Thursday, September 30, 2010

Tam anlamıyla


Tam anlamıyla budur; tarzım. Hem gri, hem sokak, hem parlak, hem yandan kaküllü, hem glamour. Michael Kors. Bayılmam ama bu sefer bayıldım. Pantalon giymem ama bayıldım. Ben sanıyorum sadece sweat-shirtün yakasını keserdim iyice streets olurdu tam olurdu.


Tuesday, September 28, 2010

Kalem çeviren öğrenci

Uzun süren orta-lise-üniversite hayatı boyunca "pek" değil, hiç çalışkan, dersleri dinleyen bir öğrenci olmadığım için genelde arka sıralarda dersi dinlememek, yanımdaki ile konuşup öndekine notlar göndermek, adam asmaca oynamak, kitap okumak (yalan değil lisede bazı derslerde epey roman bitirmişliğim var) ile vakit geçirenlerden olduğumdan sıkıldığımda veya müfredat dışında edindiğim edebi,düşünsel vs bilgilerle sıyrılamayacağım sınavlarda vakit geçirebilmek sadece kalem çevirmek ile mümkün oluyordu. Kimi hocalar feci sinirlenirdi, kimi ise fark etmezdi bile. Artık kalemle uzun süre yazmadığım için de kalem çevirmeyi unuttuğumu düşünüyordum. Hani şu zor olanı yapmayı; elin 5 parmağından geçirmeyi değil de, baş parmak ve işaret parmağı ile atıp onu hemen geri elin üzerinde tutabilmeyi. Eh işte bu gereksiz bilgi de, hayatta bisiklete binmek gibi unutulmayan öğrenilmişliklerdenmiş.

Bugün ise yıllar sonra ilk kez kalem çevirdim. Derste. Aslında ilk dersim dündü ama saati sebebiyle iptal oldu, bugün ilkine girdim. Dersi veren hoca-benim bölümümdekilerin çoğu gibi- A. Ailesi'nin ahbaplarından çok eski günlerden beri vakit geçirdiğim insanlardan. F.A. ile beraber hasta GS'lı oldukları için hem sevişir hem didişiriz. Ona da dersini seçtiğimi söylemediğim için beni görünce şaşırdı, "patronundan izin aldın mı, yoklama alırım bilgin olsun" diye ardından patlattı. Ders şahane, A.A. şahane, anlattıkları ve verdiği okunacak kitaplar listesi şahane ama insanlar ne yazık ki bildiğin gerizekalı ve moron (ki hepsi üniversite mezunları, hem de dediklerine göre iyi okullardan, hem de sosyoloji, felsefe gibi bölümlerden. ama o kadar cahiller ki işte insan böylesine büyük bir cehaletin ancak eğitimle olabileceğini bir kez görüyor).

Kısacası doğum gününün sabahının yine sabahında eve girip, biraz uyuyup 2 saat sonra girdiğim Ales, beklenmedik şekilde alınan geçer puan, bölüme müracaat, yazılı sınav, sonrasında mülakat, kabul ediliş, üstüne bir de burs derken hiç aklımda yokken ama "hayatın kendi zamanının gelmesi" ile birden yapmaya karar verip yapmış olmam ve maceranın başlangıcı. İki yıl. Bazı dersler okumalar haliyle bana kolay gelecektir ama bir de işin tez kısmı var seneye. Konumu şimdiden bir şekilde kafamda oluştursam, sujet epey eğlenceli gözükse de işin doğrusu kolay olmayacak. Ancak çok dert değil. Olursa olur, olmazsa olmaz, çok da dert değil. Sevmeyenlerimin hakkımda dalga geçecek bir konusu daha olur, sonra da unutulur gider. Zaten beautiful loser olma hayranıyım, iyice beautiful loser olurum gider.

whatever ...

Bugün derste kalem çevirdim. Ama bu kez sıkıntıdan değil zevkten. Bilgiye tutunmanın, öğrenmenin keyfinden. Demek ki hayatta her şeyin kendi zamanında olması en doğrusuymuş. En azından benim için! Ayrıca Fantastik 4'lüye notum var: bu yaşta yeniden öğrenci olma hediyemi isterim, şimdiden belirteyim.


P.S. Ha bir de unutmamak lazım ki benim gibiler için- yani ebeveynleri bir şekilde bilinen, entellektüel dünyada yeri olanlar için- şöyle hep aileye dair karşılaştırmalar olacak şöyle yorumlar yapılacatır: 1) kim basar ki o tezi? tanıdıkları olmasa, annesi babası olmasa nereden bastırabilir ki? hem ben onun yerinde olacağım, peeh neler yapardım oysa ki. 2) kendisini fazla büyük gördü, soyadı ile her şeyi yapabileceğini sandı, yanıldı, yazık o kadar da dışarda okutmuşlardı, bir boka yaramadı. Bugüne kadar böyle söylendi bundan da sonra da bu söylem değişmez. Fakat umrumda mı? Asla. Ben asıl o "ben murat b. 'nin çocuğu olacağım da böyle olacağım; neler neler yaparım kim bilir?" diyenlerinkini görmek duymak istiyorum ilerde.

Sabah keyfi # 3

Sadece sabah değil gün keyfi bu! Nedenini de bilmiyorum herhalde benim gibilere de "salak" deniliyor ama üzerimde hafiflik mutluluk var. Ha tabii ben bu kadar konuşur bu kadar dile getirirsem elbette bir yerde bir şekilde patlar ve hayatın çalımı ile golü kalemde güzelce yerim de yine de ... Yapacak bir şey yok hayat bu. Eldekini ona sahipken sevmek, onu öyle yere göğe koyamamak gerekir ve işste bu yüzden de hafiflik güzel şey. Tiril tiril bir hissiyat! Yoksa her şey harika mı? Değil. Hayat mükemmel mi? Hayır. Her şey yerli yerine düzenlice oturmuş beni de ortasına çekip almış mı? Yo. Sadece hiçbir şey kötü değil. Bu bile güzel. Yarın yağmur geliyormuş hava 28 dereceden 10 derece iniyormuş bitti yani fiziksel hafiflik O yüzden bugün bile keyif.

Ve, evet, yaşlandıkça yani artık her geçen gün J.A. gibi oluyorum ya böyle ota boka sevinen, yüzünde gülücükler açan, her şeyi iyi tarafı ile görmeye çalışan, hasta oluyorum bu börtü böcek kız halime de neyse. Yapacak bir şey yok, bundan sonra böyle!

Sunday, September 26, 2010

Never on sunday: yazın son düğünü ve diğer her şey


*Her şey bir yana, başlık, yazılacaklar, düşünülenler her şey ama her şey bir yana, insan eğer şanslıysa bunun kıymetini, elindekinin değerini bilmeli ve anının keyfini çıkartmalı çünkü yarın ne olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz ve yine yarın "bugün yolunda gider resminin çizildiği çoğu her şeyin aslında koskoca bir gösteriden ibaret olduğunu, hayatın yönünün beklenmedik şekilde kendi zamanı geldiğinde değişebileceğini" biliyoruz. İşte bu yüzden günü pencereden yazın son meltem esintisinin girdiği, kızıl ve artık uzun saçlarımı toplamama sebebiyet veren sonbaharla karşılaşmış sıcak esintinin insanı mutlu ettiği, hayatta sahip olunanların ise yüzde tebessüm yarattığı bir never on sunday, bu seferki *

uzun zamandır fantastik 4'lü olarak gittiğimiz ilk düğün, kabus istanbul-nişantaş-kuruçeşme trafiği, taksi bulunmazlığı, güzel hava, dökülen basit saten bir elbise ama hiç o kadar basit olmayan bling blingler, gece hayatındaki birçok insan, güzel gelinlik, komik anlar, b.'nin hiç beğenmediği ama benim asla umursamadan giydiğim sivri burunlu siyah stilettolar (giyiyorum giyeceğim ve hiç umrumda değil. sivri burunlu topuklu ayakkabı beni rahatsız etmiyor çirkin de bulmuyorum), bütün kızlarda biten ayaklar, bir dj düğününde yaşanan müzikal hayal kırıklığı, yine taksi arama macerası, gece saat 2 ve yine trafik.

p.s. gecenin cümlelerinden "sıkılmaktan yoruldum". ama gerçekten taksi beklerken, bazı tahammülümü ara ara boğan temcit pilavı gibi aynı konulardan konuşmaktan "sıkılmaktan yoruldum".

p.s. (2) cuma gecesi ise se. ve s.e. ile gerçekleşen yıllık buluşma, "blame it on prosecco" gecesidir. dedikodular, karşılıklı sevgi gösterileri, komiklikler derken geçip giden happy friday.

Friday, September 24, 2010

W.A.G. klubüne hoş geldiniz

Önce tanımı yapalım sonra resimlerle daha iyi anlayalım. Gerçi daha önce w.a.g yazmıştım ama dün kaleci Volkan'nın düğün resimleri yorumlarında M.'den gelen "demande" sonrası daha bir geniş şekilde inceleyeyim dedim.
w. a. g.= wives and girlfriends oluyor ve bu ifade 2006 dünya kupasından sonra ingiliz bulvar gazeteleri tarafından ingiliz milli takım futbolcularının karItalicıları ve sevgililerinin haberlerinde kullanılmaya başlandı ve bir w.a.g. hadisesi doğmuş oldu. Bize tercümesi ise ya da benim tercümemle -her daim kullandığım şekli ile- "paralı, sonradan paraya kavuşmuş, zevksizlik sahibi gösterişten hoşlanan ve asla zarif duramayacak varoş" oluyor.
Çok uzun sosyolojik açıklamalara girmeyeceğim ama popüler kültürde bu anlayışın en güzel örneği Al Pacino 'nun oynadığı 1983 tarihli Brian de Palma imzalı Scarface filminde görülebilir. Amerika'daki ünlü, hiçten varolmuş zenci şarkıcıların, futbolcuların (amerikan futbolu oynayanlardan bahsediyorum), basketçilerin evlerindeki duvarlarda-malikanelerinde- mutlaka Scarface'e bir ithaf olması, Tony Montana karakterinin modern zaman ikonu muamalesi görmesi bu yüzdendir. Filmdeki Tony Montana karakteri de A.B.D.'de başarılı olmuş toplumda hayranlık duyulan çoğu ünlü zenci müzisyen, sporcu gibi yokluktan gelip kendine bir dolar imparatorluğu kurmuş, çulsuz günlerindeki eski big boss'un güzeller güzeli "beyaz" sevgilisini elinden almış, malikanesini altınlarla kaplayıp bahçesinde aslanlar beslemiş mübalağalı bir karakterdir. Evet, gerçek dünya bu kadar abartılı olmasa da yine de yaşanan kimi hayatlar ile film kurgusu arasındaki çizgi ince olabiliyor.
w.a.g. ise yani bugünkü ingiliz toplumunda yaşanan bu "para-malikane-alışveriş-bling bling-oversize çanta gözlük" eksenli sosyal hadise aslında modernizasyon etkisinde tüm toplumlarda görülebilir. İngiliz toplumundaki sosyal sınıf ayrımı hala çok belirgin olsa da küreselleşme, modern dünya düzeni ve lükse bir şekilde ulaşım nisbeten kolaylaşmış olsa da yine yüzyıllar boyunca köklere nüfuz etmiş bir düzen mevcut. Elbette toplumdaki sosyal farklılıklar ve sınıf ayrımları 1800'lerin sonunda Thomas Hardy imzalı Jude the Obscure gibi keskin hatta kısıtlayıcı değil ancak yine de sahip olamayan için kendisini hissettirecek seviyede ağır. Bu bağlamda da toplumda eğitim,öğretim, doğuştan kazanılan sosyal statü, ayrıcalığı içerisinde bulunmayan ama farklı niteliklere sahip yetenekleri yoğun çalışmaları ile başarılara ulaşanlar paranın da gücü ile kendilerini toplum içerisinde göstermek, doğuştan sahip olamadıkları ama görüntüsünü satın alabildikleri sosyal sınıfı para ile yakalamak hiç de şaşırtıcı gelmemesi gereken bir durum. Ve ingiliz toplumunda w.a.g.ler ve tabii asıl parayı kazanan kocaları bunu harikulade şekilde yapıyorlar. En yüksekl mertebedeki w.a.g. Victoria Beckham yerini Wayne Rooney'nin geçtiğimiz kış aldattığı ortaya çıktığı karısı ile yerini kaybetmeme yarışı yaşıyor gibi. Arada da diğerleri var; Ashley Cole'ın ayrıldığı karısı, şu Liverpool'daki çocuğun aldattığı güzel manken ve hamile olduğu anlaşılan sevgilisi Zaten aşırı pahalı arabaları müşteriye özel hale getirterek daha da pahalı satın almak, büyük çok büyük evlerde oturmak, eskiden sadece belli bir zümreye açık olan at yarışlarına büyük şapkalarla gitmek, büyük ve pahalı düğünler yapmak, en çok özenilen "asil" kadınlar Jackie Kennedy/Jackie O. veya Audrey Hepburn gibi oversize gözlüklerle, pahalı tasarım çantaları kollarından düşecekmiş gibi bileğe takmak vb. Unutmadan bir de w.a.g. dünyasının olmazsa olmazlarını sayıp bitireyim (yalan değil bu kadar popüler sosyolojik gözlem bir yerden sonra sıkıcılaşmaya başlıyor). Elbette Louis Vuitton çantalar (ve muhtelif markaların oversize çantaları), Jacob & Co. saat/mücevher, kişiye özel "imzalı, pembe, hello kitty'li" arabalar, skinny jeans üzeri zarafet yoksunu ama uçuk pahalı daracık tişörtlerin mutlaka stiletto giymek, solaryum teni, mutlaka uzun saçlar (çoğunlukla sarı, röfleli). Elbette bizde de w.a.g. hadisesi yeni yeni gelişiyor ve tabii türk toplumunun sosyal dinamiklerinden, geleneklerinden, genel yaşayış biçiminin modernite ile etkileşiminden besleniyor. Sadece tek bir tanesinin resmini koydum ki diğerlerinin w.a.g. arılarının da kraliçesi olduğunu gösterir bu resim. Fakat asıl favorim GS'lı Arda'nın sevgilisi kabusun önde gideni Sinem Kobal. Şimdiden "rol gereği de olsa dudaktan öpüşmem, Arda'yı kızdırmak istemem" zihniyeti ile fantastik laflar eden kendisinin geleceğinden çok umutluyum. Ola ki bu ilişki izdivaça dönüşüyor Sinem Hanım evinin "modern türk kadınını temsil eden" hanımı ve tabii kutsal anne olur işte o zaman türk w.a.g. dünyası kraliçesini bulmuş olur. Ama şimdilik Rüştü'nün karısıdır bu ünvanın sahibi. forever w.a.g. power!



I smoke my cigarette with style

...
I smoke my cigarette with style
an I can tell you honey
you can make my money tonight
wake up late
honey put on your clothes
take your credit card to the liquor store
that's one for you and two for me by tonight
...

nightrain, guns n' roses

p.s. temsili tarık'tır yukardaki. sigarayı yakma tarzı, resmen gördüğümde ağzımı açık bırakan bir tarzıdır, nasıl bir sigara yakışsa o. ayrıca her daim sakal her daim kısacık saç.

Wednesday, September 22, 2010

Hayat işte


Hep "hayat işte, hayatın kendi zamanlaması" filan gibi zırvaladıkça hayat kendini, bilinmezliğini, belirsizliğini, tahmin edilmezliğini, iyi veya kötü sürprizlerini her zaman hatırlatıyor. İki gün önce kadehler kaldırmış mutluluğun kaybetmemeye çalışmıştık. Bugün ise yine bu yaz boyunca eksik olmayan ölüm haberlerinden birini daha aldık. En son 1 Mayıs günü görmüştüm; hasta olduğu ve nadiren İstanbul'a geldiği için onun şerefine yemek verilmişti oraya gitmiştim. Hatta onu ne çok sevdiğimi anlatan bir "aşk mektubunu" da kalkarken sonra okuması için cebine iliştirmiştim. Sabah J.A. arayıp kötü haberi verdi. O saatten beri de suratsız, huysuz ve kılım. Ne yazık ki bir de işyerinde bulunup moron ve daha moronlarla uğraşmak zorundayım. Ama hayat işte. that's life. Çocukken denize gittiğimizde bana her zaman pembe kova alan, tepedeki sıcağa rağmen benimle kumdan kaleler yapandı, hayatta J.A. & F.A. 'nın arkadaşlarından "amca-teyze" sıfatını ekleyerek çağırdığım az sayıdaki insanlardandı.

Tuesday, September 21, 2010

Early in the morning


Hava soğudu, uzun zaman sonra gece çok güzel uyuyup çok güzel uyandım. Şahane. Hele dün gecenin keyfinden sonra... Sabah blues saatidir, hava güzel, üzerime bir şeyler giyip çıkmayı özlemişim.

Ayrıca Muddy Waters. Elbette! Hele "Got my mojo workin'" Büyük keyif. Müzik ve kahve. Ve sabahın erken saatleri. Forever kool!


Muddy Waters - Got My Mojo Working - Midnight Special 25.9.1
Uploaded by Superpatri. - See the latest featured music videos.

Monday, September 20, 2010

20'li yaşlardan 60'lara hala yıkılmadan


20'li yaşlarında "idam" istemi ile yargılanıp, yağlı ipten afla kurtulmayı becerip,toplum içerisinde mesleği, haysiyeti, şahsiyeti ile var olabilmek, bugün 60 yaşına gelebilmek büyük başarıdır. Kim için olursa olsun. Böyle örneklerden benim kendi tanıdığım az var; belki de sadece J.A. var; 20'li yaşlarını sürdüğü gençlik dönemlerinde inandıkları uğruna faşizan bir sistem içerisinde idam ile yargılanıp da bugün her şeye rağmen toplum içerisinde saygın, haysiyetli biri olabilmek zor iş.

münferit, pasta, 20:00, j.a. & f. a., ve çekirdek ailenin neredeyse diğer üyesi m.u. taylan, güzel yemekler, harikulade "ördekten çerkez tavuğu, ahtapot, siyah kuskus", güzel mekan, obsesif ruhlu bir rezervasyon ve organizasyon çabalarım, mekandaki diğer doğum günleri, sırf " socialite erkek" masası, j.a.'dan o masadaki doğum günü çocuğuna giden "mutlu yıllar" pasta dilimi, adını değil tipini bildiğim kuaförde karıştırdığım dergilerdeki bankacı brookerbirisinden gelen teşekkür jesti, mekan sahibi-dj'in yapışmam sonucu kırmayıp "you are the sunshine of my life" ile pastayı getirtmesi, yine mekan sahibinden gelen şampanya kadehleri, derin konular, acıklı ama gerçek konular, paşabahçe imzalı " büyük ada mimozo", "alaçatı lavanta" kokulu kolonyalar, behiç ak imzalı karaf ve vazo, mutlu ve güzel anlar, doğum günü şerefine mekan sahibinden gelen şampanyalar ve işte j.a.'nın bundan 40 yıl önce daha sadece 22 yaşındayken idam ile yargılanmış genç bir insanın 60 yaş ailesi ve en yakın arkadaşı ile beraber yediği doğum günü yemeği. parti ise arkası yarın yani ekim sonu.

gecenin bombası mekandan ayrılırken j.a.'nın ünlü bankacı brooker'a iyi yıllar dileklerini sunarken los angeles'te çocuk doğuracak viyk viyk incecik kulakları yıpratan sesli ama güzel manken kızın eski kocasının j.a.'ya utanarak bakıp ama konuşamaması ve yanındakinin "kusura bakmayın sizinle tanışmak istiyor da demesi"dir. j.a.'dan giden cevap ise "ben bugün 60 yaşındayım, umarım siz de güzel günler yaşarsınız, bu özel günde de 33 yaşındaki kızınız da yanınızda olur". ama çocuğun gideri var mı var; sakalı eksik sadece. bir de sakallı oldu mu tamamdır, sarışın ve sakallı. that's life!

Sunday, September 19, 2010

Never on sunday # 7

brüksel geceleri sonrası istanbul gecelerinde hiçbir şekilde çıkmayıp anlaşılmaz şekilde 3 gündür devam eden baş ağrısına ek olarak bir de baş ağrısı ile uyanma, güneşli pazarlar ama baş ağrısı ile güneşli savaşlar, "ya yok sanmıyorum ben gelebileceğimi, cidden, kötüyüm, gözlerimin içinde sanki şimşekler fışkırıyor, ama istiyorsan sen gel ben oturuyorum zaten de maç var" söylemlerim, gey kapılım z.'nin gelişi, evde unuttuğu yerel toronto & montréal gazetelerim, çok ama çok beğendiğim "sarı" kızılderilli bileziğim (ki ottawa'dan almış. o halde sanıyorum ojimbwé kızılderillileri olmalılar. o halde daha da ilginç ve güzel tesadüf olan bundan herhalde 13 yıl önce ethnologie dersinde ojimbwé kızılderillilerini okumuş, sınavına girmiş olmam), yayıldıkça yapılan dedikodu, yayıldıkça kalkılamayan koltuk, "ya seyredelim işte maçı burada, ben çıkamam zaten" deyip hem maç seyri hem de fol hamburgerleri, binbir zorluk, çaba ve başarı ile gey kapilim z. tarafından patlatılan ve frankie'nin buzdolabından alınmış pöti moet&chandon, o esnada gelen sekvotka, kendisinin maça dair "birazdan müthiş bir porno seyredeceğiz" deyip üzerine de "bir haftadır artık seviyeli bir insanım" lafı etmesi, z.'yi mest eden bloody marry'ler yapması, komik şarkılar komik laflar derken arayan mu.zo. , "eee ne yani şimdi pazar akşamı gidecek yer yok mu? w hotel var, oraya gidebiliriz" deyip yine nişantaşı, yine benim bayılmadığım ama benden başka herkesin bayıldığı mekana, akyol'dan mu.zo.'yu da alarak yönelme, there's a light that never goes out, heroes, love to love you baby, let the music play, the weeping song, hatta hatta stone roses, az dans çok sohbet, komik dedikodular, komik anılar, komik paylaşımlar ve yine hatta komik lise anıları, pazar gecesi yine "aa saat 1:30 olmuş", yine başlayan baş ağrısı, yine ertesi gün mesai saati...

p.s. şimdiden hemen söylüyorum meraklılarına. "hayır, vogue'un gece yarısına kadar alışveriş hadisesine gitmedim, gitmem, gereksiz buluyorum, çok kalabalık çok sıradan çok fazla "vög". o yüzden o geceki sıramı, indirimli kıyafetleri, şampanya tadımlarını, celebriti'lerle resim çektirme ve kendisinin "çılgın" pozlardaki resim çekme seanslarını moda cadısı ve kız-erkek-gey muhtelif moda cadısı tadındaki harikulade blogların harikulade sahiplerine bırakıyorum. profitez-en! ne de olsa "touched by vogue".

p.s. (2) resim tamamdır. never on sunday'lik gibi durmasa da gayet never on sunday. özellikle de mu.zo.'dan aldığım karşı cins hallerinin açılımı, geri verdiğim kız hallerinin fantastikliğinden sonra erotica romance

p.s. (3) guti'yi de beğenen bir insanım. gol üzerine de iğrenç espriler yapıldı mı? elbette!

Friday, September 17, 2010

Cuma eğlencesi # 9

Daha muhteşem bir resim ile başlamak isterdim ki Courtney Love ve artık durdurulamaz vaziyetteki "şişik ve gergin" yüzü beni engelledi. Soldakini bilmemekle beraber sanıyorum bir sonraki dönemde Courtney Love'ı da bilemeyeceğim. Aşırı zayıflık, facelift ve tabii sık takviyelerle şişirilen dudaklı baygın genç kız bakışlar ile neredeyse tanınmayacak halde. Yüzünün pürüsüzlüğüne ise diyecek lafım yok. Bravo! Görüyoruz ki para ile her şey bir şekilde yoluna giriyor.Beyinin dizinin dibinden nadiren ayrılabilen, bugünlerde Jackie O. 'yu canlandıran Katie Holmes, Calvin Klein tasarımcısı ve Julianne Moore. En şık ve tarz bu resimdeki elbette Julianne Moore. Kırmızı elbisesi, beyaz teni, nisbeten koyu kızıl saçları ile gayet kool gayet keyifli görünüyor.
Paris'in belki de en tarz, en pahalı, en "uğranılması gereken" mağazalarından Colette'in sahibi olmak ne şık yapıyor ne de tarz sahibi. Yani leopar desenine bayılan ben bile, leopar desenli çorap giymem, giysem de üstüne şu komik beyaz tüylü yakayı giymem, hele ayağıma fransızca söylemi ile basket'leri ise zaten geçirmem. Quel dommage!Kim olduğunu bilmesem de kafasındaki bantı, elbisesinin rengi, açıklığı ve duruşu ile belki de en güzellerden. Belki etek boyu biraz uzun ama hiç sorun değil, her türlü gideri var kendisinin.


Gözlüklerinden ve kareli kamyoncu gömleklerinden artık sıkıldığım Terry Richardson, mini etekli bacaklarına hayranlık duyduğum ama lolita hali ile ara ara sinirimi bozan ve gitgide annesinin kopyası olan Lou Doillon ve Purple etrafında şekillenen hedonist-erotik hayat tarzı ile düşman çatlatan, üstün müzik yazarı Mehmet Tez'in sıklıkla ismini zikrettiği Olivier Zahm. Güzel bir resim ancak değişik bir şey yok çünkü bu 3'lü sürekli aynı vaziyette poz veriyor, ortalıklarda dolaşıyorlar. Terry Richardson hep kamyoncu-gerek ruh hali, gerek giyinişi, gerek yaşayışı; Lou Doillon hep incecik, hep miniler içerisinde, hep saçları dağınık, hep bir bobo dokunuşlu effortless chic , Olivier Zahm ise zaten forever hedonist ya yatakta sevişiyor ve o anın resmini çekiyor ya ayakta sevişiyor ve yine o anın resmini çekiyor ya da sevişme öncesi ön sevişme hareketleri ile poz veriyor.
Gossip Girl'de "efsane erkek" olma yolundaki (ki benim için kendisi epey uzun süredir efsane zaten) Chuck Bass'in dulcinea'sı Blair Waldorf ile gündeliği 15.000 dolar olan vintage stylist Rachel Zoe'nin pozu zıtlıkların kardeşliği gibi olmuş: genç -yaşlı, kumral-sarışın, halen mimik sahibi olan- çoktan mimiklerini botoksla fezaya göndermiş olan, beyaz tenli- tanjerin kırmızısı tenli işte zıtlıkların kardeşliği.
Tanımam etmem ama bu sayfanın da geçtiğimiz günlerdeki people sayfalarının en şık ve kool insanı bu kadındır. Belden düşen ipek satenli pantalonu, boynundaki kolyesi, ceketi, saçlarının rahat bırakılmış hali ile "tamamdır", bitip gidendir. Keşke biz de bu kadar rahat görünümlü olabilsek; hem tarz, hem kool, hem rahat, hem keyifli...Keşke. Ama her daim gösteriş, ünvan, kabarık fön, "sen benim kim olduğumu biliyor musun" peşinde olan türk insanı için böylesine kendinden emin bir o kadar sade bir o kadar rahat olabilmek çok zor. İyi şanslar. Hepimize. Ama en çok da aslında kendi gerçeğini bilip de üzerine 3 beden büyük gömlek giyene. Çok acı olmalı sabah uyandığında aslında uyanmak isteğinin başka yerde başkasının yanında, başka bedende, başka hayatlar olduğunu bilip ama elindekini de "muhteşemmiş mutluymuş zenginmiş" gibi yaşamak durumunda kalmak. Şayze!

Thursday, September 16, 2010

Big up!


Gerçekten de sadece big up ! Respect! Paul Newman, 1925-2008.

Birileri ölürken birileri doğuyor işte. that's life. Bu yaz o kadar çok ölümlü, hastalıklı bir yazdı ki, yazmaktan düşünmekten hissetmekten üzülmekten bitmesini dilemekten ben yoruldum. Spleen böyle bir şey işte; ne zaman nasıl nerede vuracağı hiç belli olmuyor.

p.s. paul newman'nın sakalını, yakışıklılığını, koolluğunu, smokini taşıyışını geçiyorum zaten. giyemen giymesin, giymeyi de aklından geçirmesin.

Brüksel etkisi




Üzerimdeki mutlu Brüksel daha doğrusu Brüksel'deki fransızların (mes potes, quoi) etkisi devam ettiği gibi, gündeliğimde de etkisini gösteriyor . Yıllar önce gittiğim bir kahvaltıda ilk gördüğümde çok şaşırdığım ama sonra bayıldığım bol a café 'lerle döndüğümden beri sabahları bol a café ile tebessüm ederek yudumluyorum kahvemi (birkaç kutu lavazza stoğu ile mutluluk iyice pekiştirilmiş durumda ). Ve asıl büyük etki, yıllardır kahvaltı olarak yapmadığım şeyi yapıyorum: une tranche de pain et du beurre. Elbette la tranche de pain sıradan bir tranche de pain değil, özel üretilen simsiyah olanlardan marketlerde bulunmayanlardan, du beurre ise işlenmişlik oranı iyice az, organik, kakao yağı olanından ama touche française, tamamdır. Demek ki hala sürüyor ki une touche de vie a la française, sabahım, gecem böyle geçiyor.

Tuesday, September 14, 2010

Ağlamayanlar ve ağlatmayanlar


Benimkisi soldaki, Emilie. Ama elles sont ttes les deux choues. Bu sayfadaki muhtemelen ilk ve son bebek resmidir (vittorio'nunki belki eklenebilir). Ağlamıyorlar, ağlatılmıyorlar. Unutmadan anneleri de çalışan anneler; öyle evde sabahtan akşama kadar çocuk ile kafayı yemiş ev kadını değiller. Ağlatılmayınca ağlamıyor bebekler. Bir de bizim türkler öğrense ağlatmadan çocuklarını sevmeyi, onlara istediklerini ağlatmadan vermeyi. Çok zor bazı şeyleri değiştirmek veya öğrenmek. Umudum yok. Gerek de yok. Buraya kadar, daha ilerisi yok .

Monday, September 13, 2010

Diş Fırçası



sabahın köründe uyanış, uzakta karşıda olduğu için makul saatte olsa da makul gibi gelmeyen sabah uçağı, brüksel, güzel insanlar (hele erkekleri öyle böyle değil. bildiğin sarışın ve sakallı), gerizekalı taksi şöförleri (hem de her seferinde), belçika milli takımı, her daim içen belçikalılar, güzel belçika biraları, evde louise & émilie'ye bakmam, sabah biberonlarını verip 10:30-12:00 arası uyumalarını sağlamam, gazlarını çıkartıp üzerlerini değiştirmem, vittorio geldiğinde bir de kucağıma onu eklemem (bağdaş kurarak oturduğumda emilie&louise'i her iki kolumun altına alıp vittorio'yu da kucağıma oturtunce ciddi anlamda becerimi kanıtlamış oldum), kızlar için bir sürü komik elbise-çanta, vittorio için ise fenerbahçe zıbınlığı ile adidas üç çizgi ayakkabı, bir öğlen resto japonais, diğer öğlen harika bir steak tartare, akşamları buvette, nico'nun yemekleri, nico'nun muhteşem yemekleri, şampanya, bir anda herkesin toplandığı cuma gecesi yemeği ve yabancı ailem, buvette'in açılışı ve herkesin açılış için uzaklardan geldiği cumartesi gecesi, benim bile yıllar önce gördüğüm strasbourg insanları, DJler, okuldan insanlar, virginie, roberto, géraldine, nico, kiki force, véronique, julien, ben,roxy dedikoduları (bu insan olanı, kulüp değil), hip hop günlüğü, yeni öğrencilik maceramın eski anfi'den julien'de yarattığı etki, eve dönüp de kızların odasındaki yer yatağında hissedilen ve her daim var olacak olan duygu. forever us! forever friendship!

- le petit bateau. şahane! hani daha önce alıp giymişliğim var ama bu kadar büyüğünü-14 ans- hiç denememiştim. fakat hata etmişim parce que comme virginie l'a dit " ça fait pas enfant et il est trop beau sur toi!"
- bunun dışında tabii ki her seyahat sonrası düşüncem baki: türkler hiçbir şekilde bir yere gitmesin, seyahat etmesin uçağa binmesin! insanı yoran bir milletiz. yormak az bile, tüketen!
- şu ağlayan çocuk/bebek meselesi ise, yine kesinlikle bize ve belki de diğer ortadoğu milletlerine özgü bir durum. 4 gece 5 günüm çok zor hamileliklerin sonucu doğmuş 8 aylık iki kız, bir erkek bebek ile geçirdikten ve hiçbir şekilde ağlamadıklarını (çıkan dişlerinin verdiği acı hariç) gördükten sonra çocuklarını ağlatan, çocuklarının isteklerini ancak ağlatınca gerçekleştiren türk ebeveynlerdir bu cıyak cıyak ağlayan bebeklerin sorumluları. bravo! üremeye, 3.yü yapmaya devam etsinler. hatta kendileri de ağlayarak "ben çocuğumun kardeşsiz büyümesini istemiyorum" diye tepinsinler. çok güzel, çok akıllı, çok olgun nesiller bizi bekliyor sayelerinde.
- hayır çikolata ülkesinde kendimi kaybetmedim, hediye hariç çikolata almadım. ve yine hayır, şu işeyen pipili çocuk heykeli görmedim. yani yeniden. çocukken görmüştüm, yaşlanınca gerek yok önünde resim çektirmeye.
- en güzel belçika birası "vedett", "duvel" ve tabii "une derniere biere, mon gars"
- en bomba laf elbette kiki force'dan geldi. gecenin bir yarısı, yerlerde sürünen insanlar ama en çok sürünenlerinden olan kiki force ve "ta vie? je m'en fous!"
- diş fırçası? en kısa zamanda geri döneyim diye çocukların banyosunda bıraktım. en kısa zamanda, yine yeniden.


Wednesday, September 8, 2010

Gidip gelmek

Beklenmeden ayarlanan oldu. Düğün sonrası her şey o kadar hızlıydı ki. O kadar özlemişiz ki birbirimizi. Gidip gelmek lazım ara ara. İşte yapacağım şey.

Monday, September 6, 2010

Eski günlerin motto'su hem de "wanker" olanından

bono - "what a city, what a night, what a crowd, what a bomb, what a mistake, what a wanker you have for a president".

İşte hayat böyle bir şey. Bir gün böyle derken ertesi gün neler yapabiliyor insan. Yine Bono tüm tutarsızlığı içerisinde iyi söz yazarı, iyi müzisyen nitelikleri ile gayet başarılı şekilde tutunabiliyor. Söyledikleri ile ilgilenmezsin ama müziğini, şarkı sözlerini seversin. Ya Bono gibi niteliklere sahip olmayıp da en az onun kadar büyük laflar edenlere ne demeli? Hani etrafımızda sürekli gördüklerimiz, sürekli büyük laflarını duymak durumunda kaldıklarımız, gündeliğimizde sürekli kendilerini göstermeye çalışanlar. Ne yazık ki bu içler acısı bir durum. Büyük laflar eden küçük adamlar.

U2 derken kim daha kool derken


Bono hayranlarınden değil de Larry Mullen Jr. hayranlarındanım. Ta çocukluktan beri, sanıyorum 1988'den Rattle & Hum'dan beri. F.A. alıp vermişti "al kızım bak dinle bunlar irlandalı, apartheid karşıtı bir grup" diye. Bütün bir yazım walkmanimde Rattle & Hum dinlemekle geçmişti. Kasetin içinde şarkı sözleri de vardı ki Türkiye'de o zamanlar çok yeni bir şeydi kasetlerin kartonetlerinde böyle içerik bulmak. Bono çok süslüdür bana göre, fazlasıyla ilgi hayranı, fazlasıyla laubali, fazlasıyla "antipatik güneş gözlüklü". Oysa davulcu Larry Mullen koolluğun yazılmış hali gibidir, tepki vermez, üzerine kızlar atlarken durmakla yetinir yerinden kıpırdamaz. O yüzden U2'nun yegane kool insanı benim için Larry Mullen'dır, herhalde de kendisinin bu kadar güldüğü bir resim de nadirdir. Akşam bir de Rattle & Hum'dan çalsalar, Until the end of the world çalsalar tamamdır benim için, yoksa nasıl üşeniyorum gitmeye.

Sunday, September 5, 2010

Yaz bitti


Havanın serinlemesi, yağmur yağması, 1 eylülün gelip geçmesi, artık geceleri çıkarken üzerine bir şeyler alınması, fularların tekrar göze çarpması, camlar pencereler açık vaziyette yatılamaması, yorganın pikenin yerini alması vs değil yazın bittiğinin işareti. Benim için. Saçımı saç kurutma makinesi ile kuruttuğum gün benim için yazın bittiği gündür; çünkü artık üşüyeceğim için ıslak ıslak kendiliğinden kurumaya bırakamayacağım zamandır. İşte bugün yaz benim için bitti! 3 aydan sonra ilk defa saçlarımı saç kurutma makinesi ile kuruttum. Yani yazın bittiği gün bugün benim takvimimde. Olsun. Garip bir yazdı ama yine de güzeldi, yine de "arkası yarın" tadındaydı. Sonbahar insanı olmasam da önümüzdeki günler daha da şenlikli olacak. Biten bitmiş giden gitmiş, her "eski" yenileniyor, siliniyor ve gelenlerle beyazlaşıyor (ne de olsa geçmiş hiçbir zaman silinmiyor. bugün de gelecek de geçmiş üzerine kuruluyor ama silinmese de değişiyor). Ayrıca september when I first met you...

Motto # 2


theodor w. adorno, 1903-1969

- "a wrong life cannot be lived rightly".

Never on sunday # 6

alt başlık: the odd couple

poker oynamayı bilsem eve toplayacağım "ben sen bizim oğlanı", yeşil bir örtü serip poker oynayacağım bugün; o kadar evde oturup keyifli vakit geçirme havası var. yağmur var, yağmurla gözyüzünü kaplayan beyaz günışığı var, hava serin ama aynı zamanda sıcak, yani yağmur olmasa tiril tiril bir ceket ile şahane hissettirecek bir havanın hakim olduğu bir pazar günü. dediğim gibi poker oynamayı bilsem şahane bir poker partisinin gerçekleştirileceği bir gün bugün. yemeği, içkisi ve tabii parası ile beraber. şayze.

a. ailesi kahvaltı, cuppa, f.a.'nın d. ile galatasaray kombine muhabbeti, j.a.'nın kayra prensesliği, yumurta kardeşliği, dedikodular, yapılacaklar derken aslında birçok şeyin söylenilmemiş olduğu fark edilmesi-gerçi bu fark ediş düne dair bir fark ediş olsa da yine de "aydınlanma aydınlamadır".-. ne garip değil mi, insanın hayatında bir sürü önemli gelişme olup da bunları sadece bir avuç insana söylemesi? mesela evin içindeki büyük değişiklikler, tekrardan akademik hayata geri dönüş, gündüz düşlerinin kahramanları vs. daha geçen gün isveçli ile konuşuyorduk, yunanistan'a yüzdüğüm onun da sahilde miyop gözleri ile beni göremediğinde başıma bir şey geldiğini sanıp korktuğu tatil için "hadi canım sadece o kadarcık zaman mı geçti" diye düşündüğümüzde sadece ve sadece üç, üç buçuk yıl geçmiş olduğuna şaşırsak da gerçek bu. bu kadar kısa zaman içerisinde neler yaşanmış, neler hissedilmiş, neler başlamış, neler sona ermiş; kimlerle tanışılmış, kimlerle tanışıklıklar sona erdirilmiş, kimlerin kadimliği devam etmiş, kimler dünün kralı iken, hangi kralların bugün çıplaklığı ortaya çıkmış? değil mi ama? kral çıplak, gençler!

* her yerde açılan bread's denilen yeri sürekli görüyor ama girmiyordum içerisine. yine girmedim ama sağolsun girip de eli boş gelmeyen- ilk defaya mahsus olmak üzere- tanıdıklar tarafından getirilmiş 1-2 tuzlu ve pain au chocolat taklidi hamur işlerini tattıktan sonra girmemekle pek doğru bir karar verdiğimi gördüm. ne kadar kötü ve lezzetsiz şeyler onlar öyle? ayrıca yağ içerisinde, insanın damağında vıcık plastik bir yağ tadı bırakan mide bulandırıcı yiyecekler. komik olan insanların böyle lezzetsiz şeyler satmaya utanmaması.

* "the odd couple" tesadüfen karşıma çıkmış da olsa dünden bugüne kalanlar için tam olarak oturan bir tanım. the remains of the day belki de. dün sadece dün yani 4 eylül değil ama dünler, bugün de sadece 5 eylül değil bugünler. gerçekten de aslında dün de "odd"muşuz da farkında değilmişiz; kendimizi "supernatural"mışız gibi görüyormuş, öyle yaşıyormuşuz. aksine gayet de "odd" vaziyetteymişiz de yansımamızı farklı görüyormuşuz haliyle de kaçınılmaz sonuç: "yanlış hayat doğru yaşanmaz".

hadi, never on sunday, gerek yok ağırlığa. yeter ki her şey hafif olsun, basit olsun, keyifli olsun!

Saturday, September 4, 2010

Sabah keyfi # 2


Aslında sabah keyfine pek uyan bir kalkış, uyanış olma da nedense gökyüzünün rengi, ruhumun hali sabah keyfinin ifadesidir. Ara ara gözüken güneş ile yine ara ara gelen gri bulutlar ve hafifçe esen hava, nefes aldıran hava ile hissedilen hafiflik. Yapmam gerekenler var, almam gerekenler, görmem gerekenler var da var. Ne var ki hastalık üzerine çıkmak bile yorucu gelmiyor sanki. Günlerdir meğer direniyormuşum, geçen haftadan beri söylenmem aslında bir hastalığın ifadesiymiş ki beni yatırmış perşembe günü evde. Şu beyin hücrelerine hükmeden insanlar olmayı dilediğimden kendime "hasta olmayacaksın" diye hükmediyorum, deniyorum ama müthiş becerimden ziyade Corsal ile ayakta duruyorum. Manyak scientology mensupları gibi ilaca karşı olmadığımdan ilaç kullanmaktan hiç de rahatsızlık duymuyorum. Ayaktayım! Dün gece de gayet güzel sızmışım- ki dış mıhrakların taaruzuna hiç mi hiç aldırmadım.
whatever...
Sabah keyfi yine. Belki biraz farklı, belki biraz değişik ama içten gelendir benim için. Yine de yukardaki Steve McQueen ve Faye Dunaway'ın kahvaltı masasına, keyiflerine "hmmmm, budur işte" dememe engel değil. Sanıyorum Thomas Crown Affair filmi olsa gerek, 70lerin başı gibi. Nays!

Friday, September 3, 2010

Motto-forever-




1988 tarihli efsane Public Enemy albümün efsane şarkısıdır "don't believe the hype". Chuck D. 'den benjamin (yani "dolar" demek oluyor) ve bling bling hayranı zenci cemaatine "görgüsüzlüğe, paranın getirdiği güce inanma" tadında bir söylem gibidir. Ama işte sonuç malikanelerde süren yaşam, kapının önünde bekleyen özel yapım Lexus'lar, Jacob&Co. saatlerlerle ortada. Ne yazık ki bu sadece varoştan çıkma zengin amerikalı zencilerde değil, bizde de artık öyle. Belki Lexus, belki Jacob&Co. daha o kadar tercih edilmese de (ki futbolcular yine bu tercih alanında başı çekiyorlar) topluma kendini göstermek isteyen para ve statü eksikliği büyümüş de yetişkinliğinde para kazanmış herkesin elinde bir Louis Vuitton veya Gucci, kapının önünde de açık gri bir Mercedes Benz bekliyor. Doğal olanına değil itirazım. Gel gör ki sonradan görme olanları algımı ve gündeliğimi yoruyor. Tıpkı ucuz şampanya gibi; sevmiyorum. Sonradan görmeliği, sonradan görme ile gelen marka imzalı varoşluğu, yani bir başka deyişle "nouveaux riches" hadisesinden hiç mi hiç hoşlanmıyorum. O yüzden don't believe the hype. Ha, doğuştan "riche" olanına ise forever diyoruz. Hatta forever streets gibi, doğal olanı "tamamdır"!.




Public Enemy - Don't Believe The Hype
Uploaded by jpdc11. - Watch more music videos, in HD!