Wednesday, October 29, 2014

Arada yaşananlar # XIII

Başlayan rédaction günleri, yazılan ilk sayfa mutluluğu, sabahın köründe asla açık olmasını beklemediğim Kanyon ve sabah erken toplantısı, buluşması; İ.K.'nın mini doğumgünü kutlaması; (mutlulukla) hala Radio Days deyip çıkışında hiç beklenmedik şekilde- şahin gözlerim sayesinde- yaşanan R. tesadüfü ile pastane masasında yine beklenmedik şekilde eğlenceli geçen kısa görüşme; pastırma yazının taçlandırdığı cuma mutluluğunun yine ve yeniden beklenmedik şekilde artıp Sabahattin'de öğlen rakısına dönüşmesi; pek özlediğim Fuket'i cumartesi trafiğinde gecikmeli ve müthiş "grafiker abla" olarak görmem, yine efsane ilgisizlikteki garsonlar derken en azından güzel servis ve güzel yemeklerin şaşmayacağı Cavit ve hafta içi günkü mini kutlamadan asıl kalabalık doğumgünü kutlamasına dönüşmesi, içilenlere ve yenilenlere rağmen never on sunday hafifliği ile haftayı kapatmışken, pazartesi ile başlayan haftanın tatillere bölünmesi, aylar sonra gelen İsveçli ile mi-journée geçirilen gün ve gün ortası yemek masası, gün ortası dedikoduları, gün ortası anlatılanlar, gün ortası söylenenler, "şoktayım" duygularının telaffuzunu sonuna kadar hakeden televizyon programları, "hoşbuldum" ve "tesssekkür ederim" dünyasındaki gülünen ama ağlanacak haller ile devamın gerekliliği...her türlü çirkinliğe, gerçekliğe, yaşanan korkunç üzücü olaylara rağmen devamın gerekliliği.

P.S. Rédaction hala tek sayfada duruyor. Ama dedikleri gibi başlamak işin yarısını yapmak gibi bir şey. 
 

Monday, October 27, 2014

"Yeni" inadı, "yeni" ısrarı ile gelmesi kaçınılmaz olan yeninin çöküşü

..." Almanya'yı düşünmek istemiyordu artık, günün birinde uykuya kavuşacağını ümit ediyordu. Rio'daki siyasi durum iyileşiyordu. Rejim, bir diktatörlük biçimiydi elbette, Vargas'ın kişiliği Roosevelt'ten ziyade Franco'ya yakındı. Onun Estado Novo'su siyasi partileri yasaklamış, komünistleri hapse atmıştı. Ancak, Makyavelci cumhurbaşkanı, Reich ile içli dışlı olduktan sonra giderek Amerika'yla yakınlaşmaktaydı."... Laurent Seksik, "Stefan Zweig'in son günleri" s:77

Unutmuşum Brezilya'nın bu "çok afedersin bizden daha kötü olmasın, estado novo'sunu". Ülkeyi daha doğrusu kendi kafasında kurguladığı haliyle cumhuriyetten kurtarıp da yarattığı Estado Novo'sunu 15 yıl diktatörlük ile yönetip intihar eden Getulio Vargas 'lı Brezilya'yı. Stefan Zweig'ın son günlerini anlatan kitapta okuyup da hatırlayınca ne büyük talihsizlik ki kendi yaşadığım sınırları da hatırladım. "İntihar ve son günler" kısmı değil elbette ancak yeni Türkiye kısmı nedense tarih boyunca yaşanmış estado novo'ları getirmiyor mu akla?  Eskinin neredeyse iğrenç olarak kabul edildiği, yeni dönemde her şeyin tertemiz, pirüpak olduğu eskinin köhnemişliğine en güzel cevabın devasa binalar, devasa projeler olduğu, mutlak çocuk sevgisi ve mutlak üreme  geleceğinin en büyük geleceği şeklinde kabul gördüğü, her daim fakirin yanındaki şefkatli kurtarıcının varlığı ile hayalleri süsleyen ancak gerçekte iş bitip devran dönünce fakirliğin, yozlaşmanın örneği olarak gösterilen estado novo'lar. Hadi tamam, Almanya var ama o da işte istisna denilen şeyin en güzel örneği.


  In the tenth and final commandment, the circle is closed with the justification of repression: 'The enemies of the New State are the enemies of the nation. In the service of the nation — order, common interest and justice for all — strength can and must be used, since it puts the nation's self defence' into practice (Decálogo)

Antonio de Oliveira Salazar- Portekiz, Estado Novo, 1933-1974
Getulio Vargas- Brezilya, Estado Novo, 1930-1945
Adolf Hitler- Almanya, III. Reich, 1933-1945


 P.S. Aslında arada Sovyet Rusya ve Joseph Stalin dönemi var ki neredeyse gökyüzünü delecek kadar yükseklikteki gökdelenleri, "büyük temizlik" uğruna gulaglarda ölesiye çalıştırdığı entelektüelleri ile muhtemelen diğerlerini geçer de yönetim içerisinde bir yenilikten, bir dönemin bitip diğerinin başladığını ilan etmediği için onu ayrı tutmak gerek sanki.

Monday, October 20, 2014

Hem pazartesi, hem başlangıç

Öyle olsun...Başlangıçlar olsun, keyifli mutlu olsun, uzak olsun, olduğu gibi olsun, sabah erken olsun, güneşli olsun, tiril tiril olsun ...

Chicago 'ya bayılıyorum. Hele bu şarkısına, Beginnings , sonlara doğru özellikle de 4. dakikadan itibaren insana kendisini kaybettirecek kadar coşturup dans ettirmesine ise resmen kendimi kaybediyorum. "Only the beginning. Only just the start " . 

Tamam, arada kaytarmaya izin var ...

Sunday, October 19, 2014

Beklenmedik geceden geriye kalanlar


Aslında hiç beklenmedik biçimde şekilenen bir gece oldu. Öyle evde oturup da kebapçı televizyonunda maç seyretmeye, maç seyretmek için eve insanları toplamaya, yemekler yapmaya, hele hele şampanyaları patlatmaya hiç ama hiç niyetim yokken kendiliğinden gelişen, davetlileri ile yolunu çizen bir gece oldu. İyi de oldu. En güzellerinden biri oldu. Her şeyden öte hafif oldu. Gerisini sallayabiliriz. o halde. 

...uzun zamandır sekvotka'nın manitasinı eve çağırıp "vejetaryen" ağırlama arzumu gerçekleştirme çabasındayken "ama cumartesi maç var" diyen çirkin ama karizmatik erkek b. sayesinde gecenin konulu ve maçlı bir hale dönüşmesi, "kaçta gelelim, ben 6'da gelir viskimi içmeye başlarım" konuşmalarının tamamen boş çıkması ve yanında sürprizlerle çıkıp gelen sekvotka, pek sevdiğim manitası a., gecenin asıl sürprizi paris çocuğu " ve artık o doktor " olan f.t. , daha da ilginç bir konuk olarak ayağında şahane stand smith'leri ile ali akay, gecikse de buzu unutmayan e. & r., geceye damgasını vuran t. ve tabii geleneksel olarak en geç gelen kişi olarak # 8 kadrolu bir gecenin bitmeyen vukuatları, talihsiz bir şekilde sesli tepkili şekilde seyredilen bir maç, talihsiz ve sıkıcı bir maç, dünyanın en aptal ve gereksiz futbolcu hareketlerinden birine imza atan alves salağı, gelip de koltuğa oturduğu anda o takımın gol atmasıyla ayağının uğursuzluğuna inanılan, hele hele gelen 2. gol ile iyice balkona çıkması farz olan # 8, biten maç, biten yemekler, biten şahane bamya kızartması, biten içkilerden oluşan mini bir dağ görüntüsü, t.'nin sahneye çıkıp neredeyse hiç inmemesi, talihsiz bir şekilde- cumartesi gecesi 12'den önce- yan taraftan gelen uyarı (!) vuruşuna girişme girişimimin engellenmesi, çok manasız ve yanlış olduğu için kaale alınmayan uyarıya uyarı ile verilen cevap verip dümdüz devam ederek kendiliğinden aynen başladığı doğallıkla biten keyifli gece ...

P.S. Bir kez daha Türkiye liginin ne kadar kötü olduğunu ve Lig TV aboneliğini iptal etmenin ise ne kadar doğru bir hareket olduğunun görüldüğü bir gece idi, dün gece. Bunları, bu şımarık ve futbol oynadığını zanneden, her sezon aldığı parayı (ve tabii beraberinde gelen toplumsal itibarı) zerre haketmeyen adamların oynadığı oyunu mu seyredeceğim, para mı kazandıracağım bu kötü sisteme? No fuckin' way, bebegim. Sevenlerine, ekmeğini yiyenlere geçmiş olsun bir kez daha!

P.S. (2) Yinelemek için değil de, sadece kendime hatırlatmak ve bunu daha sıklıkla tekrarlamayı hatırlatması için: "en sevdiğim şey evde insan ağırlamak". Yorgunluğu, pisliği, uğraşı geride kalan keyfinin yanında görülmeyecek kadar ufak  kalıyor. 

P.S. (3) Peki uzun zaman sonra gelen bu gecenin değişeni neydi? Ya da var mıydı? Her şey. Veya hiçbir şey. Doğal olarak akıp giden hayat içerisinde hiçbir şey aynı kalmıyor. Aynı kalıyor gibi gözüken de aynı kalmamaya devam ediyor. Ve ne güzel, iyi ki de hiçbir şey aynı kalmıyor.  Kötüsünü görmek yaşattığı tatsızlık içerisinde bir hayat dersi olurken, iyisini görmek ise zenginlik yaratıyor, ufukları genişletiyor, hayallere ulaşımı sağlıyor.  

P.S. (4) Karşı cinse özel bir not: İlişkiyi bitiren her zaman kadın olduğu gerçeği. Eğer kadın kendi kafasında henüz bitirmemişse veya yaşananların acısını çıkartmak istiyorsa ya da kendince almak istediği bir intikam duygusunu içinde hala taşıyorsa o ilişki bitmemiştir, daha oynanacak rauntlar var demektir. 

P.S. (5) Şampanyalarıma kıydığıma göre belli ki cidden içimden gelmiş, çok mutlu olmuş, keyif almışım demek ... 

İşte beklenmedik ama bir o kadar fantastik geceden geriye kalanlar; "emek". Futbolda da, hayatta da, ilişkilerde de. 






Monday, October 13, 2014

Arada yaşananlar # XII


Evde kalınan bayram tatili, A. Ailesi'nin devam eden ada macerası ile ilk gün gidilen adanın toplu taşımadaki insanı bunaltan bütün arap yarımadasını neredeyse taşıyan kalabalığı, tatilin devamı, tatilde okunacaklar, tatilde konuşulacaklar derken hala en lezzetli, hala en sevdiğimiz meyhane Cavit'e taramalı, lüferli bir nevi bayram ziyareti; artık Buenos Aires'i ikameti olarak seçen Forever A. buluşması, Cihangir'de yaşayıp da Cihangir'de herhangi bir yere gitmeyi sevmeyen biri olarak Forever A. sayesinde bilmediğim gitmediğim mekanlara gitmenin ilginçliği; hala devam eden hatta gelişen, içinden bir yenisini doğuran radyo günleri, üzücü ve insanı boğan gündemde nefes alabilmek için biraz J.A., bolca # 8 deyip cumartesi gecesi mutluluğu olarak Sabahattin, toplum içerisinde utandırarak doğumgünü kutlaması yapılan Boogie Boy & U. ve tabii Muzo ve her daim "siz biraz kendi aranızda hasret giderin" deyip geç gelen # 8, gecenin fantastik sürprizinin Sabahattin'e geldiğimizde karşıma çıkan ve kendilerini pek bir özlediğim K. Sisters ve A.Ç.  ile geçip giden rakılı lüferli palamutlu bir saturday nite happiness ile never on sunday sakinliği, pazar sineması, patlamış mısırı, ikili yapışık koltukları ile arada yaşananlar...

P.S. Bayram öncesi tez için yapılan konuşmalar bir şekilde iyi hissettirdi, yalan değil. Ama artık başlamak yazmak lazım. 

P.S. (2) Sıkıcı olduğu kadar bir savaş alanına dönen kaderimiz olan coğrafya sebebiyle keyfim pek olmadığından Gülben Ergenli "kocasının ve kendini elini öpme" hadisesi gibi konuları geçiyor gibi oluyorum; işte ona üzülüyorum. Daha detaylıca ve derinden gireceğim günler yakındır ama keyfim yok bu tip konulara. Yine de şöhretli takımına gelene kadar şöyle bir etrafa bakıp, elbette sadece benim değil hemen herkesin hemfikir olup diyeceği şey şudur ki "insanoğlu ancak inanmak istediğine inanır, karşısındakini, kendi içinde bulunduğu durumu ancak görmek istediği gibi görür". Nasıl Gülben Ergen'nin asıl sevindiği olayın boşanmış ve üç çocuklu biri olarak birisini bulması olup, bunu dışarıya sanki istisnai bir sevgi ve saygı paylaşımı ile beraber en çok da bugünlerde çok para getiren musluk maneviyat yolundaki müthiş bir birliktelik gösteriyorsa; nasıl yan masadaki adam gençliğinde yaşadığı ilişkiyi kendisinin olmasını istediği hali olan "acıklı, fedakar, büyük aşk" şeklinde çizip, olayın gerçek yüzünü yani ruhsal bir sarhoşluk olarak kabul etmeyip kendisini kandırıyorsa; nasıl telefonda bir zamanlar ilk aranacaklarda ismi kayıtlı olup bugün ancak bitmiş veya şekil değiştirmiş arkadaşlığın bir aktörü yaşananların gerçek sebebini görmezden gelip kendi inanmak istediği mazereti dillendiriyorsa; nasıl politikacılar yaptıkları bütün hataları yalan söyleyerek süsleyip yeniden satıyorsa hepimizin bu hayatta oynayacak sahnemiz, daha çok takacak maskemiz var demektir. Buradaki ince çizgi kafada kurgulananın gerçeğin üstünü örttüğü yerde gizleniyor. Yoksa mesele takmak ise, hiç sorun değil, herkesin bir şekilde bir yerlerde bir takım insanlarla beraberken taktığı maskeler var. Maske ile gerçek birbirini tamamlıyor, birbirine uyumlu ise sorun yok ama maske kendini "ben buraya ait değilim" deyip sürekli düşüyorsa işte orada iş ilginçleşiyor. Günün sonunda herkesin maskesi kendisine. 

P.S. (3)   "Allah yazdıysa bozsun" derdi Sekvotka ikimiz için çıkan dedikodulara, varsayımlara. Gerçekten de arkadaşlar arası yaşanan ilişkilere "dostluk mu sevgililik mi" denirse kesin dostluk kazanır. En azından bizim dükkanda. Ne var ki bu "Allah yazdıysa bozsun" lafı kimi zaman kimi ilişkiler için herhangi bir yere gitmemesi ne kadar doğruymuş, yaşandıkça, görüldükçe doğruluğunu ne kadar da hissettiriyormuş. Iyi ki yazılan bozulmuş, iyi ki hiç yazılmamış, iyi ki, iyi ki, iyi ki ... Cidden şöyle bir düşünüp, gözümün önüne getirdim de midem kalktı. 

P.S. (4)   Savaş hali, silahlı saldırı hali, ayrımcılık hali, birbirini, komşunu, kardeşini öldürme hali hiç bitmeyecek mi burada? Hiç mi güne keyifle mutlulukla başlayamayacağız ve hep mi mutluluğa ulaşmak için çaba sarfedeceğiz? Sıkıldım.

Tuesday, October 7, 2014

Coğrafyanın içine ...

Kimin söylediği muallakta kalan bir söz var "coğrafya kaderdir" diye. İbn-i Haldun mu demiş, başkası mı ilk söylemiş tam olarak bilinmiyor olsa da doğruluğu tartışılmayacak bir gözlem, ifade. Öyle değil mi? İnsanların olduğu kadar ülkelerin de kaderini belirleyen bir şey coğrafya. Hele bizimkisi korkunç bir talihsizlik. Resmen talihsizlik. Coğrafyası, komşuları, sınırları, insanları ile o kadar tüketen ve yıpratan bir ülkeyiz ki ...  

Beceriksizlik, çapsızlık, vizyonsuzluk, inatçılık, biat etmişlik, cehalet ile yönetilen çoğunluğun kendilerince haklı ve bir o kadar mutlu günlerini yaşıyoruz. "Yalnız ama güzel" filan değil, bildiğin sürünün yönettiği çirkin bir ülke. Geçtiğimiz on yıl içerisinde her şey iyice çirkinleşmiş, seviye en alta inmiş olsa da bir eksik vardı; savaş. Öyle uzaktan kumandalı filan değil, basbayağı toplu, tanklı, hava saldırılı, cephede askerin olduğu savaştı eksiğimiz. O da geliyor. Hem de çok yakında. Bu sadece beceriksizlik olamaz, üzücü olan bunda kötülük de var. İyilik diye gösterilenlerin iyilik olmadığını yakınen gördük biz. Değişen bir şey de yok. O halde son yakın. Dip. Hem de en aşağılardaki dip. Yeniden doğuşlar için dibi görmek, dibe vurmak gerekirmiş öyle diyorlar. Hayırlı olsun. Kim bilir, belki bu seferki anka kuşununki gibi olur, bambaşka olur ...

P.S. Lahey diyorum ben. 

Wednesday, October 1, 2014