Friday, February 29, 2008

Cuma eğlencesi # 13

Bahar gelmiş gibi derken cuma eğlencesi de geldi, çattı. Öncelikle diyeceğim şu ki büyük heyecanla beklediğimiz Oscarlar büyük bir süküt-u hayal olduğundan hiç yazmayacağım bile. Gecede sadece Heidi Klum'un elbisesi güzeldi onun dışındakiler gayet sönük, gayet öylesine idi. Onu da kadını beğenmediğim için koymuyorum sayfaya. Allahtan people dünyası eğlenmeye doymadığından malzeme bol.


Oscar gecesi kıyafetler sönüktü ama sonrasındaki partilerdekiler gayet güzelmiş. Bilindiği üzere Oscar ödül töreninden sonra governor's ball var, törendekiler eğlenmeye hemen baloya koşuyorlar. Baloya törene katılmayanlar da davetli olduğu için daha bir kalabalık, daha bir samimi ortam oluyor. Sevdiğimiz erkek Sean Penn, lezbiyen çift arkadaşları ile poz vermiş. Ellen bilmem ne ile Portia bilmem ne. Portia'nın elbisesini çok beğendim sadece rengi biraz soluk, Ellen için ise yorum yapmıyorum. Yine gecenin devamında governor's ball'da Javier Bardem, George Clooney ve sevgilisi. Elbisesini hiç beğenmedim ama hangi tasarımcı nedir bilmiyorum. Kız da gayet sıradan bir tip. Renkleri güzel olanlardan. Bir de fazla hayran adama. O bakış ne ya? Hiç sevmem hayran hayran bakan , ona göre hareket eden, davranan kız. Ama Javier...bilmiyorum çirkinliğinin içinde tahrik edici bir yanı var bu adamın.

İtalyan manken Maria Boscono. Değişik bir güzelliği var, beğeniyorum ben. Beyaz meyaz ya herhalde o yüzdendir. YSL partisine gitmiş, kıyafetini de beğendim, kendisini de.
Mischa Barton uyuşturucu vs gibi olayları atlatmış L.A. sokaklarında gezmeye başlamış. Mevsimi güzel bu L.A.'ın. En kısa zamanda gitmeliyim. Güzel kız, gözlükleri de güzel olmuş, elbisesi de fena değil ama çiçeklerle baharı getirmiş. Bahar geldiiiii....

Gucci 'nin 2008 bahar yaz defilesinden. Modelin ismi Anja Rubik'miş. Güzel ama fazla hüzünlü bakışlı. Acılı bir ifadesi var. Ama saçları güzel, kestirsem mi dedim böyle ama fantastik 4'lünün diğer 3 üyesinden hayır geldi.

Neyse biter gider, akşam parti var, yan var...

Erken bahar, erken hisler


Erken bahar heyecanı, coşkusu derken işe de erken gelmeye başladım. Çok feci. Geleli neredeyse yarım saat oldu. Bahar bende böyle bozukluklar yapıyor galiba. Her şey daha öyle tiril tiril değil ama je me complains pas mes chers...


Güzel, kıpır kıpır bir cuma olsun bugün. It's friday...
Edelweiss resmi bile koydum, ne kadar romantik ve duygulu bir insanım ben!


Thursday, February 28, 2008

song n' motto # 4

it's hard enough even trying to be civil to myself
please forgive me for my distance...

fiona apple (hiç de sevmem bu nevrotik şahsiyeti ama mesafemi anlatacak başka bir şey bulamadım. sertaç mı koysaydım?)

Mesafeli aşk

Büyük hayal kırıklığı oldu benim için.
Zaten üzgünüm, canım acımış ama neticesinde top yuvarlak, olur böyle şeyler demiş, rasyonalize edebilmişim kafamda ve bitirmişim, ileriye bakmışım. Ancak sonrasında gelen budalaca söylemler, "bu küfürler adam öldürme sebebidir" diye cümleler vs ... İçim sıkıldı gerçekten. Kararım şudur ki, sevdiğim renklerle arama bir mesafe koyuyorum ve içimden tekrar seyretme coşkusu gelene dek sevdiğimi, tutkuyla bağlandığımı görmeyeceğim, takip etmeyeceğim, canımı acıtmasına müsade etmeyeceğim.
Büyük kararlarımdan biridir. Bakalım l'amour à distance nereye kadar gidiyormuş, nasıl sürüyormuş?

Wednesday, February 27, 2008

Bırakabilmenin haysiyeti

Elbette mutsuz ve keyifsizim. İçim acıdı resmen.
Geçen hafta Fidel ve hatta Zidane için yazmıştım " bırakabilmek haysiyet gerektirir" diye. Doğru, gerçekten de gerektirir. Taraftar olmak, renklere tutkuyla bağlanmak kör olmayı, aptalı savunmayı, yanlışa doğru demeyi gerektirmez. Hiç sevdiğim oyunculardan değildir. Hep bir söylenen, ota boka itiraz eden, arkadaşını öğretmenine şikayet eden sınıfın muhbir öğrencisi intibası verir bana. Sevimsiz de bulurum. Zaten bir salaklık yapmış, takımını daha ilk dakikalarda yarı yolda bırakmışsın. Bari yaptığını kabul et, hata olarak gör ve çık git. Haysiyetinle çık o sahadan. Ağlayıp sızlamadan, söylenmeden. Ancak dediğim gibi haysiyet denilen şey zor bulunan bir değerli taş gibi. Ya da değerli taş söylemi fazla glamour kaçarsa, Alp Dağları'ndaki Edelweiss gibi diyeyim çocukluğuma bir gönderme yapayım. Kısacası kimi zaman haysiyet varolduğu düşünülende dahi olmayan bir özelliktir. Ya vardır, ya yoktur.

...

Aslında başlık bu kadar ifadesiz değildi ama bütün bugüne ait coşkum, bahar heyecanım nedense gitti, maç heyecanım da söndü sanki. Oysa ne heyecanlı olurdum (ayrıca sabahtan beri kıpır kıpırdım), heyecanla beklerdim, seyretme organizasyonu yapardım. Bir anda duruldum. Neden acaba bir anda bu kadar yükselip bir anda çöküyorum. Gerçi boşa sorulmuş bir soru çünkü kendimi bildim bileli böyle, değişmedim, değişmiyor.

whatever...

Güzel insan Kate Moss, çirkin ve ağır narkotik eski sevgilisinin maçını seyretmeye gitmiş, elbette resimleri çekilmiş bize de gün ortası güzelliği olmuş. Çünkü sıkıldım!

Fantastik diyaloglar III


Şarküteri dükkanları dünyanın her yerinde ilgimi çeken, bir aidiyet duygusu ile girdiğim çıktığım dükkanlardır. İstanbul'un en eski şarküteri sahiplerinden birinin gazetelere verdiği mülakatta o eski şarküteri kültürünün kalmadığı, yeni açılan marketlerde her şeyin halledildiğini söylüyordu. Doğrudur da.

Bence bizim Yeşilköy'deki Martı kadar başarılı olamayan ama mahallede olması ve Galatasaray Şütte'ye gitmeye vaktim kalmaması sebebiyle bir arkadaşımla rakı keyfi için alışveriş yaparken bizim şarküteride aldıklarıma bakan hiç tanımadığım bir adamın "tam rakılık" demesi ile gerçekten sevdiğim manzaralardan biri oluştu. "evet dedim rakılık valla hepsi".

Neden sevdiğimi çok bilemedim ama belki mahalle, belki rakı, belki ortak anlayış, ya da hiçbiri. Ben sadece çıktığımda çok ama çok gülüp evet ya böyle bir ülke burası, değişmemeli diye düşündüm.

Gece yazısını sabah yazıp rakı da dedim. Tamamdır.

Monday, February 25, 2008

Sabah kırıklığı

Oscarları sanki biz aldık, yok töreni, yok kıyafeti, yok çiftleri vs diye eğlendikçe eğleniyoruz.

Benim hayatta görüp, tanıyıp birbirlerine yakıştırmadığım, asla denk olarak görmediğim, beraberliklerine hiç anlam veremediğim çiftler vardır (hem içte, hem de dışarda). Bu sabah Javier Bardem peşinde koşarken Oscar sonrası partide gördüğüm şu resme inanamadım. Adam, Javier'den daha çirkin olmasın ama çirkin ama karizmatik erkeklerin en üst sırasındaki efsane şahsiyetlerden, kadın da muhtemelen karşı cinsin hayranlıkla bakakaldığı, bence renkleri güzel Sports Illustrated mankenlerinden. Peki nasıl bir birlikteliktir bu? Adam Irak'a, Venezüela'ya giderken, Bush'a, savaşa karşı mitinglerde yer alırken kadın da onunla beraber gelecek, tavır koyabilecek mi? Off gerçekten karşı cinse dair hayal kırıklığıdır şu resim bana.

Pazartesi mahmurluğu


Kıyafetler açısından feci bir ödül töreni olmasına rağmen çok memnunuz Javier'in ödülü kapmasına. Kılık kıyafet kısmını cumaya saklıyorum ama Javier'i hemen koymak istedim şu sayfaya. Kendisine tebriklerimi en içten, en samimi, en yakın şekilde iletmek istiyorum. Şu anda farkettim kendisinin elleri ne kadar güzelmiş. Karşı cinsin elleri ayakları çirkindir çoğunlukla ama şu minik heykelciği tutuşundan görüyoruz ki uzun ve düzgün parmakları ve hatta elinin üzerindeki damarları var. . Sabah mahmurluğundan, pazartesi mahmurluğundan uyandım sayesinde. Birden biz kızlar için sabah eğlencesi oldu, varsın olsun.

Sunday, February 24, 2008

Belki

Never on sunday # 2

Hava güzel, sanki bahar geliyor ama daha mart bile olmadı. Ancak bu akşam Oscarlar verilecek. Çok da güzel pek de güzel. Yorumlarımı sonra elbette yazarım ancak hatırlatayım geçen sene tören öncesi yazdığımda bahsettiğim daha bu topraklara gelmiş ve gitseydim bunu giyerdim dediğim marka gecenin moda alanındaki yıldızıydı. Herkes onu giyinmişti. Demek ki bir öngörüm, hissiyatım var, işe de yarıyormuş (gerçek hayatta da)...

Ses kısıklığı, la suite

Evet devam ediyor, hatta daha da kötü. Konuşurken gitgide kesiliyor, sonra duyulmaz hale geliyor. Ne olduğunu gerçekten anlayabilmiş değilim. Galiba bir de dışarda, yoğun sigara dumanın olduğu yerde olmak da ayrıca kötü yapıyor. İşaret dili ve yazarak derdimi anlatabiliyorum. Feci bir şey. Ne kadar zormuş konuşamamak, ifade edememek kendini.
Bitsin artık. Ne yapacağımı da bilemiyorum ki...Yarın acile mi gitsem acaba???

P.S. bununla beraber önce if!, sonra fantastik 4'lü ve +'lar olarak kalabalık yemek, yemekte herkesin benimle lig yenilgi sebebiyle dalga geçmesi (gerçekten bu konuda insanlarda bir duygu oluşturmuşum.herkeste bir heyecan, bir dalga hali oluştu ki...), pi cafe diye yerde doğum günü yemeği, sesin iyice yok olması ama yan'a gidip m.,r., k, ile buluşma
ve...black, can't stop, 7 dakikalık keep me hangin' on-rod stewart, vs vs vs

P.S.(2) neden jameson resmi? büyüklerimi (k.) ve viski seven dostlarımı dinledim sesimin kısıklığı için 2 shot jameson içtim. viski sever de olsam içemediğim için ilginç deneyimdi. ancak sonrasında daha iyiydi, itiraf etmeliyim. sadece sonra eve dönmek gerekebilirdi, işte onu yapmadım. ama güzeldi, galiba sevip de içebilme hadisem gerçekleşecek bu gidişle. jameson ayrıca yeşil vadinin suyu.

Saturday, February 23, 2008

Ses kısıklığı

Ne yaptım ne ettim bilmiyorum ama sabaha doğru sesim kısılmıştı. Severim kısık ses (hem kendimde hem başkasında, çok çekici bence) ama ağrılı oluyor biraz. Galiba reflü de bazı şeyleri etkiliyor, nefes borusu, ses telleri vs gibi. Yine nefesimin kesildiği zamanlar oluyor. İlginç şeyler ama tatsız şeyler.
Acıyor ses tellerim.

Friday, February 22, 2008

Cuma eğlencesi # 12

Bugünkü biraz sönük olacak malum limanlar biraz sakin, Oscar Töreni yaklaşıyor, onunla beraber cıvıl cıvıl olacak her taraf.
U2 çok sevdiğim grup da olsa Bono'don hazzetmem. Çok pozcu, çok playa, çok süslü gelir bana. Hele hele şu iğrenç gözlükleri ile kart zamparaları anımsatıyor bana. Kel ve kart zampara olmuş resmen. U2'dan adamım davulcu Larry Mullen Jr'dır. Benim beğeni kriterlerime göre ciddi yakışıklı bir adamdır; sarışın, yakışıklı, öyle yavşak değil, gayet ağır ve tepkisizdir. Kendisi gecelere çıkmadığında Bono kart zampara olarak çıkmış ve Anna Wintour ile buluşmuş. Elbisesini beğendim, gayet glamour, gayet parlak, tam bana göre. Markasını yazmamışlar haliyle ben de bilmiyorum ama güzelmiş.
Çok beğeniyorum Kate Hudson'ı. Tarzını da kendisini de. Bir de galiba kendisi ile barışık bir insan gibi, annesi de öyle rahat, kendileri ile barışık insanlar. Şu giydiği gayet sıradan ama gayet hoş. İşte beğendiğim gri rengi böyle bir ton, böyle bir kullanım. Tabii bunu giyebilmek için Los Angeles'te olmak gerekiyor. Paris Maris de sökmez, çıkarsın sokağa böyle de racaille takımı rahat bırakmaz, hemen laf atarlar. Ama Los Angeles, California oralar sanki bir başka, gerçekten gidip yaşamak istiyorum. Yine şu tünik, tişört, ne haltsa artık benim kıçımı ancak örteceğinden altına bir şort bir şey giyer öyle çıkarım. Yoksa feci çirkin bir görüntü.
Olmamış bir çift örneği. Adam çaptan düşmüş gereksiz bir Hollywood oyuncusu, kadın ise Jimmy Choo ayakkabılarının sahibi ve 80'lerin efsanevi moda markası Halston'nın yeni ortaklarından. Adamın üzerindeki gri takım çok sönük olmuş. Erkek üzerindeki gri takım çok tricky bir durumdur, herkese yakışmaz, herkes taşıyamaz. Mesela 1960 yılında Amerika'daki genel seçimler öncesi J.F. Kennedy ile televizyon programına çıkan Nixon'un bu gri takım yüzünden seçimleri kaybettiği söylenir. Kennedy o programa lacivert bir takım ile çıkmışken Nixon gri takımla çıkıp televizyon cazibesinde yaşayan amerikan halkını ikna edememişti.

PETA derneği yılın en kötü giyinenlerini açıklamış. Bu liste, PETA'ya göre, kürk giyenler oluyor. İlk sırada Aretha Franklin var. Kendisi bir hayli kilolo olduğu için üzerine aldığı kürk de o kada geniş oluyor. İkinci sırada şu hispanik televizyon yıldızlarından biri ama üçüncü sırada Kate Moss var. Beğendiğimiz insan. Ben de gerçeğinin giyilmesine karşıyım ama olabiliyor tabii, bir şey diyemedim.

Bugünlük budur. Farkındayım biraz sönük, farkındayım beğendiğim insan Hana Soukupova yok(kendisi bu hafta davetlerde boy göstermemiş galiba ama hastasıyım) ama that's life darlin'....

İşte taraftar!

Ne güzel gelmişim bahar havası içerisinde birazdan cuma eğlencesini yazacağım ama tutamadım kendimi bu manasız insanın yazısnı okuyunca.
Ya istemiyorum ben onun gibi sarı lacivert taraftar, onun gibi haysiyetsiz zevzek insan. Bir yürü git ya! O öğrendiğin bilgiler de, Adidas veya Nike top ile kafanda patlasın Damat Music Company'i yıllarca damadına yediren, kendisi holding patronun çantasını taşıyan çiğ sarı Lacoste'lu şahsiyetsiz. Nasıl da sinirlenmişim sabah sabah. Neyse bıraktım, zaten hakkımdaki yeni dedikoduları, geleceğinde neler olacağını duydum, heyecanla gerçekleşmesini bekliyorum.

Bu arada elbette F.A. çok üzgün. Dün konuşmamıştık-valla kimseyi aramadım, hissettim üzüntülerini- sabah konuştuk ilk cümlesi "kızım çok üzgünüm" oldu. Ne desem bilemedim. Bu arada kimse inanmıyor üzüldüğüme. Normalde çok ama çok sevinirim yenilmelerine, yenilmelerini dilerim her daim ama böylesini bir skoru beklemiyordum. Fazla ağır geldi. Ona üzüldüm, yoksa yenilmelerine değil elbette. Kına yakarsın demişlerdi, yakarım valla bekliyorum, saç rengime de uygun. Dur elime mi yaksam köylü kızlar gibi.

Thursday, February 21, 2008

Cümle

Hiç beklenmedik şekilde gerçekleşen buluşmanın akılda kalan cümlesi:
anotherstar- ya gerçekten üzüldüm şimdi. kötü olmuş.
i.- yalan söyleme!!!!

Kalabalık sayılabilecek grup, herkes o takımlı (ne zaman aksi oldu ki hayatımda), haliyle herkes üzgün ben de valla bir şey yapmıyorum sadece susup üzüntülerini hissetmeye çalışıyorum-ama inandıramıyorum kimseyi...

Sıfatı almak kolay da "olmak" zor

Dünkü sonucun heyecanı ve güzel giden şeylerin etkisi ile bugün memleketimin spor yazarları ne yazıyorlar, nasıl insanlar diye bir göz atmak istedim spor sitelerine.

Eskiden daha çok takip eder, okurdum ama şimdi sıkılıyorum ve gitgide bu spor yazarları denilen adamlara tahammülüm azalıyor. Bunun da tek sebebi spor yazarı olmayı çok kolay bir şey sanmaları. Herkes spor yazarı olmuş ama kimsenin neden bahsettiğinden haberi yok. Mesela Tanju Çolak. Spor yazarı olmuş haberim yok. Kendisinin yazabildiğinden de haberim yoktu ama orası ayrı. Kendisi ve türevlerinin yazıları zaten çok kısa, kaç vuruşluktur bilmiyorum ama hepsi bir ilkokul öğrencisinin yaz tatili kompozisyon defteri tadında. Basit, kolayca algılanabilen kısa cümlelerle süslü yazılar bunlar. Ha bir de unutmadan belirmeliyim ki, Tanju ve saz arkadaşlarında fevkalade "ağır abi" durumu var. Sürekli öğüt verme, "bak bir abi olarak söylüyorum sanaa hasan" halleri insanı kendinden geçiriyor. Savaş (Ay) da sıfatlarına bir sıfat daha eklemiş, spor yazarı olmuş (ya bir düş yakamdan demek istiyorum kendisine, ki şuradan söyleyeyim korkar benden kendisi).

Nasıl bir şuursuzluktur ki insan her şeyi yapabileceğini düşünebilir. Hayal etmek elbette güzel bir şey ancak insan haddini bilmeli şu hayatta. Bir de galiba eski fotoğrafçılar, müzisyenler ve televizyonun şeker çocukları işler tükenince spor yazarlığı yapabileceklerini düşündüler. Olabilir çünkü engelleyen yok. Aksine ülkenin yeni tekelini oluşturan holdingin sahibi bir kayınpeder, eski topçuluktan gelen veya şeker çocuk olup sabah programında hoplayıp zıplarken kazanılmış medya ilişkileri vs... Hal bu olunca, yabancı dil bilmeye, uluslararası spor basını takip etmeye gerek kalmadan veriyorlar gazetenin tekinde bir köşe, yazıyorlar sonra boş boş futbol hakkında. Unutmadan köşelerine koydukları resimlere de hayranım ben. O pozlar, bakışlar...hayran olmamak elde değil doğrusu.

Her şey benim çizdiğim kadar vahim değil elbette çünkü bu salaklar ordusundan ayrılan, yol yordam bilen, mürekkep yalamış, en az bir yabancı dil bilen, futbol dışında dünyadaki gelişmelerden de haberdar olan bir kesim var. Küçük bir kesim ama yine de insana futbol deyince, futbola biraz farklı bir gözden bakmak isteyince bulunan, rastlanan aslında tanıdık, bir masada oturup konuşabilecek yüzler.

Spor yazarı sıfatını almak kolay bir şey, köşen var yazıyorsun işte ama spor yazarı olmak sanılanın aksine zor zanaat. Hayattaki her şey gibi. Hepimizin sıfatları var çok önceden verilmiş, üzerimize dikilmiş ama o sıfatları hakkıyla olabiliyor muyuz, taşıyabiliyor muyuz? İşte orası tartışılır.

Ya da bütün futbol camiası bir şekilde W.A.G. olmuş gidiyor da farkında değil...

Memnuniyet

Dün geceki sonuçtan çok mutluyum, heyecanlıyım. F.A. önce bir dalga geçti ama sonrasında bir demedi "neyse artık" ile bitirdi.

Bu akşam onlarınki var....Heyecanla onu bekliyorum. Şimdi aklıma geldi keşke iddaya girseydim şu takımı tutup benimle dalga geçenlerle. Zengindim şimdi. Ya da en azından kaç gece dışarda yemek sahibiydim. Heyhat!

Wednesday, February 20, 2008

Forma

10 numarayı taşıma davası var her ülkede, her kulüpte,her takımda . Futbol anladığım değil de sevdiğim şey olduğu için yukardakinin gerçek olup olmadığı, ya da gerçekse ne zaman gerçekleştiği hakkında hiçbir fikrim yok. Ancak Zidane forması içinde İsa...

Rio, bosso nova, futbol, zidane olsun, güzel olsun istedim. Bu kadar.

Zamanında bırakabilmenin zamanlaması

Zor şeydir bırakabilmek.

Neyi olursa olsun kendine göre bir zorluğu vardır. Sahip olunan gücü, yönetebilme yetisini, duyduğu sevgiyi, aşkı, öylesine giden ilişkiyi veya tüm bağımlılıkları yaşayana acı verdiği için zordur bırakmak. Bırakmak, bırakmayı düşünmek dahi tedirgin edicidir. Bırakma eylemi ise her duruma, her yaşanana göre değişebilendir. Bazen gangren olmasın diye kesip atmak veya gelecekteki dostluğu yaşayabilmek için usul usul gitmek şeklindedir. Ayrıca her şeyin bu dünya düzeninde kendine çizdiği bir zamanlaması vardır. Acıttığı gibi sevindirir de, sadece ne zaman, nerede ve kiminle olacağı bilinmez. En bilindik en yabancı, en uzak da en yakın çıkarken insan farkeder bu zamanlamayı.

Belki hastalıklardan, belki gitgide yaklaşılan sonu görebilmenin etkisi ile 81 yaşında artık bırakmayı tercih etmiş. Açıkcası iyi olmuş. Tek adam, tek insan yönetimi doğru değil bence. Efsane bir insan olduğunu kabul ediyoruz, yaptıklarının önemini, farklılığını. Ancak gün değişiyor, hayat değişiyor, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak çünkü su hiçbir zaman aynı akmaz. Keşke bizde bırakıp gidenler olsa. Çökene kadar, parkinsondan titreye titreye yürüyene kadar devam etmeseler. İktidar hırsına kapılmış vaziyette "idare edeceğim" diye düşünmeseler. Ama iktidar hırsı bu, kirletir insanı. Kafamda ufak da olsa bir liste var; gitmesini istediklerim diye. Gitsinler artık bu iktidar yolundan diye düşünüyorum ama gitmiyorlar. Bizden öncekiler aynı adamları gördü, bizden sonrakiler de görecek herhalde. Yazık.

Bak işte giden gidiyor. Gidilebiliyor demek ki. Hoş gitmek de adap ister, haysiyet ister, cesaret ister (gitmeyi korkakça yapanlar da var ama onlarla ilgilenmek gereksizdir).

Fidel gitti; geç oldu ama yine gitti, haysiyeti ile gitti. Fidel'den sonra bence en haysiyetli gidiş Zidane'a aittir. Gerçek bir çirkef olan haysiyetsiz Materazzi'ye çakıp öyle gitti. Müthişti.

P.S. Ne kadar kötü bir şey haysiyetsiz olmak!

Sabah

Bence de gayet ilginç bir durum başkasının çocuğunu kendi çocuğu gibi sevmek. Yani bir yere kadar sevilir, hatta çok da sevilir ama yani... Ya da ben sevebilir miyim başkasının çocuğunu kendiminki gibi? Pek emin değilim.

Tuesday, February 19, 2008

Acil mevsim değişikliği

Kar seviyoruz, kızakla kaymak istiyoruz, north face'imiz var hiçbir şekilde üşütmüyor, sıcak tutuyor ama nisan-mayıs-haziran aylarının bir an önce gelmesini, tiril tiril eteklerimizi giymeyi ruhumuzu ısıtmasını istiyoruz. Bahar gelsin, çicekler açsın, sabah çok erken saatlerde kuşlar ötsün, uyandırsın ve balkonda elimdeki kahve fincanı ile uzaklara bakayım beyaz sabahlığımı düzeltirken...

Acil, acil, acil mevsim değişikliği. The time is now.

P.S. # 2


Karlı gün, evde kalma, çıkmama derken tabii mahalle diye bir şey var. Belki artık sitede ve aynı evde oturmuyoruz ama cumhuriyet diye tabir edilen bir mahallemiz var, kiraların tavana vurduğu, kafelerinin önünde park etmiş lüks arabalardan geçilmediği, yürünmediği (benimse yürürken elimde keskin bir şey varsa anında çizdiğim) bir mahalle bizimkisi.
A. ailesi olarak yeni açılan Kaktüs'te kar buluşması, yemek, tanıdıklar, televizyon kanallarım havadan bozulduğu onların evine ertelenen maçı seyretmek için gitme hali (neden? çünkü yenilsinler diye seyrediyorum ama artık o gücüm kalmadı galiba o takım üzerinde. yenilmiyorlar, yenilmediler dün, sinir oluyorum, perşembeyi bekliyorum)... Kara o kadar kapılıp sonrasında İf filmi yalan oldu, Nişantaş yalan oldu, olur hava muhalefeti bu.
* asıl tatil olması gereken gün bugün! her yer buz, kafamı yarıyordum sabah sabah!
** dün gerçekten kızağım olmasını istedim benim rampadan inerken. eğer son anda a. ailesi olarak tartışmasaydık j.a.'nın söylediği gibi "al çocuğum bir minder koy poşetin içine, sonra da kay" lafını dinleyecektim. olmadı, kavga ettik (b.'nin diyeceği gibi "gerçekten ilginç bir ailesiniz")
*** yukardaki gibi bir fincan ile kahvemi içip gazetemi okumak istiyorum. bildiğin diner fincanı, beyaz üzerine basit şekiller var ama onları çok seviyorum ben. şu anda bana en güzel hediye "kahve".

Sunday, February 17, 2008

Şehirde kar var


Dünden beri...Çok güzel. Kar çok severim ben. Garip bir şekilde soğuk da çok seviyorum ama en çok nisan-mayıs-haziranı seviyorum. Yarın tatilmiş; sanki ilkokulda Yeşilköy'de okulların tatil olmasını beklediğim günler gibi oldu. Nasıl da güzel olurdu, sitede kartopu oynardık, bütün Çiroz kar kaplı ve tüm çocuklar sokakta olurdu. En komiği ise bu kadarlık bir karda bile sanki dağdaymışcasına kürklü çizmeleri ile sokağa çıkanlar olurdu (yıl 1985-86. courchevel tarzı çizmelerin bu topraklarda o kadar yaygın olmadığı yıllar).

North Face derim ben bu havaların sıcak tutan mont markası olarak.

Neyse kar seviyorum, her yerin bembeyaz kaplı olmasını da seviyorum. Üşümediğim, elektriklerin kesilmediği, manasız bir sürü tersliğin olmadığı sürece...

Karlı ve soğuk bir gün bugün. Hem de pazar. Never on snowy sunday.

Saturday, February 16, 2008

Sürpriz üzerine sürpriz

Bugün onun günü galiba. Aman yarabbim F.A. her yerde. Cumartesi ekinden sonra aynı adama, aynı holdinge bağlı sarı Lacoste tişörtlü zevzek genel yayın yönetmenine sahip diğerine nazaran çok ama çok satan bir diğer gazetenin Keyif ekinde mesleği hakkında röportaj vermiş. Bir günde iki ayrı gazetede, birinde 22 diğerinde 60 yaşındaki hali ile. İlginç oldu bugün. Yarın da J.A. bir yerlere çıkar, tamamlarız.

Sabah sürprizi

Yan'ılmış bir geceden, sabahın erken ışıklarında dönülmüş ama yine de erken kalkan bir zihniyet olarak sakin sakin gazete sayfalarını çevirmek isterken Radikal cumartesi eki'nin kapağı ile irkildim. F.A. ve bazı eski arkadaşlarının resmi. Hem de amerikan western filmlerindeki wanted halinde. Söylememişti bana, görünce gayri ihtiyari irkildim. Uzun zamandır görmemiştim o afişi. Yani geçenlerde de kendisinin eski bir halini gazete basmıştı (hatta buraya da koymuştum) ama bu biraz daha çarpıcı. Bizim en güldüğümüz ise (evet bugün gülebiliyoruz bazı şeylere) o resmin altında kendisi için "bebek yüzlü gerilla" diye yazması. J.A. ile konuştuğumda "evet ben de yeni gördüm ama biliyorsun o resimde dayak yemiş hali, gözünün altındaki yara ise silahın kabzasından aldığı darbenin yarası" dedi. Gerçeken farketmemiştim ya da leke sanmıştım ama gözünün altında bir yara var, yüzü gözü de epey şiş.

Çocuklar için gariptir bu durumlar. Bugün çocuktan çok çocuk yapacak halde olsam da yine de her daim onların çocuğu olacağım ve geçmişte yaşananlar, görülenler hep bir çocuğun içindekiler olacak, bazı davranışlar ve hareketlerin şekillenmesinde bir şekilde mutlaka etkili olacaklar.
Salt benim için değil, herkes, her birey için önemli olan bir şey bu. Çocukluktur insanın yetişkinliğinin şekillenmesindeki temeli oluşturan. Belki çok sıradan bir çocukluk değildi benimki, bazı acıların yaşandığı, bizim dışımızdaki sebeplerle zorunlu mesafelerin girdiği o yıllarda "ortalıkta konuşulmaması gereken bazı konuların aktör"leriydik ancak kötü veya dışardan bakanların "acımak istedikleri" bir çocukluk değildi. Aksine çok mutlu bir çocukluktu. En önemlisi zorunlu uzaklıklara ve mesafaye rağmen çok sevilen ve hiç yalan söylenmeyen bir çocukluktu. Belki o yüzden de ben bugün hemen hemen hiç yalan söylemeyen, kendisine güvenen bir insanımdır. Kim bilir?

Ancak şunu biliyorum ki yaşanan tüm bu travmatik sayılacak zor zamanları zenginliğe dönüştürebildik biz. 3'müz de. Daha doğrusu önce J.A. ve F.A. sonra da onların sayesinde ben. İşte bu yüzden şanslıyız. O günlere, o zamanlara, o acılara ağlayarak değil, her zaman olduğu gibi dirayetle, vakur bir şekilde bakıyoruz, geleceğimizi çizebildiğimiz ölçüde çiziyoruz. Yine tercihimizi yapıyoruz hayatta, önümüze sunulana "evet" veya "hayır" diyoruz çünkü insanın her zaman bir tercih yapma seçeneği vardır. Tek dert sonuçlarına katlanabilmektir. Tercih yapıp sonuçlarına katlanmak da öylesine yaşamaktan, yetinerek yaşamaktan sıyırır insanı.

* Yazılmış 500 küsür yazının ardından belki de en özel olanı bu oldu. Komik oldu sabah sabah.

Friday, February 15, 2008

Cuma eğlencesi # 11

Geçtiğimiz hafta Berlin Film Festivali, Grammy, Bafta gibi ödül törenlerinin haftasıydı, bol bol malzeme çıktı cuma eğlencesine. Şu ingilizlerin zevkini çözebilmiş bir insan değilim. Müziklerini seviyoruz, futbolunu seviyoruz da kadınlarının zevksizliğini, erkeklerinin sevgililerini sürekli paçoz karılarla aldatmasını anlamıyoruz. Yukardaki ucube elbise Dior Couture oluyor ve taşıyan da Bafta Ödülleri gecesine katılan Eva Green. Elbise kötü ama kadın daha da kötü. Yani çirkin bir kadın. Bir de geçtiğimiz ay Vogue'un kapağına koymuşlar. Yani celebrity olsam o kapağa beni de koyacaklar, o kadar kötü yani.

Yine bir Dior Couture elbise ama ne kadar farklı ne kadar güzel. Taşıyan da güzel, elbise de güzel. Şu elbiseyi alsam içine girmek benim için spora gitme motivasyonum olur, o kadar demek istiyorum. Kate Hudson da gayet güzel bir kız. Çok farklı bir güzel değil belki ama yine o salak "rengi güzel" kadınlardan farklılığını ortaya koyan bir alımlılığa sahip.

Gerçekten bu kadar güzel bir kızın ... (her hafta aynı şeyi yazıyorum yazmayacağım artık) Ne kadar çirkin ne kadar rüküş olmuş o sarı saç, o feci elbise ile.
Bafta'ya L'Wren Scott imzalı tuvaleti ile katılan güzel kadınlardan Penelope Cruz. L'Wren Scott Mick Jagger'ın eski sevgilisi, modacı filan ama asıl özelliği çok uzun boylu bir kadın olması. Uzun, gayet uzun bir kadın. Fakat çok güzel bir tuvalet. Tam olması gerektiği gibi, klas, farklı.
Aslında daha yazacağım birkaç resim/kıyafet vardı ancak Javier Bardem'i görünce gerçekten bitirmek istedim (içimden sıcak bir su aktı). Nasıl çirkin ama nasıl güzel bir insan! Ayrıca ne kadar "viril" bir görüntüye sahip. Kendisi önce ödülünü almış sonra da sevgilisi Penelope ile kutlamıştır. Evet bu iki ispanyol beraberler. İşte nihayetinde güzel ve denk bir çift! Aman ya ne öyle farklı dünyaların birleşmesi filan. Karşıyım ben öyle şeylere, kan kanı çeker kardeşim, işte bu da örneği. Javier'e geri dönersek... Çirkin ama karizmatik erkekler listemde kendisi tüm sıralamayı altüst etmiş insandır.

Thursday, February 14, 2008

Cume eğlencesine doğru mavi üzerinden ilerlerken...


Az önce Vogue'un yeni sayısında görüp, çok beğenip hemen internette bulup koymak istedim cumadan önce.
Seviyoruz, beğeniyoruz kendisini. Hiç beğenmediğimiz bir marka olan Versace ile bu bahar ve yaz sezonu için anlaşma yapmış, yeni yüzü olacakmış. Sevenlerine keyifli seyirler dileyip kızla beraber elbiseyi de çok beğendiğimizi söylüyoruz. Ben saks mavisini alayım, diğerini de kızlarla paylaşayım.

P.S. Bir şey dikkatimi çekti. Tabanı kırmızı olan ve bununla ünlü olan tek bir marka var, o da Christian Louboutin (unutmadan, cumhurbaşkanın çok zevkli, hiç rüküş olmayan karısının giydiği taklit bir türk markası var). Peki bu uçuk rakamlara satılan, milyonlarca dolarlık bir serveti temsil eden, defileleri halen dolup taşan Versace neden ayakkabılarının tabanını bu kadar aleni şekilde kırmızı yapmış? Yoksa koleksiyondaki ayakkabılar Louboutin imzalı mı? Gereksiz bir şey de detaycı bir insan olduğum için dikkatimi çekti hemen. Yoksa bilsem de olur bilmesem de.

Şarkı ve seksenler klibi



Madem beğendiğimizi söyledik 80'lerde çekilmiş feci seksenler Miami Vice kokan klibi ile Bryan Ferry ve Jealous Guy diyelim.

Hiç Beatles insanı değilimdir, John Lennon'dan az anlarım ama Working Class Hero ile beraber bu şarkı gayet güzeldir. 1971 yılında artık kendisinden de meşhur Imagine albümünde yer alan bir şarkı bu. Bryan Ferry klibi biraz tacky ama öyle olsun, hissedilen duygu da biraz öyle değil mi zaten? Sadece insanın arada bir dozunda bir şekilde hissetmeyi istediği şey bence, aidiyet açısından yoksa daha fazlasını istemem, sevmem. Ama ıslıkla gelebilir "I'm just the jealous guy" diye. Komik işte.

Tel père tel fils


Babasına bak oğlunu al diyoruz biz güzel türkçemizde. Kool romantik Bryan Ferry ve oğlu Otis Ferry. Ne kadar da benziyorlar ama laf aramızda ben babasını 82'li oğluna tercih ederim. Kendisi maşallah 82'li değil en az 72'li duruyor ama tabii olmayan bir şey var. Çocuğumuz ayrıca İngiltere'de avlanma taraftarı ve savunucusu. İlginç yani bu devirde böyle şeyler. E tabii ecnebi dünyada, endüstri devrimini yüzyıl önce yaşayan ülkelerde insanlar farklı şeyleri konuşuyorlar; türban, örtünmek, örtünmemek, çığlak kadın resmi, alışveriş merkezinde ibadet vs konular pek itibar görmüyor.
whatever...
Kendisinin ne iş yaptığını bilmiyorum ama okuldan terkmiş. Babası da iyidir hoştur da yani işte pek romantik bir insan olmadığımdan benim için bir Tom Waits, bir Nick Cave değildir. Yine de Jealous Guy yorumu müthiştir. Gerçekten. Birden bir kıpır kıpır oldum Jealous Guy deyince. Kıskançlık ne sevdiğim ne de yaptığım şey değildir de, bilemiyorum birden güzel geldi kıskanç erkek. Ne anlaşılmaz bir şey değil mi kadın olmak?

"oldu bu iş"

Öncelikle laf bana değil Sekvotka'ya ait. Öğle saatlerinde yaşadığım komik tesadüfü anlattığımda sarfettiği bu oldu. Çok güldüm.Geçtiğimiz haftasonu çıktığımızda da benzer bir şey söylemişti.
Komik.

P.S. Kendisine en son hastalanıp bana baskın yaptığında getirdiği çirkin ötesi "hastalık hediyesi" terlikler için teşekkür edememiş hem de giymediğim için kalbini kırmıştım. Buradan özür diler, o facia terlikleri ayağımdan hiç çıkarmayacağımı söylemek isterim.

İki insan, bir çift

w magazine, july 2005, angelina jolie&brad pitt


Koymadan edemedim şu resimleri. Birincisi çoluk çocuk bahçedeki plastik havuzda, ikincisi de herhalde angelina şeker komasında hali. Çok iyi anlıyorum kendisini çünkü aynen böyle bayılıyor insan, tutmazsa birisi kafasını vurması işten değil. Burada giydiği pembe, fuşya elbise narciso rodriguez diğeri ise yves saint laurent imzalı.

2005 haziranında çekilip yayınlanmış bu resimler. Kısa ama aslında uzun bir süre düşününce. Ne, neydi, nasıldı, neredeydi? Temanın ismi de "domestic bliss". Kolay şey değil domestic bliss'i yakalamak. İstemem ben öylesine şeyler, öylesine devam etmeler, öylesine hayatlar, öylesine ilişkiler, öylesine kabul etmeler, öylesine evet demeler, öylesine telaffuz etmeler . Öylesine olacaksa olmasın. Kimi tanıyanlar, kimi vakit, söz, hissiyat paylaşılanlar mükemmelliyetçi diyorlar bana, benim için. Belki doğru belki değil (bence değil). Sadece öylesine yaşamların, yetinmelerin insanı değilim.

İki kadın

W dergisi bundan iki yıl önce daha ilişki tam olarak ayyuka çıkmadan önce Angelina Jolie ve Brad Pitt'i 50'li yılların amerikan ailesi şeklinde resimlemiş kapağa taşımıştı.

Scarlett Johannson ve Natalie Portman yeni bir filmin afişini paylaşıyorlar, W dergisi de kapağı paylaştırmış. Ben ikisini de güzel bulurum ancak bu resimde İsrail doğumlu ve Harvard öğrencisi Natalie Portman daha güzel çıkmış. Resim elbette karşı cinsin fantazisine hitap edecek şekilde ama Scarlett Johannsson'nun makjajı sanki biraz onu sıradan yapmış. Mesela ruj rengi dudak şeklini öldürmüş filan.
Olsun yine de güzel, karşı cinsin rüyalarına girecek bir kapak olmuş. Biz ise beğendiğimiz hem cinslerimize bakıp "evet güzel kız" diyoruz.

P.S. İsrail doğumlu ünlüler bayağı çok aslında. Bunlar içerisinde beni en çok şaşırtan Gene Simmons olmuştu. Evet, Kiss'in efsanevi şekilde dilini çıkartan insanı. Gene Simmons ya...

Wednesday, February 13, 2008

Yetişkinlerin komik davranış biçimleri


Güzel insan Gisele'in dil çıkartan resmi üzerine ben de duygularımı dile getireyim. Sebepsiz bir şekilde bayılıyorum dil çıkartmaya. Saçma, komik, neyse ne, kime ne? Umrumda mı? Değil. En sevdiğim şey ise bir yerde yemek yerken yanımdakilere dilimi çıkartmak. Çocukça olduğunu biliyorum sadece hoşuma gidiyor. Bazen farkına varmadan o kadar abuk subuk yerlerde o kadar abuk subuk insana yapıyorum ki ben bile şaşıyorum. Ancak cümle alemin bildiği üzere ben şımarık bir insanım.Seviyorum dil çıkartmayı.

P.S. Yukardaki malum Rolling Stones simgesi olan dil. Ancak bu her zamaki kırmızı yerine dikenli olandan. İşin doğrusu bazen çok fena acıtabilen bir dile sahip olduğum için bunu uygun gördüm kendime. Çok nadirdir acıtan sözlerin ağzımdan çıkması ama olduğu zaman olur; ya çok fena tepem atmıştır, ya canım yanmıştır, ya da inandığım şey fos çıkmıştır.

Geri plan

Backstage veya sahnesi arkası önemli şey eğlence dünyasında. Aslında belki her şeyde önemlidir, sporda, evde, okulda, ilişkide...
whatever ...New York fashion week süresince sahne arkasında çekilmiş fotoğraflar çıktı ortaya.

Buyrun buradan yakın!


P.S. Güzel şey backstage, backstage manager olmak. Zor ama güzel, eğlenceli.Eğlenceli film The Devil Wears Prada'nın başrolündeki kız. Bu resmi çok beğendim . Yani kızı bu resimde beğendim. Beyaz tenli zaten kendisi,öyle yamuk gülmüş, koca yüzü kaplamıyor ekranı. Gayet hoş burada !
İste dünün çocuğu bugünün milyar dolarlık begeği. Bunun bir de ikizi var, bence ikisi de hoş ama kılık kıyafet konusunda kötüler. Ancak şu üzerindekinden istiyroummmm. Gerekirse saçımı sarıya boyatırım ama bence gerek kalmaz şu andaki rengi boyu ile fevkalede olur. Ve işte güzel insan, sevdiğimiz insan! Tabii bu haliyle dünya güzeli değil ama seveni bu halde de sever herhalde. Fakat şu dil çıkartma olayı, özellikle de fotoğraflara müthiş eğlenceli bir durumdur. Her daim yaparım, Harvard'lı çocuğun arka bahçesindekilerde de, A. ailesinin buzdolabının üstündeki resimlerde de vardır. Seviyorum dil çıkartmayı....



Saygı, respect!

Bilindiği üzere Grammy ödülleri verildi, sevdiğimiz insanlar ödüller aldı, sansasyonel kıyafetler giyildi (ki cuma günü yazacağım uzuuun uzuun) ve tabii bombalar patladı.

Herhalde müzik dünyası açısından en büyük bomba yeni nesil potansiyel diva Beyonce'nin beraber sahneye çıktığı Tina Turner için "The Queen" tabirini kullanması oldu. Amerikan müzik dünyasında bu sıfatı taşıyan yegane kişi Aretha Franklin'dir. Kendisi Queen of Soul'dur. Üzerine konuşmak anlamsızdır. Tina Turner da iyidir hoştur da bir Aretha Franklin değildir. Beyonce toylukla böylesine bir lafı etmiştir, Aretha da öyle düşünmüş beyanını öyle yapmış.

Neyse Beyonce'nin gençliğine veriyoruz böyle gafları ve Aretha'yı kalbimizde, kulaklarımızda bir kez daha anıyoruz.

P.S. Hadi bu laf genç divanın toyluğundan da, bir de kelli felli heriflerin ettiği laflar var ki ...gayet kötü, gayet gereksiz, gayet saygısızca.

Tuesday, February 12, 2008

Toplantı notları

Akşam üstü muhtemelen bütün yükü bana kalacak bir proje için önce devredilen yakın zamanlarda da muhafazakar bir şirkete satılan gazeteye toplantıya gittik. Aslında çok notluk bir toplantı değildi ama ilginç ve komikti. Bizim taraf ben, le boss, kendini sürekli olarak tiyatro sahnesinde sanan bir mesai arkadaşı ve gereksiz bir kadın şeklinde iken karşı taraf genel yayın yönetmeni E.B., İ.K. 'nın başında bence hoş bir kadın (adını unuttum), bir de geyiğine katılan gazetenin ağır toplarından eskinin peynir şarap bugünün politik ve sosyolojik gözlem yazarı E.A.

İşin doğrusu benim için bir zamandan sonra sıradan gelmeye başladı ama belki de yapmayı en çok sevdiğim şeylerden birini yapmak güzeldi: gözlemlemek. Sosyolojide buna observation participante diyoruz. Balmumcu'nun 10. katından şehre bakarak kallavi puro tüttüren bir genel yayın yönetmeni, medya dedikoduları, vs. Hiç bomba yok mu dersek elbette var! Çenesini tutamayan, muhalif bir insan olarak bombasız bir yerden ayrıldığım nadir olduğundan burada da durum farklı olmadı. Korkutucu bir şekilde bakmaya müsait, iri yarı hatta neredeyse yarım dünya çapına geçmiş E.A. ile ufak çaplı yaşanan bir tartışma, geri adım atmayışım, muhteşem single malt Lagavulin üzerinden barışma...Gerçekten karşı cins ilginç oluyor. Hele hele en ilginçleri iktidar sahibi olanların durumu. Belli korkutuyor insanları, kolay parlıyor, sesi de kalın, o yüzden de sarsabilir şöyle bir insanı. ..da benim işim olmaz. Ancak ne gerek var şu fani dünyada sürekli kavga içerisinde olmaya? İyi davran insanlara, eğlenceli ol, nasılsan öyle ol. Herkeste bir "ağır abi" raconu, hal tavrı. Olmuyor işte, herkeste durmuyor o hal tavır. Fakat ilginç bir şekilde karşı cins göbeğin çabını genişlettikçe böyle bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. Net bir şekilde anlaşılması gereken şu ki; iri yarı ve geniş çaplı erkek olmakla Tony Soprano olunmuyor.

whatever...komikti. Daha da komik olan daha E.A. benim F.A.'nın evladı olduğumu bilmiyor. Ben söylemedim, konusu geçmedi, öyle ortalık yerde söyleyecek halim yok elbette de, bilirim kendisi "abi hürmetler" diyen tayfadan. Neyse o zamana kadar kendisine karısı ile beraber bol bol yiyip içmeler, genişlemeler diyoruz.

Halledilemeyen meselenin rüyalarda vuku bulması

Halledilemeyen, halledemediğim meselem var kifayetsiz muhteris insan ile. Geçen sene bu zamanlardı sanki ya da 1 ay sonra. Yine burada yazmıştım ne denli dellendiğimi, kendisini küçük parçalara ayırmak istediğimi, Sekvotka'nın "vurdurayım mı topuğundan" deyişini. Üzerinden giden gitti, su akıp yolunu buldu anlamı değiştirdi ama içimdekinin dışarı çıkması lazım.

Rüyalarıma kadar girmiş bir durum bu. Ki ben rüyalarımı çok severim, sansasyoneldir, eğlencelidir, komiktir. Ancak bu kifayetsiz muhteris yüzünden sevdiğim rüyalarımda bile daralıyorum. Konuşsam, içimdekini döksem rahatlayacağım, free as a bird olacağım da görmüyorum ki ibneyi (hemen öyle aşk meşk meselesine yorulmasın. hiç öyle bir durum değil bu. kifayetsiz muhteris de öyle hayatıma aldığım erkeklerden değil. sadece kısa boylu, cibiliyetsiz, şahsiyetsiz ve kötü bir adam)

Monday, February 11, 2008

Semt semt şehir


Sabah F.A. ile yitip giden dostun unutulmaması, katlinin aydınlığa kavuşması için Beşiktaş'a gittik. Sevimsiz bir hava, aptal bir yağmurla kar arası bir şey altında bekledikten, yine üzüldükten ve F.A. herkese merhaba dedikten sonra kendisini günlerdir istediğim gibi bir kahve içememenin dürtüsü ile amerikan kahvecisine götürdüm. Sevmiyor bir sebeple. Ben de bayılmıyorum kahvesine, dilimi yakan sıcaklığına ancak kahve kokusunun cazibesine kapılıyorum. Ve semti seviyorum. Neden bilmiyorum ama Beşiktaş benim bu ait olduğum, doğup büyüdüğüm şehirde sevdiğim semtlerdendir. Bazı sokaklarını, yerlerini çok severim. Takımı ile ilgilenmem o takım ile ilgilendiğim kadar ama tribününü, Çarşı'sını çok severim.

Duyduğuma göre Bulgari Hotel Beşiktaş'a yapılacakmış. Tam sahile. Şehrin en güzel, en keyifli semtlerinden biri daha manasız bir lüks tüketim uğruna gidecek. Tüketime itirazım yok da üretmek lazım o kadar tüketebilmek için. Bilmiyorum sevmiyorum bu kadar fazla, abartılı şey.
whatever...kahve güzel şey!

Sunday, February 10, 2008

Özlem

Halen özlemimdir. Sabahın erken saatinde, her şeyden, herkesten daha çok kokusunu duymayı sevdiğimdir. Lavazza, Illy, hepsi bekliyor kutuların içinde ve ben içemiyorum. Nasıl yaptıracağım ben bu kadar büyük kahve makinesini? Ne yapacağım ben?

Sabah belki beşiktaş'ta olacağım yitip giden dostun hala süren mahkemesi için, belki kahve içerim amerikan dükkanında. Belki.

Talihsiz durum

Geçenlerde benim çok ama çok statta maç seyretmek istediğim günlerden birinde F.A. tuttuğu o takımın o stadına maça gitmişti. Yenmişlerdi. Kendisi manasız bir inat ile kombinesini (bizim j.a. ile tüm "mutlaka al" ısrarımıza rağmen) almamış olduğundan o stada gittiğinde hem kendisinde, hem de onun tribün çocuklarında bir heyecan yaşanıyor. Sonrasında tribün çocuklarından birisi karşılaştığımda "ya ne kadar iyi oldu F.A.'nın gelişi; uğurlu geldi ama sen niye böylesin gibi " alıştığımız lafları duymuştum.

Dün yine gitti. Yenilmediler. Yine. Gerçi konuştuğumuzda kendisi yanındaki, arkadasındaki, etrafındaki "futbol cahillerinden" çok şikayetçiydi. "futboldan hiç anlamıyorlar, bütün maç takımı destekleyen adamlar ne zaman gol yeniyor, sövmeye başlıyorlar Kalli'ye, yaşına, vs. bitmiş bu ülkede futbol algısı" diyordu. Haklıdır muhtemelen. Ancak benim bu konudaki tek derdim yenilmemiş olmaları. Tribün çocuğu bu sefer ona da "abi iyi ki geldin ya yendik yine" demiş. Garip şekilde uğura inanır insan. Olmasını bekler, olacağına inanır, dilekler tutar (f.a. zamanında o renklere tutkuyla bağlanan büyük isimlerden o.k. ile maça gittiğinde orhan abi'nin maçın kritik anlarında "hadi gel yer değiştirelim biraz" deyip uğura inanışını anlatır).

Demek böyle. Demek F.A. uğurlu geliyormuş. O statta bir sonraki maça gitmezsem ( kendisi bu sayfaları okumadığı için hain planımdan haberdar değil ancak şöyle bir şey düşünüyorum. çok masum bir yüz ifadesi takınıp "ya ben de görmek istiyorum sizin efsanevi stadyumunuzu, o muhtemeşem ortamı, beni de götür bir sefer lütfeeen" diyeceğim. bir tek evladı var şu dar-ı dünyada, kıracak hali yok herhalde) ...

Saturday, February 9, 2008

Gece IX

Planımız ayağı kırık R.'nin iyileşmesini kutlamak amacıyla Fantastik 4'lü olarak yakınlarda kapanacak olan Rejans'ta güzel bir yemekti. Mamafih... Yemeğe eksik başlayıp, R., M. ile eğlenceli dedikodu yapıp bol bol güldükten sonra Sekvotka, B. ve Pera'nın gelmesiyle açılan ev votkalarının ve şarapların şişesi arttı (yine dikkat ediyorum mideme-şekerime ama bu sefer yemek yiyebildim. uzun zamandır yiyemediğim için bayağı yemiş gibi oldum). Yemek sonrası kalktığımızda ise Yan'a geçildi ve eğlence devam etti.

P.S. İnsanlar üzerinde sevmediğim yanlış anlaşılmalara ve yanlış sahiplenme duygularına sebebiyet veren Sekvotka'nın benim için şampanya patlatma isteğim Rejans'ta vuku buldu. Bu bize ait yıllardır süregelen bir şey olduğundan çok şaşırmadım da bir anda gerçekleşmesi eğlenceli oldu. Hep beraber kadeh kaldırdık o garip tatlı ama fiyatı diğerlerinden hiç aşağıda kalmayan şampanyaya.

P.S.(2) Yazdığım gibi önü açık bir bluz giymektense gayet mütevazi bir bluz giydim (ki farkında değilim) ancak R. & M.'ye göre "sen bir parlıyorsun yine" durumu olmuş. Bilmiyorum ama güzel olmuş.

Geceden fantastik diyaloglar # 1

Daha önce sabahın köründe canlı yayına çıkacak ve Sekvotka'nın arkadaşı olan spor spikerinin alemlerde eğlendiğini yazmıştım. Yine alemlerdeydi kendisi.
spor spikeri- ben gideyim paşam sabah yayın var
sekvotka- hadi ya neyse
anotherstar- aaaa olmaz ama daha çok erken
s.s-yok yok gideyim
a.- asla izin vermiyoruz. daha Can't Stop ve Black dinleyeceğiz.
sekvotka- neyse canım iş güç tabii sen bilirsin paşam
anotherstar- yooooo olmazzzzzz
s.s.- neyse o halde şunu tekrar vestiyere bırakıp geri döneyim.
...
sekvotka'dan anotherstar'a- bravo! bitirdin spor dünyasını, çocuğun kariyerini

Geceden fantastik filmler # 2

anotherstar- şampanya çok güzel değil ama kadehleri güzelmiş.
b.- kadehler güzel kafalar daha da güzel.

Friday, February 8, 2008

Eskilerden bir reklam

Hayal kırıklığı. Yüzü gözükmeyen kız ne yazik ki Hana Soukupova değil, gereksiz surat, sıfır cazibe taşıyan Carmen Kass'mış. Neyse o kadar yazdım, arkasında durayım da koyayım resmi sayfaya.
Eski bir reklam bu. O zaman da çok beğenmiştim, yine bayağı bir zaman önce tesadüfen bir arkadaşımla konuşurken de beğeniyordum, bugün de hâlâ beğeniyorum. "Gayet güzel işte" diye bitirip giderim bugün de.

Cuma eğlencesi 10

Cumaları gelince bir heyecan bir kıpır kıpır durum bende. Ne o blog'da ona buna sallıyoruz. Geçenlerde bir arkadaşım "iyice moda yazar oldun" sonrasında da K. "çok fazla moda yazıyorsun" dediğinde iyice bir şaşırdım. O kadar yazmışım W.B. Yeats, Bloody Sunday filan ama nedense olay modaya geliyor. Gelsin ya! Fani dünya bu dünya, bugün varım yarın yokum. Elimdekilerin kıymetini biliyorum, gereken değeri neyse onu gösteriyorum.
Kısa kesiyorum cuma günü hafifliğine uymayan komplike lafları ve cuma eğlencesi diyorum.

Sevdiğimiz beğendiğimiz insan Madonna kızı ile beraber Gucci sponsorluğunda bir yardım gecesi düzenlemiş ve elbette herkesler de katılmış. Üzerindeki güzel gri elbise elbette Gucci imzalı. Keza kızınınki de öyle. Bu arada birbirlerine nasıl benziyorlar. Tek fark ten rengi. Kız biraz siyah (gerçekten bilen bilir, başıma gelmesinden korktuğumdur). Aynı geceden beğenmediğim bir insan. Gerçi Drew Barrymore'u beğenirim de Jennifer Lopez ve hamile hiç olmamış. Gerçekten bir yarım dünya olmuş. Hani bazı insanlara yakışır denir hamilelik ama kusura bakmasın kendisine yakışmamış. Bir de o kadar paraya, o kadar diyetisyene, personal trainer'a, lükse hala yarım dünya oluyorsa çüş diyorum. Ben bile hamile olsam epey bir şişerim ama bu kadar yarım dünya olmam valla. Her sezon bir manken bütün kontratları imzalıyor, tüm defilelerde boy gösteriyor. Bu da bu yılki. Resimde soldaki-bence çirkin-Agnes bir şey, ingilizlerin bu yılki moda gururu. Vogue'un kapağında, Burberry reklamlarında vs her tarafta. Bu yüzlerin ömürleri 1 yıl oluyor. O kadar çok kullanılıp, ortalıklarda gözüküyorlar ki bir yerden sonra insanlar da markalar da sıkılıyor. Ama mafya kılıklı ayakkabıları çok güzel hatta bende de var aynısından (gerçi r. gördüğünde hiç beğenmedi ama ben çok beğeniyorum).
Kim bilmiyorum ama sadece elbiseyi çok beğendim. Hele göğüs kısmı, tamamdır, hele hele kendi üzerimde düşünüyorum, gerçekten tamamdır. J. Mendel imzalı. Yoktur buralarda bu marka zaten, o yüzden çok üzülmeyeyim. Ama akşam dışarı çıkacağım, önü böyle açık olan bir şey giyeyim.
Gerçekten de bedroom eyes Carine Roitfeld artık bedroom eyes değil ve hatta 50'sinden sonra azgın bir vaziyette gayet sarışın. Yanındaki de dünün Woody Allen tipli bugünün gelişkin vücudu ile salınan bence gayet sıradan bir tasarımcı olan Marc Jacobs. Saçları da garip bir siyah, fazla parlıyor, koyu lacivert gibi. Sıkılıyorum eşcinsellerin bu kadar bakımlı, poz halinden (hoş kadınlarınkinden de sıkılıyorum).
İşte kötü ve ötesi. Nasıl güzel bir kız bu kadar çirkin olabilir. Nelly Furtado. Neden sarı renk saç neden o kıyafet, neden o gri? Bu da Gucci imzalı elbette, gece Gucci'nin gecesi herhalde bedava verdiler. Ünlü olunca zengin olduğun gibi kılık kıyafete de para vermiyorsun, o kadar şuursuz bir düzen hakim, her şey bedavaya geliyor, hediye ediliyor filan.

Ve beğendiğim manken ile bitireyim. Pardon "top model" denmişti kendisi için, yanlış olmasın. Hana Soukupova. Kıyafeti gayet güzel, bu sefer ayakkabıları da güzel ama bence daha bir sarışın olmalı bu kız. Nedense kendisini sarışın görüyorum ben, daha alımlı, daha dikkat çekici. Şu diz kapakları kıskançlığıma kıskançlık katıyor demek zorundayım. Nasıl bir şey o diz kapakları ya? Valla ameliyat olacağım bu gidişle. Bu arada yeni öğrendim ki benim yıllar öncesinde çok beğendiğim bir Gucci reklamındaki kız bu kızmış. Ya işte böyle, işyerinde quality time geçirmek bunları öğrenmekle oluyor. Bulursam onu da koyayım şuraya. İsmim zaten sapığa çıkmış, o resmi de koyarsam iyice sağlamlaştırmış olurum.

Bugün cuma, elbette erken çıkış zamanı. Kimse yok zaten.

MC denilen şey


Hip-Hop kültürü aslında bugün rap diye bilinenden oldukça farklı bir şey. New York'un 5 borough (özellikle ingilizce yazdım çünkü tam mahalle değil tanımı, biraz daha bölge-mahalle karışımı bir şey ifade ediyor borough)'sundan en fakiri olan Bronx'ta 70'lerin sonunda ortaya çıkıyor. DJ ve MC beraber bu yeni akım müzikte. DJ malum bugünün biraz çaptan düşmüş ama 90'lı yılların süper starı (ve evet 3. yıl tezimizi savunalım: djler yeni bir sosyal fenomen değildir. müzik tarihi içerisinde çok önemli bir yerdedirler ve büyük bir müzikal değişikliğe imkan tanımıştrlar ama sosyal bir fenomen değil, tüketim toplumunun bir sonucudurlar), mc ise master of ceremony demektir. Yani dj plakları çalarken birisinin kalabalığı coşturması, idare etmesi gerekmektedir.
whatever... Hip-Hop tarihi uzundur, detayları çoktur, belki bir gün üşenmezsem yazarım ama benim amacım çirkin ama karizmatik erkek beğenimden Rakim'i buraya koymaktı. Artık albüm yapmıyor olsa da bugün dahi altınlar içinde gezinen rapçilerin dahi saygı duyduğu, saygıyla andığı haysiyetli sözlerin adamı, haysiyet sahibi ağır abidir-elbette à l'americainne tarzı ile.
Rakim- "when I be on da mic", the master,universal music