Friday, July 31, 2009

Cuma motto'su


haftasonu, cuma, esen bir temmuz günü, sıcak ama esintili sıcak, akşam, tiril tiril giyilen elbiseler, dökülen bluzler ve o, ve ....
"between men and women there is no friendship possible. There is passion, enmity, worship, love but no friendship" .
- oscar wilde

Çok erken saatlerde adadan denize...

Ege Denizi 'ndeki Skorpios Adası. Yani Aristotle Onassis'in satın aldığı ada. 1968'de, Jackie Kennedy ile evlenip Jackie O. olmasından hemen önce. Şimdilerde herkes ada alıyor, nouveaux riches takımı (ki hiç sevmem "yeni zengin" hadisesini), celebriti dünyası, piyasa yükselmiş ada fiyatları artmış durumda. Onassis aldığında çok cüzi bir rakama, birkaç yüz bin dolar edecek kadar drahma satın alıyor, bugün en az 200 milyon dolar değerinde. İlginç olan adanın sahiplerinin hepsi ölmüş durumda. Tek varis, torun Athina hariç, o da bankalardaki milyarlarca doları ve 24 saat beraber yaşadığı korumaları ile yaşıyor işte. Aile mirası olan helenizmden en önemli yadigar yunancayı bile bilmeden.

whatever...

Adası olmak güzel şey yine de. Özellikle de Ege Denizi'nde. Ege ki bence en güzel deniz. Akdeniz, okyanus filan palavra ( küfrecekler için şimdiden söyleyeyim, evet okyanuslarda yüzmüşlüğüm var). Bence Ege'nin rengi, mavisi, suyu hiçbirine değişilmez. Sabahın erken saatlerinde denize girmek, tekneden atlamak, yüzmek, uzun uzun...Herkes yüzüp geldi ben gidemedim mutsuzluğumdan patlayacağım. "çok beyazsın, güneşe çık biraz" diyenlere, yani beni tanımayanlara son kez söylüyorum "yanmak, kararmak, bronzlaşmak? ben? ha,ha, tabii". Tek istediğim yüzmek, belki de biraz çok hafifçe yanaklarımın sun kissed olması, o kadar. Gerisi beni aşar, bozar.

Monday, July 27, 2009

Yapılabilecekler

Gerçekten de "iki oda bir salon" genişliğinde bmw kullanan birisi herhalde arabayı sadece sürmek dışında da kullanmayı düşünüyordur. En azından düşünmeli bence.



As with many love-making factors, when it comes to cars bigger is better. The Mini Cooper is not an option, no matter how horny (or short) you are. A big ol' SUV or a high-end BMW, Mercedes or Lexus is top choice. Of course, if you can afford one of those, you can probably afford to book a hotel room! But never mind. The thrill of the backseat extends long past the teen years.
OK, so big. What else? Leather seats. Yes, you can put down a towel or blanket, but then you have laundry, not to mention potential evidence, depending on your situation. Leather is very forgiving and wipes down easily. Just keep some wet wipes and napkins in the glove compartment.
Most importantly, keep the doors locked. Imagine the danger if a potential thief discovers an unlocked door. Worse, imagine another interested party (spouse, boss, child...) deciding to take a peek and see if that's really your car



Sabah heyecanı







dün geceden, Sabahattin'den, kara efe'den, d. a.k.a. louboutin'den, lacivert bmw'den (bmw nedir ve neden diye sormak istiyor insan. sordum. ona değil ama ona da sorar mıydım? elbette), siyahlar içerisindeki eric the red ve müthiş sohbetimizden, louboutin ile yine bir beş saatlik konuşmalardan, insanlardan, geçmişten, gelecekten ve şimdiden sonra ... kesinlikle ex-factor ...

it could all be so simple

but you'd rather make it hard
loving you is like a battle
and we both end up with scars
tell me, who I have to be
to get some reciprocity
no one loves you more than me
and no one ever will
is it just a silly game
that forces you to act this way
forces you to scream my name
then pretend that you can't stay
tell me, who I have to be
to get some reciprocity
see no one loves you more than me and no one ever will.
no matter how I think we grow
you always seem to let me know
it ain't workin'
it ain't workin'
and when I try to walk away
you hurt yourself to make me stay
this is crazy
this is crazy
I keep letting you back in
how can I explain myself
as painful as this thing has been
I just can't be with no one else
see i know what we have got to do
you let go and I'll let go too
cause no one's hurt me more than you
and no one ever will
no matter how I think we grow
you always seem to let me know
it ain't workin'
it ain't workin'
and when I try to walk away
you hurt yourself to make me stay
this is crazy
this is crazy
oh this is crazy
care for me, care for me
I know you care for me
there for me there for me
said you'd be there for me
cry for me cry for me
you said you'd die for me
give to me give to me
why don't you live for me.


Sunday, July 26, 2009

Saturday, July 25, 2009

(gece) çıkmadan önce # 5

sıcak, çok sıcak, önceki gece, nuteras, beklenmedik güzellikler, yes yes yes, sekvotka, rocker boy n., bugün, daha sıcak, hem de çok sıcak, j.a., iyileşmiş j.a., mutluluk, ev, pervane derken yine koyu laciverte doğru kapıdan çıkacakken yine bu saatlerden açık mavi saatlere kadar...

Friday, July 24, 2009

Kadınlar ve yüksek ökçeleri


Üst kısmı nisbeten ince (ama ince olmayan) ama alt kısmı gayet kalın olan uzun dağınık saçlı, yorgun ifadeli bir kadın, giydiği beyaz bir bluz bir şey altına düşük belli bol kesim kısa kot pantalon (zaten kadınların şöyle bol kesim kısa kot pantalon giymesinden nefret ediyorum. ama öyle böyle değil. ayak bileğin üzerinde diz kapağının biraz aşağısında biten o kot pantalonlar o kadar çirkin ki uzun zamandır bir nesne için bu kadar "çirkin" dediğimi hatırlamıyorum. çirkin ve ötesi. ve ayrıca onu giyip de sokağa çıkan bana tarzdan mümkünse bahsetmesin). Yani pantalonun boyu ayak bileği ve diz kapağı arasında kabus bir yerde bitiyor. Ve tüm bunların altına bir de topuklu ayakkabı.

*
Dün tesadüfen gördüm kendisini. Arabayı otoparka bıraktım tam çıkacağım, hani algıda seçiciliktir tanıdık bildik simalar daha çabuk seçilir kalabalığın içinden. İşte öyle bir algı ile kafamı çevirdiğimde kendisini şahsen tanımasam da genel bir bilgi ile fark ettim. Zaten bizim mahallede yaşıyor galiba. Sürekli bir yorgun, sürekli bir ağlak ifade var yüzünde. Vücudunu taşımıyor da sürüklüyor gibi yürüyor. Aslında hiç yaşlı değil, en fazla '70'lidir; ki onu bile sanmıyorum- '72-'73'lü dahi olabilir. Belki ince ve zayıf olmadığı için ağır geliyor olabilir vücudu kendisine. Ama eskiye nazaran daha bir zayıfladı. Hatta bence zayıfladığı için daha o vücuda ve o bacaklara hiçbir şekilde giymemesi gereken mini etekleri giyip çıkıyor ama yine de kendisini sürüklüyor gibi yürüyor, ağırlığını belli ediyor. Kim bilir hissettiği ağırlık da belki sadece fiziksel değil ruhsal da olabilir -ki hiç tanımasam da kendisini ben öyle olduğunu düşünüyorum; tamamen hissiyatımdan. Tanımadan etmeden buraya konu olmasının sebebi ise dünkü kıyafetinin altına giydiği ayakkabılar. Oh mon dieu!
Ve oh mon dieu tepkimin sebebi de ayakkabıların çirkinliği filan değil (ki öyle çirkin değillerdi) , onları taşıyışı, üzerinde yürüyüşü, yürüyememesi vs.
Sürükleyerek taşıdığı bedeni ve o saydığım kıyafet ve tabii o kabus çirkinlikteki kot pantalon-şort gibi şey ve altına topuklu ayakkabılarla yürüyememesi, sağa sola kayması filan.

Topuklu ayakkabı ile yürümek zor iştir. Ben her zaman beceremem, giymeye de pek bayılmam. Her ne kadar deli gibi paralara aldığım daha bir kez bile giymediğim topuklu ayakkabılarım mevcut olsa da bu biraz tarz meselesidir, kimi şahane taşır kimi taşıyamaz. Taşıyanın vezir taşıyamayanın da rezil olduğu kıyafetlerdendir. Beyaz gömlek gibi.

O kadar kötü ve o kadar yabancı duruyordu ki o hal ve tavırın sergilendiği o cüssenin altında o topuklu ayakkabılar. Bir an söylemek istedim kendisine "yanlış anlamayın..." demek istedim ama yapmadım tabii. Tanımam etmem ama ben öyle bir halde olsaydım uyarılmak isterdim. Öylesine bir hissiyatla içimden geldi, yoksa bana ne. Muhtemelen de o güzel görüyordur kendisini ve bana bir şey söylemek düşmez. Hem zaten elin kadınıdır benim için, özelimde tanımadığım, görmediğim, bir ilişkim olmayan insanlar-kadınlar-eldir ve bir şey ifade etmez bana (toplumsal-sosyal bir olgunun içerisinde olanlardan bahsetmiyorum).

whatever ...

Epey kötüydü kendisi. Mutsuz mutsuz elinde sırtında çantalarını taşıyarak, topuklu ayakkabılarını sürerek gidiyordu. Belki GS'lı olsaydım söylerdim. Muhtemelen tribünden tanıyor, yazılarını beğeniyor olurdum, ortak arkadaşlarla beraber maç seyretme anım olurdu filan samimiyetle söylerdim. Ama bugün, hele o kabus kısa kot pantalonla sokaklara çıkmış haline hiç sanmıyorum. Ne zor şey yüksek ökçe giymek!

Thursday, July 23, 2009

Tonite

I wanna dance tonight
(dance tonight)
I wanna toast tonight
(toast tonight)
I'll spend my money tonight
(spend your money)




bayılırım bu şarkıya. lucy pearl. 90ların sonu.

Resim benlik, tişört benlik, elde kadeh benlik, duruş benlik, el hareketi benlik-sadece benim ellerim daha güzel. Ama I wanna dance tonight.

Wednesday, July 22, 2009

Pikaptan mideme giren kramplar


Ne yazık ki Issız Adam filmini seyrettim. Belki sonra daha uzun bir şekilde deşerim ama midem bulandı, yüreğim kalktı, buna aşk diyenin kafasına sıkayım dedim. Ama asıl, bence dallamanın önde giden "esas adamın" sürekli o pikaptan müzik çalması, sanki çok büyük zevk alıyormuşcasına abartılı hareketlerde bulunması, eski 45likler ve plaklar derken ağzım resmen açık kaldı, acaba kendimin de mi "ben analog seviyorum, eskiyi seviyorum,o plaklara dokunmayı, çıkarttığı sesleri dinlemeyi seviyorum" diye yansıdığını düşünüp korktum ve mideme kramplar girdi.
İşim olmaz. Hiç karşı değilim dijital fotoğraf makinesine, dijital müzik setlerine (home theater olayına fazlasıyla televizyon odaklı olduğu için karşıyım).
Pikabı bu kadar sevme sebebim de hem çocukluğumda, hem de hip hop hadisesinden dolayı gelen bir durum. O yüzden de pikabım technics 1210, sadece saygı meselesi. Big up old school!
Ama öyle aman her şey eski olsun, retro olsun, vintaj olsun kaygım yok, olan da benden uzakta olsun. Tek derdim yukardaki gibi bir albümü cd formatında bulamamam. Yoksa açıkcası umrumda değil.

p.s. ben hayatımda bu "ıssız adam" kadar kötü film seyretmedim. bu kadar dallama adam da görmedim (hiç öyle ıssız erkek, kıza kötü davranan erkek, sevdiğini göstermeyen erkek, duyarsız erkek gibi klişe girly hallerinde değilim. ama adam bildiğin dallama. arkadaşım olsa itibar etmem, arkadaşı olmam; o kadar yani).

Tuesday, July 21, 2009

Sıkıcı şöhret takımı


Cidden bazen bazı insanlardaki bu kadar farklıyım, özelim, aykırıyım, ikonum çabası çok sıkıcı oluyor. Bir de bunların şöhretli, celebriti takımı var ki en çılgın en uçuk en marjinal onlar (ki bu sıfatlar nedir ya?). Galiba en basit şeyi bilmiyorlar; eğer kendilerine deli denmesini istiyorlarsa (hadi deli olur, çılgın olur, neyse ne artık) bu kadar çaba göstermemeliler. Hiçbir gerçek deli çaba sarfetmeden ilgi odağı olur. Ki bunu da önemsemez zaten. Kool'dur. Kendiliğinden.

Devrimi ekrana taşıdıklarımızdan mısınız?


Sabah sabah kendimde de bu yazma enerjisine ve heyecanına inanamıyorum ama hadi bakalım. Hoş ben suratsız olduğumu düşünürüm ama değilmişim, öyle diyorlar, demek ki yaşlanıyorum. Bir de geceleri çok uyanıyorum, bayağı erken kalkıp işe nasıl bu kadar geç gidebildiğime kendim de şaşırıyorum.
whatever ...




Hip hop'ta MC geleneğini oluşturan insan Gil Scott-Heron belki de ilk hip hop şarkısını 197o'de yapmıştır. The revolution will not be televised. Hoş devir değişti, 70ler bile masum kalıyor bugüne göre. O zaman en azından neyin ne olduğu biliniyordu. Ya bugün. Her şey görüntüde. Mükemmel, kusursuz. Ayrıca artık her şey artık televizyonda, ekranda, internette, bilgisayarda, telefonda; ben, sen, o, onun kardeşi, kardeşinin düğünü, düğündeki benim tanıdığım diğerleri, o diğerlerinin arkadaşları, bir yandan benim arkadaşlarım, gittiğimiz kulupteki senin eski sevgilin, benim yeni sevgilim ve eski sevgilimin arkadaş çıkması, çekilen ortak resimler, seninle taşındığımız ev, ev partisinde çekilen resimleri onun arkadaşının sayfasında görmemiz, şampanya kadehini kaldırdığımızdaki gülümseyen ifademiz, o tebessümlere yapılan " cici" yorumlar, tanınmayanlardan gelen tebrikler, özellikle hiç ilgim olmayan "sıradan kız tiplemesinden" sürekli gelen "canımmm çok güzel bir bebişşş, allah bağışlasın" tebrikleri ve bebekler, çocuklar, bizim çocuklar, istemesem de inatla bizimkini ortalık yerlere koyman, ona buna göstermen, herkesin her şeyi görmesi, bilmesi, tanıması, mahremiyetin kalkması ve hiç gelmeyecek bir son. Bence kabus. Ama çoğunluğa göre ise sanal bir lunapark. Buyurun bilet benden; one way ticket olsun sizinki.

Yine de değişmeyecek, değere değer katacak birkaç şey var hala: dostluk. O dostluğun anıları, hatıraları. Misal yazılmış mektuplar. Geçen hafta bulduğum ve baş aktörü olan R.'ye sürpriz olarak verdiğimdeki halimiz, kahkahalarımız, eğlencemiz ve aramızdaki başta olmak üzere birçok şeyin aynı kalması (kendisinin bana taktığı sıfatlar, beraber yaşadıklarımıza yaptığı yorumlar, en komiği alkol tüketimime kızması vs)

you will not be able to stay home, brother.
you will not be able to plug in, turn on and cop out.
you will not be able to lose yourself on skag and skip, skip out for beer during commercials, because the revolution will not be televised.
the revolution will not be televised.
the revolution will not be brought to you by xerox in 4 parts without commercial interruptions.
the revolution will not show you pictures of nixon
blowing a bugle and leading a charge by john mitchell, general abrams and spiro agnew to eat hog maws confiscated from a harlem sanctuary.
the revolution will not be televised.
the revolution will not be brought to you by the schaefer award theatre and will not star natalie wood and steve mcqueen or bullwinkle and julia.
the revolution will not give your mouth sex appeal.
the revolution will not get rid of the nubs. the revolution will not make you look five pounds thinner, because the revolution will not be televised, brother.
there will be no pictures of you and willie may
pushing that shopping cart down the block on the dead run, or trying to slide that color television into a stolen ambulance.
nbc will not be able predict the winner at 8:32
or report from 29 districts.
the revolution will not be televised. there will be no pictures of pigs shooting down brothers in the instant replay.
there will be no pictures of pigs shooting down
brothers in the instant replay.
there will be no pictures of whitney young being run out of harlem on a rail with a brand new process.
there will be no slow motion or still life of roy wilkens strolling through watts in a red, black and green liberation jumpsuit that he had been saving for just the proper occasion.
green acres, the beverly hillbillies, and hooterville junction will no longer be so damned relevant, and women will not care if dick finally gets down with jane on search for tomorrow because black people will be in the street looking for a brighter day.
the revolution will not be televised.

there will be no highlights on the eleven o'clock news and no pictures of hairy armed women liberationists and jackie onassis blowing her nose.
the theme song will not be written by jim webb, francis scott key, nor sung by glen campbell, tom jones, johnny cash, engelbert humperdinck, or the rare earth.
the revolution will not be televised.
the revolution will not be right back after a message about a white tornado, white lightning, or white people.
you will not have to worry about a dove in your

the revolution will not be right back
after a message about a white tornado, white lightning, or white people.
you will not have to worry about a dove in your
bedroom, a tiger in your tank, or the giant in your toilet bowl.
the revolution will not go better with coke
the revolution will not fight the germs that may cause bad breath.
the revolution will put you in the driver's seat.
the revolution will not be televised, will not be televised,
will not be televised, will not be televised.
the revolution will be no re-run brothers;
the revolution will be live.

Monday, July 20, 2009

Tamamen kişisel tercih


Daha bugün konuşuyorduk müzik, cd, plak, eve kurulan sistem diye . Kendisi muhtemelen huysuzluk suratsızlık yapmayacağım, gayet sevdiğim, saygı duyduğum, oturup konuşmaktan zevk aldığım insanlardan; bu ülkedeki sayılı -düzgün- felsefecilerden. Ayrıca benzer okul sisteminden çıkmış olarak gayet de iyi anlaşırım F.K. ile.

O
söyledi ben söyledim. Plak dedi, plak dedim; cd dedi cd dedim; "bütün parayı bunlara bırakmak" dedi "evet"dedim. Sanıyorum evindeki sistem epey iyi. Hatta epeyden ziyade öyle böyle iyi değil. Bir şeyler, bir markalar, bir sistemler saydı, ben sayamadım. "ben her sesi duyuyorum" dedi, "yok o kadar mükemmel kaliteden sıkılırım ben, daha old school bir insanım" dedim. Güldük. Yine bir şeyler saydı ve ben yine "bana denon, technics, cerwin-vega yetiyor" dedim. "Bayağı farklıyız" dedik, güldük. Ama tek bir noktada anlaştık; home theater sistem denilen şeyin bize ne kadar uzak olduğu konusunda.
Açıkcası benim de, onun da umrumuzda değil evimizde her taraftan ses veren bir hoparlör olsun, ortada bir tane devasa televizyon olsun, görüntüde de her şey pürüzsüz, mükemmel olsun (hoş hd film seyretmek güzel bir şey, etkileyici şimdi allah için de benim için fark etmez, olsa da olur hayatımda olmasa da). O da sevmiyormuş ekranda bu kadar oyuncağı teknolojiyi, ama müzikte olunca hayır diyemiyormuş (ki ben onda da muhafazakarım).
Tamamen kişisel tercih bu. İnsan ya bunları takip eder ya etmez. Ben etmeyenlerdenim. Etmek istemeyenlerdenim. Niyetim de yok. Benimki, benim gittiğim yolda bana yetiyor; varsın supersonic olmayayayım görüntüm plazmadan hd yansımasın.

P.S. geçen hafta gittiği paris'te aradığı plak dükkanın kapalı olduğunu görünce bir şey alamamış, bütün parayı peynire vermiş:
"- sorma, bir torba peynir aldım, iki şişe de cotes du rhone , hepsi neredeyse bitti"

forever hedonism

Summer Breeze

Akşam üstü, tatil, denizden yeni çıkılmış, tuzlu su damlacıkları, deniz kıyısı, soğuk hatta buz gibi bira (buz derken bilenin bildiği şekilde telaffuzumu yapıyorum ve gülüyoruz hep beraber), patates kızartması ve music on my mind...
Hadi deniz kıyısı olmasın benim balkon olsun, o da olur.

Motto # 5


"entre les murs", 2008, dir. laurent cantet

- si ce que t'as a dire n'est pas plus important que le silence, alors tais-toi!

- j'aime pas les maths, les racistes et j'aime pas Materazzi.

ben, il a raison; qui aimerait ce con Materazzi? pas moi, en tt cas. connard! et oui, il faut aussi savoir se taire quand y pas g'd chose a dire. et surtout, il faut pas prononcer des grands mots car quand ça se fait pas celui qui les a dit a l'air d'un con!

Sunday, July 19, 2009

Never on sunday, 4


cidden sıcak, asmalı mescit, cavit, j.a., şehirde büyük elektrik kesintisi, bir ara e.k., bir ara bir sürü insan karşılaşması, öpüşmesi, d. a.k.a louboutin, yaz bekarı, nuteras, kötü müzik, sıkıcı kalabalık, "aa oje derken, aaa e. derken, eee f. nerde derken" hemen dedikodu ve yine çok sıcak, ve yine early bird tarzı coming home, r. buluşma, kolye+ mektup "ohaaa, hadi canımmm" , donut ve elbette karşı cinsin "şoktayım hali", tamamdır, "çok sıcak hayatta bu gece çıkıp içmem, evimdeyim", never on sunday, ama bitmeyen bir sıcak, o kadar "beğenmem" diye laf edip edip her hafta sabahattin'e gitmem ise ayrı şahane. giyinip çıkmam lazım ama o kadar sıcak ki üşeniyorum mümkünse bez parçası sarınıp çıkmak istiyorum.

Friday, July 17, 2009

Cuma eğlencesi, 16

Kendime izin verdiğim bu manasız sıcak temmuz gününde birazdan kendimi fedoramın altında sokaklara atmadan, the streets diye bazı mekanlara doğru yol almadan bir süredir ihmal ettiğim cuma eğlencesini yazayım dedim.Victoria's Secret mankenlerinden Adriana Lima. Biliyorum ki türk erkekleri bayılıyor kendisine, "insan değil, huri, melek, yengeniz (bu yengeniz lafına ayrıca bayılıyorum. ha evet oldu, bekliyor o da seni, ailesine de söylemiş yarın güllüoğlu'ndan yaptır baklavayı götür sizinkileri istemeye)" gibi sıfatlarla beğenisini sunuyor filan. Tamam, eyvallah, güzel kız, vücudu da fevkalade. Ama yani işte yani. Kadın ve erkek beğenisi bir yere kadar birbirini tutuyor, bir yerden sonra istekler ve amaçlar ayrılınca bitiyor. Neyse bizim yağız delikanlıların tabiriyle insan olmayan huri yenge- başkasından- hamile haliyle Louis Vuitton gecesine katılmış. Birkaç senedir bir baby boom hadisesi var celebriti dünyasında. Hepsi pıtır pıtır hamile kalıyor. Gisele Bundchen de hamile. Zaten evlendiği adamın önceki sevgilisinden olan çocuğu için "benim kendi çocuğum" gibi laflar ediyordu, bence iyi olmuş doğurunca rahatlayacaktır ama arkadası gelir derim ben. 2 de olur 3 de olur. Katolik brezilyalılardan bahsediyoruz, bazı şeyler yasak katolik anlayışına göre, hatta Papa Hazretleri haftalık beyanatında her hafta kürtajı reddediyor. O yüzden Gisele 1,2,3 olur, bol çocuklu bol kardeşli aileden gelen aile geleneğini devam ettirir, çocuklar "bencillik, kıskançlık nedir bilmez; mütevazılık paylaşma nedir" öğrenmiş olurlar. Bravo! Jesus loves you.Son yıllarda çıkan en iyi tasarımcılar yani Proenza Schouler ve Chloe Sevigny. Yani tasarımları çoğunlukla güzel diyelim çünkü Chloe'nin üzerindeki acayip şey evlere şenlik bir hadise. Deri veya lateksten yapılmış bir tulum. Bence kabus ama ver bunu Ece Sükan'a, giyip çıkmazsa en adiyim. Ama işin gerçeği biraz eskimiş yani mutlaka vintajjjj olması lazım giyeceği şeyin. Çocuklar lütfen, yeni bir şey giymiyor kendisi, biliyorsunuz, mutlaka vintajj olması lazım yoksa. Israr etmeyelim lütfen.Kızı değil ama tasarımcıyı biliyorum: Phillip Lim (ki ciddi bir beğeniyle izliyor, kendisinden aldığım çantayı beğeniyle taşıyorum. elbiselerine para vermeye daha içim acıyor ne yazık ki). Şimdi elbise ve şapka (ki o clockwork orange şapkalarından hoşlanmıyorum. şapka dediğin maskulen hatlı olacak) güzel, kız da hoş ama o çanta (ki her daim leopar desenine tavım) ve o ayakkabılar kabus olmamış, fazla zorlama olmuş. Zaten şu kafes tipli ayakkabılardan nefret ediyorum ama gel gör ki her yerdeler, herkesin ayağındalar. Hani tarz olmak için fazla çaba olunca olmuyor, pörtlüyor bir yerden.Ortalama, sıradan zevklere sahip sıradan kız tarz yapmış, çok çılgın (!) desenli bir tişört giymiş hafif rocker imajı vermiş altına kot ve stiletto giymiş. Ama saçlar küt ve fazla derli toplu bu tarz için. Sanki giydiği bu kıyafet değilmiş de aslında boynunda inci kolyesi (hatta üstünde altın zincirde minik haçlı kolyesi bile olabilir), beyaz bebe yaka gömleğinin üzerine pembe kaşmir hırkasıyla okul kitaplarını taşıyan alpha/delta üyesi muhafazakar amerikalı üniversite öğrencisi duygusu veriyor. Durmamış ki üzerinde. Gayet beğendim. Hem sade hem glamour hem paçoz görünümlü değil hem klas. Tamamdır. Böyle şortları görünce çok kıskanıyorum. Üst bacaklarım benim istediğim incelikte olsa her gün böyle çıkarım sokaklara (biliyorum altın rengi filan, ağır kıroyum. az önce r. de telefonda söyledi "ağır kırosun" diye. güldüm, "evet biliyorum" dedim).
Gossip Girl erkeğim Chuck Bass 'in gerçek hayattaki sevgilisi. Olur, tutunur. Gerçi saçları kıvırcık epey yoluk yoluk duruyor ama hoş kız. Fakat çantası bayağı güzel, kolyesi de sanki epey dikkat çekici. Olmuş.İşte effotless chic ve cool. Sağdaki tabii. Gömlek, kot, kemer hatta havaianaslar güzel. Kız da hem hoş hem kool. Sadece o düğmelerden 2 tane daha açabilirdi. Ne de olsa pek göğsü yok gibi duruyor yani açabilir. Mesela ben hep açmak istesem de bazı gömleklerde olmuyor hem kesim hem düğme yerinin azizliği, o yüzden de bazen-nadiren de olsa- küçük göğüslü kızları kıskanırım ben.Soldaki sarışınlığı epey kötü olmuş adını unuttuğum mankenlerden sağdaki de Carine Roitfeld. Carine Roitfeld'in ipek/saten tulumuna, kumaşa, kesimine, duruşuna, belindeki kemere, elindeki çantasına hasta oldum. En şıktır kendileri bu post için.
Hava buralarda o kadar sıcak ki giyinsen, makyaj yapsan kaç yazar. İki saniye sonra akıyor her şey, kıçından ter damlıyor. Çıplak çıkmak ve bu duruma bir çare üretilsin istiyorum. Gidiyorum.

Özlem

Barcelona.
Londra.
Bahar.
Serin.
Hafif güneş.
Ve daha birçok şey.

p.s. j.a. ile benim şu yukardaki gibi bir resmimiz var. elele yürüdüğümüz, benim saçlarım çocukluğumda istisnai olarak kısa (ki çocukken hiç kısa olmadı saçlarım), üzerimde elbise; j.a. da kısa saçlı ve etek bluzlu. çok eski günlerden kalma. neredeyse ağlatacak cinsten.

Thursday, July 16, 2009

Her eve lazım


Sabah kaset ve kasetçalar diye düşünürken boombox/ghetto blaster aklıma geldi, hatta bugün öğleden sonraki görüşmemde söyleyeceklerime ekledim.
Seviyorum hatta hastasıyım old school hip hop ve kültürünün. Alt kültür denilen şeye de ayrıca hayranlığım var-gerçek olduğu sürece. Keep it real!
Boom boxes were introduced commercially by various companies in the late 1970s, when stereo capabilities were added to existing designs of the radio- cassette recorder, which had appeared earlier that decade. More powerful and sophisticated models were subsequently introduced. They are often associated with 1980s phenomena such as breakdancing and hip hop culture, having been introduced into the mainstream consciousness through music videos, movies, television and documentaries.

Dream on # 7



Yine rüyamda şarkı görmeye başladım. İyiye mi kötüye mi alamet bilmiyorum ama that's the way it is.
The Who 'dan haberdar olmam çok aptalca 12-13 yaşında bir amerikan dizisi sebebiyle olmuştu; dizinin çılgın gençleri Who'ya özeniyordu; yani konser sonunda aletleri kırıp parçalıyorlardı. İşte o zaman The Who diye bir grup olduğunu öğrenmiştim. Bence Türkiye'de de The Who seven bilen az insan vardır; Led Zeppelin tamam, Deep Purple tamam ama The Who zor sanki (90ların başındaki aptal amerikan gençlik dizi sayesindeki keşfimden sonra oradan buradan bir the who kaseti bulmuştum ama kim bilir nereye girdi. ayrıca bulup çıkarsam da kaseti nerede dinleyeceğim?)
Yıllar sonra dallamanın allahı olan grup Limp Bizkit denilen gerzekler topluluğu Behind Blue Eyes'ı yorumladı da popüler dünya şarkıdan ve gruptan haberdar oldu.
whatever ...

Dün gece rüyamda gördüğüm ve sürekli duyduğum şarkıdır Behind Blue Eyes.
1971 yılı, The Who, Behind Blue Eyes, Who's Next


no one knows what it's like
to be the bad man to be the sad man
behind blue eyes no one knows
what it's like
to be hated to be fated to telling only lies
but my dreams they aren't as empty as my conscience seems to be
I have hours, only lonely
my love is vengeance that's never free
no one knows what it's like
to feel these feelings like I do and I blame you
no one bites back as hard on their anger
none of my pain and woe
can show through but my dream
they aren't as empty as my conscience seems to be

Wednesday, July 15, 2009

Mektuplarla gelen...

*pazardan kalan*

Kütüphane, sabaha karşı gelinmiş olsa da pazar gününde kütüphane yorgunluğu, aslen mühendis olup da ikea tasarımlarını kurarken sürekli "bunlarda kesin tasarım hatası var" diye söylenen F.A., ( ya bütün erkekler mi ikea tasarımlarına hata bulur?) sonrasında -nihayet- kitaplarla kalıp obsesif şekilde "bunlar böyle dağınık kalamaz, tüm düzenim bozuldu" gibi bir boğa duygusu ile yerleştirmeye geçme, kategorilere ayırma, alfabetik sıra derken ortaya çıkan bir kutu ve içinden dökülen onlarca mektup ...

Bir anda 15 yıl ve daha eskisine gittim. İnanamadım. Ne kendime ne de insanlara. Fakat insanın 7sinde neyse 70inde de aynı olması çok doğru bir öngörü. Evet, insan gelişiyor, ilerliyor, büyüyor, törpüleniyor ama temeli aynı kalıyor. Zaten ne oluyorsa o temelde yatıyor. Temel kof ise üstüne dikilen de kof oluyor. Kof, temel bir yana kutunun içinde o kadar komik mektuplar var ki... Farklı sınıflarda olduğumuz için R. ile derslerde yazıştıklarımız, yaptığımız dedikodular ve o haftasonuna hazırlık planları, yine dersleri dinlemeyip ona buna yazılan mektuplar.
Ve bu; yani en ilginci.

"...beni hatırlıyor olman o kadar da önemli değil aslında...; şu an pearl jam çalmakta aklıma bodrum geliyor...; kazınmış saçların...; elini sıkışım boynundaki muhteşem zincirin...; gülü kucağına bırakışım...; sağol deyişin...; en son seni ...'de görmem, korkakça konuşamamam ve sonraki anlarda nefret etmem kendimden...; umarım bir gün merhaba dersin bana..."

Haliyle geçen yıllarda bu mektubu/göndereni unutmuştum ama okuyunca çok iyi hatırladım. Çocuğu, Yeşilköy'deki adrese gönderdiği mektubu, 14 Şubat'ta gönderdiği gülü, sonrasında aramam vs.
Hoş, her zamanki gibi yani bugün de süren halimle gönderdiği mektubu okuyana kadar ne çocuğu, ne Bodrum'da gül verişini, ne de sonra İstanbul'da elini sıktığımı söylediği geceyi hatırlamıyordum. Sadece 94-95 yılı- emin değilim- 19 mayıs tatili, Bodrum sahilde pek sevdiğim B.U. ile oturduğumu ve birinin gelip kucağıma gül bırakıp gittiğini biliyorum.

Önemli olan bu değil. Önemli olan en sonunda, nihayetinde "bu kadar düşündüğü, aklında olan birisine dair bir şey yapmış olması". Davranışı sonucunda ne olacağı veya ne cevap alacağını düşünmeyip bir risk alması. Ve budur bu davranışı saygı duyulacak bir şey yapan. Korkmak değil. Yoksa sonuçta bir şey olmadı, istediği belki de gerçekleşmedi ama en azından kendi içinde ukte kalmadı. Ve ben sanıyorum, korkmayan, en azından risk alan insan seviyorum.

Bu olayın- mektubu bulduğumdan beri- beni düşündüren tarafı ise bazı durumlar söz konusu olunca 18 yaşından beri çok az değişmiş olmam. Bugün de hala bana yapılan bazı şeyleri görmüyorum, yaklaşanları fark etmiyorum, ilgilenmediklerimle ilgilenmiyorum. En son bu konuya dair beni sarsan insan yine Bodrum'da Karabasan H. idi. Biraz dalga geçmiş, abartılı bulmuştum ama sanıyorum doğru ve sanıyorum bu kör halime dair ağır bunalıma girdim.

p.s.mektubu da okuduktan sonra r. 'nin bu yılki 19 mayıs bodrum tatili gece gezmeleri, 8:45 dönmeleri için söylediği "sen lise hayatına geri döndün" saptamasına bir kez daha katıldım. anlaşılan o ki o günden beri "görme" ve "algı" seviyem milim ilerlememiş ... ağır bunalımdayım resmen. anlamadım; gözlük mü taksam? gözlerime değil, beyin hücrelerime.



Ne A., ne M., ne de S.


Ne A.

Ne M. Ne de S.

Ne ayrı ayrı, ne de hepsinin tek vücutta birleşmiş hali. Hiçbiri. Sanıyorum just kendisi; hem transparan, hem sıradan yani just kendisi. Hiçbir şekilde fark edilmeyen, kalabalıkta görülmeyen; benden o kadar farklı, benden o kadar uzak, benden o kadar "anti". İyi ki. Şükretmek lazım hayatta.

Renkler, ifadeler

Çok sıkıcı.
Cidden.
Daha önce görmüş, kendimce "hadi be, bu mu? " diye aklımdan geçirmiş, haliyle garipsemiştim.
Görene kadar da merak etmemiştim açıkcası. Niye edeyim ki? Bilmem, pek ile ilgilenmem ben diğer dünyaların bazı yaşayanları ile. Ukalalıktan, küçümsemekten değil ama algıda seçiciliğimin o olmaması. Olmadı, olmaz da. Bakar körümdür bazı durumlarda; baksam da görmem. Bu kadar basit.
Ayrı yaşamlar, ayrı dünyalar, ayrı tercihler.
Uzak yaşamlar, uzak dünyalar, uzak tercihler.
Çok sıkıcı.
Cidden.

ha, bir de üzüldüm bu gördüğümde. iyice çökmüş, yüzünün çizgileri derinleşmiş, ifadesi ise eni konu bezgin geldi. bayağı da yaşlı duruyordu. aramızda sadece 1 yaş olmasına rağmen bildiğin yaşlı duruyordu.

whatever... koynuma, yamacıma, haneme almayacağıma göre alan düşünsün, acıyıp da seven düşünsün. uzağımda.

Sunday, July 12, 2009

Never on sunday: " sıcak bir temmuz gecesi"

temmuz, sıcak, gece, little black dress, arnavutköy livar, balkondan hallice, "ben kendi balkonumu balıkçı yapsam parayı kırarım", 21'den 02'ye, her daim kara efe, louboutin d. , her daim "şoktayım", devam, kiki, sekvotka, bir başka deutsche schule insan pek sevdiğim v. (artık bıyıklı ve alman pornocusu desek kendisine tutunur; o kadar yani), koltukta sekvotka, anotherstar ve bacağı, pornocu v. derken, her daim seviyesiz, her daim fantastik, her daim yılların dostluğu, her daim seviyesiz anılar seviyesiz konular seviyesiz konuşmalar, çalan hip hop şarkıları (oley be!), kapanış şarkısı johnny cash, çorba uğruna manasız mekan, gökyüzünün gitgide açılan lacivert rengi...

forever seviye
forever fantastik geceler
forever fantastik "biz"
forever

Bir Never On Sunday için o kadar işim var ki bu sıcak havada... Gerçekten bazen people'ım olsun istiyorum şu dünyada.

Friday, July 10, 2009

Yaz gecesi



Patates kızartması-bira. Yaz gecesinin yemeğidir. Rakı bu sıcakta fazla gelir.
Patates kızartması-bira. Bekler beni. Çıkıyorum şimdi.

hrkwlemsjjsjsjsnismeajaa

Bazen-özellikle de şu aralar- ne dediklerimle kendimi ifade edebiliyorum, ne düşüncemi doğru anlatabiliyorum, ne de ağzımdan çıkan kelimeler doğru yeri buluyor, ne de içimdekilerin anlaşıldığını hissediyorum. Ve o kadar sıkılıyorum ki bu durumdan. Ve bazen gerçekten hiçbir şeyi söylemek içimden gelmiyor. Sonucunu bildiğim, daha önce yaşadığım, ve "artık beklemediğimi beklediğim" her tepki ağzımı açtığım her an kapattırıyor. Zorlayıcı olan bu durumun herkes ile geçerli olması; ne içimdekini ifade edebiliyor, ne beynimdekini söyleyebiliyor, ne de yüreğimdekini telaffuz edebiliyorum.
Pandora'nın kutusu kapandıkça kapanıyor.

İşte tam bu!

Gerçekten de yapmak istediğim yegane şey budur. Şu an, şimdi, şu saniye.

Dream on # 6


Nereden aklıma geldi ve neden rüyamda gördüğümü bilmiyorum ama işte Kent State filmi.
Gerçek olaydan çekilmiş güzel filmlerdendir. Herhalde 13-14 yaşında seyrettim, bir daha da bulamadım. Olay kısaca şu; 1970 yılı, Amerika'nın Kent State Üniversitesi'ndeki öğrenciler süren Vietnam Savaşı'nı ve Nixon yönetimini protesto etmek istiyorlar, çatışmalar işgaller oluyor ve askerle karşı karşıya gelen öğrencilere ateş açılıyor vs...

Neden aklıma geldiği, rüyama girdiği ise muamma. En azından benim için. Herhalde sıcak bunalttı beni...

Thursday, July 9, 2009

Forever "streets"

Yer: eski hipodrom, laval şehri, fransa
Tarih: haziran 2009
Sonuç: duvardaki coşku ve mutluluk
MC: emin olmasam da saul williams olabilir.

Wednesday, July 8, 2009

Kavga biter mi, it dalaşı biter mi?


Biter herhalde de benimki bitmez herhalde. Bu cümleden kavgacı, huysuz gibi dursam da değilim ama öyle olmadığımı anlatamıyorum. Özellikle de karşı cinse. Sürekli bir it dalaşı. Karşıma çıkan her sıkıcı olup da kendisini kool sanan karşı cins ile değil ama her daim 1-2 tane var bunlardan. Kişisine tipine tarzına göre bu kimi zaman eğlenceli kimi zaman yorucu ( ilgilenilmeyenlerle yapılanlar özellikle yorucu oluyor).

Cumartesi gecesinden pazar sabahına kadar belki de uzun zamandır yaptığım en komik it dalaşının gecesiydi-şoktayım, orası ayrı-bugün çarşamba, itlikte yine bir şeyler olmaya devam ediyor ama nereye doğruna dair bir fikrim yok. Tek bildiğim yaşananların dışardan herkese yaşandığından farklı gözüktüğü. Her daim savunduğum gibi "hiçbir şey gözüktüğü gibi değildir".

Ayrıca "let's fight then we can make up". Forever make up sex.

Tuesday, July 7, 2009

Ekleme, birleştirme ve sonuç


Hiç beklemediğim bir şekilde benim için düşünülen ve hediye edilen, keyifle boynuma taktığım kolyedir "oui non" kolyem. Cidden bana verilmiş ve severek taktığım en güzel hediyelerdendir bu kolye. Vereni düşüneni pek severim, pek ayrı tutarım, pek sahiplenirim.

Az önce tesadüfen yukardaki kombinasyonu gördüm ve kolyemle birleştirdiğimde bende pek kötü olmayacağını düşündüm. Hoş pembe benim rengim değildir ama dert değil, pembe olur, olmaz; lacivert olur, siyah olur, gri olur, şampanya rengi olur. Oldurduktan sonra olur yani. Fakat elbette saten olur. forever satin. Ama havalar biraz soğusun, biraz summer breeze olsun çünkü bu havada ne saten giyilir, ne satene sarılınır, ne de saten çekilir.

Yalnız şu sıralar oui non halime muzipçe gülüyorum. Kolyemi takmalı hatta hiç çıkartmamalıyım boynumdan.

Smitten morning






Kanı sıcak sıcak akıtan albümlerdendir 1989 tarihli Disintegration. Son kasetli günlerin albümüdür. Bayılırım.
Çok bilindik çok söylenmiş çok tekrarlanmış olsa da Lovesong, Lovesong'dır. Forever. Bizim için. Boğazın ikiye böldüğü bu büyük şehirde doğup büyümüş bir avuç étranger için, outsider için.

whenever I'm alone with you you make me feel
like I am home again whenever I'm alone with
you you make me feel like I am whole again
whenever I'm alone with you you make me feel
like I am young again whenever I'm alone with
you you make me feel like I am fun again
however far away I will always love you however
long I stay I will always love you whatever
words I say I will always love you I will always
love you
whenever I'm alone with you you make me feel
like I' am free again whenever I'm alone with
you you make me feel like I' am clean again
however far away i will always love you however
long I stay I will always love you whatever
words I say I will always love you
I will always love you

Monday, July 6, 2009

Çamur, müzik, eğlence derken


















Çamur müzik eğlence derken Glastonbury yine bu yıl da efsane olmaya devam etmiş. Hoş ben bugünden sonra gider miyim çamura, pek sanmıyorum ama bizim çiçek çocuğu yanında gidecek birini bulsa gider, çadırda da kalır herhalde.Italic


Ne olursa olsun, gitmesem de görmesem de Glastonbury kırk yıla yakın süredir efsanedir, efsane kalacaktır.


Yalnız şu çamur toprak müzik aşkı hadisesindeki tek itirazım (tüm kokoşluğuma, tüm tarz sevgime, tüm "hunter" sahipliğime rağmen) 90'ların başından itibaren manken/model takımın arz-ı endam ettiği festivale bu yıl Jimmy Choo 'nun 250 pound olarak sattığı özel Hunter tasarımları ile katılması. Hunter dediğimiz şey-ki değinmişimdir burada sanıyorum- bildiğimiz plastik çizme ama gayet güzel gayet rahat ve Kate Moss 2 yıl önce Glastonbury'de kısacık şortunun altına giydiğinden beri gayet havalı bir neste. Fiyatı da 50-70 pound arası bir şey ama Jimmy Choo bu yıl piyasaya sürdüğü "limited edition" yılan derisinden tasarımı ile 250 pound'a geliyor. Gerzekçe bulduğum şu; elbette çamurlu yerlere, vadilere Hunter giymek çok mantıklı çünkü zaten amaç böyle bir yerde kullanılması (yani ben de gitsem glasto'ya ben de hunter'larımı götürürüm). Ama 250 pound gibi bir fiyat verip alınan yılan derisi Hunter'ların (ki bence güzel, hiç bok atmayayım) böylesine heba edilmesine takığım. Bastığın yer çamur ya. İnsaf yani. Varoşluk bu işte.