Tuesday, December 30, 2008

Bitti bitiyor gitti gidiyor

Ertesi gün yılbaşı olunca insan "adettendir geçen yıla dair 1-2 kelime karalamak lazım" diye düşünüyor, "biten yılın illa bir muhakemesi yapılmalı" gibi bir baskı yaşıyor.
"düşünmeliyim, kafamda toparlamalıyım, harekete geçmeliyim, karar vermeliyim, üstüne gitmeliyim, geçen sene yaptığım yanlışları tekrarlamamalıyım"... gibi.
Ancak ben bu duyguların hiçbirini hissetmiyorum. Elbette kendimce bazı dileklerim bazı kararlarım bazı niyetlerim bazı umutlarım bazı coşkulu hallerim mevcut ama hiç mi hiç öyle 2008'e bakıp da hatalarımdan ders çıkartacağım, kendimi tamamen değiştirmeyi düşüneceğim bir durum görmüyorum (ki üzerinde çalıştığım ve değişmesinin doğru olacağı birkaç özelliğim var).
Geçen sene bu zamanlar yeni yıla dair yazmışım "şöyle olsun böyle olsun" diye . Olmuş da. Bu yıl ise daimi kool halime geri döndüm hatta saplandım. Gayet memnunum hayatımdan, kendimden. Elbette bir felaket olur ver her şey bambaşka bir hal alır, süründürür; işte ona diyecek hiçbir şeyim olamaz, anasını satayım işte vurdu kahpe felek derim ama onun dışında tamamdır bu yıl. Tortusu az, azabı az, kanırtan yarası az, heyecanı coşkusu mutluluğu çokca bir yıldı. O. Henry'nin dediği gibi "yaşayan görür". Gördüm ki zamanla her şey- öyle veya böyle- yoluna giriyor, su yolunu buluyor. Önemli olan yaşananlardan ders çıkartmak öyle devam etmek.
Kadim dostum Sekvotka'nın kalabalık ve loş ışıklı evde fonda black/indifference olduğu güzel gecenin yarısında dediği gibi "ben seni böyle görmek istemiyorum. glamour halin daha çok sen, daha çok seni yansıtan". Bence de. Geçmiş gitmiş artık bazı şeyler, bazı acılar, bazı hisler. Ve işin gerçeği şu ki ben acılarla yaşayan, bunlarla varolan, marazdan hoşlanan biri değilim. O yüzden boşuna geçmişi getirip önüme koymanın alemi yok; etkilenmiyorum. Dediğim gibi daimi kool halime döndüm. Yılbaşı gecesi için öyle büyük bir heyecan duymuyorum-çünkü genele dair bir heyecan duyuyorum; yılbaşı gecesi için öyle illa büyük programlar yapılması gerektigini düşünmüyorum-çünkü hayatın genelinde büyük programlar yapılmasını seviyorum; yılbaşı gecesi zorlama bir düşünce ile kırmızı giyilmesini, kırmızı çamaşırın eksik olmamasını yapmacık buluyorum-çünkü zaten genelde şaşalı giyilmesini, kırmızı çamaşırın her güne dair olmasını seviyorum.
O halde sadece yarına ait olmayan bir düşünce ile her gün şampanya, her gün havyar, her gün glamour.

Monday, December 29, 2008

Patlatmak mi patlatmamak mi?


Ben şampanyanın öyle saçma bir şekilde patlatılması etrafa fışkırtılması taraftarı değilim. Gayet edebiyle yudum yudum içilmesi, yanında hafif bir şeylerle ağızda dağılmasını seviyorum. Kısacası seviyorum şampanya denilen şeyi (kıro olduğum için benim için şampanya da patlatılmasını seviyorum-c'mon chuck). Karl Lagerfeld Dom Pérignon için deklanşöre basmış, ortaya Claudia Schiffer ve Eva Herzigova'lı fazla "süslü" resimler çıkmış (ki ikisini de beğenmem). Ancak ortaya çıkanlardan bu güzel. Bence şampanyanın glamour'una seksiliğine uygun.
Evet yılbaşı geliyor. Kaldı 2 gün. Heyecanlı mıyız? Yooo pek değil. Ne de olsa bana-ve bize- her gece yılbaşı gecesi gibi. Kırmızı çamaşır giysem ne olur giymesem ne olur?

Sunday, December 28, 2008

Never on sunday: fantastik laflar "at hirsizi"

j.a.- çocuğum ne böyle at hırsızı gibi gelmişsin?
anotherstar- at hırsızı derken?
j.a.- bildiğin at hırsızı. insanları yemeğe davet ettin böyle at hırsızı bir kılıkta mı katılacaksın?

*
Zoi, Meri, Mardik ve A. ailesi olarak düzenlenen bir noel&yılbaşı aile yemeğine bir gece önceki kara efe masasından gidince J.A. 'nın ettiği laftır "at hırsızı". Biricik evladına, yegane yavrusuna. Kılığım da öyle kötü filan değildi ama demek ki o öyle görmüş. Kool bir insan, seviyorum kendisini. Ama çok güldüm "at hırsızı" lafına.

Saturday, December 27, 2008

(gece) çıkmadan önce # 6


you remain,
my power, my pleasure, my pain, baby
to me you're like a growing addiction that I can't deny.. yeah.
won't you tell me is that healthy, baby?
but did you know,
that when it snows,
my eyes become large and the light that you shine can be seen.

"kiss from a rose", seal, 1994

Friday, December 26, 2008

Pardon, yaş kaç?


Il venait d'avoir dix-huit ans, Dalida, 1974

il venait d'avoir dix-huit ans

il était beau comme un enfant
fort comme un homme
c'était l'été évidemment
et j'ai compté en le voyant
mes nuits d'automne
j'ai mis de l'ordre à mes cheveux
un peu plus de noir sur mes yeux
ça l'a fait rire
quand il s'est approché de moi
j'aurai donné n'importe quoi
pour le séduire

il venait d'avoir dix-huit ans
c'était le plus bel argument
de sa victoire
il ne m'a pas parlé d'amour
il pensait que les mots d'amour
sont dérisoires
il m'a dit "j'ai envie de toi"
il avait vu au cinéma
le blé en herbes
au creux d'un lit improvisé
j'ai découvert émerveillée
un ciel superbe

il venait d'avoir dix-huit ans
ça le rendait presqu'insolent
de certitude
et pendant qu'il se rhabillait
déjà vaincue, je retrouvais
ma solitude
j'aurais voulu le retenir
pourtant je l'ai laissé partir
sans faire un geste
il m'a dit "c'était pas si mal"
avec la candeur infernale
de sa jeunesse
j'ai mis de l'ordre à mes cheveux
un peu plus de noir sur mes yeux
par habitude
j'avais oublié simplement
que j'avais deux fois... dix-huit ans

Film


Belki de uzun zamandır gördüğüm en güzel film. Paris. Elbette bu insanın ne, neden beklediği ile ilgili ama artık basit ve rahat filmler seyretmek, eğlenceli müzikler dinlemek istiyorum. Hiç öyle eskisi gibi azap, ağır film seyretme arzum yok. Görmüşüm göreceğimi, çekmişim çekeceğimi. Zaten hayat kısa ve sıkıcı ve spleen dolu, o yüzden daha fazla kendime maraz yaratmam gereksiz.

Film neden güzel çünkü her şey olması gerektiği gibi. Yaşamın ta kendisi gibi. Her şey içiçe ve hiçbir şey birbiri ile bağlantılı değil. Anlaşılması güç gibi duran bir cümle olsa da aslında çok basit. Her şey ve hiçbir şey ilişkisi. O kadar yakın o kadar uzak. O kadar farklı o kadar benzeş.

Ben çok beğendim. Şu günlerde çok ama çok özlediğim o kadar çok "fransız" şey buldum ki filmde sanki benden bir kesit yaşanıyor sandım. Galiba çok özledim Fransa'yı; boulangerie, la fac, socio, soirée, brasserie, spleen, vin, biere, copain, copine, copains, tout tout ...

Evde kaldığım gayet garip bir cuma gününde güzel bir film oldu bu Paris. Cedric Klapisch, 2008.

Fantastik laflar

- oh no, he's a darling, c'mon! he's a darlin'.

Thursday, December 25, 2008

Just fakin'

Herkes bir gün bir şekilde "mış gibi" yapar. Olmayanı olmuş gibi davranır.
Sevmiyorken seviyorum diyenler, severken sevmiyorum diyenler, istemiyorken istiyorum diyenler, isterken istemiyorum diyenler, onunken onun değilim diyenler, onun değilken onunum diyenler, dersi dinlemiyorken dinliyor görünenler, çalışmıyorken çalışıyor görünenler, olmamışken oldum diyenler...

Bütün sabahım mış gibi yaparak geçti. O kadar kolay ki! Tavsiye ederim. Herkese. Çok güzeldi. Yüzümde tebessüm ile (beni müthiş yansıtan ve bazı resimlerde bile gözüken yandan gülüşüm ile ). Müthiş inandırıcıyım. Benden ve benim sınıftaki halimden bıkan Mme. Ani "sen neden tiyatrocu olmuyorsun" demişti; haklıymış. Nasıl rol yapabiliyorum, ayrıca nasıl da başarılıyım?

P.S. bir ipucu: her kız numara yapar ve karşısındakinin ruhu bile duymaz.

Wednesday, December 24, 2008

Uzaklara bakan bir Tristan

Dersimiz 7ème'deki littérature değil, aslında ders de yok sadece eğlence var (hoş bana her ders eğlenceydi ama ) ama bu biraz Tristan ve Iseult diyen tanımı yapan kişiye eğlenceme eğlence kattığı için teşekkürlerimi iletmekti. merci poulette.

Ama zordur Tristan et Iseult. Her efsanenin olduğu gibi. Epey de karmaşıktır. Kavuşurlar kavuşamazlar buluşurlar buluşamazlar. Zor şey efsane gibi yaşamak.

Good old days

İşte beğendiğimiz kadınlardan Stephanie Seymour. Yanındaki Axl ne yazık ki bugün epey bir şişik epey bir botokslu olmasına rağmen Stephanie hâlâ inanılmaz güzel. 40 yaşında 4 çocuk sahibi güzel bir insan.

P.S. türk insanında genel olarak nadir bulunan bir özellik olan mavi göz ve de bunun sahip olan mavi gözlü türk kadınları bir dönem-90ların başı- kendilerini stephanie seymour'a benzetirlerdi. sonra bu benzeme hali 90ların sonunda liv tyler'a yöneldi ve orada kaldı. herkes mi "aslında beni de liv tyler'a benzetiyorlar" diye düşünür, dile getirir? maşallah valla, ne cevherler varmış da biz göremiyoruz.


İyi ki...

Gecenin bir yarısı gördüğüm, tesadüfen bulduğum resimlerden sonra iyi ki internet ve dijital fotoğraf makinesi/cep telefonu gibi durumların ben (biz) gençken olmadığını düşündüm. Aman yarabbim. Olduğunu düşünemiyorum, düşünmek dahi istemiyorum. Büyük kabus olurdu. Gerçekten ucuz kurtardığımı düşünüyorum.

P.S. bulduğum resimleri ne yaptım? tabii ki save as deyip göndermem gereken insanlara gönderdim. bir nevi chuck bass gibiyim, kendisinin de hastasıyım.

P.S.(2) internetteki resimler demişken zaten geçen sene tesadüfen bir ev ve arka planda bir perde gördüm ki beni o anda çarpmıştı. perde. o gün bugündür gittikçe gittim, kaçtıkça kaçtım. düşündükçe hâlâ "ıyyyy" oluyorum.

(yine) Bir aralık sonu

Yine bir aralık sonu
Yine bir mevsim sonu
Yine bir yıl sonu
Yine bir "muhakeme" zamanı
Yine bir "kar" zamanı
Yine bir "hayal" zamanı
Yine bir "umut" zamanı
Yine bir "mutluluk" zamanı
Yine bir "söz" zamanı
Yine bir "karar" zamanı
Yine bir "hediye" zamanı
Yine bir "beceriksizlik" zamanı
Yine bir "gösteriş" zamanı


Bugün Noel, gelecek hafta bugün de yılbaşı. Bu hesaba göre iki yıl olacak. İyisi kötüsü güzelliği çirkinliği ile iki yıl. Ne az ne çok ama iki yıl azımsanacak bir süre değildir. Yüzlerce söz, binlerce anlam ve onlarca doğru karar ile yapılamayan sayısız laf kalabalığı ve boyundan büyük söylemlerle geçen iki yıl. İşte burası; ben, sen ve bizim oğlanın yer aldığı blog. Ici, c'est chez moi et on me cherche pas!

Tuesday, December 23, 2008

Yeni nesil piç

Blair: What do we have, Chuck?
Chuck: Tonight. So shut up. And dance with me

*
Chuck: The only thing I like that aged is my Scotch.
*
Dan: I know... we don't like each other. You think I'm a boring, sheltered nobody.
Chuck: I don't think of you.
***
Muhteşem insan Tony Soprano'dan sonraki favori televizyon şahsiyetimi bulmuş durumdayım. Chuck Bass. Yani gerçek ismi ile Ed Westwick. Diziyi seyretmeme sebebiyet veren yegane etken kendisidir. Yoksa çoluk çocuk dizisi, konu filan da umrumda değil. Fakat içi iyi niyetli olsa da itliğe sürüklenmiş Chuck Bass ile dizi biraz olsun renkleniyor, hareketleniyor. Tamamdır, take me down to the paradise city, Chuck.
Beğenime ise yorum yapmayacağım, kan kanı çeker. Başka açıklaması yoktur benim için. İşin komiği kime "sence ben hangi karakteri beğenmiş olabilirim?" diye sorduysam herkesten doğru cevap aldım. Demek ki sanılanların aksine gayet kolay, beğenileri net bir insanım.

P.S. kendisi aynı zamanda ingiliz, aynı zamanda müzisyen, aynı zamanda chelsea taraftarı. ha evet bir de '87'li kendisi. evet 1987 doğumlu!

Milano sokaklarından sevgilerle

Daha dün bir, bugün iki demeden işte Milano sokakları ve Domenico Dolce, Victoria Beckham, Stefano Gabbana 3'lüsü poz vermişler.

Kartpostal tadında bir resim olmuş ama nedense Can Yücel gibi ben de postalımın tadına baksınlar istiyorum.
milano, 23 aralık 2008
bebeğim,

noel öncesi milano'dayım ama sevmiyorum biliyorsun. buradan como'ya ineceğim, inmeden duomo'ya gideyim demiştim ki bu threesome grubunu gördüm. sana gönderiyorum. istediğin panettone ve salami'leri de aldım; yarın akşam yeriz.
sevgilin kart star
k.s.

Milano alemlerinin yeni eğlencesi




Alemde topçuluğu dışında salaklığı ve bir o kadar neye meşhur olduğu anlaşılamayan çirkinler çirkini karısı ile tanınan David Beckham Milano'ya yerleşmiş. Madrid'ten sonra Los Angeles'ın galaksisine gitmişti ama Hollywood yıldızları, Tom Cruise ve scientology ailesi vs olmadı herhalde (ki neden olsun ayrıca) ki Çizme'yi denemeye karar verdi. İşin futbol kısmı- seyretme hali dışında- beni zerre ilgilendirmediğinden eğlencesini yazacağım.
Milano zaten çirkin bir endüstri şehri. Özellikle de İtalya gibi tarihi ve doğal güzelliklerin olduğu ülkede hemen herkesin hemfikir olduğu bir konudur bu. Milano'ya ya iş ya da okumak için gidersin. Gezmek eğlenmek güzel yaşamak kısacası dolce vita sürmek için ise Roma, Napoli, Siena, Floransa'ya gidilir (gerçekten bir insan bu sebepler dışında neden milano'ya gitmek ister ki?) Beckham da iş için gelmiş işte Milano'ya. Oynayacakmış Milan takımında. Karısı da büyük moda markalarının cennetine düşmüş olmanın verdiği bir şuursuzlukla antipatik çirkinliği içinde kendisini güzel sanmaya devam edecek.

Fakat bu arada Beckham televizyon programlarına çıkmaya Victoria ise kıskançlığa başlamış bile. Bu bağlamda aynen derim ki yıl içerisinde Beckham seks skandallarına imza atmazsa ben ben değilim...

victoria beckham'ın herhalde olabilecek en güzel hali bu resimdir. o da muhtemelen her tarafı kapalı sadece yüzü açıkta olduğu için olsa gerek. nisbeten az makyaj kısa saç.

Koku alma duyusu


Gözleri bir şahininki kadar keskin, burnu ise bir parfumeur (euse) kadar duyarlı olan bir insan olduğumdan bazı kokular beni deli ediyor. Bazı evlere yerleşmiş kapalılık, bazı insanlara yerleşmiş uyku, bazı bedenlere hiç mi hiç yakışmayan parfüm kokusuna dayanamıyorum. Hele parfüm, o kadar önemli bir mevzu ki kimi zaman burnumu kapamak zorunda bile hissediyorum.


O Kenzo'nun kokuları nedir öyle ya? İnsan nefes alamıyor resmen. Kadını erkeği hepsi bir çiçek bahçesine düşmüş gibi yapıyor insanı. Ki bu kadar lafa rağmen 90ların sonlarında lacivert şişeli bir Kenzo erkek parfümü vardı ki uzun zaman beni baştan çıkarmıştır demek durumundayım. Yazık olmuş heba olmuş bir başka koku Chanel Mademoiselle'dir. Bütün kadınlar mı bunu sürer? Bütün sekreterler, resepsiyonistler nedense Mademoiselle kokuyor. Chanel 'in bir diğer talihsizliği yine kendisi gibi efsane bir koku olan Chanel 5'tir. Hem marka hem koku zarafeti simgelemesi sebebiyle her daim rövaçta olan bir koku olmasına rağmen kimselere öyle kolay kolay yakışmaz. Ama inatla kadınlar çok yakışırmışcasına bu kokuyu sürerler, "chanel 5 kadınıyım ben" diye ortalıklarda dolaşırlar.

Erkekler için ise Armani Acqua di Gio kadar mide bulandıran koku azdır. Gerçekten. Bir dönem Yeşilköy'de tüm quicksilver altına 501 giyen erkekler bunu sürüyordu. O kadar eski o kadar insanı iten bir koku.

Bir de insanın içini kıpır kıpır eden kokular var. Kız tarafının kokuları ile içim kıpırdanmadığı için çok anlamasam da Gucci, Bulgari her zaman harikalar yaratır. Anladım ki ben Gucci kokularını seviyorum. Yıllarca B.'ye Gucci eau de parfum sipariş verdim, taşıdı oradan buraya, her seferinde de " bir tek sende var bu koku biliyorsun değil mi? " diyerek. Erkekte de Gucci pour homme insanı afallatır resmen. O kadar ki Efsane'ye filan zorla alıp kullandırtmışlığım vardır. Neticede koku çok önemli şey. Proust vari yorumlara girmeyeceğim ki Marcel Proust'a hayranımdır, sadece çok önemli deyip geçeceğim.

Monday, December 22, 2008

Nasıl bir karıştırmak?

Seyretmediğim ama neler olup bittiğini oradan buradan okuduğum ve türk halkının gerçek bir sosyolojik resminin çizildiğini düşündüğüm yemekteyiz programında insanların "enginar" ile "kereviz"i karıştırdıkları ortaya çıkmış. Enginar ile kereviz, elma ile armut gibi bir şey; nasıl karıştırılır ki? Tadı farklı, yapılışı farklı, her şeyi farklı. Nasıl bir cehalet bu ki? Aslında belki de çok şaşırmanın alemi yok çünkü artık insanlar cehalet içinde yaşamanın marifet sayıldığı bir dönemde yaşıyorlar. Dolayısıyla enginarı sapı ile ağzına götürenler, patlıcan dolmasını bilmeyenler, masa düzenini bilirmiş gibi yapıp her şeyi tersinden yapanlar artık bu toplumun gerçek yüzleri, yerleşik düzende ise toplumun gerçek temsilcileri. Varoş anlayışın zaten çok da sağlam ve köklü olmayan kent düzenini kendi anlayışına göre düzenlediği yaşamlar sürüyoruz, sürmeye de devam edeceğiz. Azınlık olan ise gitgide daha da azalacak, kendi varoluşunu kendi kurduğu fanus içerisinde yaşayacak. Ve ne yazık ki bu ülke daha ileriye gidemez. Gidip gideceği en üst seviye burası. Ve o yüzden daha çok bu tip cehalet örnekleri ile karşılaşıp artık şaşırmamayı öğreneceğiz.

dream on # 8


Ne severim ne giyerim ne alırım ne defilesini seyrederim ne aklıma gelir ne de itibar ederim ama dün gece rüyamın başrol aktörüdür kendisi. Christian Audigier. Offf ki offf. Gerçekten fantezi dünyama ben bile hayran olmuyor değilim.

Sunday, December 21, 2008

Never on sunday: pazar yemeği

Never on sunday: "aldanma aydınlanması"

Hiç gidilmeyen yerlere gidilen geceye son zamanların meşhur mekanı Issız lokanta da bunlara dahil oldu. Büyük ayıp edip halen gitmemiş olduğumdan sahibine merhaba demek istesem de kalabalık ve kötü müzikler beni geri itti (neyse kendisi tribün çocuğu olduğu için bugün arar maç öncesi "uğradım. yoktun çocuğum mekanında" derim).

Aldanma aydınlanması
ise yine çoğu zaman fantastik lafların sahibi M.'den ıssız lokantanın önünde geldi.

m. -sen herhalde inanmıyordun böyle bir olayın gerçekleşeceğine? dediğini yapacağına?
anotherstar- valla inanırım, neden bir insan yap(a)mayacağına yapacağım desin ki? ne gerek var?

Ve sonrasında - tebessüm ederek- aydınlandım. Aynen Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki Halit Ayarcı gibi "ben aldandığımı anladım Hayrı Bey'cigim" . Ben aldandığımı anladım. Tebessüm ettim. Gittim.

Never on sunday: yemek hadisesi


Yakası kalkık kareli london gömleği ile tres casual chic vaziyette hiç beklenmedik, gidilmedik mekanlara gidilinen eğlenilen, arada "aaa londra tatili" diye konuşulan gecenin ardından birden bire sabahın bir saatinde sakin ve kool vaziyette never on sunday huzuru yaşarken karşıma yemek yapan erkek meselesi çıktı.

Gerçekten çok sıkıldım bu yemek yapan ve yemek yapmanın çok seksi olduğunu düşünen erkek cinsinden. Ve de kız cinsinden. Her tarafta karşıma çıkıyorlar; yok young sexy cooking diye televizyon programları yok gazetelerde röportajlar. Ne özelliği var anlamadım ki? Adam altı üstü yemek yapıyor. Ee sonra? Dünyayı kurtarmıyor neticede. Herkes yaşamak için öyle veya böyle bir şeyler yemek zorunda. Yediğini zenginleştiren, güzelleştiren, tatlandıran da var, gazete kağıdı üzerinde sefil bir şekilde yiyen de. Anlamadığım erkeklerin yemek yapması neden bu kadar şaşırılan bir hadise olması. Valla bence gayet normal bir durum. Tabii Türkiye'de insanlar yalnız yaşamadıkları özellikle de erkekler annelerinin boyunduruğu altından evlenene kadar çıkmadıkları için yemek yapmaya veya ev düzenine uyum sağlamaya gerek duymuyorlar çünkü ne de olsa aman oğlum sen yorulma ben yatağını toplarım, ben çamaşırlarını yıkarım yemeğini yaparım diyen anneleri var.
Anlamadığım yemek yapmanın neresinin seksi olduğu? Halen gör(e)mediğim Issız Adam filminde de adam yemek yapıyormuş kız çok etkileniyormuş vs. Neyinden etkileniliyor? Havuçları kesmesinden mi, hamuru elleri ile yoğurmasından mı, sosu tahta kaşık ile tatmasından mı? Valla ben benim için söyleyeyim eğer o adamı beğenmiyorsam fiziksel bir çekicilik hissetmiyorsam adam muhteşem yemek de yapsa, dünyanın en iyi şefi de olsa, üzerinde sadece mutfak önlüğü ile de gelse dönüp bile bakmam. Ama kızların bu etkilenme konusunda biraz salak olduğunu söylemek lazım. Her şeyden ve herkesten etkilenilir mi? Yok yemek yaptı, yok kahvaltı hazırladı, yok arabanın kapısını açtı, yok tuvaletin kapısında bekledi. Ne bu ya? Adam osursa etkilenecek vaziyetteyiz. Çok sıkıcı! Kızların bu kadar sıradan şeylerden etkilenmesi o kadar sıkıcı ki.
Yemeğe dönersek... Güzel yemek seksi yemek fevkalede şeyler de bir yere kadar. Başka şeylere de gerek var hayatta, ilişkide, etkilenme döneminde. Ya da ortalama, vasat olmayanlar başka şeyler arıyor. Vasat olan vasat işte, kendi sıradan, kız (erkek) sıradan, yaşamları sıradan, çocukları sıradan, düşünceleri sıradan. Kısacası sıradan.
Ayrıca herkesin yemeği - ne kadar güzel olursa olsun- herkese uymaz. Damak tadı, evinde gördüğü, annesinden öğrendiği çok başkadır, kolay kolay değişmez. Değişmesin de zaten.

Sabah sabah seyretmekten hoşlanmadığım televizyonu açtığımda karşıma çıkan program nelere kadirmiş, o da ayrı bir durum. whatever.never on sunday ...

Saturday, December 20, 2008

(gece) çıkmadan önce # 5


time takes a cigarette, puts in your mouth
you pull on your finger, then another finger, then your cigarette

"rock n' roll suicide", david bowie

Hattın diğer ucu-anytime anywhere anyday




Müthiş eğlenceli şarkıdır Call Me. Blondie tam 79-80 arası yapmıştır hatta Richard Gere'li American Jigolo'nun ipek gömleklerini denediği sahnede çalar. Klibinde de Deborah Harry üzerinde mavi bir kazakla kendini sulara atar, call me diye diye. call me call me !

P.S. telefonun diğer ucundaki erkek gömleği giymiş bir kız olabilir. bir nevi audrey hepburn.

call me on the line
call me call me any anytime
call me oh my love
when you're ready we can share the wine
call me

call me my love
call me call me any anytime
call me for a ride
call me call me for some overtime
call me my love
call me call me in a sweet design
call me call me for your lover's lover's alibi
call me on the line
call me call me any anytime
call me

oui/non

Benim için son zamanların sorusu oui / non. Oui/Non kolyemi boynumda taşısam da soru kimi zaman daha farklı yönlere de gidebiliyor.

Braudel, tez, master ?
"hayır akademik kariyer istemiyorum" mu?

Gece gözlemi


Sosyolojik bir gözlem alanı olarak bar/kulüp gibi gece mekanlarını etüt etmiş, bunun tezini epey akademik şekilde vermiş bir insan olarak bu geceye dair o kadar gözlemim hem sosyolojik hem de psikolojiktir. Gayet de fantastiktir.

Edeplice erken dönmüş, arkadaşına hazırladığı yemek sonrası içmeye devam etmeyen ama yine de eğlenen, düşünen, müzik dinleyen hale bir de observation participante eklenince ilginç oldu. Demek ki insanın içinden, içindeki öyle o kadar sanıldığı kadar kolayca çıkmıyormuş. Zaten günlerdir Braudel üzerine tez mi yazsam düşünceleri gelip gidiyor; bir de bu observation hali eklenince durdum, durmak istedim (tez mez istemiyorum, akademik kariyer sevmiyorum.)



Friday, December 19, 2008

Motto # 22


"L'histoire est un cauchemar dont je cherche à m'éveiller."
james joyce, ulysse, 1922
*
O kadar korktum o kadar ürktüm ki gözlerimi kapamaya korktum, hiç bitmeyecek bir kabus sandım. Bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum.

Thursday, December 18, 2008

dream on # 7




Fantastik bir gecenin sabahında İrlanda ne alaka denirse valla böyle uyandım. İrlanda aksanını duyarak, irlandalılarla beraber irlanda viskisi içerek, irlanda sokaklarında yürüyerek uyandım.
Bilen bilir, ki Magdalena veya R. çok iyi hatırlarlar bir dönem tutku ile bağlıydım İrlanda'ya. Kim bilir tekrar çıkıyordur ortaya. Her hayalet veya ruhun derininde kaynayan her can bir kez daha deniyor galiba ortalıklara çıkmayı. Tutku böyle bir şey olsa gerek. Tutku, tutku ile bağlanmak, tutku duymak.

Morrisey gibi Irish blood english heart derdim ama hayır, sonuna kadar İrlanda....

Beklenmedik gecenin sabahı

Oysa her şey ne kadar sakin ne kadar sıradan bir çarşamba gecesi idi. Demek ki içte kalmıyormuş, istenilenler zaten çıkıyormuş dışarıya-kendiliğinden.

gece, nişantaşı, fantastik 4'lü yemek ve dönüş derken kadim dostum sekvotka ile buluşma deyip önce asmalı mescit, sonra babylon, babylon'da bir çift sarhoş ikiz (oh baby!), sarılmalar, "özlemişimmm"ler, hep beraber havalı asmalı mescit mekanı'na gitme hali, viski, bira, boogie boy & u. 'ın daha da bir sarhoş halleri, gerzek şarkıcı o papatya teoman ve maşallah bir geniş hali ayrıca çirkinliği derken mekanın sıkıcılığı ve ayrılış.

Ben edebimle döndüm de eve, taksiyle beni bırakan Sekvotka'yı bilemedim, daha da konuşmadım. Ancak gayet fantastik bir geceydi.

Wednesday, December 17, 2008

Sipariş listesi

Yeni yıl öncesi sipariş listeme ekledim. Johnnie Walker Blue Label.
Evde vakit geçirenlere, yemek yiyip içenlere, maç seyredenlere, müzik dinleyenlere, camın önünde oturup laciverte bakanlara, buzdolabının üzerine notlar yazanlara, banyo yapanlara haliyle evin bir parçası olanlara söylüyorum: "bence alalım da içelim" derim ben.

Johnnie Walker's premium blend. Every bottle is serial numbered and sold in a silk-lined box, accompanied by a certificate of authenticity. There is no age declaration for Blue Label although its information booklet states that some of the blends used are "up to 60 years old". 80 proof. The price in the US for a standard bottle ranges from about $195 to $210, as of 2008

Tuesday, December 16, 2008

Mancurian futbolcular başkente çıktı

En sevdiğim (!) futbolcular listesindeki en sevdiğim isimler ayı Rooney ile varoş Ronaldo kulupleri ile beraber Londra'daki bir barda erken noel kutlamaları yapmışlar. Movida isimli kulüp çıkışı bu halde gazetecilere yakalanmışlar. Diğer futbolcuların da fantastik resimleri var ama o kadarı ile ilgilenmedim artık. Bu resimde çok belli olmasa da bayağı kayık vaziyetteler. Bilmiyorum herhalde izinliler ki böyle dağılabilmişler yoksa Sir Ferguson atar kafalarına kramponu.

Nerede eski günler, eski zamanlar... Eric the King nerede bu iki gerzek nerede?

P.S. çok sevdiğim bir diğer takım olan galatasaray bu hafta beşiktaş ile oynuyor değil mi? oh yeah! çok da güzel pek de güzel, pazar günü özel hazırlık yapmak istiyorum yerlerde sürünüşlerini seyretmek ve buna kadehimi kaldırmak istiyorum her gol geldiğinde. tamamdır ben bir organizasyona girişeyim.

Monday, December 15, 2008

Makes me wanna ...

this picture makes me wanna smoke, wear a hat, go out, be cool & naughty

big up tricky- "(she) makes me wanna die". 1996

Son dönem film beğenileri

Genelde retro beğenileri olan bir insan olduğumdan en sevdiğim filmler listesi yapsam 2000li yıllara zor gelir. Gelinse de liste sınırlıdır, bellidir. İşte sabah gazetede resmini gördüğümde tekrar hatırladığım, beğenimi tekrar canlandıran müthiş etkileyici film "La Pianiste"( kesinlikle roman polanski'nin "le pianiste" filmi ile karıştırılmaması gereken bir film. ne roman polanski'yi ne de filmlerini de severim. ayrıca le pianiste filminin insan üzerinde bu kadar etki bırakmasının tek sebebi gerçek hikaye ve yaşanmış büyük acıların gösterildiği bir film oluşudur. yoksa kimse kusura bakmasın ortalamanın üzerine gidecek bir film değildir).

2001 tarihli La pianiste insanı çarpan bir film. Haneke'nin ne kadar usta bir yönetmen, Isabelle Hupert ve Benoît Magimel'in ne kadar usta oyuncular olduğu film bittikten sonra bir kez daha anlaşılıyor. Benoît Magimel ise ayrı bir vak'a demek durumundayım-en azından benim için. Sarışın (ama öyle barbie bebek jude law gibi olmayan) ama it ifadeli, hatta hafif çirkin gibi olup da bu kadar etkileyici adam azdır. Kendisi beni -gerçekten- çarpan, oturduğum yere mıhlayan az sayıdaki erkekten biridir (galiba sarışın beğenen bir insanım. anlamadım ki kendimi de. şöyle bir dönüp baktığımda acı gerçek bu gibi sanki).

Sunday, December 14, 2008

Never on sunday: geç cuma gecesi

Gerçekten çok ama çok eğlenceli bir geceydi, cuma gecesi. until the end of the world/night ama olsun. Gittiği yere kadar güzeldi.
diner ensemble, m., r., derken m. ile devam, kötü çalan iyis, kötü çalan ve kalabalık bir koridor, kalabalık ama her zaman bizim olan yan, roxy, bizim olan çocuklar, the clash tişörtü, örgü bant, rocker boy n., çirkin ama karizmatik erkek b., (beyaz gömlekli) frankie, sekvotka qui était absent pour une fois and the bomb hatta atom bombası patlaması.

gecenin lafı
: "edepsiz". bunu söylediğini hatırlıyor mu bilmem ama bana "edepsiz" dedi.

Pas mal pr une soirée- comme d'hab.

never on sunday....

Never on sunday: geç cuma eğlencesi

Yazmak bile istemezdim ama müthiş bir rüküşlük örneği olduğu için koydum. İfadesiz kadın oyunculardan (hatta çirkin) Claire Danes, üzerinde hiç mi hiç yakışmayan saten bir elbise ve bir NYC gecesi. Gece Miu Miu gecesi olduğu için elbisenin de Miu Miu olma ihtimali var ancak eğer öyle bile olsa- yani Miu Miu Miuccia Prada'nın zarif zevkinin tasarıya dönüşmüş hali dahi olsa- müthiş ucuz duran bir elbise.
Anna Wintour ve Vera Wang. Anna Wintour yine Anna Wintour ama bu sefer nedense her zamanki halinden daha bir şık daha bir kool gözüküyor. Vera Wang ise çoğu genç kızın rüyalarını süsleyen gelinliklerin tasarımcısı (eskiden burada satılmıyordu ama artık vakko'da satılıyor diye biliyorum), bilmem giyinsem Vera Wang mı giyinirim acaba?
Kate Moss ve yine müzisyen yine çirkin sevgililerinden biri. Adam zaten çirkin Kate Moss zaten güzel de bence elbise çirkin. O kadar seçeneği olan bir insan için ucuz görünümlü tek kol elbise gayet sıradan bir seçim olmuş. Hatta kötü bile olmuş denilebilir.İşte bu yılın elbisesi veya the it-item of the year. Burberry. Tüyden yapılmış bir elbise. Bence çok güzel. Ama insanın ömrü hayatında sadece bir kere giyilebileceği cinsten bir elbise bu. Öyle dönüp dolaşıp giyilecek bir elbise değil. Veya bir kere giyildikten sonra saklanır nice on yıllar sonra ve de aynı bedende kalınırsa vintage Burberry giyiyorum diye ortalıklarda salınılabilir. Ne yazik ki kıyafet ve moda konusunda oldukça zevksiz olan türk kadını da bu elbiseyi keşfetmiş.
Muhteşem bacaklı (hatta diz kapaklı) Hana Soukupova. Genelde giyinmeyi beceremediğinden, tarzı olmadığından uzun zamandır ilk defa kendisini bu kadar beğendim. Basit ama şık. Mini elbise üzerine deri mont, kış olduğuna aldırmadan çıplak tene ayakkabı. Tamamdır. Gayet şık gayet güzel (kesinlikle saçlarını toplaması gereken bir insan kendisi) gayet son resim olacak kadar tarz.
deri ceket demişken flatline hatta ve hatta daha eskiden köprüaltı kemancı günlerinden kalan bir motorcu ceketim olsa gerek. Acaba attım mı? verdim mi? nerede kim bilir?

Never on sunday...

Saturday, December 13, 2008

İyi mi kötü mü? Yoksa sadece güzel mi?


Steve Buscemi'yi oldum olası severim, beğenirim.
Sienna Miller'ı oldum olası sevmem, beğenmem.
Adam ne kadar yetenekliyse kız bir o kadar yeteneksiz.
Bundan 3-4 yıl önce Sienna Miller daha bugünkü gibi yeteneksiz ama wannabe bir ikon haline gelmeden, Jude Law ile ilk beraber olduğu zamanlarda bir ingiliz dergisinde "jude law ile olan beraberliği ve fiziği mi kapıları açıyor ?" cümleleri altında eleştirildiğini okumuştum.
Güzel ama güzel olduğu kadar yeteneksiz bir aktris. Hani Alfie 'de veya Edie'de başrolde olsa da özel bir çaba sarfetmesine gerek yoktu çünkü canlandırdığı party girl tiplemesi kendi hayatına uzak karakterler değildi, kim bilir kendisini oynuyordu belki de. Ancak tesadüfen seyrettiğim Interview filmindeki halini görünce ne kadar kötü bir aktris olduğuna dair kanaatim iyice sağlamlaştı. Aman Allahım. Interview denilen film zaten kötü (ki steve buscemi'ye saygım büyük) filmdeki Sienna Miller ondan da kötü. Bu kadar sıkıcı bir oyunculuk bu kadar gereksiz bir oyunculuk gerçekten uzun zamandır görmemiştim. Film de kötü. Sorry Steve. Sorry Frankie.

Send me a letter


İngiltere'de yeni pullar tasarlanmış ocak 2009'dan itibaren zarfların sağ üst köşesine bunlardan yapıştırılabilecekmiş.
Her ne kadar mektup bayıldığım bir şey olsa da artık faturalar, tebligatlar hariç hemen hemen hiçbir şekilde ilişkilerin ifadesinde, karşılıklı iletişimde kullanılmayan bir araç. Oysa ne kadar güzeldir mektup yazmak, mektup göndermek, birisinden mektup almak.
Keşke e-mail vs yerine güzel mektuplar alsam yeniden...

Le p't déj


take me to the place where the breakfast is good and happy meal! qu'on peut boire du café tant qu'on veut, qu'on mange des croissants, des pains au chocolat, des chinois. Zut! ça me manque, la mode de vie a la française. énormement-des fois.

Friday, December 12, 2008

(gece) çıkmadan önce # 4

I've got the sweetest hangover
I don't wanna get over
sweetest hangover

"love hangover", diana ross, 1976

Hiç beklenmedik


Gerçekten de hiç beklemiyordum. Buraya koyduğum, zaten "ben sen bizim oğlanın" okuduğu bir yerde yazıp çizdiğimin anlamlı bir hediye olabileceğini tahmin etmiyordum. Ama demek ki oluyormuş, demek ki değer vermek takip etmek sadece büyük lafların şımarıklığı altında kalmak, bundan marifetmiş gibi bahsetmek değilmiş.

Nasıl güzel bir duygudur, anlatamam. Burada yazdım, keşke olsa dedim ve dün bu kadar anlamlı bir şekilde hiç beklenmedik bir zamanda gelen bu hediyeyi boynuma taktım. Gerçekten de hiç beklemiyordum. Doğru, söylemişti "sana küçük bir sürprizim var" diye. Varmış, haklıymış. Şu anda boynumda. Resimde gözüktüğü kadar eğlenceli bence. Belki zincirini değiştiririm ama çok eğlenceli çok komik çok manalı çok c'est l'intention qui compte. Teşekkür ederim. Kim bilir dün yeterince edememiş, coşkumu yeterince belli edememişimdir. biliyorsun tutuluyorum bazen ben," it " halim kilitliyor beni. işte o zamanlar öyle araba camından sarkıp "bırakayım mı? " dediğim gibi olmuyor, afallıyorum.

songs n' motto # 6


you carry the lantern
I carry you home

"the turning", dig out your soul, noel gallagher-oasis, 2008

Wednesday, December 10, 2008

Soğuk

Kış soğuğu var dışarda. Kar değil ama kışın geldiğini hissettiren bir soğuk bu. O kadar ki dışarı çıkınca yanakların pembe hatta kırmızı olmasına sebebiyet veren bir soğuk bu. O kadar ki beyaz tenli birisini solgun değil de canlı, diri gösteren bir soğuk bu; güzel gösteren cinsinden. Ha bir de fazla makyaj yapmamak gerekiyormuş, arabasının aynasına bakıp da söylediğimde Sekvotka öyle söyledi, "benden sana tavsiye" dedi. Akşam yemek yapacağım, muhtemelen yine içilecek, muhtemelen yine çıkacağız ve muhtemelen bu akşam "fazla makyaj yapmayacağım" (muhtemelen maça bakamayacağım). that's life.

Tuesday, December 9, 2008

Çocuklu kahvaltı

Çok zor bir iş. Özellikle de çocuğu olmayanlar için. İnsanın ancak kendi çocukları veya çok sevdiği çocuklarla yaptığında "zorluğun" hissedilmeyeceği bir durum. Her şeyin mükemmel hazırlandığı bir masa, porselen takımlar, her içeceğe uygun bardaklar vs hiçbir şekilde bir anlam ifade etmeyebilir çocuklu ortamlarda. Çocuk olunca masada hele de küçük iki küçük kardeşten bahsediliyorsa her şey olabilir; tabaklar kırılabilir, içecekler dökülebilir, ağlama krizleri yaşanabilir. Ha bir de en muhteşemi masadan kalkıldığında sandalyelerinin altı tamamen ekmek, poğaça kırıntıları ile olması.

7:30'da uyanılıp çocuk tayfasının midesine sucuk, salam gibi kimyasal işlemden geçmiş bir şey girmemesi için hazırlanan organik bir kahvaltı masası, kahve & çay, bağıran ve elleriyle konuşan çocuklar, beş büyük, iki çocuk, çok sevilen ve şımarık olmayan, tutturmayan, mızmızlanmayan, konuşulabilen iki çocuk, sevilen iki çocuk, abla demeyen iki çocuk... Çok zor ve çok gürültülü iş çocuklu kahvaltı. Ya insanın kendininkileriyle ya da ancak çok sevdikleriyle yapınca bir nebze olsun zor gelmeyecek hatta keyifli bir hale dönüşebilecek bir durum. Diğer "el" durumlar bence feci itici ve zul.

Erken hazırlık, kahvaltı, heyecan, eğlence, mutluluk, sonrasında temizlik derken çocuklu 3 saatten sonra çok yoruldum bu sabah.

anotherstar, ipod'umu dinlemek ister misin? ekmeğimi kızartabilir misin? yanına oturabilir miyim? beni sen giydirir misin?

Monday, December 8, 2008

Bayram dedikodusu


Futbol sevip bazı futbolcu ve kulüpleri zerre sevmediğimden sevmediklerime özel ilgi gösteriyorum. O yüzden yağmur yağması beklenen ama bir türlü yağmayan, kimi mahallelerininde kurban kokuları altında kıyımlar yaşanan İstanbul'undan bayram dedikodusu olsun.

Tahammül edilmez öküzlükte olan Wayne Rooney ve kendisi gibi varoş karısının gelirleri bir dava sebebiyle kamuya açıklanmış. Hadi çocuğu anladık, yetenek metenek ve ardından gelen sponsorluklar peki ya kızın durumu nedir? Sekiz kitap anlaşması, televizyon programı vs... Buradan anladığımız şu ki geleceğin dünyası paralı ama varoş zihniyetin elindedir.
Hayırlı olsun, buyrun buradan yakın, üstüne bence 2.yi de yakın, bir de yanında bir şişe rakı devirin.

Sunday, December 7, 2008