuluş da şahane olmuş. 

# Irréversible... Güzel ama zor film. Belki anlatmak istediği vermek istediği mesaj, filmin rahatsız edici insanı zorlayan sahnelerinin arasında kaynıyor. Ve tabii tersten seyredince düşününce daha farklı seyrediliyor, daha güzel oluyor.  Ayrıca eski de film artık; nereden baksak 15 yıl geçmiş. 15 yılda neler oldu neler? Belki de en dramatiği filmde başrollerdeki Monica Bellucci ile Vincent Cassel'in çoktan boşanmış oldukları. Gaspar Noé de yani iyi ama çok zorlayıcı bir yönetmen. Gerçi bugünlerde sanıyorum daha minnoş filmler çekiyor da o manasız Seul Contre Tous filmini Strasbourg'dayken seyrettiğimi hatırlıyorum da...Aman yarabbim, bu kadar mı gereksiz zorlama olur?

Sunday, November 5, 2017

Arada Yaşananlar # 7




Pinky ring sevdalısı olarak farkettim ki geri dönüşümü yaptığım blogumu ihmal etmiş yazmamışım... Oysa niyetim var arzum var da üşengeçlik de değişmeyen bir huy galiba. 

whatever.

Eylül'deki film festivalinde -elbette- çoğunlukla biyografik belgeselden hallice filmlerin peşinde koşma, arada bir yerlere, uzun aylar sonrasında (gerçekten) ilk defa doğru dürüst bir yemek masasında gördüğüm İsveçli M.'yi yerleştirme, Yeniköy'de moonlight loving ışığında dışarda oturup içebilme deyip migren atakları için doktor ziyareti ile bir sürü kısıtlama bir sürü kural ile yaşanacak aylar, yıllar reçetesi ...

# 1 Bu sonradan, belli bir yaştan sonra çıkan migren atakları değişik olduğu gibi tedavisi de oluyormuş. Doktor klasik olmayınca yöntemler de öyle değil. Aslında 2011'deki bu glutensiz hayatı bırakmamalıymışım diye hayıflansam da bu ülkede ruh hastası, migren hastası olmamak pek mümkün olmadığı için hayıflanmak da nafile. Allah'tan sorun belli, çözüm belli. Partiye kadar (ben öyle dedim, doktorun dediği 3 ayı böyle yorumladım) gluten, süt ürünü, bakliyat yok. Alkol şarap yok bira yok şampanya yok (FAK!) ama viski var, rakı var, cin, votka var. Ha bir de stress yok ama tabii o bu coğrafya için imkansız bir şey o yüzden içine tüküreyim. 

# 2 Ayaspaşa Rum Lokantası gayet güzel bir lokanta. Tabii votkaları mideye indirdikten sonra epey ilginç oluyorsun ama yine de güzel. J.A. & F.A. zamanındaki sahipleri değil tabii bugünkü işletmecileri ama yine de yemekler lezzetli, ev yapımı votkalar güzel. Daha ne? Ayrıca İsveçli ile gidilecek iyi bir seçim oldu, tam onluk bir yer. O dekorasyon, o rus romanlarını andıran atmosfer. 

# 3 Peki Papermoon'nun hala harikulade bir lokanta oluşu ... Cidden. Kötü ne yazılabilir ki? Hele steak tartare olmayan mönüde müşteriyi kırmayarak steak tartare yapmaları zaten bambaşka bir anlayışın göstergesi. İlla boktan bir taraf bulmak gerekirse belki nouveaux riches müşterileri sayılabilir; eski kalecinin yapay saçlı ve mücevher tasarımcısı karısı veya herkesin bir şekilde arkadaş olmak istediği Acun'nun mimar olmayan ama mimar sıfatıyla ofis işleten karısı filan yeni Türkiye'nin yeni zenginleri olarak varlığını gösteriyor. Yalan değil, para onlarda. Bizden daha fazla kazanıp daha fazla harcıyorlar, muhtelemen itibarları da o ölçüdedir. Ancak görgüsüzlük vahim bir şey. Baştan aşağı kusursuz şekilde marka giyinince asilzade olma arzusu taşıyıp da acı geçmişlerini silemedikleri insanlar zinciri. Çok sıkıcı. 


# 4 Masaj...Aman Allah'ım iyi yapanını bulunca insan her hafta masaj yaptırmak istiyor, o kadar şahane bir şey. Hele hele benim gibi sert masaj sevenler için acı ve zevk sanki bir arada ama zevk hep daha yüksek. 

# 5 Pazartesi akşamı, J.A. F.A. ve Melahat ile beraber biraz ani kararlı yemekte duyulan önemli ve bir o kadar üzücü kararlar. Neyse birliktelik, aramızdaki sevgi biten bir şey değil, sadece mekanlar, şehirler, ülkeler değişecek. Bu arada Jash'ta herhalde ilk defa güzel yemek yedim. O da tahminen F.A'nın torpilinden. Gerçi yediğim sınırlı ama yine de. 

# 6 Dünkü dolunay efsaneymiş boğa burcundaymış falan filan... Fala inanma falsız kalma hesabı ama yine de içimde büyük değişik arzusu doğmadı değil.

# 7 L.A. E. girl artık hem Yale insanı olacak hem de kitabını Duke'ten bastıracak. Ne güzel! İnsanın güzel işler yapan arkadaşları olması mutluluk verici bir şey. Partisi de güzeldi ancak benim için belki dolunay etkisi belki yiyip içememek hali biraz sönük geçirdi. Ama gecenin başında kafama tacı taktım gidene kadar da çıkarmadım... 

Sunday, August 20, 2017

Ve Nice ...


Yıllarca Fransa'da yaşayıp geç gidilmiş güzergahlardan oldu Cote d'Azur... Meğer ne geç kalmışım, ne kadar yazık etmişim kuzeyde kalarak...

Tamam, kabul ediyorum, 19-25 yaşlarının serseriliğine, "nihilistliğine"; hatta üniversiteye son ergenlik dönemi ile başlayıp tam anlamıyla glamour bir serserilik ile geçen 6 yıl boyunca dolu dolu yaşanmış saçmalık, komiklik, itlik ve serserliğe vermek lazım. Ne güzelmiş orası ayrı ama neden bu kadar geç kalmışım diye de sormadım değil kendime Nice seyahatinde. 

Olsun, geç ama yine şahane bir Cote d'Azur seyahati oldu. Hem de gerçek Niçois (e) ile olması olayı daha güzel kıldı. 

Géraldine ile bir anda bir şekilde karar verdiğimiz Nice seyahati, Nico+les filles (yani yine çoluk çocuk diyeceğim de tabii çocuklar bizim türk çocukları gibi şımarık olmayınca her şey müthiş oluyor) ve tabii gerçek bir Niçois olan Michel-papi severe- deyip ilk geceden fantastik şekilde yemeğe başlamak, içilen şampanyalar, cin tonikler, evde hazırlanan eğlenceli "apéro" hallerin Michelin yıldızlı alengirli lokantalara, küçük köylerin minik pizzacısına uzanması , Eze, San Remo, Fondation Maeght, St Jean Cap Ferrat, La Turbie, Cannes'ın yoldan döndüren trafiği ve her şeyden en güzeli şehrin her tarafından denize girebilmenin hafifliği derken yani her şeyde ama her şeydeki medeniyet ve keyif ... 

 Hep özlemini yaşadığımız hissettğimiz medeniyet ve keyifli ruh hali değil mi? 





 

Monday, July 24, 2017

Gerçek Summer Breeze Mutluluğu: "Apéro"

Yani un apératif ou familierement un apéro est une boisson servie avant le repas dans certaines cultures afin d'ouvrir l'appétit

Yazın en sevdiğim olayı işte bu "apéro". Gerçekten de son birkaç yıldır yaz demek apéro demek benim için. Yukarda tanımı da var, ne olduğunu da anlatıyor. Neden diğer mevsimlerde de apéro takıntısı geliştirmiyorum bilmiyorum ama yazın nedense her gün apéro ile yaşamak, her günü apéro ile olayı bitirmek istiyorum. 

Belki de son beş yıldır yaz aylarının ilk günlerini Virginie ile geçirmektir bunun sebebi. Neticede onun da, benim de olayımız akşam yemekten önce "apéro" saati, sonra da ailecek gidilen yemek. Oradayken evet, tercihimiz şampanya etrafında şekillenen bir apéro saati. Neticede fiyatı makul kendi halinde Fransızların milli içkisi. Burada ise yalan değil kıyamıyorum şampanyalarıma, o yüzden en sevdiğim ikinci apéro içkisi cin tonik 'e dayanıyorum. Ah, canım cin tonik; ama lütfen Hendricks olmasın, Bombay da kalalım. Tamam şişesi güzel ve tasarım da tadı kötü. Minik krakerler, biraz fıstık, belki biraz -ama her zaman değil- peynir ve artık ne içilecekse. 

Apéro ciddi bir keyif, ciddi bir mutluluk. Yazın tiril tiril haline o kadar uygun ki... Hele bir de bizim bok çukurunda yaşayanlar için apéro resmen mutluluk saati.





Saturday, July 22, 2017

Arada Yaşananlar # 6



Temmuz ezelden beri sevdiğim aylardan değil, keza ağustos da. Aynı şekilde Temmuz ve Ağustos ayında doğup sevdiğim insan sayısı da bir elin beş parmağını geçmez; ki bu harika bir şey, böylece feci sıcak gecelerde boğucu doğumgünü kutlamalarına gitmiyorum. Ayrıca bu yeni yazım kuralları gereği ay isimlerinin özel isimmiş gibi büyük harfle yazılmasından ise hiç hoşlanmıyorum.  

whatever.

Zaten sevmediğim Temmuz ayı geçen seneden beri ise iyice kabus bir ay haline dönüşte. Tedirginlik, mutsuzluk, baskı, korku, hayattan bezginlik hepsi bir arada temmuzda toplanıyor, yükseldikçe yükseliyor. 

Biraz #8 'in Ağustos'a kaydırmayı beklediği planlarını öne aldırmış olsam da  ay ortasında bir anda şehirden, İstanbul'dan gitmek şahane oldu. Sadece birkaç günlüğüne de olsa cidden müthiş oldu, nefes aldırdı, o manasız ama süslü ve boyalı aptallıktan, sahtelikten, kötülükten uzaklaştırdı. 

İşin içine Merso ile biraz da arkeolojiyi ekleyince, yüreğim yaz akşamlarının "apéro saatini" bekler oldu. 

Sabah yolculuğu, araba yolculuğu, heyecanlı ve komik ama yer yer kavgalı gidiş yolculuğu deyip Efes'e, Efes Antik Şehri'ne varış, şehrin güzelliği, müzenin güzelliği, tepede güneş 45 derece olsa da o sıcakta manasız itişmeler, iyice anlamsız didişmeler deyip canım Iassos'a varmak, iyice gece olmuş ve yorulmuş vaziyette denize girmek, suyun güzelliği, suyun hafifliği, suyun keyfi, deniz insanı olmanın mutluluğu ile ertesi gün, Padova'dan beri görmediğim pek bir özlediğim Reyyyy ile artık yeni evi Bodrum'da buluşma, vın vın hareketler, sürekli alkol sürekli patates kızartması ve midye dolma ile günleri geçirme, tantana bitti dönme zamanı dendiğinde ise sağanak gelmesi ile istikametin Foça'ya çevrilmesi ile müthiş bir hale dönüşen müthiş bir yaz kaçamağı..

Tuesday, July 4, 2017

Arada Yaşananlar # 5


Hayat her zamanki gibi yaşanıp gidiyor; 10 yıl da geçse 20 yıl da geçse henüz "günü durdurmanın", "güneşin doğuşunun engellemenin" formülünü bulamadı insanoğlu. Ama belli olmaz, içindeki kötülüğe inanan, kötülüğünden beslenen bir varlık olan insanoğlu belki bunun da peşindedir. Neden olmasın; daha fazla azap daha fazla cezalandırmak, daha fazla iktidar adına her şeyi yapabilen bir canlı neticede.

whatever.

Biz güzelliklerden, elimizde kalan, elden alınması-henüz- pek de mümkün olmayan güzelliklerden bahsedelim değil mi? Güneşten, havadan, müzikten, seksten, filmden, edebiyattan, arkadaşlıktan, keyiften, yemekten, alkolden...
Hayatımızın rotası yörüngesi bu olmalı bu saatten sonra çünkü neticede diğer taraf Dante'nin Cehennemi'nin ön provası gibi de içindekiler farkında değil. 

Haziran boyunca ısınmayan havalar, gelmeyen yaz mevsimi, F.A.'nın ameliyatı, bir şekilde dedikodu kazanı olan işyerinin yeni fantastik dedikoduları, trafiksiz sabah yolu, eğlenceli sabah yolu, işyerinin değişen dinamikleri, değişen ilişkileri, değişen duyguları derken biten giden okul yılı, bitmeyecekmiş gibi gelen Ramazan ayı, arada D.'nin doğumgünü ve bayram ve Kıprıs ve mutluluk... #8

#1 Benim kutsal üç aylarım Nisan-Mayıs-Haziran hep bir keyif, hep bir kutlama, hep bir doğumgünü ayları. Havaların güzelleştiği, tiril tirilliğin ön plana çıktığı, hafif ceketlerin, kimonaların giyildiği, elde kadehlerin mutluluk verdiği, tüttürülen sigaraların, dinlenen müziklerin, okunan metinlerin keyifle yaşandığı dönemler. Dili ısırmak lazım deyip ısırsalım o halde. 




# 2  Kimono şahane bir şey... Uzun zamandır giydiğim, hele hele bugünkü gibi varoş seviyede moda değilken, evde/sokakta giyip çıktığım müthiş kıyafet. Evde sabahlık olarak yaşattığı keyif sokağa da taşınınca ne isteyebilirsin ki? Herhalde o kolların geniş anvelop dökümlü hali beni mutlu ediyor. Şimdi hatırladım; M.'nin 2 yıl önceki doğumgünü yemeğine giymiştim kimonomu. Muhtemelen henüz moda olmadığı, Zara piyasaya sürmediği için masadakilere garip gelmiştir de bu gayet önemsiz bir detay. Neticede kalıpların insanı, ehliliğin örneği olmak da böyle şey. 

# 3 Kıbrıs... Ne güzel yer, ne keyifli hayatlar. Yerleşir yaşarım, gözlerimle gördüğüm 43 derece sıcağı yaşarım umrumda olmaz. Ne de olsa deniz var, pıt diye üstündekini çıkar denize gir. O kadar şahane yer. Elbette adanın güzelliği Türkiye'den gidenlerin değil de Kıbrıslı türklerin, Kıbrıs'ın gerçek sahiplerinden geliyor. Biz ise her şeye imzamızı atıyoruz; Kilroy Was Here misali. Adada her şey medeni ve güzelken, nüfusu Sancaktepe'nin nüfusuna ulaşmayan yere uzaydan görülebilecek büyüklükte cami yapmak da tabii bizim marifetimiz. Cemaat yok, camiye o kadar giden yok, cami ihtiyacı ise hiç yok ama yol belli, amaç belli değil mi? Kötülük o kadar sıradan ki elini sallaman kafi. 

# 4 Soulshine ... Bu aralar ciddi ciddi şahane program yapıyorum. Bir de şu mikrofon  olayını halledebilsem... O da olur belki olmuyorsa da salla. 




Monday, May 1, 2017

Arada Yaşananlar # 4


Gariban hayatlarımız hep başka birilerine, başka güçlere, başka sevimsizliklere bağımlı olduğu için ruhumuz da hep bir başkasından etkileniyor, bir başkası tarafından şekillendiriliyor. 

Hiç ciddi şeyler yazmak istemesem de bu ülkede her şey ciddi, her şey soğuk ve her şey o çirkin kahverengi renkli bürokratik baskı altında. Gülmek, kahkahalar atmak ise tamamen kişinin kendi çabası, kendi motivasyonu ile oluyor. Ne boktan değil mi? Millet Mars'ta kuracağı koloninin derdinde, Chanel'in yeni koleksiyonun güzelliğini konuşurken bizler günlük sıradan bir gülümsemenin peşinde ilk insanın ateşi yakmak için sarfettiği çabayı gösteriyoruz. 

whatever.

Açıkcası Mayıs ayının gelmesiyle birlikte kendimi de biraz zorlamak, bir şekilde burada geçirilen yılların yaşanmışlığını kutlamak istedim. Gerzek insanoğlu işte; hep kendisine bir umut kapısı yaratıyor, güne güzel başlamanın peşinde koşuyor...

O halde, zaten sene-i devriyesini devirecek olan OHAL ile beraber yaşarken geçtiğimiz aylara bakarsak;

biraz kavgalı, biraz fazla yanlış anlaşılmalı, hatta biraz "varoş ifadeli" geçen mart ayının bitmesiyle gelen nisan tatili ile beraber brüksel ve yabancı aile ziyareti, bol bol yemek, bol bol şampanya, bol bol michelin yıldızlı yemek, #8'in yokluğu, havanın güzelliği, tatie anotherstar halleri ve bu sefer hediyelerin kaybolmaması, ba(ğ)zı ciddi konuların telaffuzu, ciddi konularla ilgili girişimler, konudan bağımsız antiquaire gezileri, bol bol géraldine, nico, emilie&louise ve hatta martine&jean; istanbul'a dönüş ile beraber çöken ağırlık, referandum ağırlığı, çapsızlığı, kötülüğü ve ilginç bir şekilde geri gelen umut; havanın uzun yıllar sonra gerçekten bahar gibi hissettirmesi yani yağmurlu yani soğuk yani güneşli yani tam hasta olmalık, yani tam baharlık olması ve garip bir şekilde güzel bir şeylerin eve geri dönmesi...

P.S. Artık kötülüğün sadece "adam öldürmek" ile filan sınırlı olmadığını biliyoruz değil mi? Yani kötü olmak veya kötülük yapmak için illa korkunç, kanlı bir eyleme imza atmak gerekmiyor. Gerçi Hannah Arendt, en sevdiğimiz insanlardan, bunu bize defalarca söyledi, defalarca tekrarlattı da biz aptallar anlamamakta ısrar edebiliyoruz. Gel gör ki yaşıyoruz. 16 Nisan gecesi olanlar sadece bir yelpazenin katlanan parçaları gibi. Filmi çok eskiye, çok eski hikayelere sarabildiğimiz gibi, herkesin pek güldüğü Recep Ivedik filmi bile bu topluma yapılan kötülüğün güzel bir örneği. Veya Ankaralı artık iyi zenginleşmiş mimar arkadaşın Kabataş'a kondurduğu martı gibi, yine aynı mimar tipin tarihi yarım adanin silühetini bozacak şekilde yaptığı çirkin ötesi köprü gibi, topçu sığırların birbirlerinine gaz vererek çomaristan desteklemeleri gibi (Haşmet'e ağır girerdim ama bugün o gün değil)... Hiçbir şey aynı kalmadığı gibi, her şey değişecek, değişiyor. Değişmeyen tek şey insanoğlunun güç karşısındaki zayıflığı, kaypaklığı, aciz hali. İşte o zaman her şey ortaya çıkıyor. 

Dönüşler hayırlı olsun, bebeğim. Bakarsın "bir gece ansızın gelebilirim" (ne eğlenceli hayatlarımız vardı değil mi?) . Aynı suda iki kere yıkanılmaz ama değişen suda varolabilmek ancak şahsiyetli olanın becerisi. 


Friday, December 16, 2016

Arada Yaşananlar # 3

Boktan olmamasına gayret içerisinde sürdürmeye çalıştığımız fani hayatlarımızda bizler deliler gibi uğraşırken, kötüler kazanmaya devam ediyor. Bu konuda yapacak bir şey yok; birbirimize kenetlenmemiz dışında... Birbirine benzeyen insanlar bir arada olsun, beraber olsun, beraber iş yapsın, beraber üretsin, beraber üresin, beraber yola devam etsin. Günün sonunda gideceğin yer belli, orada da yalnızsın zaten. 

Biraz dürtülmek de iyi bir şey. E.A.'nın yaptığı, beni dürtmesi gibi. Muhtemelen sonucunu düşünerek yapmamıştır ama mesajı, ilgisi uzaklaştığım dünyayı yaklaştırdı, kendimi kapattığım halden sıkıldığımı hatırlattı. 

Neticede çok şaşırtıcı değil bugünlere geri dönmek... Her ne olursa olsun hayatta mutlu olan, yaşananlardan yılmayan, her türlü kötülüğe direnen, geleceğe umutla bakan biri olup da bu kadar dış etkenlere itibar etmek herhalde yaşlılıkla veya tecrübesizlikle ilgili bir durum. Bu kadar kötülüğü hiç tecrübe etmemiştim. Evet, fani ve hala genç olan hayatımda birçok insanın deneyimlemediği çok kötülük gördüm ama bugünkü leşliği hiç görmedim, duymadım, okumadım. O atmaca karının öve öve bitiremediği 1984 dahi bugünün kötülüğü kadar olamadı. Gerçekten de tebrikler; leşlik başka şey...

whatever...

Ama insanoğlu uyum sağlıyor, kendisine çıkış yolu arıyor, beynini kendisini bu yönde eğitiyor. İyi ki de böyle yapıyor, sonra da nanik yapıyor. Bizler yani leş olmayanlar için ise nanik kahkahadan, mutluluktan, eğlenceden, umuttan geçiyor. O yüzden geri dönüşlere gel, bebeğim...

Ağustos ayından al kalemi...


Bir şekilde la rentrée, yeni bina, yeni uzak semt, yeşil, hatta orman, değişen bazı durumlar, değişmeyen bir başka durumlar, putsch etkisinin devam etmesi, selaların okunması, tedirginlik hakimiyeti, arada yaşanan her şeye rağmen hayata kadeh kaldırmalar, kutlama yapmaya "insani şekilde yaşamaya" kendini zorlamalar, haliyle sarhoşluklar derken biraz Padova, Venedik ve I.K.'nın doğumgünü kutlamaları, biraz Brüksel, biraz sevilen arkadaşlar, biraz vaftiz oğlum ve yeni dükkanın açılışı ve bir şekilde la vie continue ...

Tuesday, August 16, 2016

Brezilya bile unutuldu...

O kadar boktan bir yerde o kadar boktan bir dönemde yaşıyoruz ki eğlenceli hayallerimizi süsleyen, müziği ile bizi mutlu eden, Brazilian Jiu-Jutsu ile bizi kendine çeken, kültürü ile iyice içine alan Brezilya'yı ve Brezilya'da gerçekleşen olimpiyatları unuttuk. 

Elbette gerçek bir unutma değil de, ruhumuz, ruh halimiz 4 yılda bir gerçekleşen ve gerçekleştiğinde yaz eğlencesi haline gelen olimpiyatlar ilgimizin dışında kaldı, uzağımızda kaldı. Bunda hıyar TRT'nin son ana kadar oyunları satın almaması da yok değil de yine de bütün bir yaz yaşananlar, yaşanmaya devam edenler ruhumuzu tüketti. 

Kendimi her daim umutlu, güçlü, yılmayan, hayata sarılan biri olarak görsem de bazı günler cidden zor. İnsanın yüreği sıkışıyor. Son birkaç yıldır böyle. 

whatever.

Gönüller isterdi ki yine önceki olimpiyatlarda olduğu gibi buraya erkek yüzücü resimleri koyalım, adonisleri ile iç geçirelim, hafif hafif tiril tiril bir yaz geçirelim. 

Nah derler adama işte böyle!

Ama yine de yüzücüler pek bir şahane pek bir güzellerdi; yalan değil. Saatler boktandı ama yine de yakalayabildik biraz. 



Tuesday, February 2, 2016

Arada Yaşananlar




 Alt Başlık: Vaftiz ve ötesi


Elbette bu nadide ülkede "arada yaşananlar" sadece vaftiz veya eğlenceli şeylerden oluşmasa da pek sevgili anotherstar dükkanı için bu aralar hem eğlenceli hem dini hem keyifli hem güzel oldu.

... mayıs ayında cenevre'de konuştuğumuz gibi carlo'nun yaklaşan (daha doğrusu ilerleyen yaşı ile beraber yaklaşması gereken) vaftiz töreni ve vaftiz anneliği(m), törene katılacak herkese göre ayarlanan tarihler, nihayetinde kararlaştırılan tarih ve yer ocak 2016 strasbourg derken istanbul'da ise bitmeyen kar yağışı, iptal edilen seferler, kalkmayan uçaklar, seçilen kıyafetler, hediyelerden şişen bavul derken artık direkt uçuş yapılmayan güzeller güzeli strasbourg'a çirkin basel+navette+st louis'den tren ile varış ve elbette yıllar sonraki karşılaşmanın meşhur strasbourg yağmuru ile olması ama alsace topraklarına basmanın mutluluğu, ilk gece virginie + roberto + gianni + vittorio + carlo basit italyan aile yemeği, kavuşma mutluluğu; géraldine 'nin 2008'deki düğünü sonrası strasbourg'da ilk uyanış, soğuk ama güneşli havanın güzelliği, durmaksızın görülen eski insanlar, kavuşmalar, durmaksızın yemek, durmaksızın şarap, durmaksızın crémant, durmaksızın steak tartare hatta tarte flambée, durmaksızın atılan gerzek ve keyifli kahkahalar, durmaksızın koşuşturan ama bir anda laf dinleyen çocuklar, durmaksızın vittorio & carlo ile gelip geçen 4 gece, 5 gün neticesinde gururlu bir vaftiz anne olarak hayat devam ediyor...

P.S. Strasbourg'u bu kadar özlediğimi hiç farketmemiştim. Ancak üzücü olan şu ki, Türkiye dışındaki her yeri özlüyorum, özlemediğim tek yer ise burası. 
 
P.S. (2) Tek çocuk olarak özellikle de kendileri hiç bencil olmayan "kardeşli tiplerin" sürekli üstüne basarak söylediği "bencil tek çocuklardan" biri olarak bayağı geniş bir ailem olduğunu bir kez daha farkettim.Keyifliydi o kadar kardeş sahibi olduğumu görmek. Eveet, ilk değildi ama bu kadar resmi bir olayda daha ilginçti. Ve şahaneydi.

P.S. (3) Vaftiz defterini de imzaladıktan sonra "tamamdır".

P.S. (4) Sonia Rykiel vs Hervé Leger neticesinde kazanan Sonia Rykiel. Siyah, edepli, kiliseye uygun.