Wednesday, April 30, 2014

Arada yaşananlar, VI

Gerçekten de garip geçen nihayetinde bitmeye çok yaklaşan nisan ayı, yaşananlar, öğrenilenler, deneyimlenenler, eğitimler, eğitim dersleri, eğitimde gelen hayat dersleri, sıkıcı hayat dersleri, herkesin kendisini hayatın içinde bir otorite olarak görmesi neticesinde sürekli insanlara bir "öğreten adam" tadında ders vermesi, başöğretmen tavırlı yaklaşması, aylar ama aylar ama cidden aylar sonra gördüğüm İsveçli, uzun uzun oturup rakı içtiğim onun şarap içtiği, sakin ve huzurlu saatler geçirdiğim İsveçli, güzel bahçeli parklı karşı taraf, geceyarısı gece dönüşü, # 8, beklenen 23 nisan, gidilen sıkıcı şehir, ankara, ciddi konferans, gerçek dertler ama karşılığında verilen en güzel cevap olarak gerçek umutlar, pasif şiddet, etraftaki pasif şiddet, telefondaki, sesteki, yazıdaki, söylemdeki pasif şiddet, ankara'nın en güzel yanın hala ve her zaman istanbul'a dönüşü oluşu, kadim dostum sekvotka'nın doğumgünü partisi, eğlenceli ve güzel doğumgünü partisi, küvetteki buzlar, buzun altındaki içkiler, #8= nemiroff süksesi, nihayet son hafta, bitsin artık nisan ayı dedirten son hafta, strasbourg-tropea-paris-avrupa konseyi-birleşmiş milletler insanları derken, sekvotka'nın doğumgünü günündeki kutlaması derken, yaşanan, düşünülen, hissedilen muhtelif ama bilinen varlığını hissettiren durumlar...

p.s. gerçekten de "what's your damage?". o kadar sıkıldım "damage"dan patlamış ve dağılmış insanların hiç kendi derinliklerine eğilmeden her konuda bencilce kendilerini haklı görme iddialarından. gerçekten "offfff". mesele "damage"da, hasarda, geçmişin yaralarında değil (olamaz da zaten. neden olsun ki? derdin varsa ismini koyarsın sonra da halledersin, sen sağ ben selamet). yalan değil, içimden gerçekten denemek geçiyordu, "belki olur, işe yarar, belki bir şeyler bir yerde değişir" diye. niyetliydim. ama artık içimden gelmiyor. ne konuşmak, ne anlatmak, ne de anlatmaya çalışmak. en azından şimdilik. muhtemelen daha uzunca bir süre daha. istemiyorum. ne anlamaya çalışmayı, ne de kendisini kendisi ile tanıştırmayı. belki sonra. belki de hiçbir zaman. yetişkinler kendi hayatlarından sorumludur. nasıl çocuklarına yaptıklarının ve tercihlerinin sonuçlarına katlanmayı öğretiyorlarsa bunun kendi hayatları için de geçerli olduğunu bilmelidirler. o yüzden benden "basta". epeyce bir süreliğine ferahlıkla basta, uğraşarak boşa kürek çekemeyeceğim çünkü.

p.s. (2) rakı masası denilen yer gayet önemli bir yer de işte arada bir yanlış insanlarla oturduğum, ehemmiyete samimiyetsizlik ve talihsizlik kattığım oluyor. genelde bu saçma hatayı yapmamaya çalışsam da var işte birkaç talihsiz rakı masası ve yanlış insanlar birleşimi. whatever. olur böyle şeyler, dert değil. o şarap içse de yine isveçli ile oturduğum "rakı masası" idi. neredeyse iki yılı aşkın bir süre sonra, ilk defa yalnız olarak, başkaları olmadan. güzeldi, ilginçti, rahattı. 

p.s. (3) cumartesi gecesi sekvotka partisi'nde ile bir kez daha "tamamdır" dedim. gerçekten de geri dönüşün imkanı yok. yani elbette hayatta her şey olur, öyle katı ve iddialı hareketlere gerek yok da o geri dönüşte hiçbir şey aynı olmaz. olmasın da zaten. aynı suda iki kere yıkanılmayacağı gibi, geri dönüşler de hiçbir zaman aynı olmaz. insanın aklı, beyni, yüreği bir kere birisinden, bir haneden, bir ilişkiden gitmişse geri dönüş hiçbir zaman gittiği seferki gibi olmaz. dönse de aynı olmaz. iyi bir şey ama bu.

p.s. (4) arada yaşananlar süresindeki "eğitim günlerine" denk gelen bir başka fantastik arada yaşananlar durumu ise iddialı laflar etme müessesinden ne denli hazzetmediğimi hatırlattı. gerçekten de var böyle bir müessese ; "iddialı laflar etme müessesi". nedense herkes kendisini yüksek merci kabul ettiği için iddialı laflar etmek de bu mercinin olmazsa olmazlarından. iş hayatından, aşk hayatına, arkadaşlıktan, sevgililiğe, evliliğe, ebeveynliğe her yer tarafta iddialı lafların yankıları işitiliyor! ilginç tabii insanın kendini gördüğü yüksek yüksek tepelerde giriştiği bu iddialı hareketler, söylemler. hayır, derdim bu lafların edilmesinde değil. eden eder, kaale almak isteyen de alır. kim engelleyebilir , kim susturabilir ki? inanmış ki ediyor işte. "sen hayatımın kadınısın", "benim evim artık mirgün", "benim miladım ata", "büyük aşkı bitirdim", "artık orada değilsin", "seni doğurduğum gün benim de doğumgünüm" gibi türlü türlü iddialı laflar var işte ortada. dediğim gibi hiç itirazım yok da, bu kadar iddialı ve büyük laflar ediliyorsa  şayet o halde edilen lafların iyi veya kötü de olsa altı doldurulsun, ona göre yaşanılsın, eğer edilen lafların karşı tarafta bir sonucu oluyorsa da bu da kabul edilsin. büyük laflar edilirken  içine girilen çok havalı çok iktidar göstergesi haller sonrasında karşı taraftan beklenti taşınıyorsa, eh işte o pek olmuyor. sorry ama o hava civa iktidar yüklü hareketler elde patlamış oluyor. eh hayatta bu da var.

p.s. (5) gülen, mutlu bir sekvotka = arkadaşının mutluluğundan mutlu olan bir anotherstar. arkadaşlık denklemi bu kadar basit olmalı. gerisi çok da fifi !

Monday, April 21, 2014

P.S. # 2

korkunç ivan misali korkunç kurt adam temalı tutulma-eclipse günleri, gerçekten içimizden birilerinin beklenmedik şekilde kurt adamlaşmaları, sudan sebeplerle olmayan mevzularda edilen kavgalar, çıkartılan hırıltılar, kanlı dolunay filan derken sarhoş gibi bilinçsiz hareketler, kendinde olmayan davranışlar, araya sıkışan beklenmedik cenazeler, radyo günleri, inanılmaz yorucu geçen 3 eğitim günü, coğrafya günleri, ağlayan kadın günleri, sitemkar kadın günleri, bitmeyen taleplerle gelen kadın günleri yaşanırken müthiş eğlenceli niyeti ve bir pazar sabahında kendisi için fantastik bir hareket ile "en kötüsü bir çay içerdim" harikuladeliği ile mutlu eden # 8, insanlardan ve tahammül edilmez bencilliklerinden iyice sıkıldığım günlerde nefes aldıran gündelik mutluluklar vs derken p.s. günleri, pms günleri ...

p.s. küçük dünyaların insanları olarak hala buralarda "twitter'ı dize getirdik" gibi dünyanın en embesil en zeka özürlü laflarını edebiliyor, buna da inanılmasını bekliyoruz. hala. acıklı tabii düşülen durum. insan "zavallı" demeden edemiyor. ne de kötü bir şeydir birine birilerine acımak da bunu edene ne denir ki?

p.s. (2) twitter gibi dünya devlerini dize getiren bir coğrafyanın sıradan ama gururlu mensubu olarak rüşvetin cari açığı nasıl kapattığını da merak etmiyor değilim hani. gerçekten nasıl oluyor cari açığı kapatmak? o zaman hepimiz ödediğimiz kdv ile, stopaj ile, kredi kartlarından alınan komisyonlarla, trafik cezalarıyla, içtiğimiz içkinin vergisi ile yanında gelen hesabın gittiği kasanın ödediği vergi ile cari açığı kapatıyoruz. ben buradan bunu anlıyorum. gerçekten de kahraman olmak müthiş bir şeymiş. artık budur mottom: "cari açığı kapatıyorum ben" 

p.s. (3) yıllardır değişmeyen en büyük teknolojik hatam; hala yanlış insanlara yanlış mesajlar, e-mailler atmak...yok bitmiyor. özellikle de aynı ismi taşıyanlara gönderdiğim fantastik ötesi yanlış mesajlar herhalde bir gün sonumu getirecek. ama olsun "cari açığı kapatıyorum ben"... 

ne gülüyorum ağlanacak hallere ya neyse...
 

Monday, April 14, 2014

Sabah keyfi # 3



Kolay olmadı buralara gelmek. Cidden. Uzunca bir süredir yaşanan iç sıkışıklığı, yürek daralması, sevimsiz yaşam kareleri, sıkıcı insanoğlu karakterlerinin yaşama müdahalesi filan derken gerçekten hiç ama hiç kolay olmadı bu keyifli anlara gelmek. Ama oldu. Bir şekilde oluyor işte, öyle veya böyle. 

fantastik şekilde gelişen şaşırtıcı ve hızlı tez yazma hareketleri, girişimleri, güzel hava, kaç zamandır görmediğim g.g. ile touchdown buluşmasının kalabalıklara taşması hatta yayılması, mekanlara uzaması, sekvotka ile pek sevdiğim manitası a.'yı görmem bir yana, çirkin ama karizmatik erkek b. derken bir de üzerine herhalde 7-8 aydır görmediğim isveçli'yi de görünce döngü tamamlanmış oldu. başlayan bahar doğumgünü kutlamaları, pek sevdiğim t.'nin hiç benlik olmayan ama kendisi için şahane olan doğumgünü kutlaması, birçok kişinin beğenmeyeceği ama benim bir o kadar bayıldığım payetli parıl parıl bluzum, "dallas cowboys'un formalarına benziyormuş senin bluz" diye gelen # 8, gecenin fantastik lafları, kalkılamayan yemek, konuşuldukça konuşulanlar, adını bilmediğim yemek sonrası gidilen mekanın ardından gelen yan, evlere şenlik yan, elbette fantastik selfie'ler derken geçip giden cumartesi gecesi, pazar günü, güzelleşen hava, sakinleşen halet-i ruhiye, cephedeki büyük değişiklikler, büyük ve geleceği açık değişiklikler, mutluluk (nihayet), güne güzel başlama umudu (nihayet), şahane müzikler, devam eden giden radyo günleri ve nihayetinde "oh be"!...

     

Thursday, April 10, 2014

Bonne Nouvelle

Bütün bu kargaşa, seçim günleri, gelgitli ruh halleri, Paris halleri derken neredeyse 1 aydır şahane bir haberi bilmenin keyfi ile yaşıyorum; Fuket'in dönüşü! Ani oldu, sürpriz oldu, beklenmedik oldu ama benim için şahane oldu. Gerçi kendisi ve Furi için ne kadar harikulade olduğu tartışılır. Özellikle de geldikleri günler geçtiğimiz ayın ortasına denk düşüp de gerginliğin patlayacak derecelere çıktığı zamanlara geldiği düşünülürse Tayland'dan, flip floplu günlerden, tiril tiril kıyafetlerden, göreceli zen ruh halinden ateş topu Türkiye'ye dönmek kolay olmasa gerek...

whatever.

Artık bir telefon, bir taksi, bir metro uzaklığında kendisi. Aramak için 5 saat farkını hesaplamak durumunda değilim, anlatacaklarımı biriktirerek kenara not alarak mail atıp da cevabını heyecanla beklememe gerek yok. Gerçekten de geri dönüşü fani dünyamda mutluluk ve ferahlık açan kapı oldu resmen.

Hele bugün o kadar çok konuştum o kadar çok güldüm ki sesimden sıkıldım resmen. Yeni evlerinde. Şahane ışıklı keyifli mutlu evlerinde. 

Ooo bu daha başlangıç bebeğim ! 

P.S. Daha Komputerli günler geceler var ki ...işte bu durum ikimizi de deliler gibi güldürdüğü gibi hala afallatıyor şaşırttıkça şaşırtıyor.

Wednesday, April 9, 2014

Le retour, suite

Yalan değil, bu Paris dönüşlerinin etkisi ne yazık ki seyahatin kendisi kadar müthiş olmuyor. Aksine. En son mart 2011'deki seyahat neticesinde yerimden kalkamıyor, süründükçe sürünüyordum. Yani evet, o zaman ufak çaplı bir Post-Petrus etkisi mevcut olsa da bu tip şeyler bende daimi olarak kalmadığı için üç gün (bilemedin 5 gün depresyon, 15 gün içki neticesinde) sonra her şey bir şekilde normale dönüyor. Hayat zaten kendiliğinden aktığı gibi kişinin bu duruma bir bok etkisi de olmadığından kronik vaziyette sarmak manasız oluyor.

 Oysa bugün ile dün aynı değil. Her şey ama her şey o kadar farklı ve başka ki. Farklı gözükmeyen dahi bir başka türlü. Düne dönüp de bakınca insan, garipsemiyor da kızıyor kendine. Özellikle de aklına takılan, aklını kurcalayan mevzularda "neden öyle yaptın? , "neden öyle davrandın?" diye soruyor, "neden?"lere yükleniyor, cevaplardan kendine pay çıkartmak istiyor. Gerek var mı? Muhtemelen yok da, insanoğlu işte, fani istekleri, fani düşünceleri var. 

Şurası kesin ki bugün ile dün aynı değil. Bununla beraber bambaşka bir bakış açısı ile de dün aslında bugün. Dün yaşanılanlar, dün hissedilenler bugünü yarattı, yönünü çizdi. Dün yaptığımız seçimlerin, söylediğimiz sözlerin, aldığımız kararların, hissettiğimiz ve daha da önemlisi başkalarınca hissettirildiğimiz duyguların neticesini bugünde yaşıyoruz. Bugün gelinen noktaya, bulunulan yere, "dün gece yattım, uyudum, sabah uyandım baktım böyle hissediyormuşum" ile gelinmiyor. Her şeyin bir sebebi, bir mazisi, bir açıklaması var. Ama inandırıcı,ama değil ama that's life. Günün sonunda önemli olan bugünün hali, bugünden ilerisi. 

Post Paris sendromuna geri dönersek... Ne özel, ne sosyal, ne de toplumsal hayatta hiçbir şey aynı değil. Geçen geçmiş gitmiş, biten çoktan bitmiş. Hayatlar, dertler, tasalar, sınırlar, kavgalar, ilişkiler, başkanlar, bakanlar, bakkallar, okullar, haneler, telefondakiler, yüreklerdekiler, yatakdakiler, defterdekiler çoktan değişmiş, taşların bir kısmı kırılmış bir kısmı ise iyice toprağa gömülmüş. İyi ki de böyle olmuş!

Bu günler biraz zor geçse de geçen seferki gibi bir dysania durumu olmadığı gibi ilerisi güzel ve aydınlık gözüküyor. Cidden.






p.s. en güzel en sona. karnavalda balık olan vittorio.



Monday, April 7, 2014

Le retour


senenin ilk seyahati, aylar öncesinden planlanan seyahati, biraz rue du grand veneur biraz rue de birague ama bolca marais, bolca çocuk, bolca famille de coeur, bolca soeur de coeur, bolca yemek, bolca içki, bolca sokak, bolca sohbet, bolca konuşma, bolca yarı anlaşılan yarı anlaşılamayan çocuk kelimeleri, bolca eğlence, bolca gerzek hareketlerle iletişim derken, la retrouvaille, le chateaubriand, grazie, alain ducasse, fnac'ta kendini kaybediş, avlunun bahçesinde piknik derken perşembe-pazar paris-istanbul/istanbul-paris hattı da böylece bitti gitti. 

* " tu es étincelante" -(evet, burada güzel sözler, iyi niyetli mutluluk paylaşımları içtenlikle yapılıyor, yapmaktan imtina edilmiyor. gerçekten!)

* şampanya. hep şampanya. 

p.s. carlo & vittorio. resmen kendimden geçiyorum. 

p.s. (2) eğlenceliden ziyade mutlu eden "doğru tercihler" idi. yanılmamak daha doğrusu nihayetinde yanılmadığımı görmek epey şahaneydi. son yıllarda "o kadar çok insana, o kadar çok olaya, o kadar çok ilişkiye dair bir o kadar sıklıkla aldandığımı anladım" ki aldanmadığım şeyleri görmek iyi geldi, gerçek geldi.  "tamamdır".

p.s. (3) ilk gün dakka, bir gol bir; petrus...ya bu kadar komik olabilir bir insan? evlere şenlik resmen. ama eğlenceliydi, ama bir 2011 hiç değildi ama günün sonunda jules'ün de dediği gibi "on est potes, quoi". gerçekten de öyle. ama güzel bir insan hala. fakat o gizemli hareketler filan...o kadar komik ki! cidden hiç ama hiç anlam yüklememek, onlarla hareket filan hiç etmemek lazım. bizim cephede ise oooo tren çoktan hareket etmiş de yeni yolu çizmiş bile.   

p.s. (4) yalan değil bozuk plak gibi her seyahat dönüşünce aynı şeyi yineliyorum; türkler hareket etmesin, bir yerden bir yere gitmesin. hele hele ellerine bir "business class" gücü hiç verilmesin. aman yarabbim, o sahte elegance içeride o logolu çantaların, taşlı güneş gözlüklerinin, kocaman tek taşların altında kendi gerçek varoş karakterini nasıl da yükselterek hissettiriyor, görmek, gözlemlemek lazım. oh mon dieu ! de seyretmesi acıklı bir görüntü tabii.

p.s. (5) gözlükler demişken görmediğine "gördüm", seyretmediğine "seyrettim", duymadığına "duydum" diye güzide bir dame de sion mezunu balçiçek pamir kendisini "so last year" prada güneş gözlükleri ile ne yazık ki farkettirdi. normal şartlarda insanın dikkatini çekmeyen, sıradan bir tipe sahip olup da kapalı ve güneş almayan bir yerde-mesela havaalanı gibi-devasa siyah güneş gözlükleri ile dolaşan herkesin başkalarının dikkatini çekeceği gibi o da çekmiş oldu. cidden bu kapalı yerde güneş gözlüğü takıp farkedilmemeyi ummak ya da umarmış gibi çok sıkıcı değil mi? belli ki amaç farkedilmek o halde bu oyunlar neden ki? gerçekten de "farkında değilmişim gibi çek panpa!" ruh halleri bunlar. son olarak, maalesef, son français, déja oublié. umarım bir yerlerde konuşmaya çalışmaz. 

  

Wednesday, April 2, 2014

O halde buyrun !


O halde buyrun gidelim. Değişiklik iyidir. Hava değişikliği daha da iyidir.

Tuesday, April 1, 2014

"Başarı" derken?

" Doğ, büyü, oku, çalış, işe gir, daha çok çalış, okula gitmeye devam et, master yap, staj yap, evlen, çocuk yap, biraz daha çalış, bir çocuk gerekirse iki tane çocuk daha yap, çalışmaya devam et, istikrarın olsun, 10., 20. yıl aynı yerde çalıştığın için takdir plaketleri gelsin, araba al sonra yenisi ile değiştir, önce basit bir daire sonra da "çocuğum yere basmalı toprağı koklamalı" diye müstakil eve çık (ya da al, daha zengin gösterir), zaten giydiğin markaların değerini arttır, iyice zengin görünümlü giyin, giydir, mücevher al veya hediye et, yükseldikçe daha da pahalısını, daha da büyüğü tak veya yanındakine taktır, o da bunu göstersin, "kudretli eşi"nin yanında kendisini sevilen sayılan hissetsin, "benim miladım" veya "benim evim" o desin, herkes bunu başarı olarak nitelendirsin, herkes bakıp imrensin, gıpta etsin, herkes takdir etsin, sonra da akıp giden günler devam edip yaşamın bitsin gitsin. "

İşte başarı! Birçoğuna göre, çoğuna göre, topluma göre, çoğunluğa göre. Çoğunluk zaten yeterince kötü, çoğunluğun isteği, seçtiği fazlasıyla sıkıcı ve manasız ama çoğunluk. Büyük mevhum! Büyük mevhumların, büyük sıfatların, büyük cümlelerin iddialı kelimelerin altı genelde boş kalır, o lafı eden ettiğinin ayrımında değildir, altına doldurabilecek birikime sahip zaten değildir. 

Bugünlerde büyük başarılar yaşanıyor. Bahsi geçen müthiş büyük başarıların, müthiş sağlam iradeler neticesinde olduğuna inanılıyor. Ya da inanılmak isteniyor. İnandırılıyor, dayatılıyor. Görsel olarak da sözel olarak da. Alkışlar bitmiyor, gövde gösterileri sardunyalar gibi balkonlardan taşıyor, groupieler o sesi her duyduklarından kendilerinden geçiyor. Vesaire. Vesaire. Vesaire. Gerçekten de vesaire çünkü o kadar sahte, o kadar "parasını verdim oldu" gibi duruyor ki o inanmazlık yüzünde bile görülüyor. 

Belki bizler için akşam yatıp sabah kalktığımızda dünya değişmedi. Sabah çoğumuz için "kötü" idi, "depresyon" zaten kapıyı çalmıştı. Oysa dünya değişmişti. Hem de geçen gece değil. Çok daha önce. Ve değişmeye devam ediyor. Edecek de. İstesek de istemesek de.  Geriye dönüş kimse için yok. Sadece tarih kendi çizgisinde ilerlemesi gerektiği gibi ilerliyor. Bu arada yaşananlar biz faniler için uzun, sıkıcı, g.t ağrısı günlerin ifadesi olsa da, dünya için bir toz parçası kadar yeri var. 

Hem ayrıca bütün mezarlıklar kahraman adamlarla, devlet adamlarıyla, imparatorlarla, büyük isimlerle dolu. Eee, günün sonunda hikayenin bittiği yer herkes için orası değil mi? Yani başarı derken? Yok bebeğim, bu seferki öncekiler gibi başarı filan değil, bildiğin hırsızlık! Yüzünden belli. Eğer başarı olsaydı, yüzünde vakur ifaden eksik olmaz ateş saçan gözlerin Kaf Dağı'nı yakardı. O kadar belli ki yüzünden bir şeylerden feragat ettiğin, uzlaşmaya gittiğin veya Hak'tan ayrıldığın, gerçeğin içine sinmediği. O yüzden bu başarı maşarı değil, geçiş döneminin kafa kağıdı. Ha, yalan değil; sana kafa kağıdı, bize ise g.t ağrısı, can sıkıntısı, 1984 günleri.  Olur, yapacak bir şey yok, bu da var hayatta. Ama her şey bir gün bitiyor. İyisiyle de kötüsüyle de. Ama kötü günleri umutla yaşarsam işte o da sana kapak olur.