Wednesday, February 28, 2007

Evlilik peşindeki ispanyollar


İspanyollar ilginç millet. Sadece 400 kişilik bir nüfusa sahip uzak bir dağ köyünde yaşayan 150 bekar ispanyol erkeği evlenebilmek için internete ilan verip, İspanya'nın geri kalanından ve Latin Amerika ülkerinden gelen ve katılım ücreti olarak kişi başına 45 euro vermiş onlarca kadını konuk etmişler köylerinde. Yemekler yenmiş, danslar edilmiş, kimi bulmuş hayat arkadaşını, kimi sadece güzel vakit geçirmiş. Neticede hemen herkes memnunmuş durumdan.
Haberi okurken sanki Red Kit macerası okuyormuş gibi hissettim. Komik gelmedi desem yalan olur hani. Kişisel "aşkımı arıyorum" ilanlarını bana uzak da olsa anlıyorum ama köyün tüm bekar erkeklerinin topluca ilan vermesini epey bir ilginç buldum.
Modern şehir hayatıyla, bir dağ köyündeki hayatının ne denli farklı olabileceğinin farkındayım.
Her şeyin cafcaflı, albenili olduğu koskoca şehirde, yıllardır süren ilişkisinde bile insan kendisini yalnız hissedebiliyorsa dağın tepesinde bu duygu daha yoğundur haliyle. Ve belki de hayatı beraber geçirecek birini bulmak için bu da bir yöntemdir ve belki ben fazlasıyla olayları siyah ve beyaz olarak algılıyorumdur.

Ağır ol da molla desinler

Blog yazmanın tamamen kişisel, abuk subuk olmasına hiç mi hiç itirazım yok. Kim ne isterse yazsın, ister içindeki öfkeyi kussun, ister ağdalı edebi cümlelerle yazsın; açıkcası umrumda değil. Ancak ne zaman ki iş seksist konulara geliyor işte o zaman dişlerimi gıcırdatıyorum.

Sanılanın aksine fevri tepkiler veren biri değilimdir, vereni de sevmem. Ancak o manasızlığı görünce dayanamadım: Ağır ol da molla desinler, çocuğum!

Tuesday, February 27, 2007

Biz bugün okulu kırdık...(pardon, ma soeur)

Aynı SP günleri gibiydi...Bahar günleri gelmiş, okul kırılmış, petrol rengi üniforma üzerindeki ve her sabah soeurlerden işitilen azarın sebebi olan gömlek yine dışarıya çıkarılmış, hocalardan kaçarak ya Çiçek'e zaten her daim orada olan GSlı çocukların yanına, ya da 11 seansına sinemaya gidilmiş gibiydi. Haliyle arada geçen yılların, değişen beyinlerin, vücutların farkı ama değişmeyen dostlukların gerçekliği vardı.

M. işi kırdığı için ile öğle vakti, onların oturduğu ve herkesin benim de oturduğum semt sandığı popüler mahallede başlayan yeme-içme seansı tüm gün durdurak bitmek bilmedi. Sanki bir önceki gün 4'lü grup olarak görüşmüş olan, ya da her gün mutlaka bir kere konuşan biz değilmişiz gibi saatlerce konuştuk. Ne konuşulabilir ki saatler boyunca? Her şey ve hiçbir şey! Bahsi geçen konular çoğu insan için hiçbir şey iken bazıları için her şeydir. İşte bu yüzden de inanılmaz keyifli bir gündü. Bütün gün yemek yenilen, içki içilen, talihsiz bir şekilde flüt çalınan müzik dersinde sınıfın arkasındaymış gibi her şeye kıkır kıkır gülünen, sürekli dedikodu yapılan bir gündü.

Herkesin boyu o günlerden bugüne uzamış da olsa, saç baş değişmiş de olsa, hayattaki öncelikler farkılaşmış da olsa kadim dostlar ve kız arkadaşlar harikadır. Tek temenni karşısındakinin mutluluğudur, yaralanmamasıdır. O yüzden de asla yargılamaz, sadece onun için iyiyi diler.

P.S. Akşamın ilk saatlerinde, bizimkisi hazzetmediğim takımı tuttuğu ve mekanda maç seyredilmediği için ona buna skoru sorsa da, maçın sonucu onun yüzünü değil de benimkini güldürdü.


Sunday, February 25, 2007

Loca Loca dance (dans)

Abartılacak bir durum yokmuş ortada. Gittik, gördük ve notumuzu verdik. Öncelikle gece dostların ifadesiyle prima idi. Ne var ki mekan, ciddi kalabalık oluyor cumartesi geceleri haliyle de insanı bir yerden sonra boğuyor. İşin kötüsü müzikler de ehvenişer, öyle ahım şahım bir durum yok ortada. Yani öyle disko mekanı aç ve disko çalma! Valla yakışmaz! Bir de kapıda kuyruklar oluyor uzun uzun. Hiç sıraya filan girmeden dümdüz girmek lazım. Olmazsa olmaz, ters tepebilir ama en azından beklenmemiş olunur, haysiyetle başka yere gidilir. Bir de cuma gecesi deneme seferi var, diyorlar ki, crowd bir başka oluyormuş. Göricizzz artık.

What goes around comes around



Tamam, dünkü temiz yüzlü çocuk, bugün olmuş mob tavırlı erkek.

Olsun, güzel olmuş, seviyoruz kendisini. Şarkısı güzel, klibi hele bayağı bir güzel, bayağı bir ihtiras yüklü. Şarkının girişindeki melodi biraz bize fazla yakın sanki, koymuşlar bağlama tınısını. Neticede pop müzik işte, daha derinlemesine sorgulamanın, başka anlamlar yüklemenin hiç alemi yok.

Buyrun buradan yakın...

Saturday, February 24, 2007

Le Carré Vert 'deki Yalnız Adam










Her hareketin en ince ayrıntısıni gösterecek şekilde aydınlatılmış neredeyse devasa bir arenayı andıran yeşil bir saha, çevresinde konuklanmış "et görmek" isteyen 80 bin küsür taraftar ve sahaya neredeyse savaşmaya çıkan 22 futbolcu. Bu 22 futbolcudan 1'i var ki, hakkında 90 dakika sürecek, her hareketinin görülmesini sağlayabilmek için 17 özel kamera kullanılmış, Art Forum dergisine çıkmış, 2006 Cannes Film Festivali'nde gösterilmiş Philippe Parreno & Douglas Gordon imzalı, bugüne dek çekilmemiş tarzda bir belgeselin kahramanı.

Film, birçoklarına göre "sıkıntıdan ibaret bir azap" niteliğindeyken, nedense bende yarattığı duygu bu olmadı. 90 dakika gerçekten de, tek bir adamın futbol sahasındaki hareketlerini seyretmek için oldukça uzun bir süre. Neticede 90 dakikalık film boyunca görülen sahneler, sürekli top peşinde koşan, tüküren, yüzünden ter damlayan, şortunu düzelten bir futbolcu.

Ne var ki, filmin güzel tarafı Zidane'nın ensesine focuslanmış bir kameranın gösterdiklerinden öte, futbol sahasındaki bir adamın 90 dakika boyunca neler yapabileceğinin gösterilmesi. İşin ilginci görülenler de öyle büyük başarı veya muhteşem gol sahneleri değil. Hele hele herhangi büyük bir klubün 100. yıl aktiviteleri adına para verip çektirdikleri kupalarla süslü bir belgesel hiç değil.
Filmin beklenmedik ama futbola hiç de yabancı olmayan sonu güzeli daha güzel yapıyor, yemekten sonra yenen cheese cake'in yanında içilen espresso gibi acımsı ama lezzetli bir tat bırakıyor.
Filmi seyrederken insan, aslında sahadaki o büyük, koca adamların ne denli yalnız olduklarını görüyor. Bütün flaşlar gözlerinde patlasa da, binler isimlerini haykırsa da, bir şekilde o yeşil çimenlerin üzerinde tek başına olduklarını görülüyor. İyisiyle, kötüsüyle ama yalnız.

Film, bence, çoğu kişinin düşündüğünün aksine bir futbol filmi. Stadyumun insanı içine çeken büyüsü, tribünlerin uğultusu, ışıkların cazibesi, kramponların sesi ve tüm bunların koşan, terleyen, tüküren, gol atınca sevinen, kızınca küfredip kavga eden aktörleri ile futbolun her anını gösteren bir futbol filmi.
P.S. Filmin müzikleri en az filmin kendisi kadar etkileyici. Müzikler İskoç grup Mogwai'ye ait ve Zidane a 21st Century Portrait isminde albüm çoktan piyasaya çıkmış bile. Piyasada çok kolay bulunacağını düşünmediğimden, yine Japonya gibi manasız uzaklıktaki yerlere sipariş etmekten korkmaktayım.
P.S. (2) If! Mif! farketmez, türk seyircisi sinemada film seyretmeyi bilmiyor. Hoş, belki film bir Pasolini filmi olsaydı bu kadar gürültü, yorum duyulmayabilirdi ancak yine de o kadar umutlu değilim diyelim.
P.S. (3) Filmde çok ilginç bir hareketi var Zidane'nın: yürürken çifteleyecek at gibi ayaklarını sahada sürmesi. Muhtemelen kramponlardan kaynaklanan bir hareket olsa gerek ancak bu kadar yakından görmek epey ilginç geldi.

Thursday, February 22, 2007

For a few dollars more




Roma doğumlu Ennio Morricone bu yıl yani 2007 Akademi Ödülleri'nde Yaşam Boyu Onur Oscar 'ı gibi, zamanında Oscar verilmeyen sanatçılara ölmeden önce verilen ödülü alacak. Büyük bir besteci Ennio Morricone. Aynen büyük yönetmen arkadaşı Sergio Leone gibi. Hani High Fidelity filminde John Cusack'in yaptığı listeler gibi, Sergio Leone filmlerini özellikle de "Bir Zamanlar Amerika"yı, hatta hatta spagetti westernlerini bile listemde sayarim (nasıl da güzeldir "Bir Zamanlar Amerika'nın" ilk sahnesi: lokantanın kapısında asılı davud yıldızı ya da diğer bir deyişle mührü süleyman ve o an duyulan ennio morricone'nin harikulade müziği).

Figo'ya gelirsek...Genelde karşi cins blog sahiplerinin sayfalarında görüyoruz büyük özenle yerleştirilmiş manken,oyuncu,güzel kız resimlerini. Bu seferki de bizden olsun! Ne de olsa bizim de mail kutularımıza güzel resimler geliyor, biz de bakıyoruz, birbirimize yolluyoruz.

Eski bir resim bu ama bugün tekrar bana ulaştığı için koymadan edemedim. Görünce de içim cız etmedi değil.

Sen nerelerde top salla, milyonları peşinden koştur,kadınlar senin için maça gelsin, ne başarılar yaşa, sonra git kariyerinin son demlerini geçirmek için Suudi Arabistan'nın El İttihad klubüyle anlaş. Ne o birkaç dolar fazla için? Bak ne güzel Zidane tek bir kafa darbesiyle efsanevi bir şekilde kariyerine son noktayı koydu.

What a difference a day makes






Diana Ross 2006'da Motown'dan Blue adında güzel bir album çıkardı ve içinde efsanevi şarkı "what a difference a day makes" de bulunuyor. Sayfadaki Diana Ross yorumu olmasa da belki de en meşhur yorumu olan Dinah Washington yorumu.

Bling Bling Oscar Gecesi...




Malum pazar gecesi Akademi Ödüllerinin gecesi var, yani daha bildik ismi ile Oscarlar sahiplerini bulacak.

Tam anlamıyla bir eğlence gecesi Oscar Ödül Töreni. Red Carpet dedikoduları, Red Carpet kıyafetleri, geceye tüm katılanlara hediye edilen binlerce dolar değerinde Goody Bag, kazanılan heykelcikler ve onu kabul esnasında fışkıran gözyaşları, duygusal konuşmalar...liste uzayıp gider.

Bizde de yıllardır, her Oscar Ödül Töreni geldiğinde geceye hazırlananlar var. Misal Meltem Cumbul.

Hiç hazzetmediğim sahte bir gülümsemeyi mütemadiyen yüzüne yerleştirmiş şekilde duran, bu şekilde poz veren ve o gülümsemeyi asla yüzünden silmeden konuşan insan tipi. Oyunculuğu da bir yere kadar kendisinde. Ne var ki pek bir seviliyor, beğeniliyor türk toplumunca. Türkiye, cidden ilginç bir ülke böyle konularda. Asla anlayamamışımdır komşu kızı Meltem Cumbul' un veya onun mahalle bakkalının entel kızı konumundaki tezahürü içerisindeki arkadaşı İclal Aydın'nın bu denli sevilme, beğenilme nedenlerini. Vardır bir ince durum da, biz göremiyoruz zâr.
Zamanında bir röportajinda söylemişti "ben her yıl Oscar törenine hazırlanıyorum, ne giyeceğimi bile hayal ediyorum" diye. Ne demek bu şimdi ya? Nerde oynadın, ne başarı gösterdin de her yıl Oscar'a hazırlanıyorsun? Yaptığın kadar konuş, yapmadığını ben yaptım deme. Niyetim ne kendisini ne de bir başkasını hakir görmek değil, ancak insanlarin hadlerini bilmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Olmayan bir şeyi yaşıyormuş gibi yaşayanlardan hoşlanmıyorum. Ancak bu yine Türkiye gerçeği değil mi? Olmayan parasıyla, olmayan ekonomisiyle, olmayan dünyasında, "varmış" gibi yaşamak. Bankaların kolaylıkla verdiği limitsiz kredi kartlarıyla, kendi halinde yaşayan insanların bir anda ne oldum delisi olup alemin kralı gibi hissettikten sonra olmayan para ile borçlar ödenemeyince gelen sorunlar, ömür boyu süren borca zincirlenmeler. Yaşa işte kendi dünyanda adabınla. Zor ama artık bunlar bu saatten sonra, çünkü yasak elmanın tadı her şeyden güzel, bırakması da bir o kadar imkansıza yakın.

Olmadığını göstermeye çalışanlara ve sahip olmadıkları hayatları yaşayanlara tahammülüm epey bir sınırlı olduğu için önümdeki liste de uzun. Şarkıcı türkücüsü, futbolcusu, gazetecisi, reklamcısı...uzadıkça uzar bu, hiç girmeyeyeyim en iyisi. Arada bir çıkartır tahlil ederim.
Neticede pazar gecesi Oscar Ödül Töreni var. Geceyi bire bir yaşayacak bir avuç insan, onları seyredecek yüz milyonlarca insan. Hayatın düzeni bu değil mi? Bazıları yapar, bazıları ise seyreder.
Bizim Meltem Hanım da seçer herhalde bir "ball gown" kendisine, yapıştırır o gülümsemeyi yüzüne, hatta Duvara Karşı filminin Berlin Film Festivali'ndeki gösteriminde yaptığı gibi "ödül alacağı biliyordum" tadında bir laf da edebilir kameralara. Şayet isterse ayna karşısında bu sahneyi canlandırması için kendisine saç fırçası gönderebilirim. Merak etmesine gerek yok türk malı değil , % 100 ingiliz malı, Toni & Guy imzalı ama fırça işte neticede fonksiyonu bir yere kadar, ses mes gelmiyor.

P.S. Eh Meltem Hanım'dan neyim eksik benim diye düşüneceğime, ben yukardaki kıyafetlerle giderdim diyorum. Elbise pek abartılı değil ama bir klas duruşu var: Marchesa diye pek beğendiğim bir ingiliz markası. Şimdi herkes Gucci veya Cavalli giyeceği için gecede sıradan olmayı tercih etmem. Mücevher olarak da 1961 tarihli bir Bulgari vintage kolyeyi uygun gördüm(yine herkes gibi pırlanta takacak halim yok herhalde). Ayakkabı olarak da Gina Shoes' u seçiyorum. Sahipleri de Londra'da yaşayan türk bir aile ancak Hollywood onları giyiyor valla.

Wednesday, February 21, 2007

00:00

















İnsan hayal ettikçe yaşarmış. Yarın sabah, kahvemin yanında eggs benedict yemek istiyorum. Madem ki hayal ediyorum, o halde mümkünse Waldorf-Astoria'da gerçekleşsin bu sahne.
E o zaman, bonne nuit, beaux rêves.




Women on the edge of the nervous breakdown



Britney Spears geçtiğimiz günlerde, gecenin bir yarısı, saçlarını Los Angeles'deki bir dövmeci dükkanında kazıttı, haliyle de Beautiful People gündemine meteor gibi düştü.

İşin gerçeği kafasının kazınmış hali ile Britney Spears eni konu çirkin olmuş, ancak bu hareket bir "terapi" niteliğindeymiş zaten kendileri rehab'e girmiş.

Kolay da değil ama onun hayatı şimdi, doğruya doğru (asla kinayeli bir vurgu yok bu cümlede, hemen belirteyim). Daha genç, güzel kız, çok küçük yaşlarda ailesinin hırsı ve fakirliği yüzünden bir yetenek yarışmasından diğerine sürüklenmiş, neticede inanılmaz büyük başarı kazanmış, zengin olmuş, adam olmayan ailesine bakmış, onları adam etmiş, bir de işe yaramaz dansçının tekiyle evlenip iki de çocuk yapmış, vücudu sarkmış (yani o kadar paraya toparlanır da, ne gerek var şimdi narkoz almaya, bıçak altına yatmaya filan) ... kısacası bu kızın bir anda kafayı kazıtması, evlenip kısa sürede boşanması her gece klüplerde sabahlamasının bir sürü nedeni var. Belki de en önemlisi, daha oldukça genç olup, yaşında yaşaması gereken birçok şeyi zorla ona verilen "yükümlülükler" ve "sorumluluklar" gereği yapamamış olmasıdır.

Ailedeki psikolog ben olmadığım için kısa keseceğim psikanalitik tespitlerimi. Sadece, Beautiful People dünyası bu tip davranışlar karşısında rahat bir nefes alabilir edebilir, geçici hevestir.

Kızların vardır böyle dönemleri : saçlar kazıtılır, simsiyah giyinilir, sürekli Nick Cave, PJ Harvey dinlenip içilir, sabahlara kadar gece alemlerinde gezilir, deli kilo alınır ve deli kilo verilir. Sorun yok yani ortada. Nedeni var mı? Yani, bazılarında daha "derin" boyutta olanları vardır da, bazılarında ve çoğunlukla "varoluştur" neden. Ona da alışınca her şey bir şekilde yoluna girer, geçer gider. Ardından, Hervé Leger elbisenin altında Chanel ayakkabılar giyilen günler gelir.

P.S. "Women on the edge of the nervous breakdown" kaçırılmaması gereken Pedro Almadovar'ın filmlerindendir. Biraz eskidir ama yine de keyifle seyredilir.

P.S. 2 Pop mop ama bir nev-i Seren Serengil tadındaki Britney'nin Toxic ve I'm A Slave For You şarkıları da gerek düzenlemeleri gerek klipleri açısından dinlenir, seyredilir.




Tuesday, February 20, 2007

Manasız (türk) moda dergileri


Kuaförde geçmek bilmeyen sıkıcı saatlerde yapılacak yegane şey (ipod'dan müzik dinlemenin dışında) sehpahalarda, tezgahta bulunan bilumum moda-magazin dergilerini okumaktır. Açıkcası kuaförde kitap okumak zordur çünkü sürekli çalışan saç kurutma makinesinin sesi, oradan oraya koşuşturan insanların telaşı insanın okuduğu kitaba yoğunlaşmasını zorlaştırır. Haliyle de önünde ne varsa ona gömülünür. Artık bu Alem mi olur, Elle mi olur, Marie Claire mi olur bilinmez ama saçlar kesilirken, boyanırken, eller manikür, ayaklar da pedikür suyundayken saatler başka türlü geçmez.

Sayfalar karıştırılmaya başlanır ve sıkıntı ile sıradanlık beraberinde gelir. Hiçbir özelliği olmayan, hep aynı şeylerden bahseden yazılardır bunlar arka arkaya sayfalarda dizilmiş. Orada bahsi geçenlerin hepsi zaten Vogue 'da, ilk elden okunmuştur, o halde daha "kötü" versiyonuna ne gerek var ki, diye düşünülse de saatleri geçirecek başka yol yoktur.

Bir de "editörden notlar" gibi derginin ilk sayfalarında yeralan yazılar vardır ki, aman yarabbim, tam anlamıyla evlere şenliktir bu yazılar.

Bütün moda editörleri mi kendisini Anna Wintour sanar? Evet sanırmış. Bu ülkedeki bütün moda dergilerinin editörleri birer Anna Wintour 'muş. Hepsi aynı aile soyundan gelmiş, aynı iktidara, beceriye, üretkenliğe, eğitime ve en önemlisi öngörüye sahiplermiş de, biz "fani" okuyucular farkında değilmişiz. Hani Anna Wintour denen şahsiyetten pek hazzetmesem de, yiğidin hakkını yiğide vermek lazım. Sevilir, sevilmez o tartışılır ancak kimsenin yapamadığını yaptı, kimsenin sahip olamadığı güce sahip oldu, yönettiği efsanevi dergi Vogue'dan dahi fazla bilinir oldu. O halde, bizdeki moda dergilerinde böyle bir durum var da, biz mi gözden kaçırıyoruz, göremiyoruz, hatta kıskançlığımız kör ediyor bizi?
E yok haliyle böyle bir şey ortada...

Ne var ki, Türkiye boşluğun varlığa dönüştüğü, herkesin her şeyi yaptığı, her şeyi bildiği ülke olduğu için ortaya bu tür bir yanılsama çıkıyor.

O aylık "editoryal mektubu" yazan kadın diyor ki: " ben geçen ay şuradaydım, oradan business class uçarak buraya gittim, aynen Sex and the City gibi hayatım var, hatta Carrie karakteri var ya, o benim işte (nedense türk kadını hayran bu Carrie karakterine. Kime sorulsa, kendisini bu karakterle özleştiriyor), ayrıca yapma sarışınım ama şimdi doğallık moda diye biraz kızıla döndüm, ne yazık ki ortadoğulu kadın genleri taşıdığım için kalçam biraz büyük, o yüzden sürekli rejimdeyim ama mantıya dayanamam ve size de iyi okumalar".
Gerçekten çok ama çok sıkıcı! Verilen paraya, tüketilen zamana yazık. Arada bir de olsa, bazı dergilerde free lance olarak çalışan ve modadan anlayan, iyi bir genel kültüre sahip moda editörleri de çıkmıyor değil hani, ancak bizim yerli, çılgın Carrieler bu editörlere pek geçiş izni vermiyor yüksek sıfatlara yükselmelerine.

Kısacası yerli moda dergileri pek bir vasat ve pek bir sıradan. Her ay yayınladıkları "must have" listeleri ayrı bir şekilde ilginç oluyor, çünkü "bu sezon herkes mutlaka 2500$ değerindeki Fendi B Bag almalı" diyen muhabirin 5 aylık maaşı değerinde böyle listeler yapması epey bir gülünç hatta grotesque kaçıyor.
Neticede yerli malı yurdun malı da, açıkcası yerli malı Elle, Madame Figaro vs. beni aşar, mümkünse uzak durayım. Onun yerine alırım her ay alırım Vogue UK 'imi, çeviririm sayfalarını keyifle, kâh elimde kahve, kâh şampanya.

The It-Item

Gerçekten son zamanlardaki it-item tercihim. Türkiye'de satılmıyor ki bu harikulade japon markası "Shu Uemura" alalım, kullanalım. The Devil Wears Prada' da makyaj uzmanı rolündeki gözlüklü Gisele'in bahsettiği makyaj aksesuarıdır kendileri.
Pek sevdiğim arkadaşım gelecek beraber yaşadığımız orta Avrupa şehrinden, ondan sipariş ettim, bakalım artık. Bu tip aletleri kullanmakta çok becerikli olduğumdan değil de, sanki bunda pek zorlanmazmışım gibi geliyor. Ne de olsa kirpiği kaptırmak ân meselesi. Al ondan sonra başına derdi.

Monday, February 19, 2007

Gecenin sürprizi takdimimdir...


Hiç televizyonu açmayı dahi düşünmediğim bir akşamda tesadüfen karşıma çıkan bir film cidden gecenin sürprizi oldu. Fatal Attraction. Hani şu Glenn Close ve Michael Douglas'ın oynadığı, ihtiras yüklü meşhur film. Daha geçenlerde dost meclislerinde konuşup, "yayınlansa da izlesek" diye düşündüğümüz bir filmdi. Haliyle birden televizyonda karşıma çıkınca, her şeyi bırakıp seyrettim.

Film 1987 tarihli ve 80lerin bütün görsel temalarını içeriyor. Permalı saçlar, bordo renk ojeli uzun tırnaklar, hem vatkalı hem de dökümlü olup, çoğunlukla tek omuzdan bir yana düşen gri-siyah renkli elbiseler veya sweat-shirtler. Bir de tabii unutmadan, 90li yıllara kadar çoğu filmde görmeye alışkın olduğumuz gibi, yoğun sigara tüketimi bir diğer 80ler teması çünkü artık böyle bir görüntüyü filmlerde pek sık göremiyoruz.
Konu ise, herkesin bildiği üzere, karısını aldatan evli adam ve ilişki yaşadığı kadının hastalık derecesindeki obsesyonu. Tabii filmin fiksiyon olması da, hikayeye ayrı bir mübala katıyor.

Glenn Close ağır derecede obsesif kadın, Michael Douglas da çok masum olmayan ama "affedilebilecek" adam rolünde. Bir de tabii adamın karısı var ki, pek hoş, pek masum, pek sevimli, pek kumral. Glenn Close sarışın çünkü. Nedense gerilim filmlerinde kötü kadın rolleri sarışınlara düşüyor (allmovie.com'da filmi aradığınızda çıkan "benzer filmler listesi"ndeki başroldeki kadınların hemen hepsi sarışın).

Glenn Close daha ikinci günden "arıza kadın" davranış biçimlerini sergilemeye başlıyor: adamın gideceğini anlayınca bileklerini kesiyor, ayrılığın haftasında adamın evini ve ofisini telefonla tacize başlıyor, sonrasında adamın evine gelip karısıyla tanışıyor, çocuğunu kaçırıyor vs. Nihayetinde ailenin ikametgahına elinde bıçakla gelip, elbisesinin üzerinden kendi etini yavaş yavaş kesmeye başlayıp çıldırdığında, yediği kurşunla o meşhur banyo duvarına yapıştığı sahne geliyor ve film bitiyor.

Hayatta her şey olabilir, her şey yaşanabilir de, bu biraz fazla sanki. Bir de neden gerilim-aşk filmlerinde hep kadınlar böyle takıntılı, obsesif ve arıza oluyor? Erkekler aşkta takıntılı değiller mi? Hollywood yapımcılarına göre değiller galiba, ya da öyle halleri pek para kazandırmıyor.

Bana göre filmin en arıza sahnesi, Michael Douglas karısı ve arkadaşları ile eğlenirken, Glenn Close evinde, yine üzerinde omzundan dökülen bir sweat-shirt giymiş halde, sabit bakışlarıyla yere çökmüş vaziyette olup sürekli lambanın elektriğini açıp kapadığı sahne.
'87 yılı Akademi Ödüllerine bu rolüyle Glenn Close en iyi kadın oyuncu dalında aday olmuş, ancak Moonstruck filmindeki rolüyle Cher 'e kaptırmıştır (bu da nasıl nasıl güzel filmdir).
Kısacası, cidden güzel ve gerilimi bol, arşivlik bir film. Ve gerçekten de gecenin sürprizi oldu. Ne var ki, bu kadar takıntılı ve marazlı insan, özellikle de marazlı kadın figürü görmek bir yerden sonra sıkıyor. Tamam aşk, tutku var da, nereye kadar? Olmuyor işte, diğer taraf istemiyor. Ne gerek var ısrar etmeye, küçücük çocuğun tavşanını öldürmeye, kendini küçük düşürmeye? Otur ağla işte haysiyetinle, olsun bitsin. 3 gün bilemedin 5 gün sonra geçer gider. Ama yine de güzel film, o ayrı.


Sabah sabah biraz Seksülin..?

Radikal Gazetesi'nde yayınlanan bir habere göre, Arşiv Antik Müzayede Evi'nin Ankara'da düzenlediği müzayedesinde, Sirkeci'de bulunan Beşir Kemal Pelin & Mahmut Cevat Pelin Eczanesi'nin 73 yıl önce 200 kuruşa sattığı, günümüz modern çağ erkeklerinin kurtarıcı magical blue pill'i Viagra'nın 20.yy başları tekabülü olan Seksülin adlı ilacın kutusu 130 ytl'e alıcı bulmuş. Şahaneymiş! Demek ki bundan 3-4 yıl önce Galatasaray'da, kimselerin bilmediği bugün herkesin pek bir bildiği minik dükkandan yaptığım alışveriş pek bir akıllıcaymış.
Seksülin hakkında biraz daha detaylıca bilgi vermek gerekirse: reçetesiz satılıp, sabah, öğle ve akşam yemeklerinden evvel birer adet ağızda çiğnemeden su ile yutulurmuş. Haliyle Viagra' dan biraz daha zahmetlice ama ne de olsa 30lu yıllardayız, yine iktidar söz konusu olmuş ama çareler üretilmiş.

Sunday, February 18, 2007

Spirited Away...Chihiro...






Güzel bir pazar, bugün. Evet, devam etsin ve aksi gerçekleşmesin.
Hava soğuk ama güzel, boğaz hareketli ama güzel, şehrin üzerindeki büyük ışık bulutların arasından gösteriyor kendini ama yine de güzel.

Neticede her şey bir şekilde "iyi". Ça va, alors.

P.S.
Mümkünse bu oyuncaklardan da istiyorum. Az önce yine mutluluk içerisinde seyrettim Le Voyage de Chihiro'yu...

Friday, February 16, 2007

Sevgilim, yoksa biz de artık Rothschild veya Guggenheim aileleri gibi miyiz?


16 Şubat Cuma akşamı,
"Magnum fotoğrafları ile Türkiye" sergisinin açılışı vardı İstanbul Modern'de. Haliyle, açılış İstanbul Modern'de olunca, kalabalık da hayli kallaviydi. Girişin önünde yeralan paparazziler ve önlerinden geçen, poz veren Alem/Şamdan dergisi insanları. Sergiyi gezmeyen, sadece birbirleriyle ve gazetecilerle konuşan, bol bol poz veren, bir önceki davete katılanların dedikodusunu yapan, sanat ile tabii hiçbir bağı, ilgisi olmayan bir gürûh bu.

Haksızlık etmemek lazım şimdi. İçlerinden biraz daha köklüleri, biraz daha okumuş olanları haliyle bir nebze de olsa daha ilgililer sanat karşı. Okuyorlar, uluslararası müzayedelere katılıyorlar, şampanyanın cipsle değil de havyar ile içileceğini biliyorlar. Ne var ki, hiçbiri özendikleri Rothschild veya Guggenheim ailesi gibi değiller. Olmaları da mümkün değil. Yaşadığımız ülke gerçeği bu. Bizdeki özel müze kurucuları, sanat ile ilgilenenler, gerçek bir aristokrasi veya burjuva sınıfı olmadan, geç yaşanmış ve hâlâ da yaşanmakta olan sanayi devriminin sonuçları olarak zenginleşen aileler ve sonrasında gelen nouveaux riches ailelerdir. O yüzden de yapılan birçok şey sırıtır. Sakil durur.

Yanlış anlaşılmasın, glamour bir hayata hiç itirazım yok! Neticede hayat güzel, güzel de yaşanıyorsa ne âlâ. Aksın şampanyalar, gelsin havyarlar...İtirazım olan, 1500 $lık çantayı,şimdilerde moda olduğu şekilde, dirseğinde taşımanın "asil" olduğunun düşünülmesi, foie gras için çok yağlı derken, tereyağlı kanepelerin üçer beşer mideye atılması,vs...

Görgü parayla pulla olacak şey değil. Çok zengin görgüsüzlüğüyle utandırırken, hiç onun kadar zengin olmayan hazmetmişliğiyle yine utandırabilir. Aradaki fark, birinde masanın altına kaçacak yer ararsınız utancınızdan, diğerinde sadece tebessüm edersiniz.

Sergi güzel, gezmek lazım. Ama İstanbul Modern'deki açılışlar genelde sönüktür,içkiler özellikle de şarap oldukça kalitesiz olup ve yanında sadece cips, kötü kokan tavuk gibi şeyler servis edilir. "Açılış" sıralamasında, Sabancı Müzesi kesinlikle ilk sırayı alır. Güzel servis, kaliteli yiyecek içecek her daimdir. Bilgi Üniversitesi'nin açılışları da 2. sırayı alacak düzeydedir. Eh işte arkasından İstanbul Modern, Pera Müzesi filan gelir. Ne yaparsınız ki, bizdeki à la Rothschild durumu bu kadardır.










guggenheim museum, new york city

Thursday, February 15, 2007

Şimşek santrfor..

Hayat gerçekten komik ve küçük sürprizlerle dolu...


Hiç beklemediğim hatta beklemekten öte tanımadığım biri, sadece hayalimde kalmış, ismini dahi hatırlamadığım çocukluk aşkımın resmini bulmuş, göndermiş. Gecenin bir yarısı bulduğum bu sürprizden sonra tebessüm gerçekten yüzüme yerleşti diyebilirim. İsmi Eric Castel'miş..!
Top gerçekten yuvarlakmış yahu! Sevdim ben bu küçük sürprizlere mutlu olma işini. Arkasını bekliyorummmm...