Monday, March 31, 2008

Bazı şeyler satın alınır bazıları alınamaz

J.A.'nın şehir dışında olması ve tabii biricik evladının günlerdir hasta olup balkona dahi çıkaması sebebiyle kahrolup uğrayan F.A. ile pazartesi günü televizyonları işgal eden spor programlarından, dünkü maçtan, gereksiz Baki Mercimek'ten, Barcelona'dan konuştuktan sonra aklıma Roy Keane ararken karşıma çıkan bir sitede gördüğümdür. Tişörtmüş ve anlıyoruz ki güzel tişörtleri var (mış).

Bu da güzel ama o kadar beni ilgilendirmiyor demeliyim. Ama Cantona tişörtleri güzel. Ben sadece lafı sevdim. Para aşkı, sevgiyi, saygıyı satın alabilir mi? Klişe cevap "asla"dır ama işin doğrusu satın alabilir. Ne yazık ki. Ne yazık ki çoğu insanda, çoğu insanın kalbinde para her şeyi satın alabilir. Paranın alacaklarının bir şey ifade etmeyeceği, gerçekliğin, samimiyetin hatta hatta sadece birkac kez telaffuz edilmiş ifadelerin ancak kapıları açacağı az insan vardır. Hele hele bugünkü düzende veya şirazesinden çıkmış düzende.

whatever...

Ne gereksiz laflar, ne de futbol cehaletimle devam etmeyeceğim. Sadece Cantona'ya, kalkık yakalarına, "you can't buy class" lafına, roy keane'nin haysiyetine tavım deyip ağır ilaçların sersemletici etkisiyle de giderim.

Garp cephesinde yeni bir şey yok

Bende de değişiklik yok. Ne yazık ki. Ama yarın bana şehirdeki tüm hastanelerden "dışarıya çıkamazsın" diye rapor gelse de yarın evden çıkıyorum, hastalık halini bitiriyorum.


Erich Maria Remarque (1889-1970) önce yazıyor sonra da 30'lu yıllarda efsanevi bir savaş filmi olacak şekilde çekiliyor. Bunlar eski kitaplardır ; ya çocukken veya ilk gençlikte evdeki kütüphaneden isminden etkilenilerek okunur ya da ömür boyu bir daha okunmaz.
Kütüphane demişken kütüphane almalıyım.

Sunday, March 30, 2008

Sistem



Belki çok ses getirmemiştir ama 1997 tarihli Gridlock'd çok güzel filmdir. Tupac Shakur ve Tim Roth çok başarılıdır. Uyuşturucuyu bırakmaya çalışan ve bu konuda azimli olmaya kararlı iki bağımlının sistem sebebiyle takıldıkları bürokratik engelleri anlatır.
Sistem, sistemli olmak çoğu zaman ileriye götürse de her sistem kabul edilir değildir, olmamalıdır da. Şu anda biz de sistem içerisinde yaşıyoruz bu topraklarda. Memnun muyuz? Bizi ileriye götüreceğini düşünüyor muyuz? Hayır. O halde kabul edilebilir bir durum değil.

Tupac demişken...Annesi hatta "dear mama" diye bir şarkı yazarak kısa hayatındaki önemini ifade ettiği annesi gençliğine Black Panthers üyesidir. Kendisi filmden önce east coast/west coast çatışmasında öldürülmüştür.

Sistem demişken...C'est le bureaucratie qui bloque le systeme. Alain Touraine.

Never on sunday # 3

Barcelona'dan kaldırım taşı sebebebiyle artık sokağa çıkma isteğimi yazıyorum. Ya benim bünyem çok zayıf ya da bilinmeyen bir şeyler var.

Etre a l'extérieur, Barcelona, les rues, les bancs, du café, réflechir, rire, sourire, lire, lire les journeaux, etc...

Dünyanın neresi olursa olsun, sokak (veya park) ama tercihen sokak, bir bank, gazete/kitap/müzik. tüm bunlara bir de kahve eklenirse dünyanın en mutlu insanıyımdır ben. Ne söylenirim, ne huysuzluk ne de domuzluk yaparım; o banktan kalkınca tebessüm yerleşmiştir.

Saturday, March 29, 2008

Meksika Olimpiyatları öncesi


Huey P. Newton ve Bobby Seale 1966 yılında Kaliforniya'da Black Panthers Partisi'ni kuruyorlar. Yayınladıkları 10 maddelik bir bildiride ne yapmak istedikleri, hükümetten neler talep ettiklerini, A.B.D.' nin zencilere yönelik ayrımcı politikasını değiştirmek istediklerini anlatıyorlar. Çok barışçıl oldukları söylenemez çünkü gerektiğinde şiddet kullanılması taraftarı söylemleri var. 70lerin sonunda parti çökse de hareket bir şekilde devan ediyor. Bugün bile bu iki adam amerikan zenci cemaati için çok önemli insanlar.

Tommie Smith ve John Carlos 1968 Meksika Olimpiyatları'nda yumruklarını kaldırdıklarında aslında bu yeni doğan ve gelişen akıma desteklerini, sisteme de protestolarını gösteriyorlar (gerçi sonra ülkenin olimpiyat komitesince olimpiyatlara katılmaktan men ediliyor ama haysiyet mi haysiyet işte).

P.S. Antibiyotik, burna sıkılan deniz suyu, iştahsızlık, halsizlik...her şey aynen devam ediyor. En önemlisi ev hapsi devam ediyor. Herhalde yarın delirmiş olacağım. Haftasonuna nasıl gelir böyle bir talihsizlik?

Friday, March 28, 2008

Yaz eğlencesi olarak olimpiyatlar


Yabancı bir ülkedeki otel odasında hele bir de bulunulan ülkenin dili su gibi konuşulmuyorsa televizyoda seyredilecek yegane kanal uluslararası haber kanallarıdır. Barcelona'da da en çok bbc ve cnn açılı olduğundan öğrendik ki Çin'de yapılacak olan olimpiyatlar tepkiler ve protestolarla geliyormuş. Sebebi de insan hakları ihlali.

Yıl 1968. Dünyanın her yerinde sosyal açıdan birçok önemli olay yaşanıyor. Fransa'da, Amerika'da, Türkiye'de veya Mexico City'de.

1968 Mexico City'de gerçekleştirilen olimpiyatlarda 200 m'de altın madalyayı kazanan Tommie Smith ve bronz madalyayı kazanan John Carlos madalyalar takıldıktan sonra amerikan milli marşı okunurken amerika'daki ırk ayrımcılığını protesto için yumruklarını gökyüzüne doğru kaldırmışlardı. Bence oldukça haysiyetli bir hareket bu. Yapması kolay değil, sonuçlarını taşıması kolay değil. Çok az insan böyle bir hareket yapabilir, CNN'den öğrendiğimiz kadarıyla da çok az yeni sporcu Çin'e gitmeyi protesto etmiş (galiba federer gitmeyecekmiş)

P.S. Çocukken olimpiyatları seyretmeyi çok severdim. En çok da atletizmi. Bu yüzden atletizm yapmışlığım vardır. Yeşilyurt Spor Kulubü'nde. Beni bilenler şaşırmıştır, ben de olsam ben de şaşırırdım ama eğlenceliydi öyle uzun uzun koşmak, ayağı o garip aletlerin arasına yerleştirip pozisyon almak filan. Ama spor maceramız devam etti mi? Elbette hayır. Hala gidebilmek için kendimle çarpışıyorum.

P.S. (2) Yine olimpiyat eğlencesi sebebiyle Jesse Owens'ı öğrenmiştim hatta galiba trt bir dizi yayınlamıştı onun hayatı hakkında. Jesse Owens da Hitler rejimi altında gerçekleştirilen 1936 Berlin Olimpiyatlarında altın madalyalar kazanarak ve kürsüye çıkarak ari ırkının epey bir sarsmıştı.

Cuma eğlencesi # 14

Geçen hafta bugünlerde Barcelona sokaklarını büyük bir mutluluk ile arşınlarken bugün yine bura olmak "hayatın hallerinden biri" . Ne de olsa "ee hayat böyle bir şey" (artık ben bu lafı dilime dolarım, orada burada hem aydınlanmak hem de aydınlatmak için kullanırım)

whatever...Sevdiğimiz insan ile başlayalım. Hem sevdiğimiz hem de tanıdığımız, bağrımıza bastığımız Kimberly Peirce kendisi. Boys Don't Cry'dan sonra yeni filmi Stop-Loss'u tanıtmış, galasını yapmış. Sadece yenge olduğundan değil kendisi gibi olduğu için beğendim kıyafetini.Kendisi zamanın ünlü erkek modellerinden ama bende yarattığı etki sıfırdır. Çirkin değil, aksine çok çekici, çok seksi hatta adonis kasları alır götürür insanı am işte o kadar. Bu da erkekler için "renkleri güzel" olanlardan. Ayrıca bu adam ile dünyanın en paçoz görünmemek için çabalayan ama bir o kadar paçoz görünen kadını Saba Tümer ile beraber olmamış mıydı, öyle hikayeler hatırlıyorum ama bizim people olduğu için aklımda kalmamış.Kız amerikan polisiye dizilerinin tiplemelerinden. Bana pek güzel gelmez çünkü öncelikle fazla esmer (tabii karşı cins gözü değil bu), yüzünde de fazla bir sertlik var ama kıyafeti güzel. Etek Prada imiş. Çok desenli, epey kabarık ama güzel bence. Zaten böyle bir şey giyiliyorsa geri kalan her şey sade olmalı. Az makyaj, az takı gibi. Bu da gayet iyi olmuş.

Büyük bir iktidar sahibi efsanevi insan Anna Wintour ve Mario Testino. Muhtemelen yakın arkadaşlardır ama moda dünyasında Anna Wintour'u kızdırmamak gerekir. Burada hoş hatta sevimli bile çıkmış Anna Wintour. Ancak güzel bir kadın hiç değil, hatta çirkin bile sayılabilir. O yüzden diyeceğim ki benzetenler utansın...

Güzel insanla bitireyim. Gerçi artık o kadar güzel bulmuyorum ama baştan "güzel" dedim kendisi öyle kalsın. Elbise çok güzel değil. Hiç özellikli bulmadığım sıradan bir amerikalı modacı olan Calvin Klein imzalı. Yakası güzel değil öncelikle. Fazla içeriye doğru kesik bu da fazla sportif bir görünüm yapmış. Ama kız da sportif, diz kapakları da muhteşem o da halde sorun yok.


Devam # 2

Aslında dün sabah da kendimi kötü hissettiğimden işe gitmeyecektim ama sonrasında çok sıkıldığımdan çıktım gittim, kazandığım her kuruşu hakkettim. Akşamında kadim dostum Sekvoka'nın her türk erkeğinin zorunlu yere çağrıldığı için verdiği veda partisi (ya da partilerinden birine) gitmem gerektiğinden kendimi hasta olarak da düşünmek istemedim ama hata etmişim. Sabah kalkamadım bile. Bir ara Sekvotka telefon seansına ve laflarını dinleyip işe gitmedim. Herhalde 2 saat önce kalktım. Neyse bu hastalık tüketti bitirdi beni ama cuma eğlencemi engelleyemez.

Ne nedir, kim kimdir?

Eskiden doğruluğuna çok inandığım bir çin atasözü vardı: dost dediğin nasıl tanıştığını hatırlayamadığındır.

Sanıyorum artık pek inandığım bir söylem değil. Nasıl tanıştığımı hatırladığım dostlarım var ve bu gece nasıl tanıştığımı hatırlayamadıklarımdan daha dost olduklarını gördüm.

Üzüldüm. Tarif edilmesi zor bir şekilde çok hem de çok üzüldüm. Gerçekten çok sevdiğim, çok içime aldığım bir insandı. Bir süredir bazı konularda ayrılık yaşasak da benim için gelip geçici sorunlardı çünkü ne de olsa dostluk başkadır, arkadaşlıktan tanışıklıktan net bir şekilde ayrılır. Ama böyleymiş. Dostluk denilen şey de çabalamadan, sanki bir aşk ilişkisi gibi bir gece bir barda bitermiş bir de üzerine "kendine iyi bak" denirmiş. Gündelikte çok sık ve abartılı bir ifade ile kullandığım bir cümledir "şoktayım" cümlesi ama uzun zamandır bu kadar şoke olduğum bir şey hatırlamıyorum.

Neyse, olan oldu, yapacak bir şey yok. Ha, unutmadan bir de biterken hayat dersi de aldım: "e hayat böyle bir şey" diye . Vay be, önüm açıldı resmen; neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu görmemişim, görememişim, bilememişim. Neye üzülsem bilemedim; bitip giden dostluğa mı yoksa dostluk sanrısı ile bu kadar zaman harcanan emeğe, zamana, çabaya mı? Bilemedim, herhalde hiç de bilemeyeceğim, bilmek de istediğimi sanmıyorum çünkü yaşanılanlar zenginlik olmalı, pişmanlık değil.

Thursday, March 27, 2008

Devam

Hala hastalığım devam ediyor. Burnum akıyor, öksüyorum vs vs...

İşin ilginci dün bir 3 saat boyunca gayet iyiydim; komik eğlenceli hatta ve hatta sportif bir halde olurken nasıl bir dengesizliktir bu.

whatever...

Hal budur, durum budur.

Wednesday, March 26, 2008

Klasik güzel


Chanel bu yılki reklam kampanyasında 90ların top modellerinden Christy Turlington'ı kullanmış. Güzel bir kadın, tarz ifadesi olan bir marka. Nihayet.

P.S. Christy Turlington bir başka güzel insan olan New York'lu irlandalı katolik olan Edward Burns ile evli. Gayet yakışıklı bir insandır kendisi, film yönetir, kendisi de oynar filmlerinde, kısık sesi ile karizmatik bir tonda konuşur.

Esinlenme



a. gaudi, casa mila (maison mila, en catalan) barcelona, 1906-1910

Şehrin çok güzel bir yerinde çok güzel bir bina Casa Mila. Yine Gaudi'nin zengin bir katalan ailesi için yaptığı evlerden. Evin ya da binanın mimarisinin dışındaki en ilginç tarafı binanın terasındakı heykellerin Star Wars'ı yaratıcısı George Lucas'ı etkilemiş ve korkunç Darth Vader'ı oluşturmasınd etken olması. Biri 1900'lerin başında yaratıyor, diğeri ise 77 yıl sonra esinleniyor.

Gün

Aslında Barcelona soğuktu. Yağmursuzdu ama soğuktu. Ben de her zamanki gibi zibidi gibi gittiğimden çok çaktırmasam da çok üşüdüm. Gitmeden önce de doktor vs öksürerek gitmiştim iyice arttı ve geçen sabaha karşı döndüğümüz gün yani dün dinlenseydim bir şey olmayacaktı belki ama dün gece oldu, bugün evdeyim. Hapşırıyorum burnum akıyor ve sanki sigara tiryakiymişcesine öksürüyorum. Geçecek ama dinlenmem lazım. O yüzden gün bugündür, home sweet home günüdür bugün.

Kitap

Barcelona'nın en güzel yanı bana göre bankları idi. Bankta oturmaya bayılırım ben. Yalnız veya beraber, elimde kahve, kitap veya kulağımda müzik ile.

Bu kitabı da Gaudi'nin eşsiz tasarımlarından Casa Mila'nın önündeki bankta otururken, yine Casa Mila'nın altındaki dükkandan aldım. Seviyorum graffiti. Yayınevinin web sayfasında yeni versiyonu olan "the birth of graffiti" olanı gördüm. Nereden bulacağım şimdi onu ben?

Tuesday, March 25, 2008

Kısa mesaj

Cep telefonu denilen şey gündeliğin neredeyse ayrılmaz bir parçası olunca haliyle kullanım alanları da aynı şekli alıyor. Bunlardan biri de kısa mesajlar. Kimi zaman bilgilendirme, kimi zaman güldürme, kimi zaman üzme, kimi zaman tahrik etme ya da sadece özlem belirtisidir.

Bu ikinci oluyor. Gecenin bir yarısı gelen özlem belirten mesajı. Bu kadar güldüğümü, bu kadar hoşuma gittiğini hatırlamıyorum. Huyludur kendisi. Bana dengesizliğime dair çok laf etse onu ve onun dengesizliğini geçemem. No way. Kimi gün harikadır, kimi gün beklenmedik şekilde umursamazdır, şaşırtır. Tamam anladık ikizler burcu ama bazen çok zorlanıyorum ben bu burcun insanları ile. Ne talihsizim ki bu cinslerden bir tane değil etrafımda. Gerçekten sadece M. olsa şöyle yakın çevremde balla börekle besleyeceğim ama herkes mi bu burcun insanı olur (geçenlerde öğrendim ki her gün konuştuğum, deli gibi eğlendiğim i.d. ve bizim büyük ama büyük patron o. da bu burcun insanı).

whatever...

Barcelona'ya sabahın köründe gelen ve cinsiyeti gereği asla olamayacağı kadar maço ifadeli sevgi ve özlem mesajı ile beni benden alan, güldüren, tebessüm ettiren M.'ye ne desem bilemedim, sadece yazmak istedim. Hele hele duygu yüklü kısa cümlenin sonundaki "lan" ifadesine bayıldım demek zorundayım (galiba gerçekten kıro bir insanım).

P.S. Öncesinde gelen B.M.R. imzalı toplu mesaj ise evlere şenlik bir anda gelen yine müthiş hissettirendi. Oui, c'est de l'amitié...

20'lerde threesome

Dali, Gala derken daha da geçmişe dönelim. Yıl 1923. Resimdekiler dönemin avrupasının önemli sanatçıları ve eşleri. André Breton ve Simone Breton, Paul Eluard ve Gala Eluard, Max Ernst ve iki tane daha fransız şair. Bu resimde ilginç olan (veya olmayan) Paul Eluard ile evli olan Gala'nın Max Ernst ile alenen bir ilişki yaşamasıdır. Hatta öyle ki bir dönem Max Ernst Eluard çiftinin ikamet ettikleri eve taşınır. Bundan sonra ise en büyük bombayı yine Gala patlatır: katalanya'ya yaptıkları toplu bir seyahatte genç katalan sanatçı Salvador Dali ile tanışır ve hem kocasını hem de aşığını terk ederek Salvador Dali ile evlenir ve yıllara yayılan büyük bir aşk yaşanır.

Peki bu üçlü sonraki dörtlü ilişkide hangisi aşk, gerçek aşk, herhangi bir ölçüsü var mı bu aşk hikayelerinin, hangisi daha değerli, hangisi daha yoğun, daha gerçek...? diye gider bu existentialisme kokulu sorular. Varoluşçu sorulara cevap zaten kolay değildir hele hele böyle mevzularda cevap ise dost meclisi resimlerinde, aile portelerinde veya dışardan görülende aranmamalıdır çünkü varoluş sorusu başlı başına kişinin içinde, kendisinde ya da soruyu yaşayanların bileceği yerdedir.

P.S. 90'ların sonunda Threesome diye gayet hafif ama o kadar eğlenceli bir film vardı, amma olay olmuştu.

Koltuk formu olarak dudak

the lips sofa, salvador dali, 1937

Aslen gayet koyu bir katalan olan Salvador Dali, Hollywood'un ilk glamour kokulu yıldızlardan Mae West'in dudaklarını çok beğenip 1937 yılında The Mae West Lips-Sofa'yı yapmış. Güzel bir şey bence. Neden olmasın ki..?

P.S. Barcelona

Hemen hemen tanıdığım herkesin garip bir hayranlıkla hatta kimi zaman bana abartılı gelen bir ifade ile bahsettiği şehir Barcelona. Kalbini orada bırakan çok tanıyorum desem mübalağa olmaz. Ne var ki görmek böyle bir etki yaratıyormuş. Çok güzel bir şehir, Barcelona. Öyle Viyana veya St. Petersburg gibi sadece görüntüde güzel değil yaşamı, duruşu ile güzel bir şehir. Mutlu ve keyifli bir şehir öncelikle. Hayat güzel akıyor. Belki uzun yıllar faşist franco rejimden çekmiş olmanın getirdiği bir hafiflik var insanlarda. Barcelona tam anlamıyla yaşanılacak bir şehir. Kafelerinde uzun uzun otururken amerikano veya solo içilecek, la boqueria'nın tezgahlarında beraber balık yerken bira veya cava istenilecek, çıkışta eve götürmek için soyulmuş ve paketlenmiş meyvelerden alınacak, geniş bulvarlarında, aralarda kalmış meydanlarında koşturulacak, haftasonu maale maça gidilip katalanca bağrılacak, hele yazın tiril tiril bir vaziyette forn'dan croissant alınacak ve hamuru tüm yüze dağılacak şekilde yenilip o hale gülünecek, her türlü maskaralığın keyifle yapılacağı ve kimsenin dönüp bakmayacağı bir şehir, Barcelona.
"Herkes gibi senin de kalbin kaldı mı?" sorusuna ise cevabım "bilemedim birden bire" olacaktır. Ama orada yaşamak ister miyim denilirse evet der hemen bavullarımı yaparım. O kadar keyifli. Ayrıca fransızca bilenler için katalanca çok kolay.
*
Kısa kısa gezi notları:
1) ispanyollar da bizim gibi çirkin bir millet. kızlar pek tutunamaz ama erkeklere -büyük bir haksızlık olarak- çirkinlik yakıştığı için (misal javier bardem) ispanyol erkekleri olabilir.
2) her tarafa metro ile ulaşım var, çok rahat çok çabuk.
3) tarihimizde ilk defa aynı tribüne oturduğumuz bir maç seyrettik f.a. ile. atkılarımızı takıp bir heyecan içerisinde giderken çok uzakta olacağımız gerekçesi ile korktuğumuz ama sonrasında neredeyse içindeymişcesine görebildiğimiz bir açıdan hem takımı, hem maçı, hem ispanyolları, futbolun nasıl bir aile eğlencesi olduğunu seyrettik. gariban valladolid az kişiydi hem de en tepedeydiler ama maşşallah eşşek gibi bağırıp takımlarını destekliyorlardı. bu arada f.a.'nın morali onun boynundaki gs atkısının artık eskisi kadar tanınmadığı benim boynumdaki fb atkısının ise herkesin ilgisini çektiği, herkesin hakkında konuştuğu, güzel güzel telaffuz etmesiydi.
4) dali veya gaudi'yi insan beğenir beğenmez, sanatından hoşlanır veya hoşlanmaz ama bir deha olduklarını kabul etmek lazım (ben ki dali'den zerre hazzetmem, eleştirecek, burun kıvıracak bir şey bulamadım. ayrıca karısı gala'ya karşı olan büyük tutkusu müthiş etkileyici)
5) tur ile hiç gezmemekle beraber gidişte ve dönüşte mecburen karşılaşılıyor insanlarla. ve öğreniyoruz ki yüce türkler her gün tapas, meyve ve balık yemekten, ingilizce bilmeyen ispanyollardan, dali müzesinin uzaklığından ayrıca her taraftaki "sanatsal" görüntüden çok sıkılmışlar.
6) paskalya yortusunun olduğu gece meydanlardaki gösteriler bize çok ilginç gelmekle beraber katolikler için çok acıklıydı. ağlayan kadınlar, koskoca adamlar bugün bile dinin ne kadar etkili olduğunu gösterdi. yine paskalya vesilesiyle futbolculara yapılan çikolatalar ve hatta maçta 2 gol atan bojan'ninki komikti. bu kadar uğraş bu kadar süs...gerçekten insanoğlunu bazen anlamak çok güç.
7) burada pek yazdığım değildir ama aksi düşünülse de kahramanım j.a.'dır, kool ve sefa pezevengi yapıya sahip bir insandır öncelikle kendisi. bu tatil, bu gezi vesilesi ile belirteyim dedim.

Le retour

Hola ...

Wednesday, March 19, 2008

Önümüzdeki günler

Önümüzdeki günlerde burada olacağım. Açıkcası çöküp yerimden kalkmamayı düşünüyorum ama pazar günü maç var, o gün kalkabilirim, bir gidip gelmek lazım nou camp'a, o kadar bilet aldık............

Düşüncem şu: görülmesi gereken her türlü sanatsal vs aktiviteyi halledip gelecek sefer daha fantastik birileri ile gittiğimde şu aşağıdaki balık pazarından hiçbir şekilde kalmayayım, mümkünse cava, cerveza, balık yerken kahkahalarımı tutmayıp deli gibi eğlenip müthiş bir samimiyette sarhoş olayım.


To do list

M.'nin bana dair to do list'idir... Elbette ben dönünce.

* beyaz lale
* barbunya
* sabah kahvaltısı
* disko gezisi (kısaca şamdan)
* viski (kısaca jameson)


Taç # 2

Bunlar taç değil tabii de ben öyle görmek hatta takmak istedim saçıma. Uzadıkları için artık böyle alengirli şey takabiliyorum. Yukardakiler muhteşem italyan markası Bottega Veneta imzalı... Çok beğendim, ayrıca pek de yakıştırdım kendime. Şöyle Roma veya Helen tarzı bir elbisenin üzerine.

Kutsal derken...


kadosh, 1999, dir. amos gitai

Muhafazakar musevi görüntüsünde bir Natalie Portman'ı gördükten sonra aklıma çok ama çok beğenerek seyrettiğim film Kadosh geldi.
İbranice de kutsal demek olan kadosh Kudüs'te geçen ve farklı dinsel seviyedeki hayatları anlatan hem güzel hem de gerçek olduğu için acıtan bir film.

Bu arada gerçekten kutsal derken neden bahsediyoruz? Kutsal olan gerçekten kutsal mı yoksa bir göz boyama mı? Gerçek kutsal mertebesindeki aslında görülmeyen mi? Arkada kalan mı? Hatta hiç ama hiç kutsal olarak gözükmeyen mi?

Çok erken cuma eğlencesi

Burada olmayacağımdan giderayak cuma eğlencesi yazayım istedim. Varsın erken olsun.

Kız kim bilmiyorum ama sanıyorum amerikan reality tv dünyasının bir şeyi. Güzel değil alımlı değil, sıradan amerikalı işte. Elbisesi ayrıca çirkin. O düşük omuz öyle hiç olmamış. Ben de yakınlarda J.A.'nın aldığı muhteşem bir saten kumaştan elbise yaptıracağım ve omzumdan düşmesini istiyorum ama böyle hiç değil (satenden elbiseye, bluza bayılıyorum desem...). Fakat yukardaki çok kötü.

Kendisi sevdiğimiz beğendiğimiz bir insan ama burada sıradan çıkmış kendisi. Elbette insan olduğunu unutmamak lazım; onun da sivilceleri çıkıyor, güzel olmadığı günler, anlar mevcut everday life, bugün de kendisi everyday people olmuş sanki. Fakat bu mevzuların dışında şu el kadar köpek sevgisi nedir? Neden o el kadar köpekleri alıp bir de o salak çantalara sokarlar? Kadınlar neden böyle küçük köpek seviyorlar bir anlasam...
New York I Love You diye farklı yönetmenlerin oluşumu ile yeni bir film çekiliyormuş. Yönetmenlerden biri Scarlett Johansson imiş, filmde de arkadaşı Natalie Portman'ı oynatmış. Aslen İsrail doğumlu bir musevi olan Natalie Portman bu muhafazakar gelinlik içinde çok güzel gözükmese de yine de beğendiğim insanlardandır kendisi.
Ve Scarlett Johansson yönetmen koltuğunda deyip bitiririm.

Yemek # 2

Yemekten yeni gelmedim ama sayılır.

İsviçre'den A.'nın gelmesi ile MSGSU'nün meyhanesinde Sekvotka, Grimak, Crimetisia, Siemens E. ve Ankaralı sanıp en bir gerçek GS liseli çıkan C. ile rakı sofrası ve çıkışında haliyle Fındıklı'ndan "hadi sana gelelim" ile neredeyse yukarıya çıkmak kadar kısa bir mesafe ile eve ulaşma, votkanın bitmesi,yolculuğu bahane edip hafif çaplı evden kovma, sohbet, kahkaha, eğlence derken "dostluk" derken, "rakı masası" derken, "samimiyet" derken...

P.S. Daha bugün M. ile herkesle rakı sofrasına oturulmayacağını konuşuyorduk. Evet herkesle rakı masasına oturulmaz, oturulmamalı da.

P.S.(2) Evet, dolapta bekleyen prosecco'yu Sekvotka gitmeden patlatılmalı!

P.S. (3) Back to black...giderayak...seviyorum. seviyoruz.

P.S.(4) Gecenin yegane eksiği Çirkin ama Karizmatik Erkek B. Gelsin! Ama ben göremeyeceğim bu haftasonu kendisini.

Tuesday, March 18, 2008

Eski botlar

Günlerdir üzerimde bir şeyler var yazmamı engelleyen sanki nedir bilemiyorum. Hastaneye gidiyorum iki gündür (evet ya ne kadar kof bir insanım), sonra iş hayatı gibi bir manasızlığı sürdürüyorum.

Neyse az önce hastaneden gelmiş ofisime doğru giderken bir kızın ayağında gördüm dr. marten's botları ve birden nerelere gittim geldim.

Ne kadar mutlu olmuştum aldığımda? A'dam'da onları bulacağım diye canım çıkmıştı hem de yaz vakti. Ya şort altına ya da tayt altına giyiyordum (duk). Attım herhalde üzerinden zaman geçti.

Bir de J.A.'dan yine bir yurtdışı seyahatinde dr. marten's ayakkabı istemiş ve onu Almanya'nın sıkıcı şehirlerinde dükkan dükkan araması sonucu "çocuğum ayakkabayı aldık da bunu neo naziler giyiyormuş, biliyor muydun?" gibi laflarına maruz kalmıştım.

Rahattır bayağı da bugün baktığımda ya da benimle bugün tanışan biri o gün onlar giydiğime inanır mı? Hiç sanmam. Hele saçlarımı kazıttığıma? Asla! Ama iyi ki yapmışım etmişim....

Monday, March 17, 2008

Yemek


Geceyarısı yemek nereden çıktı diye düşünmedim ama aç değilim, yukardakileri yiyebilir miyim şu sıralar emin değilim çünkü reflüm kötü, nefes borumu salgıladığı asit yüzünden kapatıp nefes almamı engelliyor.

Ama "yemek "güzel şey. Pişirmesi, yemesi, dışarda, evde, dostlarla, sevgiliyle, yalnız; her halukarda sevenin hep sevdiği bir eylemdir.

Keyifli yemekler, güzel zamanlar ( good times) . Geçen hafta Sekvotka hafta , dün tesadüfen M. ve B. ile, et les autres... Güzel şey insanın sevdikleriyle yemek yemesi, masa etrafında konuşması gülmesi yemekleri tadarken paylaşması, bakması, ölçmesi, dinlemesi, yorum yapması, içindekileri dökmesi ve yine gülmesi ve hatta sonrasında benim gibi dilini çıkartması. Seviyorum sevdiklerimle yemek yemeyi. Abartılı bir şey değil, önemli olan o anın keyfinin çıkartılması, gerçek samimiyetin hissedilmesi, vs...

P.S. Artık neredeyse yılan hikayesine olan bir yemek durumum var. food situation. Ne olacağını, olup olmayacağını, nerede olacağını, ne yenileceğini, nasıl gerçekleşeceğini vs hiçbir şey bilmiyorum, bilebilecek miyim onu da bilmiyorum. Sadece arkası yarını andıran bir yılan hikayesi, onu biliyorum.

Saturday, March 15, 2008

Tanımlama

Sporu eken ve mahmurlukla dolaşan bir insan olarak dükkanıma geri döndüm.

Benden çok M.'nin bir tanımlamasıdır "renkleri güzel" ifadesi. Ancak severek doğru ifade şeklinde kullanıyoruz. Sabah benim için renkleri güzel bir insanın verdiği röportajı okudum da sıklıkla bahsettiğim şu tanımlamayı tam olarak çizeyim dedim. Çağla Kubat bana göre renkleri güzel ifadesini kullanacağım insanların en iyi örneği. Hiç çirkin değil aksine güzel bir kız; sarışın mavi gözlü, beyaz tenli, ince, sportif ayrıca okumuş etmiş de ama... Ne zamanki işin içine ama girer işte orada kalır insan. "ama". Arkası gelmiyor işte. Hiçbir aykırılığı, farklılığı, değişikliği yok. Çoğu erkeğin hayali. Hem de iyi aile kızı görüntüsü de var (iyi aile kızı, çocukların annesi, iyi bir eş; artık sıra ile hepsi olur). İşte bana göre renkleri güzel insan modeli. Her şey yerli yerinde, her şey olması gerektiği gibi, her şey sıradanlığı aşmayacak ölçüde güzel, çizilmiş, hep yolunda, hep kalıplarda, hep uyumlu, hep sınırlı, hep şekillenmiş.

Bana uygun olmadğı aşikar ama kötü bir şey değil, zaten kötü bir ifade olarak değil tanımlamayı yapabilmek için yazdım. Ben renkleri güzellerden değilim, sevdiğim insanların çoğu da değil. İyi ki ... Böylesi daha güzel, daha gerçek, daha özgün, daha etkileyici.

whatever... Her şey görece değil mi bu hayatta. Kime göre, neye göre?

Sonuç

Hazırlığın yalan olduğunu ancak sebebinin her zamanki gel-gitli ruh hali değil de bir önceki gece yağmurda deli gibi ıslanmanın etkisi ile bütün gün titreyip, öğleden sonra da eve dönmenin etkisi var.
Gerçekten iliklerime kadar ıslanmışım. Yağmurda hiçbir şekilde sokağa filan çıkmayan ben gerçekten sevdiğim insan N.'nin sergi açılışı için yağmurda taksi beklemek vs gibi şeyleri yaptığım için ertesi güne titreyek başlayıp bütün günkü durgunluğumun sebebi oldu.

Neyse geçti gitti, sakin gece iyi geldi, 2:30 gibi bir saatteki Sekvotka'nın telefonu ile daha da şenlendi, sabah günümü şaşırttı.

Daha yazardım ama spora mı gitsem, kendimi zorlasam?

Friday, March 14, 2008

Hazırlık

İçimden geldi, aklıma geldi.

Evet gün cuma da malzeme az bugün yine. Yani az değil de çok tapon, çok sıradan, çok öylesine, çok "renkleri güzel", çok yetinilen. O yüzden bugün sadece muhteşem Audrey Hepburn ile mi kalsam, klas kalsam, bilemedim ki...Ne demişler form is temporary, class is permanent.

Bakacağız halet-i ruhiyem neyi ister neye yönelirse...

Güç

Güç yapabilmekle ilintilidir.

* le pouvoir est donc proche de la question de la possibilité, de la capacité*

Biz kez daha farkettim ki "yapabilirdim veya yapabilirmişim" ama yapmadım. İşte güç budur. Yapabileceğini bilmek ama yapmamak.
Yapmamayı marifet kılmak değil bu. Aksine insanın yapabileceği doğru davranışları yapmamayı marifet sayması gülünç olmaktan başka bir şey değildir (her ne kadar kendisi bunu bir yüce davranış biçimi olarak saysa da). Karşıdakine doğru davranmak, hakkettiği özeni, davranış biçimini göstermek öncelikle etiktir, insanın meziyetidir. Benim bahsettiğim her türlü pisliği, her türlü hayvanlığı yapabilecek, karşısındakini çok derinden acıtabilecek güce sahipken yapmamak, yapmamayı tercih etmek veya gücünü kötüye kullanmamayı tercih etmek. Asıl güç budur.

Yapabilirdim. Yapmadım. Evet, biliyorum iyi bir insanım ama iyi olmanın da bir sınırı, bir haysiyeti var; aptallıkla karıştırılmamalı.

Wednesday, March 12, 2008

Esinlenme

oscar niemeyer'in evi, canoes house, rio de jenerio, 1953


Dünden beri gereksiz işyeri gerginliğinden etkilenip de koyduğum resimdir. Gerçi yapılanla ilgisi yok ama...

Okuyup eğitimini görmediğim bir dal olsa da nedense bazı mimarları beğeniyorum. 1907 Brezilya doğumlu ve hala hayatta olan Oscar Niemeyer de bunlardan biri. Neden olduğunu, nasıl kendisine ulaştığımı hatırlamıyorum bile ancak ilkokul yıllarında walt disney ansiklopedisinde bugün bile aklımda kalan resimdi Brasilia Katedrali. Sonra öğrendim ki mimarı Oscar Niemeyer'miş. Belki de ilk oradadır.

Birazdan sergi açılışı var. Biraz kavga biraz dövüş ama sonunda yaptım mı yaptım.

Oscar Niemeyer'in evini de beğendiğimdem koydum. Sadece kendim için. Brezilya'yı da, insanlarını, kültürünü, kahvesini, plajlarını, rahatlıklarını özellikle de bossa nova'sını seviyoruz.

Sabah keyfi # 2


Dünkü gereksiz işyeri sinirlenmemin üzerine sabah yine işyerinde bulunsam da az gördüğüm ama çok sevdiğim insanlardan olan Barthez çalmış olduğu Love Hangover ve o anda içtiğim kahve her şeyi "pembe/beyaz/mavi kıldı önümde, hiçbir şeyin karanlığı kalmadı içimde.

"radyoya gel de istediklerini çekelim" dedi, kalkıp gitmem üşenmememe lazım, yepyeni beyaz macbook'umu bilgisayarcıya götürmem, itunes'umu halletmem, belki yeni bir ipod ama mutlaka yeni bir telefon almam lazım.

Dinleyecekler, diskoya gitmek isteyenler için (m ve sekvotka! götürecek misiniz beni diskoya?)...

Tuesday, March 11, 2008

Hiçbir şey


Garip şey şu hayat.Yaşanan tesadüfler, tesadüf edilenler. Bayılırım tesadüflere. Çok eğlenceli, çok sürpriz olduklarını düşünürüm. Bu da öyleydi, çok eğlenceli bir o kadar da ani, beklenmedik. İşte o andaki tepki, hissiyat önemlidir. Doğru. Veya sadece belki önemlidir, belki de sanıldığı kadar değil.
Ne sokak, ne cadde, ne alışveriş merkezi, ne kanyon, ne amerikan kahvecisi, ne sahil, ne bebek sahili, ne fenerbahçe sahili, ne yeşilköy sahili, ne şükrü saraçoğlu, ne ali sami yen, ne inönü, ne beyoğlu, ne cihangir, ne nişantaşı, ne etiler, ne levent, ne beşiktaş, ne karşı, ne ikea, ne habitat, ne santral, ne otto, ne cavit, ne refik, ne yakup, ne house, ne papermoon, ne şamdan, ne yan, ne roxy, ne 29, ne corridor...

hiçbiri. daha doğrusu hiçbirinde değil ama burada. ve hiçbir şey ama hiçbir şey hissetmedim. nedenini düşünmüyor değilim ama açıkcası pek umursamıyorum desem yalan olmaz. demek ki böyle oluyormuş insan. ne demişler? nefret aşkın başka bir versiyonudur yani yine de içinde biraz sevgi barındırır ama kayıtsızlık... belki de birine karşı hissedilecek en kötü duygudur çünkü kayıtsızdır, umursamazdır.

nothing
rien

bu arada franco geleneğimi anıp non, je ne regrette diyeyim edith piaf'ın anısına:
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu'on m'a fait, ni le mal,
tout ça m'est bien égal.
... evet, tercihimi yaptım hayatta, pişman olduğum bir durum da değil. olanlar utansın diyeyim de iyice arabesk olsun ve bitsin bu yazı (hele son cümledeki ağdalı ifadeye kendim bile çok güldüm).

Sevmediğim derken "I'll rise" deyip daha da sinir edeceklerime

Hayatta sevmediğim insan davranışıdır. Birisini ihbar etmek, şikayet etmek, gammazlamak, arkasından konuşmak (bilenler tanıyanklar muhtemelen "sen mi sevmezsin arkadasından konuşmayı" diye ama aradaki fark şudur: ben konuştuğumu yüzüne de söylerim, hissiyatımı gösteririm. sevmediğim sadece arkadan konuşanlar, yüzüne söylemeyenler, korkaklar, şahsiyetsiz haysiyetsizler).

Sabah bambaşka bir yazı yazacaktım "kadınlar hakkında" sonra yine aman ben çok söylenen, çok laf eden, beğenmeyen olurum diye yazmadım, sıkıldım da ayrıca. Ancak diyeceğim şu idi ki, kadın olmak çok zor bu hayatta (bu konulara girmeyeceğim ama öyle). Fakat bu zorluk insanın adi olması, ağlaya ağlaya şikayet etmesi, hemen gammazlaması anlamına gelmemeli.

Kadınlar isterlerse, hırslarına yenik düşerlerse, ellerindekini kaybetmemek için her şeyi göze alırlarsa çok tehlikeli olabilirler. Bunu her zaman düşünmüş ve söylemişimdir. Ve bu tehlikenin asıl vahim tarafı hiçbir şekilde anlaşılmamasıdır.

Kendim için ilerleyen yaşlarımdaki temennim eleştirdiğim, ucuz, hırsına yenilmiş, masum hatta ezik gözüken ama içten içe her şeyi yöneten kadın olmamaktır. Sanıyorum bunun ilk kuralı kendisi ile dertlerini halletmiş olmaktan geçiyor. Bir de iyi ve gerçek dostlara sahip olmaktan. Ya da bilmiyorum sadece böyle yorumluyorum. Ama şanslıyım onu biliyorum.

Kıssadan hisse, gammazlayan insandan, yaptığını taşıyamayan insandan hazzetmiyorum. Bunun hemcinslerimce yapıldığını görmek ise acıtıyor. Canımı acıttığından değil, neticede düştüğümde kalkan bir insanım ben ama kadınları bu vahim halde görmek utandırıyor. Kendi adıma, onlar adına.

Monday, March 10, 2008

Meu Deus!

Slayer hiç sevmem dinlemem de ama görünce dayanamadım. Çok güldüm.

Manasız sergi açılışı diye vaktim kalmaması sebebiyle hiçbir şey yapabilmiş değilim, ne o sergi açılıyor, dünya duruyor...Of akademik gereksiz durumlar.

Sunday, March 9, 2008

Never on sunday # 4,5

alt başlık: pazar eğlencesi
Cuma günkü vakitsizlik, vs derken bir de Chileksuyu'ndan gelen yorum üzerine gecikmiş bir halde cuma eğlencesini pazara entegre edip birkaç şey yazayım dedim.
Resim New York sokaklarından. '30ların New York'undan 2000lerin New York'una... Kızın kıyafetini beğendiğimden resmini koydum. Gündelik olduğu kadar tarzı da yansıtan bir kıyafet. Kışın giydiklerimden çok farklı değil ama belki daha az siyah giymeliyim. Özellikle de seçmiyorum ana gayriihtiyari öyle oluyor.Burası da Milano sokakları. Beğendiğimden değil, manasızlığı göstermek için koydum. Ayakkabılar. Evet," topuksuz topuklu ayakkabı". Tasarım yapanların veya modacıların ilgisini çekebilir ancak hem çirkin hem de oldukça saçma bir ayakkabı şekli.
Ve Hana Soukupova'dan gecelere dönüş! Gerçi sonrasında araştırıp resimlerine baktığımda "o kadar" güzel olmadığını farkettim. Güzel, gerçekten ama o kadar farklılığı, insanı alıp götüren bir tarafı yok. Ama güzel. Neyse beğeniyorum yine kendisini. Fakat kıyafeti çok kötü. Aslında kıyafetten öte giydiği çorabı kötü. Acaba çorap reklamı mı yapıyor da giymiş? Eğer o komik çorabı giymeyip yine açılıp saçılsaydı gayet güzel bir kıyafet olurdu. Ve yine söylüyorum saçları daha sarı, daha açık renk olmalı; beyaz ten, mavi göz, sarı saç, biraz barbie ama bazılarına yakışıyor.Kendisinin efsanevi bir insan, bir editor-in-chief olmasına itirazımız yok ancak çirkin bir kadın. Belki tam olarak çirkin değil de kasım kasım kasılmaktan içinde de kasılan ve o kasılmaın yüzüne yansıdığı bir insan. Ayrıca çirkinlik güzellik insanın çok elinde olan durumlar değil ama Anna Wintour ne yazı ki güzel de yaşlanmıyor. Resim geçtiğimiz haftaki Paris Moda Haftası'ndan. Kendisi gerçek kürk giyen bir insan olarak yine Peta tarafından lanetlenen insanlar kategorisinde yer almaya devam ediyor. Désolée mais elle n'est pas belle du tout.

Never on sunday # 4

Yıl '30lar (hatta 1932), yer New York daha doğrusu Manhattan.

Her zaman merak etmişimdir böyle bir görüntünün nasıl çekildiğini daha da ötesi nasıl verildiğini. Nasıl bir şeydir? Korkusuzluk mu? Aptallık mı? Yoksa sadece rahatlık mı?

Ancak bugün pazar, her şey gayet dingin ve sakin, bahar cıvıltısı içerisinde.

Saturday, March 8, 2008

P.S. # 4

* Alınan vitaminlerin bir işe yaramadığını düşünürken son 1 haftadır foşur foşur sesler çıkartan ginseng plus işe yarıyormuş. Bu sabah dün gece sabaha karşı eve dönmüşken bile spora gidebildim. İnanılmaz ama gerçek. Ben dahil olmak üzere kimseler inanmadı ama yarın da gideceğim-diye umuyorum. Haftada 3 gün gidersem gayet şahane olur şekerim de reflüm de...

* Daha dün çoluk çocuk ve onların bacaklara sarılması vs diye konuşurken "ben tek çocukta kalırım" diyordum ki...
Bugün büyük türk büyüğü ve ne yazık ki ülkeyi yöneten kişinin "en az üç çocuk yapın" vecizesini duyup, okuyup neye uğradığımı şaşırdım. Sebebi ise "kökümüzü kurutacak olmalarıymış". Ne kadar acıklı bir şey! Artık eski zamanlarda yaşamıyoruz. Hayat eskisi kadar kolay, eskisi kadar mütevazı değil. İnsan çalıştığında emeğinin karşılığını alamıyor, aldığı ise elinden anında uçup gidiyor. Bana göre, çocuk sahibi olmak ciddi bir şey. Hem de çok ciddi bir şey. "Yapayım nasıl olsa her şey yoluna girer" diye düşünebileceğim bir durum değil. Belki fazla titiz, fazla detaycı, fazla hesaplı bir görüş ama that's the way I am diyeyim.
Ülkeyi bok gibi yöneten kişi "merak edilecek bir şey olmadığını çünkü her bir çocuğun kısmeti ile beraber geldiğini" de eklemiş.
Elbette yapan yapsın ama benim hanım hamamım, bankada tarafımdan harcanması beklenen milyon dolarlarım olmadığı için ben tek sayıda kalırım diye düşünüyorum. Ne var ki hayat bu, neyin ne olacağı hiçbir zaman belli olmuyor ama tercihim ve isteğim tek olanda kalmak (tek çocuk olmaktan gayet mutlu olduğum için diğeri bana zaten sıkıcı geliyor).
Benimki şahsi kanaatim, kim ne yapar bilemem ama üzücü ve yanlış bulduğum ülkeyi yönetenlerin ne kadar cahil, ne kadar sıradan, ne kadar ileriyi göremeyip plansız programsız savlarda bulunmaları. Kendi aralarında bunu konuşsalar neyse, bunu bütün ülkeye söyleyip zaten varolan işsiz, vasıfsız ve cahil bir toplumu daha da kısır daha da yerinde sayan bir yerlere götürecekler çünkü ne yazık ki bu topraklar hala 13 yaşındaki kız çocuklarının 50 yaşındaki adamlarla evlendirildikleri, çalıştırılmadıkları, hiçbir özgürlüğün yaşanmasına izin verilmeyen bir ülke.
Bu satırları yazan ben şanslılardanım ama olamayabilir, suyu elektriği olmayan bir köyde doğan da olabilirdim. Aile, doğuştan sahip olunanlar gibi mevzularda her şey tamamen bir şans ve tesadüf desek yalan olmaz ama en azından benim yapacağım ve benim çocuğum diye sahipleneceğime bana verilenden ve hatta ondan daha fazlasını verebilmeliyim; çünkü bu şans veya tesadüf işi olmayıp sadece kendini, yaşamını, onun yaşamını bilip, neyi yapıp neyi yapamayacağını düşünebilmek ve buna göre davranabilmekle ilgili.
Nefret oklarına gerek yok, yukardakiler bana göre doğru olan. Katılmayan ise 3, 4, 5 yapabilir, bence hiç mahsuru yok.

Friday, March 7, 2008

Cuma temennisi

Cuma eğlencesi hazırlamaya vaktim yok, midem bulanıyor ayrıca people dünyasını bu hafta çok sönük bulduğumdan es geçip kendime temennide bulunuyorum (eğer güzel bir şeyler bulsaydım vakit yaratırdım ama pek sıradan geldi bu hafta)

Akşam temennisi ise, mide bulantısının geçmesi ve reflünün hiçbir şekilde azmaması, giyeceğimle audrey hepburn gibi salınmam, sekvotka ile rakı masasında uzun uzun oturup eğlenmem ve devamı...

Thursday, March 6, 2008

Kaytarmaya övgü

Kaytarma bir günü oldu bugün, bu serin bahar günü.

sabah: iki rafadan yumurta bir portakal suyu...diye saçmalayıp muhteşem bir evlat olarak J.A.'yı, benim çok ama pek çok sevdiğim deli rumelili annesine doğum günü pastası kesmeye götürmem.

öğle: sinanpaşa camii, beşiktaş, cenaze, her zamanki gibi yapılan onlarca gözlem (hatta sosyolojik gözlem)...

öğleden sonra: camiide de ufuklara uzun uzun bakarak ciddiyetini bozmayan sekvotka'yı "hadi bira içelim, patates kızartması yiyelim" diye kandırıp (kendimi de ayartıp) beşiktaş sahildeki beer port'a sürükleme, yolda grimak'a rastlama, bir de üzerine crimetisia'yı çağırıp bir güzel dedikodu hatta hatta sözlük dedikodusu yapma (neler olup bitiyormuş da ben bihaber yaşıyormuşum kendi köşemde) ve de en son bomba dedikodu üzerine ciddiyetle konuşurken kahramanlardan birinin içeriye girmesiyle şaşkınlık geçirme, sonra yan tarafa msgsü sanat tarihi mafyasının bölümüne gidip derse girme, tesadüfen dün kafka diye yazdıktan sonra kafka'nın karşıma grimak ile çıkması ve koskoca sınıfta amerika'yı okumuş tek öğrencinin olmaması (ben öğrenci sayılmadığıma göre)...

akşam üstü: bir inatla giden sekvotka'dan sonra grimak & crimetisia ile -yine- beşiktaş'taki amerikan kahvecisine gidip her şeye kaldığı yerden devam etme, kahve, kahve, kahve, kahve (evet halen makinem gelmedi)

ve perde...

p.s. ilginç bir şekilde seviyorum bu semti ben. taşınsam mı acep?

p.s.(2) yapardım. yapmadım. ama cidden yapardım!

p.s.(3) manasızca sabah yumurta + portakal suyu yazmışım olsam da pek içemem ben öyle şeyler sabahları. midem bulanır. hele hele yola çıkacaksam sonucu çok talihsiz olabilecek olan bir durumdur; mide bulanması, arabayı kenara çekmeler, vs. resmen küçük çocuklar gibi. komedi.

Wednesday, March 5, 2008

Tepedeki şato bizim şato

Çok uzun zamandır okumadım ama bir zamanlar çok severdim Kafka'yı. Galiba ilk Amerika'yı okumuş, Dava ile devam etmiştim. İçlerinde en az Şato'yu en çok da Dava'yı sevmiştim.

Zordur okuması, başı sonu yokmuş olaylar, anlatılanlar hep aynı çemberin etrafında dönüyormuş hissi verse de çok etkileyicidir. Sekvotka gibi alman tedrisatından geçmemiş olsam da o dönemler Kafka'yı kendi dilinde okumuş olanları deli gibi kıskandığımı hatırlarım.

"vous n'etes pas du Chateau, vous n'etes pas du village, vous n'etes rien. Helas, tout de meme vous etes quelque chose, un de ces gens qui sont tout le temps sur les chemins, qui vous amenent constamment des histoires..."Franz Kafka, Le Chateau

**
Babasının dün geceki ani gidişinin ardından bugün belki de dünyanın en tatsız bürokratik işlemlerini yapmak zorunda kalan E. hastane koridorlarını arşınlarken, imamın kapısını, başhekimin odasını ararken hissettiklerini "Kafka kitapları gibiydi" diye özetledi.

Tam bilemesem de aniden, hiç beklenmeden yitip giden ardından insan kendisini karanlıkta bırakılmış, yalnız, görebildiği her şeye bir o kadar uzak hissedermiş gibi geliyor.
İşte belki de bu yüzden eldekilerin kıymetini bilmek, zamanı yaşamak gerekir çünkü dün o gözlerle gözün içine bakan yarın orada olmayabilir.

"Beraber ve beraberce karşı olmak"


Bence maçın özetidir. "Unite Against Racism" İlk golden sonra yaptığı hareket gayet saçma olsa da kolundaki bant oldukça manalıydı, hatta bence yaşadığı gerçeğin bir göstergesiydi. Ne yazık ki derinin rengi hala önemli bir mevzu şu küreselleşme mavrasının içindeki hayatta. Kim olursa olsun, hangi ülkede hangi pozisyonda bulunuyorsa bulunsun (geçtiğimiz yıllarda eto'o'ya tribünlerden maymun hareketi yapılmamış mıydı?)

motto: I have a dream that my four little children will one day live in a nation where they will not be judged by the color of their skin, but by the content of their character.
Martin Luther King Jr.

Okuyabilmek

Hayatta belki de "talihsiz" olduğum sayılı konulardan biridir: o renklerdeki yalnızlığım. En çok sevdiğim, en çok güvendiğim insanların hemen hepsi o takımlı. Büyük talihsizlik! Beraber seyredemeyiz, beraber tribüne gidemeyiz, beraber boynumuza dolayamayız.

Dün gece F.A. ile geceyarısı yaşanan konuşmalarda, benim pek ihtimal vermediğim korkudan sadece göz ucuyla bakabildiğim anlarda "maçı okuyabilmek önemlidir" cümlesini hatırlıyorum. Doğru. Nasıl okuyup sonrasında ne dediyse oldu, gerçekleşti.

Okuyabilmek.

Hepimiz okuyup yazabiliyoruz, öyle veya böyle belli bir yere kadar öğretime de devam etmişiz ama gerçekten okuyabiliyor muyuz? Önümüzde yazanı, ekranda seyrettiğimizi, karşımızda konuşanı okuyabiliyor muyuz? Sadece verileni görmeyi tercih etmeyip daha farklı bir şekilde yazılmış olacağını düşünüp farklı okuyabiliyor muyuz? Bence hayır. Önümüzdeki, elimizdeki ile yetinip bir şekilde arkada gizli kalanı görmüyoruz. Görmek çaba ister. Layıkıyla görmek, okuyabilmek biraz çaba, biraz başka bir düşünüş gerektirir. Hatta kimi zaman insanı sürüden çıkartır yalnız bırakır ama yanlış olduğu için değil, farklı olduğu için.

Farklı olmak, farklı görebilmek, farklı okuyabilmek çoğu zaman eğlencelidir ama kimi zaman sıradanı aratır. Sıradan ve sadece renkleri güzel olmayı aratır insana. Farklı olarak yapılan her şey farklıdır, yolu kolay çizilmiş, sonuçları kolay taşınabilecek değildir. İşte bazı anlarda sıradan ve renkleri güzel olmak insana çok güzel, çok kolay, çok tasasız gelir çünkü okumaya, satır aralarını çözmeye, karşıdakinin ruhsal gel-gitlerini anlamaya hiç mi hiç gerek yoktur, küçük hayatın içinde küçük şeylerle mutlu olunur, yaşanır gider.
Ne var ki okuyabilen, görebilen, ağzını açıp kendi fikrini ifade eden için bu sıradan yapı, ruh hali daimi şekilde sürmez. Süremez. Yine her şey aslına geri döner.

Kıssadan hisse, okuyabilmek önemlidir. Maçı, kitabı, karşıdakini, ötekini, yaşananları ve yaşanamayanları, günü, hayatı, aşkı, dostluğu kısaca her şeyi...

Sadece

Mutluyummmm.
Mesafeli aşk ilişkisini iptal ediyorum. Benim değil mi o, tamam o zaman bitmiştir mesafe filan, yeniden göz bebegimdir kendisi, onu, o renkleri alırım koynuma, dolarım boynuma.

Tuesday, March 4, 2008

Bankta graffiti

Ben genelde duvarda olanlarını severim ama bank denilen şeyi, üzerinde elimde kahvemle oturmayı sevdiğimden ancak burada bunu yapmayı çok özlediğimden tav olup koydum resmi.

Bankta yazan graffitiye gelince... Bence de. Hem de çok güzel bir şekilde ve çok kısa bir zamanda olacak.

P.S. Şu saatte şunları yazıyorum çünkü mesafeli bir aşk ilişkisi yaşıyorum. Kah bakıyor, kah bakmıyorum ( o capel'in durumu ne?). Ama eğer penaltı vuruşlarına kalırsa yatarım, bakamam. Ama o yorumcular nedir ya? Sussun bu adamlar! Sustursunlar bu adamları! İnsanın bütün maç seyretme zevkini öldürüyor. Zaten zor ve mesafeli bir aşk hikayesi yaşıyoruz şurada...

Everything will be o.k. darlin'

Kıskançlık

Garip duygudur kıskançlık. Pek anlamadığımı,hissetmediğimi kimi ise zaman çok garipsediğimi yazmışımdır ama anlaşılmaz yani tipik bir kız olarak da nadiren de olsa ıslıkla I'm just a jealous guy diye söylenmesine itirazım olmaz demişimdir.

Tehlikeli olabilecek bir duygudur kıskançlık. İşte burada tehlikenin boyutu kendine ve karşındakine olan güven ile şekilleniyor.

whatever...

Nadiren beraber tatile çıkan hatta arada 3 sokak olmasına rağmen nadiren toplu halde görüşen A. ailesi önümüzdeki günlerde La Bouqeria'ya doğru yola çıkıyor. Evet şehir çok güzel, evet şehirde hayat çok güzel, evet cava çok güzel, balıklar, tapaslar çok güzel ama asıl Barcelona güzel. F.A. ve ben ilk defa beraber tribünde maç seyredeceğiz. Elbette kendi atkılarımızla ama aynı tribünde. O gün Valladolid maçı varmış. Sırf bu yüzden pazartesi dönüyoruz, biletlerimiz de kulüp tarafından otele gönderilecekmiş. Yerimiz kategori 2. Yani stadın en muhteşem yeri değil ama yine de çok da güzel, pek de güzel.

Kıskançlık kısmı ise... Hissedenlerdeki elbette arızalı, hastalıklı bir kıskançlık duygusu olmayıp, sadece çok naif bir şekilde, beraber yapılamayanın hissettirdiğidir. That's life...

motto: "un peu de jalousie éveille un amour heureux qui s'endort", madame deshoulières

Hatırlatma # 2

halit ayarcı- "ben aldandığımı anladım hayri bey".

ahmet hamdi tanpınar, saatleri ayarlama enstitüsü, dergah yayınları, son sayfa

Çok güzel romandır Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Bilen bilir, bilmeyen bilmez, muhtemelen eksikliğini de hissetmez.

Gerçekten her şey kendince, yolunca akıp giderken birden bire beni vuran cümle olmuştur Halit Ayarcı'nın Hayri İrdal'a ettiği bu son cümle. Roman böyle bir şey, hayat böyle bir şey. That's life

P.S. That's life... play it again for me Frankie.

Monday, March 3, 2008

Hatırlatma!

fool me once, shame on you
fool me twice, shame on me.

Daha önce motto olarak yazdığımı biliyorum ama yazmak yetmiyormuş, hatırlamak da gerekiyormuş. Ben unutmuştum ama sağolsun hatırlattılar. O kadar şanslıyım ki ...

Sunday, March 2, 2008

Never on sunday # 3

Günler, geceler geçmiş... Pazarın getirdiği "sanki baharımsı" bir hava ile daha bir keyif ile kelimeleri yanyana koymak belki de.

Mesai sonrasında cuma gecesi enerji müzesi'nde parti, F.A.'yı eve bırakma, üşengeçliğime yenilmeyip Sekvotka ve Çirkin ama Karizmatik Erkek B. ile gece dünyasına geri dönüş, Yan, Tesadüf O.'nın ortaya çıkması ile Fantastik 4'lünün eksikliğini hissetme; cumartesi akşamı Fantastik 4'lünün yemek-rakı keyfi, yazı-tura ( iki kere) ve gitmeyiş.

* Ben hep çok gülerim kıkırdayan halime. Çocuk gibi gelir. Zaten birçok açıdan çocuksu bir halim var ama kıkırdama mevzusu hiç bakmayan, ilgilenmeyen görüntümü anında yıkan, yerle bir eden bir durum. Engelleyemiyorum.

* Galiba cidden iyi bir insanım ben. Söylenen, anlatılan bir şey değil, yaşanan bir şeydir iyilik. Zaten de öyle olmalı. Kızgın olmam, burnunu sürtmem hatta hatta canını acıtmam gereken birine iyi bir şey yaptım cuma gecesi. Daha bilmiyor, belki de hiç bilmeyecek. Önemli değil, ben biliyorum, kafi.

* İnsanların birbirleriyle kurdukları medeni ilişkileri seviyorum ben. Kimse kimseyi sevmek, bağrına basmak zorunda değil ama medeniyet diye bir şey var. Zerre hazzetmediğim şeyler geride bırakılanlar, geçmişte kalanlar için "görmem, görsem de bakmam, merhaba demem, benim olduğum yere gelemez" gibi sarfedilen cümleler. Zaten "iyi çocuk" demiştim kendisi için artık medeni de diyebilirim. Ne kadar güzel bir şey yahu, yüzyüze bakabilmek, tokalaşıp öpüşmek öyle kasım kasım kasılmadan, komplekslere kapılmadan.

* Sekvotka demişken nisanda askere gideceği için kendisi, ona tabiyim o güne kadar. Ne isterse onu yapıyor, nereye isterse oraya gidiyorum. Ama Rejans'ta yemek(yine). Ulan bir dur, insaf et, her akşam bir alem, her akşam bir yemek, tükendim, bittim. En sonunda senin yüzünden evlenip çalışmayı da bırakıp koca parası yiyeceğim (yiyeceğiz), adama da "ama bebeşimm, kadim dostum sekvotka aç mı, açıkta mı kalsın?" diyeceğim .

* Pazar bugün. Sadece John Coltrane duymak istiyorum. Aşk ilişkisini mesafeli yürüttüğüm için dün ilgilenmedim bile, sonucu da önemsemedim, bugün o takımınki ile de ilgilenmiyorum. Normalde kaybetsinler diye seyrederdim ama bugün ilgilenmiyorum, giden gitsin, kazanan kazansın, benimkisi geçen günden beri l'amour a distance, ne zaman eskiye döner bilmiyorum.

Unutulmuşlar:

p.s. alarko kombi ve istavrit dansı için m.'ye teşekkürlerimizi iletip, buradan bir kıkırdama gönderiyorum kendisine.