Sunday, March 28, 2010

Never on sunday: fenerbahçe

Öperim!

Gece # 2


-yine- hiçbir şey belli değilken, kesin değilken hatta yatay pozisyona geçmişken, yeni güne geçmişken, z. derken, önce "sen git ben taksiye gelirim" sonra "ya siz gelin kapının önüne 5 dakikaya hazır olurum" deyip gerçekten de 7 dakika içerisinde hazır olup inmem, gidilen istikametin "biraz yukarısı" olması, inmemiz, girmemiz, bizim gibi müdavimlerin yanına geçmemiz, geçen saatler, aşağıya inmemiz, z.'nin "çook iyi çocuk" diyerek yanıma birilerini itmesi, saatlerin ileri alınması, 1-2 hissiyat anına yakalanıp kendime gülmem, ve tabii gerçekleşmesi ile daha da gülmem, yine geçen saatler, edilen danslar ve sabah 7. belki eve yürüyerek dönüp yol üzerindeki fırına uğrayıp yeni çıkmış poğaça almalıydık...

Wednesday, March 24, 2010

Günlerdir mırıldandığım

Günlerdir bunu mırıldanıyorum, evde bunu dinliyorum, durmaksızın dinlemekten iğnenin plağı yıpratmasından korkuyorum rüyalarıma giriyor... Hele dün geceki rüyamda Bebeğim ve F. ile oluşturduğum Bermuda Şeytan Üçgeni'nde yine bu çalıyordu.

...instead of makin' conversation darling hold me tight....

Monday, March 22, 2010

Songs n' motto # 2

" instead of making conversation darling hold me tight"
Dee Edwards, Why Can't There Be Love.

ya da Adidas "streets Where Originality Lives" reklamı

ya da "Gilles Peterson Digs America" -ki evdeki zihnimdeki budur.

ama evet, gerçekten de konuşacağımıza sevişsek. ve evet, bomba!

Sunday, March 21, 2010

Gece


beklenmedik şekilde gelişen gece, gece gece değilken sanki devam edilmeyecekmiş gibi yaşanırken her şeyin bir anda değişmesi, biraz "mania", biraz r. & k. ile ev hali, biraz dedikodu, biraz resim gösterme, biraz "uuuuu" şeklinde onay hali, z. ile t.d.'a devam, beklenmedik şekilde eğlenme, "u got something special, girl", "hangisi, kapuşonlu mu yoksa beyazlı olan mı?", " bebeğim nasıl ama? sence kaç erkeğe bıyık yakışır? ", z. ile cidden ama cidden çok eğlenme, "e herkes yan'a gidiyormuş" deyip t.d. ile beraber yan, roxy ve yine eğlence derken "kahve değil canım ben alkollü bir şeyler içerim", "ses sistemi kolay asıl yatak odasının tepesine ayna kaplatırız" ve saat sabah 7.

p.s. gece değildi plan, çıkmak değildi plan ama z. ile bu kadar mı eğlenebiliriz.

p.s.(2) ne yazık ki yine hırka meselesi. erkeklerde. aman yarabbim! nasıl kabus bir tip nasıl olmayan bir tip. tamam uzun ince de yani taşıyamıyor zara/massimo dutti etiketli hırkaları üzerinde. renkleri ve olmamışlığı itibariyle. tipi de hafif ofsayt'ın ince halini anımsatıyor ve daha da kabus ve "olmamış" oluyor. giyen kişi justin timberlake tarzı bir görüntüye, koolluğa sahip değilse lütfen giymesin.

p.s.(3) fantastik gecenin fantastik kıyafeti: etek üzerine yakası kesilmiş gri bir erkek sweatshirt'ü ! aynen. blender kapalı, uzun kollu, bol ötesi ama fantastik olduğu gerçeği değişmiyor.


fantastik!!!


Friday, March 19, 2010

Thursday, March 18, 2010

Wish List # 2


Her daim şampanya ama bu seferki isteğim sadece şampanya değil. Onunla beraber başka bir şey. Dün gelen bu sabah bulduğum sürpriz. Ağzımın suları her şekilde akıyor. Sadece benim mi? Paylaştığım herkesin.
anotherstar a.k.a mrs. robinson.

Wednesday, March 17, 2010

Soğuk günün iç ısıtan sabahı


Mrs. Robinson olmaya bayılıyorum. Soğuk, ara ara sulu karlı gün güneşli bahar günü gibiydi. -gibiydik-. Sabah 10'dan 1'e kadar. Sevdiğim insan kool şahsiyet K. karşı çıkacak ama hepimiz Mrs. Robinson'uz, ben ciddi ciddi Mrs. Robinson'um. Yakındır ...

Ayrıca sabahın köründe çok sevdiğim işini iyi yapan nadir insanlardan M.Ö.'nün "ateş parçası gibisin bugün" demesi "aydınlık" öncesi büyük bombaydı.

Monday, March 15, 2010

Songs n' mottto


"I smoke my cigarette with style"- nightrain, guns n' roses, 1987

Hırka


Kocaman, büyük palto gibi giyilen hırkaları seviyorum giyiyorum filan da erkeğin hırka giymesine öyle bakamıyorum. Yakışmıyor da zaten herkese. Fakat moda sürükleyici bir şey, kitleleri peşinden alıp götürüyor. Herkes her şeyi giymek istiyor. İster tabii. Çok doğal değil mi "kime ne, ne istersem giyerim" diye düşünmesi insanların. Parasını veriyor alıyor çıkıyor, yakışmadığını düşünse giymez ki zaten. Teorim şu: eğer hırka giyen erkek Justin Timberlake gibi değilse lütfen giymesin. İnce olmalı, tarzı biraz daha Justin vari olmalı, bir yerlerden bir şeyler fışkırmamalı. Hırka denilen şey aslında babaların giydiği bir şey ama onlarınki zaten klasman dışı bir hırka tarzı; gittikçe yaşlanan ruhu da görüntüsü ile yaşlanmaya yüz tutan çoluk çocuk derdinde evinden işine giden elini ayağını birçok şeyden çekmiş insan hırkası onlar.

Sabah hırkanın yakışacağı nadir erkeklerden birini gördüm. Aman Allahım. Ceketinin içine hırka onun içine de tişört giymiş zaten Justin vari güzel bir insan kendisi. Yanağım okşaması, "bekliyorum her sabah seni" demesi ile günüme güzellik kattı, karşımdaki zengin türbanlılar gibi her şeyi Burberry olan kızlar gibi giyinmiş olana baktıkça aklıma geliyor, onu düşünüyorum, gülümsemekten kendimi alamıyorum.

Saturday, March 13, 2010

"egzotik"


Garip bir kavram egzotik veya egzotizm. Bize göre egzotik olan bir başkasına egzotik değil veya sıradan olabiliyor. İnsanları milletleri ülkeleri müziği edebiyatı sanatı egzotik olarak nitelendirmeye çok taraftar değilim. Nedeni ise gayet basit: egzotizm, oryantalizm gibi kavramlar klişe olduğu kadar, düşünceleri tamamen belirli kalıplara yerleştirip etiketleyerek ileriyi görmeye fırsat vermiyor. Ortalama zekaya ve eğitime sahip sıradan batılı için egzotik olan egzotiktir yani doğu, Çin, Tayland, Hindistan, Suriye, İran, Türkiye egzotiktir, insanları da kültürleri de egzotiktir yani hepsi "genelde" birbirine benzer.

whatever ...

Egzotik belki sadece mutfakta eğlenceli, üzerinde çok düşünülmeyecek bir kavram olabilir. Benim için egzotik mangodan ileriye gitmez. Çok severim. Ara sıra yesem de uzun zamandır meyvenin kendisini kendim kesip yememiştim. Bir A'dam seyahati sonrası mango dönemi yaşamıştım; nasıl olsa burada mango olmadığı için bavulun içinde mangolarla ve mango kokulu birçok şey ile dönmüştüm (bir yerden sonra mangolu çaydan insan nefret ediyor orası ayrı). Sabah mango kokuları ile bir anda A'dam'a, kanallara, Gijs ile kiraladığımız kano (evet, ben ve kano hiç başarılı bir ikili değil), kanodaki pikniğe ve mangoya gittim. Marcel Proust vari mango kokusu ile.

Thursday, March 11, 2010

Su testisi

Galiba su testisi bir kere kırılınca yerine koymak zor oluyor, aynı yerden aynı şekilde kalkıp devam etmek de zorlaşıyor. Her iki taraf için de. İyi de değer mi bu denli manasız olmaya? Değmez herhalde ama dedikleri gibi zaman her şeyin ilacı ya da yaşam dönüp de kendilerine geldiği zaman hallolacak. Bazen o kadar uzak, o kadar ayrı hissediyorum ki hiçkimsenin hiçbir şeyim hakkında en ufak bir bilgisi yok.

Wednesday, March 10, 2010

Fantastik


Bazen kendim kendime o kadar gülüyorum ki başka birisinin gülmesine gerek dahi kalmıyor.
*
Sendikalaşmaya gidiliyor. Belki de ilk defa ülkenin sendika tarihinde beyaz yakalılar ile mavi yakalılar aynı amaç için imza atıyor, toplu sözleşme peşinde koşuluyor.
whatever...
bugün, gentrification'a uğrayan mesai semtindeki kıraathanenin 2. katında bekleyen sendika görevlisi ve noter ile imza için buluşma, üzerimdeki kürk, bileğimdeki altın casio, parmağımdaki elmas yüzük, salt kıraathanedekilerin değil noterin ve disk görevlisinin hafif şaşkın bakışları, "çay ister misiniz hanımefendi?", attığım imza, o esnada kıraathaneye doluşan bir sürü akademisyen ve idari görevli ile bir anda fantastik bir ortam, imzadan sonra sol baş parmağım ile mühürü basmam ve sonuç "sendikalıyım". ya da "kürk mantolu madonna"yı anımsatan bir ifade ile "kürk mantolu sendikalı anotherstar". bence tamamdır.

Galiba kürk mantolu madonna 'yı bir kez daha okuyacağım bugünlerde. Sendikalaşma tarihi ile beraber. Onu da artık F.A. anlatıverir canlı tarih misalı.

Tuesday, March 9, 2010

duruş, tavır, ifade ve sonuç

Geçen gün J.A. sordu "paris'teki vogue türkiye partisini seyrettin mi?" diye. Hayır seyretmedim ama dergiyi okudum (öyle bir dergi için yapılabilecek en iyi ilk sayıyı yapmışlar. Çok yöreselleşmeden - ki hoş yöreselleşse kaç yazar, tasarım denilen şeyin yeni kabul edildiği bir yerdeyiz, geçmişimiz yok yani- amerikan vogue'undan çok da ayrılmayarak gayet başarılı bir ilk sayı ve tabii şaşırtıcı olmayarak dergideki en kötü yazılar da yine izmir'in güzel & çılgın kızlarından melis alphan ve kankası mehmet tez'e ait. 1 sıkıcı + 1 sıkıcı= 2 sıkıcı insan). Derken J.A. sorusunun ardından bombasını patlattı: "derginin başındaki kız kırmızı elbiseli bir kızdı galiba. yazık üzüldüm giydiğini taşıyamıyordu, sakil duruyordu üzerinde". Açıkcası Vogue'un başındaki kızı bir düğünde görmüş zaten düşüneceğimi düşünmüştüm (ama iyi niyetli bir kız. pedro garcia'larımın topuğundan yere kapaklanıyordum ki düşmeyeyim diye elini uzattı bana) ama Paris'teki kutlamada görmemiştim. Ta ki Vogue sayfalarında Oscarlara bakana dek. İşte orada gördüm. J.A.'ya hak verdim, kendi sezgilerime ve algıma bir kez daha güvendim (biliyorum ki m. benim bu sosyolojik ve psikolojik gözlemlerimden tam tabiri ile nefret ediyor hatta duymak irite ediyor ama beni ben yapan şeylerden biri de bu. işin boktan tarafı çoğunlukla doğru çıkması). Mesele sadece estetik bir kaygı, güzellik meselesi değil. Mesele güven meselesi. Kendine güven. Kendine güvenen insan duruşu ile hayatı, yaşamı, elbiseyi, mücevheri, çantayı ya da yanındakini taşıyabilmek. Belli ki başka bir tavır, başka bir ifade getiriyor insana. Haliyle sonucu da farklı oluyor, kişiyi diğerlerinden benzerlerinden ayrı kılıyor.
Kadın-erkek fark etmez kendine güvenen insan -ama gerçekten güvenen numara yapmayan- kadar çekici bir şey olamaz.
Kathryn Bigelow. Belki dünyanın en güzel, en taş vücutlu, en bebek yüzlü, en seksi kadını değil ama belki de onlardan biri. Neden olmasın? Dimdik duruşu, kalabalıkta seçilen fark edilen halinin ifadesi kesinlikle onu, ondan fiziksel olarak daha şanslı olanlardan bir o kadar alımlı ve çekici kılıyor.
Seda Domaniç. Belki koltuğunu kapmak isteyen hemcins düşmanları kadar modadan anlamıyor, belki bir dünya güzeli değil, belki bir vintage kokan naftalin Ece Sükan gibi bir moda ikonu değil ama bunlar hiç mi hiç önemli değil çünkü asıl önemli olan duruş, tavır, ifade ve sonuç. Ve ne yazık ki asıl burada kaybediyor kendisi. Taşınamayan bir elbise, kırmızı elbise, yine taşınamayan bir kırmızı ruj, taşınayamayan bir kırmızı el çantası ve yine taşınamayan tek taş olması muhtemel büyükçe yüzük, Kathryn Bigelow tarzı bir özgüven ifadesi ile karşılaştırılamaz bile. Eminim o da kendisine güveniyordur hatta özgeçmişine baktığında özgüveninden şüphe dahi duymuyordur ama her iki özgüven de birbirlerinden o kadar farklı, kökleri o kadar ayrı ki her şey açıkça seçiliyor, algının biraz açık olması bile bu farkı çıplak gözle seçmeyi kolaylaştırıyor. Şeytan detayda gizlidir. Özgüven de öyle.

Oscar eğlencesi, hafta arası eğlencesi


Oscarlar verildi, kıyafetler giyildi, mücevherler büyük markalardan ödünç alındı ve en güzeli intikamlar alındı. İşte güzel bir intikam örneği. Hadi o kadar ağır kelimeler etmeyip intikam diye tekrarlamayalım ama James Cameron'nun eski karısı, eski beyine fark atarak bu yılki Oscar'ların en iyi yönetmenin heykelciğini sahibi Kathryn Bigelow . Filmi bilmiyorum seyretmedim ama kendisinin eski filmlerinden Strange Days harika filmdir ve tabii Point Break de parti günlerinin eğlenceli filmidir. Ödül töreninde Kathryn Bigelow gayet güzel, Yves Saint Laurent elbisesi içerisinde bir o kadar da alımlı ama asıl çekiciliğini kendine güveninden alıyor. Dik duruşu, kendine güvenle etrafa bakışı, kendinden emin poz verişi alımlığını ve çekiciliğini arttıran etkenler. Gerçekten de bayılıyorum kendisine güvenen insanlara. Kadın- erkek fark etmez, yeter ki kendisine güvensin, o güvenle dursun. Mümkünse de bu güven sahte olmasın çünkü yine kadında ve erkekte en sıkıcı şeylerden biri de sahte kendine güven hali; yani olmayanı varmış gibi yaşamak, özgüvensizliğini sözde güvenmişcesine ortaya koymak.


Özgüven demişken, güvenli bakış demişken işte tam karşıtı genç ingiliz oyuncu. Adını sanını bilmiyorum, oynadığı An education filmini de seyretmedim ama bu yaralı kuş, masum küçük kibritçi kız bakışını iyi biliyorum (nereden mi? bu yaralı kuş, masum küçük kibritçi kız bakışını özel hayatında olduğu kadar iş hayatında da kullanan o kadar çok kadın var ki ...) Yaralı kuş bakışı bu resimde pek belli olmuyor ama bütün resimlerinde öyle bir bakış var ki çok rahatsız edici. Hiç mi mutlu gözükemez bir insan? Hiç mi şöyle dik ve mağrur bir ifade ile poz veremez? Hep mi korunması gereken,bugüne kadar çok üzülmüş, çok üzdürülmüş çocuk ifadeli olur bir oyuncu? Tiyatro olayına ve tiyatrocuların alayına gıcığım, hele bu sürekli bir sahne üzerindeymiş gibi yaşamalarına iyice gıcığım. Elbisesi Prada ama sıradan, küçücük yaşını çok büyütmüş, olmamış.Ödül sahibi Sandra Bullock ki bence buradaki halinden daha güzel, Oscarların vazgeçilmez markası Marchesa içerisinde. Beyaz tenli insanlar böyle açık renkler seçmemeliler ama kırmızı ruj, evet açık renklilerin sürmesi gereken bir renk, esmerlerin değil. Daha çok göreceğimiz Marchesa'ların sadece ilki. Acaba bütün aktrislerin Marchesa'yı seçmesi sahiplerinden Georgina Chapman'nın kocasının Harvey Weinstein olması olabilir mi? Nepotizm dediklerinin bir başka yorumu belki de.

Ne iğrenç saçlı iğrenç müziklerin yazarı babası Billy Ray Cyrus'u ne de şımarık ve dişlek kızını beğenirim ama burada bu kız gayet güzel olmuş. Gerçi 19 yaşındaki kız 29 yaşında gibi çıkmış ama saçının rengi güzel elbisesi güzel bir de ağzını kapasa gerçekten güzel olabilecek.

Beğenmediğim insan Jennifer Lopez, Armani Privé elbisesi ve onun zigonu. Cidden de elbisenin yandaki ne olduğunu anlamadığım uzantısı evin salonundaki masanın yanındaki zigon gibi duruyor.Givenchy Haute Couture elbise. Şu kadar elbises arasında belki bir tek bu. Rengi güzel kesimi güzel fırfırları güzel e madem Oscar o halde Haute Couture'dur giyilmesi gereken. Dört çocuğum var, 4. yü yaptıktan 1 ay sonra da defileye çıkarım insanı alman disiplin hırs örneği Heidi Klum. Çirkin saçları, çirkin elbisesi ile ne yazık ki desperate housewife olmuş burada. Yorgun görünüyor ki bu çok muhtemel. Kim olursan ol 4 çocuk yorucu bir şey ayrıca doğal da yorulması insanın ama bu durumu kabul etmesi lazım. Her daim wonder woman gibi de olunmaz ki, biraz rahatlamak lazım. Çirkinler kraliçesi, 2. sınıf filmlerden moda ikonluğuna yüksek bütçeli filmlere zıplayan ve zıpladığı yerde kalan hiç mi hiç beğenmediğim Sarah Jessica Parker ve panda gözleri. Ecnebiler bu göz makyajına yani yoğun göz makyajının yakışmadığı insanlara panda eyes diyorlar. Sadece ecnebiler mi, M. de söylüyor , tüm itirazlarımıza rağmen ne zaman gözlerine makyaj yapsa "panda gözlü oldum resmen" diye. M. değil de SJP basbayağı satenler içerisinde panda gözlü olmuş, güzel zaten olmamış, gecenin vasatlarından olmuş (vasat olmak bence güzel olmamaktan daha kötü bir şey. vasat olacağıma kötü olayım çirkin olayım.)Gecenin en güzel elbiselerinden kadınlarından Mariska Hargitay ve Vera Wang elbisesi. Siyah giyilmesine taraftar değilim ama gayet güzel. Gecenin en güzel elbisesi. Valentino. Gecenin devamındaki Vanity Fair partisinde.

Koku

Sümbül kokusu ile uyanmak.

Hyacinthus orientalis

Monday, March 8, 2010

Sabah huzuru


Tahminimden de önce çok rahat çok dinlenmiş şekilde kalktım bu sabah. Şehir de güzeldi o saatte. Özellikle de Topkapı. Güneşin erken ışıkları ile başka bir güzel gözüküyordu.
Mart ayı soğuk geçecekmiş. Soğuk olsun yağışlı olmasın. Soğuk kaldırılabilir de yağış iyiden iyiye sıkmaya başladı. Bir de yoruyor insanı yağmur.

Oscarları okudum-seyretmedim. Belki bu gece seyrederim. Fakat o gerizekalı Billy Ray Cyrus'ın kendisi kadar antipatik kızının resimlerini gördüm. O tipe, o ağız yapısına olabileceğinin en iyisi olmuş, kıyafeti de güzel ama ne olursa olsun babası Billy Ray Cyrus 'un kızı yahu. Seçemiyor işte insan ailesini. Atsan atamazsın satsan satamazsın aileni işte.

whatever... Havanın rengi güzel, huzurum neredeyse baki o halde giyinir çıkarım.

P.S. kaşmir kullanma kılavuzu: soğuk su ile yıkayıp asla ve asla asılmayacak ve ıslak iken ütülenecek.

Sunday, March 7, 2010

İstanbul'a dönüş

Benim için Yahya Kemal 'in söylediği üzerine bir şey söylemek de düşünmek de gereksiz. O " Ankara'nın en çok nesini seviyorsunuz?" cevabına vermiş "İstanbul'a dönüşünü" diye. Benim için ise her yerden İstanbul'a dönmek en güzeli. Neresi olursa olsun kimle nasıl gidilmişse gidilsin İstanbul'a dönüş her zaman bir heyecandır.

Tamam güzeldi, beklenmedik bir gidişti ve bursa kitap fuarı, J.A. & F.A. bahane ama asıl ve çok zor günler yaşayan bir arkadaşıma gittim, gördüm, gidişim onu mutlu etti, ben mutlu oldum, yıkılmadığından bir kez daha emin oldum, bol bol güldüm, güldük, "yapışmayalım" dedik ve döndüm ama dönüşün son çeyreği artık varalım İstanbul'a idi.

never on sunday.

f.a.'dan j.a.'ya: "folklorik jülü!"

yine f.a. incileri: "burası birden bana zurich'i anımsattı. bak mesela şu merdivenler. sanki zurich'teyim şu an".

ama asıl bomba lafı beni feribotun merdivenlerinden yüzümde memnuniyetsizden ziyade yakın şaşkın bir ifade ile elinde bugünün pek popüler pek ulaşılmak istenen bir markanın vintage bavulu ile inerken gören ve kahkahalara boğulan j.a. etti.
j.a.- "çocuğum, şu halinle gerçekten ülkesinden tek bir bavulla sürülen prenseslere benziyorsun"
anotherstar- "evet, marsilya limanı'na varan osmanlı hanedan üyeleri gibiyim"

Friday, March 5, 2010

"hepimiz Mrs. Robinson'ız"


akşam buluşması, m., z., şişhane, miss pizza, pomodoro milano, mantarlı pizza, bira, biraz tatsız durumlar, tatsız durumların unutulması için fani ve eğlenceli olayların anlatılması derken ortaya çıkan resimler, "şok", "gerçek mi bu?" , "yani sen her gün bunu görüyorsun, öyle mi? her gün. ", insan olmayan insanın gönderdiği mesaja, hareketlerine yorumlar vs derken hoş bir gece ama tabii hepimiz mrs. robinson'ız.


Thursday, March 4, 2010

Ucuz

Ucuz duygular, ucuz söylemler, ucuz teşekkürler, ucuz sevgi cümleleri hiç bana göre değil. "ucuz" doğru bir sıfat mı emin olamadım ama ucuz işte. Yani duyguların, hissiyatın, hissedilenin çok abartılı ve çok kolay ifadesi bana göre o ifadeyi bir anda ucuzlaştırıyor. Elbette öyle gözükmeden yani yine hırt olan, huysuz olan ben oluyorum bu tip ifadelere tepki verince. Anlamayan, hissedemeyen oluyorum. Oysa abartılı söylemler duygu ifadeleri hiç gerçekçi gelmiyor bana.

Bir arkadaşım var. Ne zaman konuşsak şaka yollu da olsa yakında öleceğini söylüyor. Aaa neden dediğimde ise "ciğerlerim ağrıyor nefes alamıyorum ölüp gideceğim farkında değilsin" diye
cevap veriyor. Güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum, gerçek mi onu da anlamıyorum.

İşte böyle abartılı ifadeler, hastalık, aşk, sevgi, gurur söylemleri gerçek gelmiyor bana.

Wednesday, March 3, 2010

İşyerinde komünal hayat kabusu

Hiç öyle komünal yaşamdan hoşlanan (sevdiğim seçtiğim insanlarla olandan hariç) biri değilim. Sevmediklerimle de zorunlu olmadıkça konuşmam, zaten varlıklarını da görmem. Vıcık vıcık "canım cicim kuzum" tınılı ilişkiler, sürekli bağırış çağırış üzerinden birbirleri ile iletişime geçme hali vs beni aşar ve aştı. Tadilattayız. Pazartesiden beri. Bu sebeple de herkes beraber oturuyor. Zaten "işyerinde arkadaşlık" denilen şeye inanmayan bir insanım, hele bu hal üstüme üstüme geliyor. Fakat şunu gördüm. Fönlü saçlı, havalı Louis Vuitton çantalı (ve tabii bence çirkin ötesi olan), uzun boylu ve muhtemelen annelerin oğullarına pek yakıştırıp "ne kadar hanım kız" dedikleri kızların ne denli varoş, ne denli zarafetten yoksun oldukları gerçeği ile tanıştım. Hal veya edep bakımından Kuştepe veya, Kasımpaşa'da evlerin önündeki merdivenlerde oturan, birbirleri ile balkondan balkona bağırarak konuşan kadınlardan hiç farkları yok. Tek fark o kadınlar kıyafetten eksikliği ve bakımsızlıktan veya ağır hayat şartlarından muzdarip iken bizimkiler, ne yazık ki karşımda, çaprazımda daha da ilerde oturanlar birkaç görgüsüz marka çanta, Zara'dan, Massimo Dutti'den kıyafetlerle sözde fark yaratıyorlar. Ha bir de eğitim meselesi var ama o da eğitim mi öğretim mi tartışılır çünkü ikisi de farklı şeyler. Öyle veya böyle okumuşlar, bazı "iyi" okullara gitmişler ve bilinen klişe ama adam olamamışlar. Sesten kaçmak için kulaklığımı takıyorum gerekirse kulak tıkacımı da takarım hiiiç sorun değil. Ve muhtemelen sinir oluyorlar, hem kulağımı tıkadığım hem de gerekmedikçe konuşmadığım için çünkü sosyal ortamlar lise gibidir yani havalılar havalılarla, ezikler eziklerle takılır konuşur. Havalı derken tabii ki onlardan değil kendimden bahsediyorum. Ama saçlarım fönlü değil. En azından her gün değil.

Ve bir de yanımda yine bir İzmirli çocuk var ve ne yazık ki taşradan gelip de "İstanbul'da yırtıcamm" mantığındaki insanların güzel bir örneği. Kendini Amerikalı sanıyor ve sürekli yarı ingilizce yarı türkçe konuşuyor ama komik olan kimse de anlamıyor, merhaba yerine maRRRaba diyor filan takip edemiyoruz ne dediğini (ve telefonda hanımı veya kankaları ile konuşurken gayet normal sen ben gibi türkçe konuşuyor. yani işyerinde amerikalı evde türk. çok güzel. ). Benim için ciddi kabus çünkü tam yanımda. Bir de gerzek. Neyse bakmıyorum. Bağıran kızlardan biri de Adana'lı ve bu ikisi her sabah desibeli çok yüksek vaziyette ve mutluluk çığırışları içerisinde "günaydın nasılsın poğaçamı ister misin nasılsın bugün?" gibi anlamsız konuşmaların kahramanları.

God save the queen.

Monday, March 1, 2010

Sabah keyfi

1 Mart. Yani bahara yaklaşıyoruz. Hele hele ay sonundan itibaren benim üç aylarım başlıyor; nisan mayıs haziran. Her şey daha tiril tiril olacak, güneş açacak, ruhlar hafifleyecek, evlere geç girilecek, hareketler daha yumuşak olacak ...

Değişim başlıyor sanki bugün. Hemen her şey ile ilgili bir değişim bu. Gidenler var gelenler var.

1 Mart. Güneş biraz açtı bu sabah, daha da açsın diye bekliyoruz ama ay sonundan itibaren tamamdır, nisan gelecek sonra mayıs ve haziran bizim aylarımızdır.

Let the sun shine in -lütfen gerzek Hair müzikali ve o antipatik şarkı let the sunshine in ile karıştırmayalım. Hiç sevmem. Bizimkisi Sons and Daughters of lite. 70lerin başı. Hippi mippi hadisesinden uzak.