Thursday, May 31, 2007

Istanbul guide


Böyle büyük bir hazırlık olamaz bende... O gelecek, akşam bende kalacak, eğleneceğiz diye bütün gün koşuşturdum, temizlik yaptım, alışveriş yaptım, diş fırçası aldım, yatakları değiştirdim. Ve geldi, kaldı, eğlendik, konuştuk, içtik, çıktık, orada da içtik güldük, komiklik yaptık, sarıldık (gerçekten "kim acaba" bölümünün heyecanını seviyorum, valla beğeniyorum üslubumu)

İşin aslı sevgilim gelip kalsa bu kadar çaba sarfetmezdim. Ama valla M. için o sıcak havada çıkıp alışverişe gittim, sürprizler hazırladım, komiklik olsun diye çocuk diş fırçası ile aldım. Bu kadar mı eğlenebilirim? Veya Eğlenebiliriz? (zaten bu kadar çabayı 4'lü ve dostarım, cidden sevdiklerim için sarfederim, başkasına biraz zor açıkcası)
Gerçekten sansasyonel bir geceydi. O nasıl eğlenmek öyle..? Gecenin sonunda kadim 4'lü yine buldu birbirini. Sarılındı, öpüşüldü. Ve yine herkes mi Asmalı Mescit'te olur dün akşam? Aman Allahım, hemen herkesi gördüm dün gece. En son Otto'da aptal bir içecek içtim ama pek hatırlamıyorum. Komik, komik, çok komik bir geceydi. Haliyle uyku sadece 3 saat filan.

M. günler öncesinden, bende kalacağı gecenin ertesi günü işi kırıp İstanbul turu yapmayı istediğini söylemiş, haliyle de beni ikna etmişti. Doğma büyüme Nişantaşlı kız Galata'da, Balat'ta, Karaköy'de...Beynimi yedi resmen, elinde fotoğraf makinesi onu bunu çeken bir insan, ben yanında sanki İstanbul dışından gelen bir turistin rehberi olarak neredeyse utanç halindeyim. Bir de elinde kocaman, eşşek gibi İstanbul Guide yazan bir dergi, açıp açıp ona bakıyor, ben iyice yerin dibine giriyorum sanki yanımda Ankaralı, bilmem nereleri taşıyorum.

Büyük şehirlerde doğmuş büyümüş olmanın bazı yazılmamış kuralları vardır: turist gibi davranılmaz, bazı yerlere gidilmez, bazı kulelere vs çıkılmaz filan. Mamafih M. ile maşallah bütün bu kool kuralları yıktık, gayet Turist Ömer kılığında gün geçti (tipler de hafif yabancı gibi olunca, elde eşşek gibi İstanbul Guide ve fotoğraf makinesi dolaşınca türlü türlü olay başımıza geldi).

P.S. M. sabahın köründe hafifce yatıp yine sabahın köründe tam karşıdaki okulun çocuk seslerini duyunca, çocuklara, fiziksel olarak yapmasının asla imkansız olduğu bir küfür sarfetti, beni gülmekten yerlere yatırdı: bütün şu cıyak cıyak bağıran, koşuşan çocukları sıra sıra ...m

P.S. (2) Şu aptal red bull air ne boksa, hepsini vurabilirim. Zaten bütün gün beynimde yankılandı oradan oraya manasızca giden uçaklar, bir de eve geldim iyice beynimin içinde çünkü tam karşımda cereyan ediyor. Geçen sene evden arada bir bakmıştım, cumartesi de şöyle bir göz atarın ancak dünden beri beynimin içinde öttükleri için o uçakları pompalı tüfek ile vurmak istiyorummmm. Yeter ama ya.

Tuesday, May 29, 2007

There's (absofuckin'lutely) no problem

Sevdiğim, beğendiğim insan G.G. kötü ve her an girişecekmiş gibi fırlattığı bakışları ile "No Problem" demiş. O halde takip ediyorum kendisini.

Her şey güzel olacak, her şey yoluna girecek, su yatağına yerleşecek ve la vie sera en rose. Ya da onun gibi bir şey.

whatever happens happens

Franchemt, j'en ai un peu marre de ceux qui n'ont pas de couilles à faire quoi que ce soit. Un peu de dignité, un peu de respect!

My Mood...My Music...My World

Kıyafetlerin arasına düşmüş vaziyette fonda çalarken aa çok güzelmiş, pek hoş filan diye dinlerken birden derinden gelen ıslığı duyan av köpekleri gibi elbiselerin, t-shirtlerin arasından salona uçtum (haliyle afgan tazısı çevikliğinde olmadığımdan uçarkan ayağımı çarptım, morluk # 2) .

IKE'S MOOD I ( Isaac Hayes, 1970)

Bende yok diye hayıflanıyordum, yine en son Oxigen'de duyup yine Barthez'in beynini yemiş, "kaldır kıçını da gel buraya çekeyim" lafını duyup oturmuştum.

Denon ve Dali bugün mutlu oldular çünkü performanslarının en yüksek derecesine ulaştılar, uzun zamandır bu kadar yüksek sesle dinlememiştim.

Garip şarkıdır Ike's Mood I. İnsanı yükselttiği gibi ağlatabilir de. Kısacası kayıtsız bırakmaz.

Eğer konserde çalmazsa yıkılırım herhalde ama bir yolunu bulmalıyım, söylemeli, haber göndermeli, orduevi orkestrasından şarkı ister gibi minik beyaz kağıda istek şarkısında bulunmalıyım. Eğer işe yararsa parfüm bile sıkabilirim. Hoş kendileri 70'ne merdiven dayamış biri de olsa yaşında belli olmaz, kokunun gücü diye bir şey var.

Monday, May 28, 2007

L'étranger (ère)

"Tout refus de communiquer est une tentative de communication ; tout geste d'indifférence ou d'hostilité est appel déguisé"

1942 yılı...

Albert Camus, L'étranger (Yabancı) adlı romanını yayınlıyor. İlk satırlarda, ilk sayfalarda çok etkileyici olmasa da okuyucuyu yavaş yavaş, kayıtsızlık, ilgi, toplumsal ve ailevi bağlar ve bunların birey üzerindeki etkisi, hatta baskısı ile içine çeken bir roman.

Bazen insan yabancı hisseder kendisini. Her şeye, hatta kendisine dahi yabancı gelir, tanıyamadığı anlar yaşar. Çevresindekilere, en yakınlarına, yaşadığı şehre, semte uzak hisseder.
Akşam akşam Cumhuriyet yine coşmuş bir vaziyette ve yine kalabalıktı. Taksilerden inen süslü insanlar, dizilerin yıldızcıkları gece sortie'sine bizim Cumhuriyete gelmişler, her tarafı doldurmuşlar, oturacak soluklanacak yer bırakmamışlardı çevrenin asıl sakinlerine. Bir anda daraldım, taşınacağım buradan dedim (buna kendim dahi inanmasam da arada bir söyle(n)mek iyi geliyor).
Hazır Camus ile başlamışken onunla bitsin. Çok anladığımdan değil, sadece sevdiğimden dolayı oldu olacak futbol olsun.
3o'lu yılların Cezayir'i ve işte futbolsever filozof, yazar ve kaleci Albert Camus (en önde kasketli olan kendisi) .
P.S. K 4 U-seviyorum

Sunday, May 27, 2007

Un homme et une femme



Madem ki bugün itibariyle 60. Cannes Film Festivali bitti o halde bu post sinema olsun, cinéphile olsun.


1966 yılı...

Claude Lelouch artık bugün klasikler arasına girmiş filmi "Un homme et une femme"'i yapmış ve Cannes'da Palme D'or kazanmış ve 2 Oscar heykelciğini evine götürmüştür.

Çok bilinen meşhur müziği de François Lai'ye aittir.

Chick movie olayından hazzetmeyen ben dahi, pek severim bu filmi. Öyle manasız aşk & romantik filmi değildir. Güzeldir. Hele la femme Anouk Aimée ciddi güzel kadındır. L'homme Jean-Louis Trintignant tartışılır ama çift olarak güzeldirler. Hani bazı çiftler vardır,bir yere gittiklerinde, bir mekanda dikkat çekerler, herkes bir şekilde onlara bakar. Salt güzel, çekici oldukları için değil, birlikte güzel oldukları içindir bu. Belki dünyanın en güzel çifti değildirler ama aralarındaki idyll'dir insanlar üzerinde bu etkiyi yaratan.

Whatever

Never on sunday...

Saturday, May 26, 2007

A design for life

Just designed little something for life...

I've got you under my skin




İşte budur.

Lütfen karşı cins beyaz gömlek, takım elbise giysin. Ağırlığı olsun. Biliyoruz kendisinin mafya ile bağlantısı var, hatta "Baba" filmindeki şarkıcının o olduğu söylenir. Zamanında Mia Farrow ile evlenmiş insan.
Mia Farrow 21, Frank Sinatra 50 yaşında. O zaman viagra da yok. Garip bir çifttiler. Zaten çok uzun sürmedi. Ama anlamadığım, Frank Sinatra'dan sonra nasıl gidip de Woody Allen ile beraber olabilir insan. Biri nevrotik, biri kool.
Yıllarca beraber olduğu ve Central Park'a bakan iki ayrı daire ayrı yaşadığı Woody Allen gitti evlat edindikleri çinli kız ile beraber oldu, Mia ile ayrılıp onunla evlendi filan. İlişkiler gerçekten ilginç bu dünyada. Her şey olabiliyormuş.

P.S. Geçen sene saçlarımı kestirdiğimde J.A. "mia farrow'un frank sinatra dönemi gibi olmuşsun çocuğum" demişti. Tipin zerre kadar alakasi yok da J.A.'ya onu andırmış, "kaderin öyle olmasın çocuğum" diye de bitirmişti.

P.S.(2) Frank Sinatra'nın bir de "When I was Seventeen" diye bir şarkısı vardır ki... Hafif hüzünlü ama çok sevilendir.

Hot summer city nights

- Cuma, Galatasaray- Beyoğlu
- Gece
- Taze yeşil elma suyu ve votka.
- Kızlar (sp değil).
- Dedikodu.
- Alicia Keys, 2nd album,
- Müziğinden hiç hazzedilmemesine rağmen Diana Krall- I've got you under my skin. Ancak benim favorim her daim Frank Sinatra'dır bu şarkıda. O zevzek Bono ile beraber dueti değil ama.
- Komik. Rüya. O kadar konuşmanın üzerine haliyle Gennaro Gattuso. Biliyorum, kıro zevkleri olan bir insanım ama yapacak bir şey beğeniyorum kendisini. O anlaşılmaz Napoli aksanı ile konuşmasını, vs vs. Kısa boylu galiba bir de. whatever. En son bir resmini gördüm şampiyonluk sonrası kulüp otobüsünün tepesinde gözünde havalı gözlükleri ile piç piç gülüyordu. Sekvotka kızacak yine ama ne yapayım, durum budur. Küçük Gattusino'ların dayısı olarak artık onların eğitiminden sorumlu olur...(tutamadım, kahkahalarla güldüm)

Monday, May 21, 2007

İlaç


Hepimizin kullandığı ilaçlardan biri şu muhteşem fis fis fis diye suya atılınca sesler çıkartan ürün. 75. yılıymış bu yıl. Bu 70'lerin sonlarından bir reklam; yorum yapmayacağım çünkü çözemedim kadınlar tarafından beslenen adamın hikayesini.

"Nerden çıktı bu da şimdi" diye düşünülürse, okuduğum kitaptan diyeceğim. Bir de tabii daha dün sabah iki taneyi aç karına içmemin de etkisi yok diyemem. Fransızlar her şeyi, her ismi kendilerine göre çevirdikleri için bunu da çevirmişler ve Aqua- Selzer yapmışlar. ...les amis de Luc parlaient de l'aqua-selzer de de ses bienfaits pour les lendemain de fête. Il y avait donc toute une serie d'êtres qui prenaient de l'aqua-selzer qui sentaient leur corps le matin comme un merveilleux jouet, que l'on use en s'amusant, qur l'on soigne avec entrain. Peut-être devais-je quitter les livres, les conversations, les promenades à pied et aborder au rivage des plaisirs de l'argent, de la futilité et autres distractions absorbantes. En avoir les moyens et devenir un bel objet. Luc les aimait-it?... Françoise Sagan, un certain sourire

Yazımı, telaffuzu farklı da olsa ayni şeyi ifade ediyor. Bazen hayatta da karşımızdaki aynı şeyleri söylemeyi çalışıp ya beceremiyoruz ya da farklı cümleler kurarak anlatmaya çalışıyoruz. Kimi zaman anlaşılıyor, kimi zaman boşveriliyor.

whatever happens happens

Mideye, baş dönmesine iyi gelen ilaçtır. Çok kıskandığım bir şekilde kimilerinin asla ihtiyacı olmaz bu fis fis diye ses çıkartan ilaca ancak ben onlardan değilim. Bir de şunun başka acıları geçirenini de üretseler ne şahane olacak...


Sunday, May 20, 2007

Never on sunday...Black



Çok güzel şarkıdır Black. Özellikle de unplugged versiyonu. Sonlara doğru du du du ile başlayan yerden itibaren insanı alır götürür. Eddie Vedder epey hisli bir şekilde "I know someday you'll have a beautiful life, I know you'll be a star in somebody else's sky, but why why, why can't it be, why can't it be mine" der ve "we belong together" cümlesini *5 tekrar ile şarkıyı bitirir. Vurduğunu, daha da vuran şarkıdır Black, süründürür yerlerde.

Vitalogy'den sonra almadım albümlerini ama ilk iki albüm de hala durur gold mine'da.

Basık, kasık, boğucu havadan kurtulmak için düşündüğüm rescue kit'im işe yaradı.tribün+vogue+kahve+su+lui+müzik+müzik+müzik.... Gerçekten bazı şeyler için never on sunday

Heyecanın sonu

Heyecanıma değen bir gündü, dün.

Sevgili O. ile saat 16'dan Develi'de masaya oturduğumuz, haliyle de içmeye başladığmızdan maçın ikinci yarısı bende ara ara kopuk desem yeridir.

Develi ilginç yer vesselam (kazık olmasını da geçiyorum bu arada). Arka tarafında büyük ekranımsı, perdeli bir yer var, bütün fenerliler orada. Bağırış, çağırış, küfür... gayet (sevdiğimiz) seviyesiz bir ortam söz konusu. Arada bir çıkıyor birileri, "durun aman küfretmeyin çocuğum karım var" yanımda diye. Haklı olabilir de o zaman niye geliyorsun oraya? Ortam, insanlar belli, gelme, yan tarafta otur, orada kimse küfretmiyor.

Küfür, küfretmek ilginç bir şey zaten. Bazen büyük bir samimiyetin, bazen de hakaretin ifadesi. Samimiyet ifadesi olunca güzel olduğunu düşünüyorum. Yani haddini bilmek diye bir şey var ama insanın yakınlarıyla laubali olması gayet hoş bir şey. Bizde F.A. nazik bir insan olduğundan hemen hemen hiç küfretmez, eğer küfrettiyse gerçekten bir şey olmuş, gerçekten sinirlenmiş demektir. J.A. ise deli rumelili kanı taşıdığı için küfreder ama raconu ile. Hiç sevmez öyle yeni nesil, adabını bilmeden küfredenleri. Beni duydukça "çocuğum, küfretmenin de bir raconu vardır" der. Ne diyeyim, haklıdır.

Develi'deki bir başka durum ise, karşı cinsin fantastik yaklaşma çabaları. Gelmişim, yanımda arkadaşım oturmuşuz, heyecandan ölmek üzereyim, gözlerim ekranda, yani mekanın geri kalanı umrumda değil. Umrumda olmadığı gibi, zerre kadar ilgilenmiyorum desem yeridir. Ama tabii manyak manyak olunca zaptetmek zor oluyor. Sen gel elin adamı, tut elimi, bana kolye ver. Ben şoktayım, O. şokta ama ne olduğunu anlamıyoruz. "Bırakmayacağım bu eli, şans getiriyor" gibi laflar ediyor, maç bitecek, zaten hafiften dönüyorum. Sonra mutluluk anı geliyor, biz O. ile birbirimize sarılıyoruz ho ho ho diye. Sonra adam çıkartıp bana nüfus cüzdanını veriyor sende kalsın gibilerinden. Tanımam etmem, oturduğu masaya sırtım dönük, o kadar uzağım yani. Manyak mısın be adam neden çıkartıp nüfus cüzdanını verirsin bir kıza? Yani şu dünyada ilginç davranış gördüm ama herhalde bu birinci sıraya çıkar.

Sonrası biraz salaktı haliyle. Sıkıldım. Döndüm evime.

* Bütün sevdiğim GSlılar telefonlarını kapatmışlardı, paylaşamadım coşkumu, sevincimi. Biri hariç. Zaten kendisini severim, haysiyetli bulurum, daha bir saygı duydum.

* F.A. dünkü olaylardan sonra yazı yazacakmış "1960' dan beri GS maçlarına giderim artık ne kombine almak, ne de seyretmek istiyorum" şeklinde. Çok sinirlenmiş. Bence de lig mig hikaye, körlerle sağırlar birbirini ağırlar durumu. Şampiyonluk filan da bize biraz züğürt tesellisi, işin doğrusu. Tribün insanında da, içindeki o saçma hırstan da sıkıldım resmen. Zaten hava basık, içim daraldı bir anda. Çıkartayım o müthiş Tribün dergisinin eski sayılarını da Vogue ile beraber okuyayım, pazar pazar keyfim yerine gelsin.

* Asıl bombayı unuttum! Dün öğleden sonra gittiğimizde Kalamış Marina'ya Hıncal'ı tüm ihtişamıyla Le Chapeau d'Ertegin (ertekin mi yoksa? bilmiyorum ki ismini bu adamın) yerinde gördüm. Bu adam maç seyretmiyor mu? Gidemiyor değil mi tribüne? Sevimsiz şey. Yalnız ben bunların yanındaki kızlara da hastayım. Biraz mide, biraz haysiyet ya. Değmez yani bu heriflere.

* Öncesinde O.'nun karısı ve 3,5 yaşındaki oğlu da vardı bizimle. Küçük dev adam muhtemelen benim doğumuna şahit olduğum ve sevdiğim tek çocuk. Öyle çocuk hastası kızlardan olmadığımdan pek ilgilenmem başkalarının çocuklarıyla (ama sanıyorum benden bir tane daha fikri hiç fena değil. küçük bir anotherstar daha bu dünyaya. tamamdır). İşin ilginci çocuklar da beni sever, bana gelirler. Etrafımda evli-çocuklu arkadaşım da olmadığından çocuk milleti dünyamda pek yer almıyorlar desem yalan olmaz. Ama severim küçük dev adam'ı. Eskiden ismimi çok komik telaffuz eder, güldürürdü beni. Dün yine bir şey yaptı ki... Evi aradım O. ile konuşmak için. "Dur sana küçük dev adam'ı vereyim konuşun" dedi . Neyse konuşuyoruz, "nerdesin, geliyor musun vs " gibi çocuk lafları ederken birden " dur sana Barut'u vereyim onunla da konuş" dedi (aynen bu cümleyi kurdu) ve biz orada koptuk çünkü Barut köpeklerinin ismi.

Saturday, May 19, 2007

Faire le gr'd pas


Heyecan ve coşkudan sabah geç farketmiş, geç okumuşum. Yine gülmekten yerlerdeyim. Belki her zaman değil ama ara sıra da olsa karşı cinste yarattığım etki bu diye düşünüyorum.
Amann ne yapayım, gülü seven dikenine katlanır. Ayrıca hayat bu, böylesi daha eğlenceli. Ne öyle kasık kasık ilişkiler. Allez, hop! Grand pas, tourne-toi, tourne-moi et moi je tombe ds tes bras... pas mal, comme résultat.

Bugün...

Uzun zamandır bir cumartesi gününü bu kadar heyecanlı beklememiştim. Buna geçen kutlama-anniversaire vs haftası bile dahil.

Pazar gecesinden başlayan, pazartesi sabahının ilk saatlerinden beri içimde cumartesi gününe dair bir heyecan, bir coşku var ki anlatamam... Gün bugün, vakit akşam, saat 19.

Artık talihsizliğim mi, kaderin bir cilvesi mi bilmiyorum ancak ben bu kadar fener fener diye söylenirken yakın arkadaş çevremde 2-3 kişiyi geçmez bu coşkuyu paylaşacağım insan sayısı.

En yakınlarım-gerçekten en yakınlarımın- hepsi Galatasaraylı. Şöyle omzuna dayanacağım bir insan mı çıkmaz ya? İşte bir Rey. var, bir de O. (hadi efsane'yi de sayalım ama o muallim, karşı tarafa saygılı bir insan maç seyrederken. bir de ayrılmışız filan, bazen, bazı anlar ilginç olabiliyor). Kadim dostum Sekvotka, M, R. vs hepsi Galatasaraylı, hem de en iğrenç halleriyle (beşiktaşlı bile değiller. hepsi mi galatasaraylı olur bu insanların? nasıl bir talihsizliktir benimkisi? ) . Ne beraber maç seyredebiliriz, ne maça gidebiliriz, ne de beraber aynı amaca yönelik küfredebiliriz. Sen her şeyi paylaş, gel burada ayrıl. Valla içimdeki üzüntüdür.

whatever

Yapacak bir şey yok, herkes hayatından memnun, herkes birbirine saydırıyor, demek ki her şey yolunda. Aşk ile nefretin birlikteliği böyle bir durum herhalde. Bazen en nefret ettiği aslında içten içe en sevdiği değil midir? En kötü, en keyifsiz zamanda da en nefret edilenden en beklenmedik jest gelmez mi zaten (enkazın, çöken evin altında dakikalar sayılıyken en nefret edilen ülkeden gelmedi mi en hızlı hareket, en dost el)? O yüzden nefret duygusu çok kötü gelmez bana. Duyarsızlık, umursamazlık daha kötüdür.

P.S. Saat 19'da O. ile Develi'deyizzzz. F.A. belki giderim diyordu maça ama Adnan Polat ve progéniture'den zerre kadar hazzetmediği için her an cayabilir. Ancak ben çıkışta dönerken karşıdan gider öperim onu, kaçırmam bu güzel günü.

Lay lay lay....

Lay lay lay...

Lay lay lay...

Friday, May 18, 2007

Yasak

Gündelik hayatta bize her an fevkalade surprizler yaşatan toprağımızda günlerdir mayo panolarının krizi konuşuluyor. Yasaklandı mı, yasaklanmadı mı? Türk halkı rahatsız mı oluyor bu görüntülerden? Utanıyorlar mıdır? Kesin rahatsız da oluyordur, utanıyor ama bakmak istiyordur, hele yaşayamadığı için daha çok sinirleniyordur. Yine bu toprağın en saygın gazetesi Hürriyet'teki yorumlar düşüncelerimi destekler yönde.

Dün J.A. ve F.A. evlatlarının evine ziyarette bulunurken konuşulan konulardandı. Televizyonda da Godfather serisinin ilk filmi vardı, ona bakınırken ve badeleri yudumlarken F.A. "bak islamiyet olmasıydı Türkiye şimdi İtalya gibi bir yer, hatta belki de konum olarak ondan daha güçlü, daha zengin olacaktı, küçük bir kasabada giderken oturup meydandaki kahvede şarap içecektik, bazı şeyler daha rahat yaşanacaktı" derken, bir yandan da "maçlar bitti ya, ne seyredeceğiz şimdi?" diye söyleniyordu.

whatever

Fransa'da böyle afişler, reklam panoları sıklıkla kullanılır. Muhtemelen bu konularda en rahat, en az sansür uygulayan ülkelerdendir Fransa (hele hele amerika'nın muhafazakar politikasına bakılırsa, fransa galaksinin bir diğer ucunda sanki). Aubade markasının reklamları her yıl olay yaratır. O kadar ki, bazı reklamlara feministler itiraz eder, cumhurbaşkanına mektuplar yazarlar ve bu tip reklamlarda kadının bir meta olarak kullanıldığını dile getirirler. Doğru olabilir, ancak ben öyle düşünmediğimden, bizim dükkanda da yasak olmadığımdan ve de bugünlerde eski bonjour chéri günlerimi andığımdan aşağıdaki reklamı koyuyorum. Tabii bir de yasak ve otorite kavramından büyük rahatsızlık duymam da sebeplerden sayılabilir.

Bence asıl üzücü olan, fransız kadınları bu tip olaylara bu kadar tepkiliyken kendi özel hayatlarında bir o kadar ezik ve bağımlıdırlar. Gerçekten de yaşamak için ilk gittiğimde beni çok şaşırtan bir olaydı bu fransız kadınlarının "non emancipée" ve "dépendante" durumu. 18,19 yaşlarında üniversiteye yazılmış hoş, akıllı kızlar, aa bir bakıyorsun daha o kadar genç yaşta, yıllardır aynı insanla beraber. Her şeylerini beraber yapıyorlar, kimsenin ayrı bir hayatı yok, her an "mon chéri, ma chérie". Baygınlık geçiriyordum resmen. Ya git, gençsin güzelsin manyak mısın 13 yaşından beri aynı insanla..?

P.S. "Agacer ses copains" lafı günün lafıdır.

P.S. (2) Berlin dönüşünde kendisini telesekreterine bıraktığım onun hiç sevmediği takımın marşları ile karşıladığım kadim dostum Sekvokta ile iletişimsizlik yaşadığımızdan bu resim ona gitsin.

Tuesday, May 15, 2007

Bezelye tanesi

Hani bir masal vardır: aslında prenses olan genç bir kız yağmurlu fırtınalı bir gecede yolunu kaybetmesi sonucu bir şatoya sığınmak ve kimliğini deşifre etmek zorunda kalır. Şatonun sahibi de bir prens olmasına rağmen kraliçe olan annesi, kendisinin prenses olduğunu idda eden bu genç kıza pek inanmaz ve test etmek ister. Uyumadan önce 40 adet döşeğin altına tek bir adet bezelye tanesi koyar ve oğluna "yarın her şey anlaşılacak" der.
Ertesi gün kraliçe prensese nasıl uyuduğunu sorduğunda prensesten "çok rahatsız uyudum, bir şey beni sürekli rahatsız ediyordu, her tarafım mosmor oldu" cevabını alınca kraliçe ikna olur ve masallardaki mutlu sona ulaşılır, filan filan.

"Çüş, kıza bak kendisini prenses sanıyor" filan diye nefret oklarının gönderilmesine gerek yok, sadece kendime gülüyorum sabahtan beri, aklıma da bu masal geldince yazayım dedim.

Cumartesi gecesi, sıklıkla babet giyen ben, elbisemin altına stiletto giydim ve saatlerce ayağımda kalması sonucu her iki ayağımda da aynı ayak parmaklarımda yara oluştu. Öyle büyük bir şey değil ama bir şekilde sızlıyor ve acıtıyor. Yaralar da, itiraf etmek gerekirse, gerçekten küçük ve kanama gibi durumlar da söz konusu değil, ama benim için feci bir durumda. Pazar sabahından beri yara bantları, kremler, özel muamale vs derken gece de yüzüstü yattığım için ara ara yatağa sürtünüp acıtması sonucu uyandım filan. Haliyle sabah kalkınca halime çok güldüm. "Ulan altı üstü iki nokta bir şey, amma olay yaptım" diye, sonra da aklıma bu masal geldi, masaldan sonra da asıl J.A. 'nın bu tip durumlar için kullandığı "kedi kıçını görmüş, ne büyük yara diye denize atlamış" lafı geldi. Hâlâ gülmeye devam ediyorum kendime. İyidir arada bir insanın kendisine-kıçıyla-gülmesi; diğeriyle olan ilişkiyi yumuşatır, gerginliği alır.

Monday, May 14, 2007

Kapı tokmağı


Benimkinin bununla uzaktan yakından alakası yok. Bu güzel, özellikli Safranbolu Evleri'nden bir alıntı. Benimkisi ise bildiğin çelik kapı tokmağı; yani özelliksiz hatta zevksiz bile sayılabilecek bir şey. Ne var ki bu, çalınmasına engel olmuyormuş...
Eve çıkarken kapının önüne gelip anahtarımı sokmaya yeltendiğimde kapıda sökülmüş bir vida gördüm. Hiçbir şekilde anlam veremeyip "aaa hırsız mı girmiş, ama alarm var, aralardı" filan diye düşünürken kapının tokmağının çalınmış olduğunu anladım. Kapı tokmağını çalmak ne demek ya? Bir insan neden kapı tokmağı çalar ki? Ne boka yarar kapı tokmağı çalmak, ne kadar eder ki satsa? Manyak mı? Ayrıca bu saçma ötesi durum neden benim başıma geliyor bir anlasam..?
Off kapı tokmağı nerden alınır acaba? Offfff

Sunday, May 13, 2007

La vie en rose

alt başlık: top yuvarlak
Gerçekten şu hayatta her an, her şeyin (iyi/kötü) olabilme ihtimalinin varolmasını seviyorum. Kendini bırakmış, çökmüş, yüreği sıkışan, "bitti" diye düşünen 2 karşı cins + 1 kızın 15 dakika sonra koltukların üzerinde bagırıp çağırıp zıplaması, telefonlara sarılması. Budur işte... Bu yüzden futbol güzel, hayatın her an şaşırtabilen ihtimalleri güzel. Yoksa öyle sanıldığı gibi, la vie en rose bir hayatım yok, aksine reality hurts ama bunun için ağlamayı sevmiyorum, o kadar.

Celebration, part II


Şu pastayı görünceye kadar uzun zamandır bu kadar şaşırdığımı, duygulandığımı hatırlamadığımı farkettim.
Evet, bu bizim 4'lünün bu akşamki kutlama için yaptırdığı pasta ve mumun üzerinde durduğu Sahibinin Sesi etkiketi üzerinde Anotherstar yazıyor... Gece, yemek, çok güzeldi ve sonlarına doğru M. B. ve R. 'nin hareketlenmelerinden pasta organizasyonunu tahmin etsem de bunu kesinlikle beklemiyordum. Pikap şeklinde plak ve anotherstar yazan pastam oldu ya, ne kadar etkilendiğimi yazsam söylesem azdır bundan sonra. Buna ek olarak bizim 4'lü şampanyayı da düşünmüş. Tabii ben bunların üzerine artık bütün koolluğumu bir kenara atarak gözyaşlarımı bıraktım aksın (kız olmanın avantaji, ulu orta ağlanabiliyor olması).
* Arkadaşlarım gerçekten beni tanıyormuş, bu gece bunu gördüm. Lapsus Clavis pek bir Audrey Hepburn hediyelerini düşünürken prenses tacını ihmal etmemiş. İşin komiği M. de "pek sever, pek ister" diye bana taç almış. Ve daha bugün "keşke taç alıp taksam kafama da bloga taçlı bir resmimi koysam" diye düşünürken arka arkaya iki adet prenses tacına sahip olmam bana yine "keşke şu hayattan başka şeyler isteseymişim" düşüncesini hatırlattı (benzer bir durum isaac hayes dileğimde olmuştu). Asıl mutluluk verici olan, gelen herkesin doğum günü bu olmazsa olmazı baskısı yaratan hediyelerini düşünerek, özenle seçmiş olmalarıydı. Zaten bence insana sevdiğinden, dostundan gelen asıl hediye de budur ; düşünülmek, özenilmek, çaba sarfedilmiş olması. Yoksa o onu almış, bu bunu almış, cidden boş işler.
* Medeni eski sevgili mevzusunda yaban ellerde Demi Moore & Bruce Willis varsa bizde de valla Efsane ve Anotherstar var. Yemeğe Efsane de katıldı, pek şirin ama pek bir ex idi. Gerçekten başka hayatlara, başka yönlere ilerlemişiz. İnsan taşları kafasında bir yere oturtuyorsa medeniyet adına hiçbir zorluk olmuyor. Aksine istenilen şey, o kadar zaman değer verilenin bundan sonraki diğer hayatında mutlu olması. Zaten asıl önemli olan da, o hayatın artık diğer hayat olduğunu idrak edebilmekte.
* Yemek sonrası gidilen Klub Karaoke'ye "A. hanım nerdesiniz, herkes sizi bekliyor" gibi bir karşılama cümlesi ile girildi. Gerçekten de herkes gitmiş ama parti sahibi ben, biz, koca grup yokuz ortada. Mu. çok sinirlenmiş olmasına rağmen yine de affetti beni.
Bitti, bitti 40 gün 40 gece kutlamalar... Herkes rahat bir nefes alabilir, nefret duyguları dondurulabilir bir süreliğine. Ben de dönüyorum rutin, sıradan hayatıma (???)

Saturday, May 12, 2007

İnsan Yaşadıkça

İlk okuduğum kitabı Varlık'tan çıkmış küçük bir kitaptı. O. Henry'nin (asıl adı ile William Sydney Porter) "İnsan Yaşadıkça" adında eski, sarı sayfalara basılmış bir cep kitabıydı (kitabın ismi ya "insan yaşadıkça", ya da "yaşayan görür" gibi bir isimle basılmıştı, emin olamadım şimdi). Tam bana göre, yani hayattaki tesadüflerin ne denli önemli olduğunu, hiç farketmeden tesadüflerin bize neler yaşatabildiğini, nasıl çevrelediğini, güldürdüğünü kimi zaman da üzdüğünü gösteren hikayelerdi bunlar. Hayatın kendisi gibi.

İnsanoğlu bir alem. Her gün, yaşadıkça yeni bir yönünü görüyorum, tanıyorum, tebessüm ediyorum, hayal ediyorum, çoğunlukla anlamıyorum, deliriyorum, sinir oluyorum, ama o karmaşa ve curcuna içinde yine de keyif alıyorum (en azından almayı deniyorum) ...

"Girl", O. Henry
IN GILT letters on the ground glass of the door of room No. 962 were the words: "Robbins & Hartley, Brokers." The clerks had gone. It was past five, and with the solid tramp of a drove of prize Percherons, scrub- women were invading the cloud-capped twenty-story office building. A puff of red-hot air flavoured with lemon peelings, soft-coal smoke and train oil came in through the half-open windows.Robbins, fifty, something of an overweight beau, and addicted to first nights and hotel palm-rooms, pretended to be envious of his partner's commuter's joys."Going to be something doing in the humidity line to-night," he said. "You out-of-town chaps will be the people, with your katydids and moonlight and long drinks and things out on the front porch."Hartley, twenty-nine, serious, thin, good-looking, ner- vous, sighed and frowned a little."Yes," said he, "we always have cool nights in Floral- hurst, especially in the winter."A man with an air of mystery came in the door and went up to Hartley."I've found where she lives," he announced in the portentous half-whisper that makes the detective at work a marked being to his fellow men.Hartley scowled him into a state of dramatic silence and quietude. But by that time Robbins had got his cane and set his tie pin to his liking, and with a debonair nod went out to his metropolitan amusements."Here is the address," said the detective in a natural tone, being deprived of an audience to foil.Hartley took the leaf torn out of the sleuth's dingy memorandum book. On it were pencilled the words "Vivienne Arlington, No. 341 East --th Street, care of Mrs. McComus.""Moved there a week ago," said the detective. "Now, if you want any shadowing done, Mr. Hartley, I can do you as fine a job in that line as anybody in the city. It will be only $7 a day and expenses. Can send in a daily typewritten report, covering -- ""You needn't go on," interrupted the broker. "It isn't a case of that kind. I merely wanted the address. How much shall I pay you?""One day's work," said the sleuth. "A tenner will cover it."Hartley paid the man and dismissed him. Then he left the office and boarded a Broadway car. At the first large crosstown artery of travel he took an eastbound car that deposited him in a decaying avenue, whose ancient structures once sheltered the pride and glory of the town.Walking a few squares, he came to the building that he sought. It was a new flathouse, bearing carved upon its cheap stone portal its sonorous name, "The Vallambrosa." Fire-escapes zigzagged down its front -- these laden with household goods, drying clothes, and squalling children evicted by the midsummer heat. Here and there a pale rubber plant peeped from the miscellaneous mass, as if wondering to what kingdom it belonged -- vegetable, animal or artificial.Hartley pressed the "McComus" button. The door latch clicked spasmodically -- now hospitably, now doubt- fully, as though in anxiety whether it might be admitting friends or duns. Hartley entered and began to climb the stairs after the manner of those who seek their friends in city flat-houses -- which is the manner of a boy who climbs an apple-tree, stopping when he comes upon what he wants.On the fourth floor he saw Vivienne standing in an open door. She invited him inside, with a nod and a bright, genuine smile. She placed a chair for him near a window, and poised herself gracefully upon the edge of one of those Jekyll-and-Hyde pieces of furniture that are masked and mysteriously hooded, unguessable bulks by day and inquisitorial racks of torture by night.Hartley cast a quick, critical, appreciative glance at her before speaking, and told himself that his taste in choosing had been flawless.Vivienne was about twenty-one. She was of the purest Saxon type. Her hair was a ruddy golden, each filament of the neatly gathered mass shining with its own lustre and delicate graduation of colour. In perfect harmony were her ivory-clear complexion and deep sea-blue eyes that looked upon the world with the ingenuous calmness of a mermaid or the pixie of an undiscovered mountain stream. Her frame was strong and yet possessed the grace of absolute naturalness. And yet with all her North- ern clearness and frankness of line and colouring, there seemed to be something of the tropics in her -- something of languor in the droop of her pose, of love of ease in her ingenious complacency of satisfaction and comfort in the mere act of breathing -- something that seemed to claim for her a right as a perfect work of nature to exist and be admired equally with a rare flower or some beauti- ful, milk-white dove among its sober-hued companions.She was dressed in a white waist and dark skirt - that discreet masquerade of goose-girl and duchess."Vivienne," said Hartley, looking at her pleadingly, "you did not answer my last letter. It was only by nearly a week's search that I found where you had moved to. Why have you kept me in suspense when you knew how anxiously I was waiting to see you and hear from you?"The girl looked out the window dreamily."Mr. Hartley," she said hesitatingly, "I hardly know what to say to you. I realize all the advantages of your offer, and sometimes I feel sure that I could be contented with you. But, again, I am doubtful. I was born a city girl, and I am afraid to bind myself to a quiet sub- urban life.""My dear girl," said Hartley, ardently, "have I not told you that you shall have everything that your heart can desire that is in my power to give you? You shall come to the city for the theatres, for shopping and to visit your friends as often as you care to. You can trust me, can you not?""To the fullest," she said, turning her frank eyes upon him with a smile. "I know you are the kindest of men, and that the girl you get will be a lucky one. I learned all about you when I was at the Montgomerys'.""Ah!" exclaimed Hartley, with a tender, reminiscent light in his eye; "I remember well the evening I first saw you at the Montgomerys'. Mrs. Montgomery was sound- ing your praises to me all the evening. And she hardly did you justice. I shall never forget that supper. Come, Vivienne, promise me. I want you. You'll never regret coming with me. No one else will ever give you as pleasant a home."The girl sighed and looked down at her folded hands.A sudden jealous suspicion seized Hartley."Tell me, Vivienne," he asked, regarding her keenly, "is there another -- is there some one else ?"A rosy flush crept slowly over her fair cheeks and neck."You shouldn't ask that, Mr. Hartley," she said, in some confusion. "But I will tell you. There is one other -- but he has no right -- I have promised him nothing.""His name?" demanded Hartley, sternly."Townsend.""Rafford Townsend!" exclaimed Hartley, with a grim tightening of his jaw. "How did that man come to know you? After all I've done for him -- ""His auto has just stopped below," said Vivienne, bending over the window-sill. "He's coming for his answer. Oh I don't know what to do!"The bell in the flat kitchen whirred. Vivienne hurried to press the latch button."Stay here," said Hartley. "I will meet him in the hall."Townsend, looking like a Spanish grandee in his light tweeds, Panama hat and curling black mustache, came up the stairs three at a time. He stopped at sight of Hartley and looked foolish."Go back," said Hartley, firmly, pointing downstairs with his forefinger."Hullo!" said Townsend, feigning surprise. "What's up? What are you doing here, old man?""Go back," repeated Hartley, inflexibly. "The Law of the Jungle. Do you want the Pack to tear you in pieces? The kill is mine.""I came here to see a plumber about the bathroom connections," said Townsend, bravely."All right," said Hartley. "You shall have that lying plaster to stick upon your traitorous soul. But, go back." Townsend went downstairs, leaving a bitter word to be wafted up the draught of the staircase. Hartley went back to his wooing."Vivienne," said he, masterfully. "I have got to have you. I will take no more refusals or dilly-dallying.""When do you want me?" she asked."Now. As soon as you can get ready."She stood calmly before him and looked him in the eye."Do you think for one moment," she said, "that I would enter your home while Héloise is there?"Hartley cringed as if from an unexpected blow. He folded his arms and paced the carpet once or twice."She shall go," he declared grimly. Drops stood upon his brow. "Why should I let that woman make my life miserable? Never have I seen one day of freedom from trouble since I have known her. You are right, Vivienne. Héloise must be sent away before I can take you home. But she shall go. I have decided. I will turn her from my doors.""When will you do this?" asked the girl.Hartley clinched his teeth and bent his brows together."To-night," he said, resolutely. "I will send her away to-night.""Then," said Vivienne, "my answer is 'yes.' Come for me when you will."She looked into his eyes with a sweet, sincere light in her own. Hartley could scarcely believe that her sur- render was true, it was so swift and complete."Promise me," he said feelingly, "on your word and honour.""On my word and honour," repeated Vivienne, softly.At the door he turned and gazed at her happily, but yet as one who scarcely trusts the foundations of his joy."To-morrow," he said, with a forefinger of reminder uplifted."To-morrow," she repeated with a smile of truth and candour.In an hour and forty minutes Hartley stepped off the train at Floralhurst. A brisk walk of ten minutes brought him to the gate of a handsome two-story cottage set upon a wide and well-tended lawn. Halfway to the house he was met by a woman with jet-black braided hair and flowing white summer gown, who half strangled him without apparent cause.When they stepped into the hall she said:"Mamma's here. The auto is coming for her in half an hour. She came to dinner, but there's no dinner.""I've something to tell you," said Hartley. "I thought to break it to you gently, but since your mother is here we may as well out with it."He stooped and whispered something at her ear.His wife screamed. Her mother came running into the hall. The dark-haired woman screamed again- the joyful scream of a well-beloved and petted woman."Oh, mamma!" she cried ecstatically, "what do you think? Vivienne is coming to cook for us! She is the one that stayed with the Montgomerys a whole year. And now, Billy, dear," she concluded, "you must go right down into the kitchen and discharge Héloise. She has been drunk again the whole day long."

whatever happens happens

Friday, May 11, 2007

People are strange



1967 yılı...

The Doors Strange Days albümünü çıkardı (jim morrison'un ölümüne daha 4 yıl ve 4 albüm var). Albüm "Love me two times", "People Are Strange", "When The Music's Over" gibi güzel şarkılarla bezeli (strange days şarkısını da hiç sevmem).

Genelde insanların -kendim de dahil olmak üzere- bir şekilde "strange" olduğunu düşünsem de bugün öyle imalı, manalı yazılar peşinde değilim. Easy come easy go günü bugün.

Pek bir sevdiğim Doors şarkısıdır "People Are Strange", o yüzden içimden geldi. Uzun zamandır rock dinlemiyorum, çalışma odasındakı kutular içerisinde "gold mine" halinde duruyor albümler ama yine de arada bir çıkartıp dinliyorum, kazınmış saçlı halimi hatırladıkça gülüyorum, vs

Thursday, May 10, 2007

Storia della bellezza

Bize "Güzelliğin Tarihi" adıyla çevrilmiş Umberto Eco'nun geçen sene Doğan Kitap'tan çıkan kitabı. Tarih öncesi çağlardan günümüze kadar gelen bir zaman diliminde "güzellik" kavramını ince bir şekilde detaylandırılmış bir araştırma şeklinde anlatıyor.


Güzel nedir, kime göre güzel, kime göre değil, eskiden güzel olan bugün güzel değil mi...?


Geçen gün bir mekanda benden en az 7-8 yaş büyük bir kız arkadaş ile karşılaştım ve "naber nasılsın" sohbetlerinden sonra "gel seni nişanlımla tanıştırayım" diyerek kolumdan çekti ve giderken de beni benden alan cümleyi telaffuz etti: "bak o yakışıklı benim nişanlım". Allah allah, insan neden böyle bir laf söyleme gereği duyar ? Ne diyeyim şimdi ben buna? Allah sevdiğine bağışlasın (biir), bana göre hiç yakışıklı değil (ikiii)... Çok gereksiz bulurum böyle lafları, cümleleri. İnsanın beraber olduğuyla gurur duyması, beğenmesi çok güzel şeyler, hiç ama hiç itirazım aksine taraftarım ama bir kızdan "bak o yakışıklı benim sevgilim" gibi bir laf duymak nedense bana garip geliyor. O anda içimden "başka sıfatın yok mu senin" diye sarsmak geliyor o insanı.


Ayrıca güzellik, yakışıklılık, estetik gibi konular göreceli kavramlardır. Ona göre güzel bana göre değildir, vice versa. Ve bu, öyle iddalı konuşulacak konulardan hiç değildir çünkü o beğenmiş bir kere, artık kimseye bir laf etmek düşmez. Yine de uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı görsem ve sevgilimle tanıştırmak istesem böyle bir cümle kuramam, kuramadığım gibi kurmayı aklımdan dahi geçirmem. Sorarsa anlatırım uzun uzun daha dur destur demeden ama böylesine kişiliksiz bir cümle...(kız da düzgün hoş bir kız bu arada, hatta zamanında sekvotka çok beğenirdi, tarafımdan partilere çağırtırdı).

whatever...


30 yaş olgunluğu yalan sanıyorum çünkü bazı konulardaki tahammülsüzlüğüm baki gibi gözüküyor.


Bari komik bir güzel (?) ile bitireyim güzellik konusunu...

Şu kız, şu resim bir fecaat. Öncelikle bu kız ne renk anlayabilmiş değilim. Irkçılıkla alakası yok sadece o derinin rengini çözemedim. Ayrıca o boob job'ın size'ı kaç? Bunu beğenen karşı cins çıkar mı (çıkarsa da ben tanışmayayım). Ve o kırmızı rujun sakil duruşu nedir ya? Bizim de var kırmızı rujumuz ama ihtiyatlı sürüyoruz, her kıyafetin, her ten renginin üstüne olmaz kırmızı ruj, en ufak falsoda konsomasyona 5 var olur (bu kadar söyleniyorum ama öyle "kız beğenmeyen" kızlardan değilimdir, güzel güzeldir, "güzel kız" diye söylerim de, sevgilime "bak" diye gösteririm de. ve en önemlisi çirkin veya güzel olmak çok elde olan şeyler değildir, neticede doğuyorsun ve seçmediğin bir beden&yüz ile yaşamak durumundasın. o yüzden de insanların fiziksel özellikleri ile dalga geçilmesinden hiç hazzetmem, hiç hoşlanmam. ne var ki "gülünç"-ridicule olmak kişinin elinde olan bir şeydir, bilerek gülünç olmayı seçiyorsa kıçımla gülerim, kimse de engelleyemez).


Sabah sabah bu kadar...

Celebration, part I



Malum büyük gün olduğu için A. ailesi hep beraber kutladı. Cumartesi akşamı ise bizim 4'lü ve diğer çekirdek grubun dahil olduğu ikinci parti var (gecenin yemek sonrası bir program var ki, çekirdek mekirdek yalan olur, dünya gelir oraya)

Bizde genelde aile içi yemeklerde, kutlamalarda genelde hep bilinen yerlere, mekanlara gidilir. Ve bu mekanlardan biri de Changa'dır. Sahiplerini pek severiz, yemeklerini severiz, mekanı, servisi severiz, kısacası sevdiğimiz mekanlardandır.

Yıllardır gitmemize, artık "30" dememe rağmen sahiplerinin gözünde resmen küçük kız çocuğuyum. Her türlü şekilde uğraşılan, kızdırılmaya çalışılanım ama bu gerçek bir samimiyetin göstergesi. Bugün yine kendimi şanslı ve zengin hissettiğim günlerdendi. Detaylandırmayacağım ama biliyorum ki birbirlerimizin hayatları için bir şeyler ifade ediyoruz ve bu güven duygusu benim için birçok şeyi arkaya atabileğim durumdur, gerisini de önemsemem.

P.S. Kadim dostum Sekvotka yanımda değil ve cumartesi de olamayacak ama şahsıma Berlin'den şampanya patlatmış, aradı "bak Madonna çalıyor, içiyorum şampanyayı şerefine" diye.

P.S. (2) Lapsus Clavis doğum günü komikliğine bana bugün frozen ısmarladı ancak şımarık doğum günü çocuğu olan ben neredeyse bütün frozeni gülmekten "çok kool kız" imajimi yerle bir ederek, yerlere döktüm, kamışı damağıma sapladım, gülmekten neredeyse nefes alamıyordum.

P.S. (3) Koku, kokunun tendeki etkisi diye boşuna demiyorum. Lapsus Clavis'in "sana doğum günü hediyem yakışıklı erkek-arkadaşı" diye çağırdığı arkadaşı, şöyle bir kokladı , ardından Changa'nın sahiplerinden Tarık "güzel durmuş bu koku sende" dedi. Yorumsuz kaldım, dileğim üretiminin hiç durdurulmaması.

P.S. (4) Pastanın üzerinde gelen 3 adet yıldız mum şahaneydi. Şampanya zaten mutluluk vericiydi, anlatmıyorum dahi.

Wednesday, May 9, 2007

Champagne Supernova



alt başlık: another star

Daha dün Manchester City'li Gallagher kardeşlerden konuşuyordum ama bugünün konusu onların "champagne supernova"sı değil.

Evet, bugün. O yüzden de bugüne en uygun şarkı bu( klip yine bir alem ama elimizdeki tek örnek bu)...

Güzel olsun her şey, başka bir şey dilemeyeceğim. Eğer hayat karşı konulamaz şekilde kanatacaksa da öyle sefil olmayayayım, kalkmayı becerebileyim. Budur.

Şimdi şampanya şampanya diye söylenebilirim.

Tuesday, May 8, 2007

Foot massage



Pek sevilen film olan Pulp Fiction'nun en beğenileen diyaloglarındandır "foot massage" mevzu. Büyük güne hazırlanırken bakım setinin içinden bonus olarak çıktı, "hediyeleri"ymiş. Masaj tamamdır, foot massage is like "take me down to the paradise city...". Camdan sarkıtmayı gerektirmez ama insanı kıskandırabilir foot massage durumu.

Monday, May 7, 2007

Erguvanların peşinde

erguvanlı tepelerin eteğinde kuzguncuk-beşiktaş arası boğazda bir yer, j.a.


J.A.'ya göre biz A. ailesi olarak evlatşahi bir aile yapısına sahipmişiz. Haliyle benim bu durumdan bir şikayetim olamaz, olamadığı gibi, ilerde ben de evlenmeye, çocuk yapmaya karar verirsem aynen ben de öyle yaparım: gosse au centre de la famille
Durum böyle olunca sanki akp'lilerin kutlu doğum haftasını kutladığı gibi, biz de başladık kutlu doğumgünü haftasını kutlamaya. J.A. "çocuğum, sen şimdi yoğun olursun bu hafta, pazartesi günü ben hastalarımı iptal edeyim seninle çıkalım erguvanların açtığı yerlere gidelim, İstanbul'u yaşayalım" dedi. Artık "30" diyeceğim şu günlerde, "çok olgunum, çok uyumluyum, çok sakinim " felsefesini benimsediğimden hiç huysuzluk göstermeden kabul ettim ve kendimi Beşiktaş-Üsküdar motorunda buldum. "Ne yemek istersin" sorusuna da rakı-balık diye cevap verdiğimden rota öğle vakti Kuzguncuk'taki İsmet Baba'ya çevrilmiş oldu.
Kuzguncuk güzel semttir, Yeşilköy gibidir. Fırını, manavı, kiliseleri, eczanesi ve denizi ile gerçek bir İstanbul semtidir. Çocukken çok giderdik, Can Yüceller otururdu o zaman. İsmet Baba'ya da en son Efsane ile gitmiştik kaç zaman önce-hem de motorla (kimbilir nasıl döndük?).
Neticede güzel bir gündü; J.A. erguvanlarını ve mor salkımlarını gördü, mutlu oldu, gülerek "bu mavi renk sana yakışmış ama öğlenleri bir tek ile kal, çocuğum" dedi.
P.S. Bahar geldi, balkondaki çiçekler çoştu, her şey pek bir şahane ama bir durum var ki; gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Öyle gül seveni olmasam da balkonda güzel saksı gülleri var ve havanın ısınmasıyla da çok güzel açıyorlar. Peki, ne renk açıyor bu güller? Sarı-kırmızı! Kabus gibi resmen. Her sabah açıp baktığımda karşımda bu renkler, büyüdükçe de büyüyor namussuzlar.
P.S.(2) Renkler menkler derken F.A. dün yıkılmıştı, seyredememiş de üzüntüden, açıp bana soruyor "nasıl oynuyoruz", "skor kaç kaç" diye. Ne diyeyim ki, telefonun ucundaki çok sevdiğim F.A.'ya hatta sevdiğim yegane Galatasaray taraftarına "üzülme sen, seneye her şey çok güzel olacak, geçecek bu sıkıntılarınız. ayrıca daha bizimle maçınız var, hayat bu belli olmaz, belki size yeniliriz" laflarından başka.
P.S. (3) Gerçekten karşı cins ilginç bir düşünce biçimine sahip. Tam yukarda yazmışım çoluk çocuk bir gün diye, az önce çok sevdiğim B. "naber yavrum, nedir kutlama programları" diye aradı. Onu ve kardeşini 10 küsür yıldır tanırım, çok da severim ve "yanında durup konuşmadan oturacağım" kadar yakın arkadaşlarımdır ikisi de. Konuşurken birden ciddi bir tonla"acaba seninle ben çocuk mu yapsak, güzel olur, ne dersin? " diye beni koparan, neredeyse telefonu düşürmeme sebep olacak bir laf attı ortaya. Ya gerçekten komik bu erkekler. Nereden buluyorlar bu lafları, bu zamanlamaları, şaşıyorum doğrusu.

Medeniyet dediğin...


Günlerdir bizim gazetelerin magazin sayfalarında Bruce Willis, Demi Moore& Ashton Kutcher'in beraber tatil fotoğrafları konuşuluyor, üzerine yorumlar yapılıyor.


Ne o bizde olmazmış öyle durumlar, müslüman ülkeymişiz, öyle geniş düşünülemezmiş vs vs ... Ya kime ne? Ne güzel medeni bir ilişki kurulmuş devam ediyor işte. İnsan şahsi kanaati olarak "bana fazla gelir, ben kolay kolay bunu yaşayamam" diyebilir, çok da haklıdır ama akla gelebilecek her "geniş" mevzuda her türlü boku yiyip de, ondan sonra "biz müslüman ülkeyiz, bize geniş gelir" bunlar filan gibi açıklamalarda bulunmak ikiyüzlülüğün göstergesidir.


Ayrıca çok da zor bir şey değil eski sevgili/eş ile medeni kalmak. Ne yani makbul olan görünce yol değiştirmek, arkasından küfürleri saydırmak, rezalet mi çıkarmak? Ben almayayım mümkünse, oturayım haysiyetimle. Gerçekten de eğer eski ilişki "çirkin" bitmediyse medeni olunabilir, beraber vakit geçirilebilir, fine with me. Yok eğer kötü bittiyse, yine arıza olmanın alemi yok bence, en iyi cevap bakıp görmemektir; ne yolumu değiştiririm, ne bağırıp çağırırım, ama bakıp görmem.


Bu arada medeniyet kavramının sosyolojik tanımlarından biri aşağıdaki gibidir:

Norbert Elias'a göre "medeniyet işleyişi toplumun en üst sınıflarından içgüdülerin, dürtülerin idare edilmesinin öğrenimi ve toplumun diğer bireyleri ile iletişime geçişi ile başlar" .


Bir de Freud'un gözünden medeniyetin psikanalitik yorumlaması var ki... pazartesi sabahı hiç deşmeyeceğim ödip kompleksi filan diye.


Sunday, May 6, 2007

Dice



alt başlık: never on sunday

2004 yılı...

Çirkin ama karizmatik erkek Tricky'nin hiç anlaşamadığı yeğeni Finley Quaye'in ikinci albümü "much more than much love" albümü piyasaya yürekleri yakan ilk single "Dice" ile çıkıyor. Vokalde Finley Quaye'e Beth Orton eşlik ediyor, şarkının prodüktörü ise William Orbit.

Pek bir keyif, pek bir huzur hakim şahsımda. O halde bugün zarları atmak için iyi bir gün. Çıkarken I Love Gambling t-shirt'ümü de giyeyim, tamamdır...

P.S. Klip güzel, klipte gösterilen objeler güzel(chanel ruj, siyah prada kısa topuklu ayakkabı, kapüşonlu erkek sweat-shirtleri, şekerler...) ama en eğlencelisi makinelerde çekilen polaroid vesikalıklar. Uzak diyarlarda öyle bizdeki Zümrüt filan gibi fotoğrafçıya gidip resim çektirmek gereksizdir. Her tarafta o bozuk para ile çalışan polaroid vesikalık resimler çeken makinelerden vardır. Özellikle de tren garlarında... Ve bu makinelerde dünyanın en eğlenceli resimlerini çeker insan. Resimler öyle güzel ve kusursuz değildir ama gerçektir. Resim çektirirken kişinin yanında arkadaşı varsa dil çıkartır, yüzünü kapatır, omuz atar; sevgilisi varsa ya bir şaklaban olur, üstüne filan çıkar ya da ciddi çift-aşk pozu verir, yok eğer yalnızsa ilk karede sıkılır sonrasında güler, çıkışta da resimleri alır. Gerçekten eğlencelidir polaroid vesikalık çektirmek...


I was crying over you
I am smiling I think of you
where your garden have no walls
breathe in the air if you care, you compare, don't say farewell

nothing can compare
to when you roll the dice and swear that your love's for me

I was crying over you
I am smiling i think of you
misty morning and water falls
breathe in the air if you care, you compare, don't say farewell

nothing can compare
to when you roll the dice and swear your love's for me
virtuous sensibility
escape velocity

nothing can compare
to when you roll the dice and swear your love's for me

breathe in the air if you care, you compare, don't say farewell

nothing

Saturday, May 5, 2007

Sabah II


Sabah 7 buçuk bile değil, çalan telefonda Sekvotka..."sultanım oturmuşum lounge'da uçağa binene kadar biramı içiyorum, yeme-içme bedava, karşımda Radikal'e gömülmüş bir Bülent Eczacıbaşı, seni arayıp da gecenin devamını anlatayım dedim"...


Ne desem, seviyorum işte, kadim dostum kendisi. Yalnız anlamadığım şu; uyumadan havaalanına gitmesine ve bir dünya dönüyor olmasına rağmen hâlâ nasıl Fener'e küfredecek enerjiyi ve algıyı buluyor ona şaşıyorum.
Uyandım artık...

Gece II


*Doktor ziyareti, J.A. ile turlamalar vs derken yarın Berlin'e gidecek (ve kutlamalarda yanımda olmayacak) kadim dostum Sekvotka ile sözde sakin geçeceğini düşündüğüm bir akşam iken birden Urban popüler mekan haline geldi, tanıdıklar akın etti vs vs . Daha gece devam ederdi de ben sabah 6'da balkona yuva yapmış güvercinler, çöp kamyonu vs gibi sebeplerle kalktığımdan halim kalmadı.

*01:30'a yaklaşan saatlerde ay inanılmaz güzel parlıyor gökyüzünde( bu arada bu blog'un saati yanlış! beceremiyorum, düzeltemiyorum. mümkünse blog konusunda hızlandırılmış kurs görmek, etüt etmek ve ben de sağ tarafa öyle şekilli saatler, parlayan resimler koymak istiyorumm) . Hiç öyle börtü böcek romantiği olmayan ben, gökyüzünden parlayan bu beyaz güçten pek etkilendim. Çocukken, küçük bir kasabada yaşayan ve dolunayda küpün içine girip uluyan bir kurt adam hakkında eğlenceli bir italyan filmi seyretmiştim, birden onu anımsadım. Yine aynı şekilde ayın denizin üzerinde yansıması ayrı güzel. Garip ama insana yüzme hissi veriyor... Hani tatilde gece denize girilir ya, öyle bir şey. Veya bende hissettirdiği böyle bir his oldu. En çok sevdiğim şeyler arasındadır uzun uzun yüzmek, suda kalmak (çocuklar da çıkmaz ya sudan, kumdan kale male yaparlar, aynen öyle. kovam küreğim olmasa da sudan kolay çıkmam ben).

*Haftasonu geceleri türk televizyon kanallarının durumu nedir ya? Film dışında seyredilecek hiçbir şey yok. Az önce tesadüfen Beyaz'ın programına denk geldim, Fatih Terim italyanca konuşuyor, hemen çevirdim, duymaya dayanamadım. Ayrıca Beyaz'dan da hiç hazzetmem, hele hele tipini hiç beğenmem. Bu kadar temiz yüzlü, iyi aile, "sevgilisini ailesine eve dönüş saatinden 15 dakika önce getiren" doğru çocuklarından hep bir arıza çıkar, en sapık fantazili olanlar filan bunlardan olur (gece sekvotka yine "ne o senin gattuso girişmiş maçta yine birilerine" diye bombasını patlattı ).

* F.A.'dan sorular:
f.a.- ee ne yapacaksın yarın akşam?
a.- bilmem, neden, maç var, çıkmam herhalde
f.a.- heheheh işte onu soruyorum. seyredecek misin? hehehe.yalnız mı seyredeceksin, yanında birileri olsaydı bari, neyse en iyisi beraber kalın, bize yarar...
a.-ya of, şu salaklar yüzünden şu saçma sorularla muhatap oluyorum ya, asıl ona inanamıyorum ben
f.a. hehehe...daha çok inanamayacaksın sen bu başkanla, bu anlayışla, güzel günler bekliyor yavrum sizi

Friday, May 4, 2007

Coffee and Cigarettes



* alt başlık: sabah keyfi

2003 yılı tarihli Jim Jarmush imzalı pek sevdiğim film Coffee & Cigarettes filminden bir sahne.

James Osterberg ismiyle doğmuş ama bilinen ismiyle Iggy Pop ve haysiyetli müzisyen Tom Waits'in kahve çevresinde gerçekleşen sohbeti. Gerçekten de kahve etrafında dönen sohbetler harikadır. Zaten tanışlar, kadim dostlar için her zamanki gibi bir konuşmadır, gülünen, keyif alınan zamanlardandır. İlk defa buluşanlar, tanışanlar içinse muammanın ilk sahnesidir: ya tanış olunacak, ya da "ya benim gitmem lazım aslında" diye cümle ile kaçılacaktır.

Sigara içenler için ise "kahve" hep vazgeçilmezdir. Çay değildir nedense sigaranın yanında eşlik eden ama içmesem de anladığım bir şeydir (zaten camel'in ağızda kalan tadını seviyorum, o yüzden içicilerin aldığı zevki tahmin edebiliyorum).

Öyle kanser manser konularına girmeyeceğim çünkü ciddi konular, ahkâm kesmek istemem. Ancak içilmemesi iyi olurmuş derler, bunu bilirim, gerisi kişinin kendi iradesi, kararı. Ha, içmeyenlerde de akciğer kanseri çıkmıyor mu? Hem de nasıl.


Filmde diğer oyuncular arasında ağır hip-hopçulardan Wu-Tang'den GZA ve RZA da var. Hatta RZA, Jim Jarmush'un bence en iyi filmi olan Ghost Dog: The Way of Samurai'ın harikulade müziklerini yapmıştır (bunu anlatmadan geçemeyeceğim: filmi seyrettim, müzikler karşısında çarpılıp hemen fnac'a koştum almak için. fnac'taki çocuklar artık kıtalar arası siparişlerimden beni bilip, "yine mi sen" halinde gülüp "bu sefer çok zor çünkü avrupa ve amerika'da çıkmadı, istersen japonya'yı deneriz ama en az 3 ay beklersin" deseler de yılmadım ve gerçekten de 3 ay bekledim ama değdi diyeyim beklememe. arada bir değiyor beklemelere şu hayatta...)

Wednesday, May 2, 2007

Not so difficult to understand

tracey emin

Muhteşem araştırmalarıma/yazılarıma dönmüşken bir anda karşıma çıkan Tracey Emin'in neonlu işleri beni bir anda başka konulara yöneltti.
10 yılı vardır herhalde, kadim dostum Sekvotka ile Dulcinea'daki "çağdaş ingiliz kadın sanatçıları" gibi bir sergide kısa filmler seyredip, sıkıntıdan şişmiştik... Allahtan Tracey Emin'e ait filmin en sonda gösterilmesi, hele son sahnedeki Tracey Emin'in Sylvester'in You Make Me Feel'i eşliğinde çılgınca ettiği danstan sonra kendimize gelmiştik.

Sekvotka'nın önemli işadamı arkadaşları almak istiyordu şu neonlu işlerden ama sonra olmadı, satmaya yanaşmamış galiba Tracey Emin.
Asıl şu "not so difficult to understand"i koymak istiyordum ancak bulamadım; o yüzden de başlığa yazdım.
tracey emin

Tuesday, May 1, 2007

Light & Luscious


Genel intiba garip bir şeydir. İnsanların kafasında birilerine dair intiba oluşur ve kolay kolay gitmez.

Şahsıma dair birkaç inanış var ki...Yok, imkanı yok değiştiremiyorum, nedense hep aksine inanmak isteniyor. Nedense tanımayanlar benim sigara içtiğime emindir, ki içmem. Nedense tanımayanlar benim Galatasaraylı olduğuma emindir, ki değilim. Nedense tanımayanlar benim Nişantası'nda oturduğuma emindir, ki oturmam.

Bugün bu reklamı dergide görünce pek beğendim. Herkesin içtiğimi düşündüğü, benim ise ancak ayda yılda bir kere içtiğim sigaranın reklamı (gerçekten de içtiğimde sadece camel içerim).

Amerika'da, hedef kitlesi daha çok kadınlar ve genç kızlar olarak düşünülen bir ürünmüş; Chanel'in No:19'u ve romantik Love Potion 9 adlı şarkı kullanılarak düşünülmüş, üretilmiş, pazarlanmış...Hayırlı olsun hemcinsime!

Mayıs 1977

30 yıl geçmiş...

F.A. ve karnı burnunda J.A.'nın ölüm yokuşu Kazancı'dan kaçışlarının üzerinden 30 yıl geçmiş. Nice acının, nice sorgunun, nice gözaltının ardından 30 yıl geçmiş. Bugün bir çok şey geride kalmış gibi gözükse de, yaşanan hayatlar rahat olsa da, çizilen yaralar belki de hiçbir zaman kapanmadı.

Az önce J.A.'yı aradım geçen 30 yılda hep ayakta kalmayı denediği, yılmadığından dolayı ona saygı duyduğumu söylemek için. Genelde kuzguna yavrusu güzel geldiğinden ebeveynler çocukları ile her daim gurur duyarlar ama çocukların da ebevynleri ile gurur duydukları anlar, zamanlar vardır. İşte bu onlardan biri. Hayat insanı sürükleyebilir, yıldırabilir yahut şımartabilir ama bunlar kaypak olmayı gerektirmez. Hayatta tavır alabildikleri, doğru bildiklerinden vazgeçmedikleri, en önemlisi neyi savunduklarını unutmadıkları için J.A. ve F.A. gurur kaynağıdır benim için (j.a. 'nin tepkisi ise tipik j.a. şeklinde "çocuğum her şey bir yana o kanlı günden sekiz gün sonra sen dünyaya geldin, bizim için de en büyük mutluluk budur" oldu).

Her şey gelip geçiyor, su gibi akıp gidiyor işte. Önemli olan insanın hayatta değer verdiğini söylediği düşüncelere/insanlara sahip çıkması, ucuzlatmadan haysiyetle yaşaması. Yoksa boş romantik lafları Cezmi Ersöz, siyasi olanları da Tuncay Özkan zaten telaffuz ediyor. Gerek yok böyle kahramanlıklara; insan neye sahip olduğunu hissediyorsa yaşasın gitsin, yaşadığı anın mutluluğunu taşısın ...