Wednesday, October 31, 2007

Kaygı

Kaygı iyi midir, kötü müdür tartışılır. Öyle kaygılı insan sevmesem de bana kaygılı olanları seviyorum galiba. Sebepsiz. Belki de sadece ilginin varlığı hoşuma gidiyor.

Tanıdığından, sevdiğinden gelen ilgi, özen ile, hiç görülmemiş, tanışılmamış ama sadece varlığı bilinenlerden gelen "geçmiş olsun" arasında bir fark yok aslında. Bugün daha tanınmayan ama yarın tanışılacak ve sevilecek olan kişi olabilir.

İşin ilginci, artık o özel dünyaya kabul edilmiş, farklı bir yere koyulmuş, "artık sen buradasın " diye söylenen, hissettirilen kişiler de bir dönem yabancıydı; sınıfın arkasındaki sıranın diğer ucunda oturan, gece çıkıldığında selam verilen, küçükken mahallede gezinirken yandaki sitenin yine isminin bilinmediği ama sima olarak bilinen çocukları ya da daha da fantastik bir şekilde ekranın diğer tarafında olandı, olanlardı. O günün yabancıları, bugünün en yakınları, en özelleri oldular (peki herkes ve herkesle ilişki aynı kalıyor mu yada saçma davranışlar insanın canına tak edip de siliyor mu içinden ?bugünün el üstünde tutulanı yarının "aman benden uzakta olsun"u mudur? olur, doğrudur, hayat bu, ne ekersen onu biçersin).

Tuesday, October 30, 2007

Yera kapaklanma ve sonrası


Her şey çok güzel olacak iken, tatile giriliyor iken....


Yere kapaklanma, mi-bas'nın usulca yırtılması ve diz kapağının morarması ancak sonrasında daha tehlikeli bir şekilde varolan hipoglisemi sebebiyle şekerin aniden düşmesi, insanlığın hâlâ ölmediğini komşuların koşması ile anlamak, soğuk terleme ile bayılma anının yaklaşması, ellerin titremesi, F.A.'nın aranması, korkarak gelip eve götürmesi vs vs vs...
Neticede yapılan tüm güzel planlar iptal oldu, konser de davet de yalan oldu. Uzun zamandır böylesine bir halsizlik yaşadığımı hatırlamıyorum. Sürdü de sürdü; ertesi gün de, akşam da devam etti. Frankfurter& patates kızartması ve kadim dostlar dahi bir yere kadar kırabildi.
Of çok ciddi doktor randevuları alınacakmış, bu sefer hiç atlatılmayacakmış.

Friday, October 26, 2007

Paradise City

take me down to the paradise city where the grass is green and the boys are pretty...

Az önce çimleri biçmişler bu acayip yerde ama sanki bahar gibi kokuyordu, güzeldi, elimdeki kahve kokusu ile karışınca sanki güzel İrlanda'nın yeşil vadisindeki evimin bahçesinde sabahın erken saatinde elimde kahvem ile dolaşıyormuş gibi hissettim.

Hayal gücü insana neler katıyor, neler hissettiriyor... Hayal gücü demişken, bazen çok komik şeyler de, düşünceler de gelişmiyor değil hani. Hele bir şey var ki, J.A.'ya söyledim, tepkisi "çocuğum allah akıl fikir versin sana " oldu ama düşündüğümü düşünmemin sebebi işe yarıyor olması, yoksa fantazi olsun diye değil (fantazi de olabilir de o kadarını da paylaşmam ebeveyn takım ile).

P.S. Şarkının orijinal sözlerinde "where the girls are pretty" diyor axl ama ben onu da kendime göre değiştirdim, böylesi daha zevkli.

P.S. ....

İpin ucu kaçtı, yetişemedim, koşuşturamadım, peşinden gitmedim, gitmek de istemedim, sıkıldım ve bıraktım. Dinlemeye ve dinlenmeye aldım sanki narin bünyemi, şımarttıkça şımarttım.

Hatta o kadar komik ki "traş olmayarak yüzünü dinlendirdiğini söyleyen adamların ruh haline" büründüm. Hani derler ya "yüzümü dinlendiriyorum" diye. Ancak asla bir salma, kendini bırakma durumu yok. Sadece bazı gereksiz heyecanları bıraktım, önemsemeyi kenara ittim ve de işin doğrusu neşeme neşe, keyfime keyif kattım. Deli miyim ben elin .... düşünüyorum, konuşurken dile getiriyorum yani kısaca eli önemsiyorum, dert yapıyorum? Düşünmeme, kâale almama değmez.

It's koool man...

P.S. Seviyorum karşı cinste sakal. Hepsinde değil, her tip sakalı değil ama işte yakışana yakışıyor. Gattuso'ya yakışmış mesela. Kendisini de seviyorum, orası ayrı.
P.S. (2) Forever Sekvotka...

Tuesday, October 23, 2007

Scoop au bout de la piscine

les filles: il m'a lâchement abadonnée après m'avoir donné des goûts de luxe. Edmund Kirizian
Hemen saçlarımı uzatıyorum, havuzun kenarına uzanıyorum. Mais moi, j'ai déjà des goûts de luxe. Merde! Shit!

Choisir

Zor şey gidip bakmak, araştırmak, iyisini güzelini bir de işlevselini bulmak, almak, danışmak. Herhalde en zoru da yardım istemek. Of ne diyeceğim, bilen biliyor zaten de "ya ben pek ilgilenmiyorum ama şöyle şöyle olsun istiyorum, gel beraber seçelim sonra da kahve ısmarlarım mı?" Bazen ne kadar zor geliyor insanlardan bir şey istemek?

"ya şundadır ya bunda"mı yapsam acaba? Alıp çıkayım bitsin gitsin işte.

Monday, October 22, 2007

I like...




I like it. This song, this beat, this "love is in the air tune", this mood, this moody happiness.


Şarkı bayağı eskidir, 30'lara çıkmaz o kadar diyeyim. Ancak epey popüler bir aşk şarkısı olduğundan hemen herkes bilir. Hele bir de Harry Connick Jr. ciks çocuk haliyle 90ların başında yaptı bir şeyler bir anda herkes cazz sever oldu.

It had to be you, it had to be you
I wandered around, and finally found - the somebody who
could make me be true, and could make me be blue
and even be glad, just to be sad - thinking of you
some others I've seen, might never be mean
might never be cross, or try to be boss, but they wouldn't do
cause nobody else, gave me that thrill - with all your faults, I love you still
It had to be you, wonderful you, it had to be you


whatever...

Güzel şarkıdır. Bu havaların şarkısıdır. Asıl favorim "When did you leave heaven"dır ama bulamadım yoksa koymaz mıyım şöyle havalı bir şey şuraya, Lisa Ekdahl'ın güzel sesinden.

P.S. Buna standart caz diyelim bir de nu-jazz var o da güzel o da bir havalı.


I don't like....

Aslında Boomtown Rats şarkısı gibi I Don't Like Mondays derdim ama durum öyle değil. Pazartesilerini severim, yeni başlangıçları severim, severim işte. Ama sevmediğim düzenimin brutal bir şekilde bozulması, her şeyin birbirine girmesi. Kimine çok sorun olmaz böyle şeyler de beni fazla bir etkiler, çenemi tutamam. Nefret ediyorum bana sormadan bana dair değişiklik yapılmasından, kontrolüm dışındaki gelişmelerden o yüzden her ne kadar mutlu mesut uyanmış, yola çıkmış, mekana gelmiş iken ...

Oysa cuma akşamı Persepolis güzeldi, cumartesi sabahı Joe Strummer şahaneydi, öğleden sonra hiç fena değildi derken, Merih Meyhanesi'nde A.ların bir araya gelişi nedense olmadı, patlama oldu goller patlarken, o amaçla beraber seyredilsin diye gidilmişken.Bazen bazı şeyler nasıl da gereksiz, nasıl da saçma, nasıl da aptalca geliyor. Hele hele bir bok bilmeden her şeye bir yorum katıp çok iyi anladığını bilenlerden gelen laflar gerçekten beni benden alıyor.

İşte pazartesi, işte notlar, işte hayat

P.S. M. ile Persepolis'teki büyükanneye inanamadık, kendisinden bir tane de biz istiyoruz.

Friday, October 19, 2007

Cuma misafiri

Offff....Şu yapıştırılan bantlardan istiyorum, geçsin, hiç çıkmasın istiyorum. Hava soğuğunca hep oluyor, hep oluyor. Günlerce sürüyor, aptal bir şey. Bir de kabuk bağlıyor. Zovirax yetmiyor.

*C'est le classique bouton de fièvre qui se transmet essentiellement par la salive. Donne une protection partielle vis à vis du HSV-2. La forme la plus connue est la forme labiale.
*Skin appears irritated , sore or cluster of fluid-filled blisters appear

Hem de haftasonunu öncesi, cuma günü başladı.....İnanmıyorum talihsizliğime.

Sabah Keyfi

Jean-Jacques Sempé
Ağır tahrik unsurundan uzak, güldüren, "sevimli" dedirten bir sabah keyfi (ben yazmadım l.c. yazdı. valla öyle iddalarım yok, kendi halinde mütevazı bir hayat süren bir insanım )....

Thursday, October 18, 2007

Mi-bas, le bas...et les haut et les bas

Garip havalar, bu havalar. Sıcak desen sıcak değil, soğuk desen soğuk değil, ne giyinileceğin bilinmediği günler... Kalın çorap giysen sorun, giymesen sorun, her şey terletiyor her şey üşütüyor (ayrıca burası - 10 derece farkediyor şehirden). Ancak çok güzel mi-bas veya le bas diye bir ürün var en français söylemi ile, hem rahat, hem havadar, hem de en güzeli kendi kendine sorun çıkartmadan duruyor işte.

Il existe deux types de bas :
les bas « auto-fixants » : ils tiennent seuls en haut de la cuisse au moyen d'une bande de
dentelle anti-glisse (bande caoutchoutée sur l'intérieur ou simple bande élastique) ;
les bas « simples » ou « ordinaires » : ils nécessitent un
porte-jarretelles (ou un serre-taille), une guêpière ou une jarretière pour rester tendus.

P.S. Ha bir de "les hauts et les bas" diye bir kavram var ki, salt dengesizlikleri ile meşhur insanlara mahsus olmayıp sıklıkla ziyaret eder beni, med-cezir etkisi yaratır üzerimde. Neredeyse son 10 gündür bir haut durumu hakim ki ben dahi korkar oldum hayırdır inşallah diye. Oysa neden bu korku? Ne güzel her şey bir rahat, bir kool, bir easy, bir dingin. Korkunun ecele bir faydası yok, les bas da gelecekse gelsin, sonra yine gider işte, nasıl olsa her şey bir gün sona eriyor.
P.S.(2) La Perla nedense hep beni bir speechless bırakma eğiliminde, hepsine ulaşma arzusu yaratma peşinde. Sinirimden bakamıyorum, o kadar diyorum.


Tuesday, October 16, 2007

Öldüresiye sevmek, part II



Gündelik kullanımda "je t'aime" çeşitli tanımlamalar, ekler alır ifade edilirken. Je t'aime beaucoup, un peu, passionnément, à la folie gibi. Resimlerini bulduktan sonra videosunu buldum, eklemeden de edemedim.

Öldüresiye sevmek

Büyük hayranlık duyulan, özenilen ve hep saygı ile bakılan. Kız veya erkek farketmez herkes övgü ile söz eder, onun gibi olmaya çalışırdı. Konuştuğunda hep "un vrai mec, quoi" tanımlasını duyup "yani öyle herhalde, gayet kool, gayet viril, gayet kendine güvenli ama bir o kadar da nazik gözüküyor" diye düşünülürdü. Tam bir bordeaux'lu olarak şarap sever, yanında ekmeği ve peynirini isterdi. Basit şeylerden mutlu olabilen ama asla ucuz olmayandı.

Beklenmeyeni yaptı, en ucuz, en basiretsiz, kendisine en güvenmeyen adamın yapacağı şekilde oynadı. Kıskançlık. İnce mevzudur. Kiminin çok hoşuna gider, kimi hiç hoşlanmaz. Benim ise "yani"dir düşüncem. Çok derin ve ince bir çizgide varolması gerektiğine, mutlaka bir yerde durması gerektiğine inanırım çünkü öyle telefon/mail karıştırmalar filan bana feci kendine güvensiz insan görüntüsü verir, hazzetmem.

Bugün tahliye oluyor. 3 yıl önce kıskançlık sonucu öldüresiye dövdüğü ve sonrasında da öldürdüğü sevgilisinin cinayetinden tahliye oluyor. Hiçbir şey ama hiçbir şey yaptığını telafi edemez veya mazaret oluşturamaz. Kendimi kimi zaman hemcinsime karşı çok sert bulurum, çoğu zaman birçok genel kadın davranışını tasvip etmem hatta tahammül edemem ama böyle bir konuda bana kim gelirse gelsin inanacağım, yanında olacağım doğru olan yani kadın tarafıdır.


O yüzden nasıl şarkı sözü yazarsa yazsın, nasıl kadın ruhundan anlarsa anlasın ya da bunu "onu sevdiği için yaptığını söylesin" farketmez kendisi bir katildir. Buna mazaret bulmaya çalışanlar hatta entellektüel kılıf uyduranlara da küfrederim, hem de okkalısından. Üzücü olan en eğitimli, en iyi olanlarından böyle hareketlerin gelmesidir ama yine de kabul edilemez bir şeydir. Point final.
P.S. İşler bizde kötü ama onun memleketi Fransa'da da hiç iyi değil.

QUELQUES DONNEES FRANCAISES
En France, l'enquête nationale sur les violences envers les femmes en France métropolitaine (ENVEFF), commanditée par le Service des Droits des femmes et le Secrétariat d'État aux Droits des femmes, et publiée en janvier 2001, révèle les chiffres suivants:

* 9,5 % des femmes interrogées ont subi des actes de violence conjugale (physique, sexuelle, verbale, psychologique) au cours des douze derniers mois
* 1,1 % des femmes interrogées, âgées de 20 à 24 ans, ont subi au moins une tentative de viol ou un viol au cours des douze derniers mois dans une des sphères (espaces publics ou sphère professionnelle ou sphère privée).
* Seuls environ 5 % des viols de femmes majeures feraient l'objet d'une plainte.
*13,7 % des femmes interrogées, en situation de chômage ou allocataire du RMI, ont subi des actes de violence conjugale au cours des douze derniers mois.
* 18 % des femmes interrogées ont été victimes d'agressions physiques au cours de leur vie adulte (depuis l'âge de 18 ans).
*plus de 10 % des femmes avaient subi une agression sexuelle, qu'elles étaient 20 % à avoir été victimes de violences dans l'espace public (insultes, vue d'un exhibitionniste, importunée sexuellement ou suivie dans ses déplacements), et encore 20 % à affronter des pressions psychologiques sur leur lieu de travail.
* Environ 50 000 femmes de 20 à 50 ans victimes de viol en un an

Monday, October 15, 2007

Dedikodu sütunu

Frankfurt'tan gelen telefon:

f.a.- ya çocuğum biri yazmış bizi radikal'e. kim o ya? allah allah nereden buluyorlar, duyuyorlar bunları?
anotherstar- bilmem valla, daha görmedim ben bir milliyet'te gördüm seni ama bugünkünü bilmiyorum
f.a.- beni de arayıp söylediler bir bak bakim, kim ne yazmış? cem mi yazıyor böyle dedikodu sütunu gibi?
anotherstar- hahahaha. tamam tamam bakacağım.

***

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=235763

Sunday, October 14, 2007

Le croco

Bistro, brasserie özlemi ile sayfalarda uçarken bizim eski şehirdeki Le Crocodile aklıma geldi. Güzeldir, 3 Michelin yıldızından birini kaybetmiş olsa da, beyaz kumaş peçeteleri, tabağın sağından soluna doğru giden sırası ile yerleştirilmiş gümüş çatal-bıçakları ile gerçek bir lokantadır (türkçe yazıp konuşurken "restaurant" demekten nefret ettiğimden lokanta demeyi tercih ediyorum. restoran ne ya?). Ucuz hiç değildir hatta pahalılıkta Fransa'da sayılıdır ama diyorum işte 3'ten 2'ye düşmüş Michelin yıldızı ile gerçek bir fransız hatta alsace lokantasıdır; hedonist zevklere düşkünler için ise o şehire gidilmişse en azından bir kere gidilmelidir.


Gazetenin daha tüm sayfalarını çevirmemişken Le Croco'yu, eski günleri hatırlayıp birden kendimi web sayfalarında buldum. Sonra gazetenin sayfalarını çevirince gördüm cumhurbaşkanı geçen gece gitmiş orada yemek yemiş. Doğrudur. Avrupa Konseyi orada olduğu için her daim gelen türk heyeti paralar devletten çıktığı için mutlaka Crocodile'e gidip tıka basa yemek yer. Hedonistler midir, tartışılır ama çoğunun görgüsüz oldukları gerçektir. Hedonist ya da gurme ya da whatever açılan Petrus şişesini saygıyla, bir ritüel ile tadarak içer, diğeri ise şişeleri açtıkça kendisini büyük hisseder, sıfatlarına sıfat kazanmış olduğunu düşünür. Bir de belki bu sefer içecek olmadığı ya da su/kola/meyve suyu ile idare edildiğinden fatura muhtemelen daha az gelmiştir; ne de olsa bu sefer şarap şişeleri açılmamıştır.



Menu à 113 euros


Consommé de Queue de Boeuf, Flan à la Moelle, Croustille d’Herbes

Foie de Canard, cuisiné à la façon «Schnitzel», Vinaigrette de Framboise, Xérès et Raifort, petite salade mêlée

Espadon en Anchoïade, Julienne de Courgettes, Huile d’Olive au Citron confit

Pièce de jeune Taureau grillé, Artichaut et Fèves, Émulsion au Beurre fumé, Bandrille de Volaille marinée

Nuage de Mascarpone allégé sur Gênoise“punchée” au Rhum et au Moka

Symphonie de fruits du Soleil, Sorbet aux épices, Elixir citronné au Cumin

Keyif

alt başlık: tembelliğe övgü

İnsanın kendisini bilmesi, ihtiyacı olanı anlaması, kendisini dinlemesi ve dinlendirmesi önemli.

Günler çok güzel, çok dingin, çok keyifli geldi bana. Hiçbir şey yapmamak, yapmak zorunda kalmamak... "free as a bird" diyeceğim biraz aptal olacak çünkü aslında hissedilen free'den başka bir şey; ondan daha farklı, daha mutlu, daha huzurlu, daha gerçek.


* resim, brasserie meselesi ise son zamanlarda deli gibi yapmak istediğim bir şey. gerçek bir tanesinde, gerçek yemeklerin (öyle fantastik karışımlar değil ) yendiği, gerçek şarapların içildiğine gitmek, keyifli vakit geçirmek, anlatırken gülmek, gülerken neredeyse kahvenin fışkırmasına sebep olmak... şu an bile tebessüm ederek bakıyorum ekrana.

Tam olarak never on sunday oldu, her şey rahat, her şey lite, her şey kool kısaca never on sunday.

Saturday, October 13, 2007

Sabah Keyfi VII


Uzun zamandır sabah keyfi diye yazmamıştım. Bugün bunun zamanıdır, günüdür.

Biliyorum gökyüzü gri, İstanbul neredeyse simsiyah, karşı taraf görünmüyor bile ve birazdan yukardan bir şeyler patlayacak gibi duruyor. Fakat garip bir şekilde mutlu edici bir hali var. Ya da tarif edemediğim bir şekilde soğuk havanın bana çekici gelen bir yanı var.

whatever...

Gün bugündür, sabah keyfi zamanıdır hem de her türlü (!) şekli ile.
P.S. Kahve fincanı denilen şey de böyle basit olmalı. Öyle uzay mekiği gibi yapılmış, saçmalık ötesi fincan tasarımlarından hiç hazzetmiyorum. Budur. Gayet de güzel ve klastır.
P.S.(2) Fındıkkıran, Kuğu Gölü 'dür bu keyfin tamamlayıcı noktalarından*sadece bazıları*.

Friday, October 12, 2007

Tuz biber

Her şey çok hoş, çok keyifli, çok dingin kısaca pek bir la vie douce idi. Eğlenceli gece 4'lü dün gece, yapılacak hiçbir zorunluluk olmadan uyanılan tatilin ilk gün sabahı, "deniz, mavi, deniz, mavi" akşam üstü M. ile buluşma heyecanla beklenen sürpriz derken bir anda gelip çarpan reflü, ağrıdan yerlerde sürünme (gerisini anlatmıyorum bile)...

Evet, galiba artık doktora gitmeliyim

Fantastik diyaloglar

Fantastik diyaloglar serisi...

* J.A. ile onların evinde bayram öncesi görüşmeyeceğimiz için laylaylom konular ve klasik çocuk iğrençlikleri yapmam üzerine (ki bu konuda r. benden ustadır):
j.a.- çocuğum ömrün pislik yapmakla geçiyor
anotherstar-hahahah pis mi diyorsun bana şimdi sen?
j.a.-yok pis değilsin de pislik yapıyorsun, piçlik yapıyorsun, yaramazlık yapıyorsun
anotherstar-hahahaha peki. anne sözü dinlerim ben öyle diyorsan öyledir.

* cavit'te yemek keyfi, hepimiz, benden çıkan "beşiktaş" saçmalığı

* bayram yani tatil öncesi, işe gitmeme ve pumpering myself, fantastik telefon konuşması

le boss-ya nerdesiniz kimse yok ofiste,ve kimse cep telefonuna cevap vermiyor
anotherstar- yok valla duymadım kuafördeydim
le boss- sen gitmedin yani bugün işe
anotherstar-hmm gitmedim valla da acaba bunu sana söylememeli miydim?
le boss-hahah artık çok geç yavrum pazartesi görüşürüz

Wednesday, October 10, 2007

Kim, kimin sıfatı, kime aidiyet




Bazı konuşmaların, bazı durumların ve bazı renklerin üzerine cuk oturdu yukardaki. Sabah sabah yine şen kahkahalarımı attım.
Dün le boss toplantı yapacağımız kişiyi söylerken o çook ünlü ingiliz gazetecinin ismini telaffuz etti ve "valla ne yaptığını, ne sıfatla geldiğini bilmiyorum ama karısıymış. hiç de anlamam ben böyle kadınları, birilerinin karısı olarak hayatta varolmalarını üzücü bulurum" dedi. "Aynen sonuna kadar katılıyorum" dedim ve toplantıya geçtik.

Gerçekten de anlamadığım bir konudur, neden bir kadın sadece evlendiği adamın karısı olarak anılmak ister? Hayatta "beyin karısı ve çocuklarının annesinden" başka bir sıfat taşımak istemez mi? Aidiyet hatta sahiplenmek ve sahiplenilmek duygusu bu mudur? Kimse coşmasın ekran karşısında ama değildir işte.
Demiyorum ki illa süper bir kariyer yapsın, hayatı sadece kariyer olsun gerisi yalan olsun veya kendimi kimseye ezdirmeyeceğim saçmalığından ve inadından adamı ezsin. Never ever! Ancak ...
Herhalde burada ortaya çıkan durum daha çok eğitimle alakalı (eğitim diyorum öğretim değil). Bana ters geliyor, açıkcası anlamıyorum da. Hani böyle konuşuyorsun da sorulacak olursa sen ne isterdin, nasıl olmasını tercih ederdin denilirse isteyeceğim "beraber anılmaktır".
Zamanında yine demiştim "bazı çiftler vardır beraber bambaşkadır, hem ayrı dururlar hem de beraberdirler, ışık yayarlar, hemen farkedilirler" diye. Evet renkleri güzel bir gölge olmaktansa böyle bir beraberliği, renklerin birlikteliğini aidiyetimi de sağlamış şekilde tercih ederim.
whatever diyoruz ciddi konulara ...
P.S. Buralarda her şey ile beraber telefon santrali denilen şey çok iyi çalışmadığından eğer direkt numara aranmıyorsa sürekli yanlış bağlamalar, yanlış isme yöneltmeler filan yaşanıyor. Hatta yaşanmakla kalmayıp bir de dalga konusu oluyor.
Az önce, cep telefonunda havalı havalı konuşurken çalan ofis telefonu ve:
a.- hmm hayır, yanlış bağlamışlar
- aaa x hanım değil mi
a.- hayır değil. 1234 ü tuşlayın
- aaaaa ama olmaz böyle
o sırada bu konuşmaları duyan cep telefonundaki insan- hahah seni sekreter mi yaptılar oraya? hahaha
a.- o sekreter sana bir uçacak göreceksin
c.t.i.- sekreter olmuşsun kızım sen
P. S.(2) Ofise gelen dergilerden çıkan Totti posterini konuşuyorduk M. ile günlük telefon seanslarında ve ben de "aslında asmak istiyorum da şimdi öyle totti motti olay olmasın, tasa olmasın bu kadar tasarımın içinde" diyordum ki... aynen astım arkamda duruyor, üzerine 1-2 tasarım bir şeyler çaldım diğer birimlerden onları da koydum, tamamdır. Peki bu iddalı ciddi dergi neden Gattuso posteri vermiyor? Verdi de ben mi kaçırdım, ki muhtemeldir, almıyorum çünkü. Üff sevmiyorum entellektüel futbol yazıları, futbol yazarları. Hep bir metafor hep bir komplikasyon. Bir rahat bırak, altı üstü bir oyun işte, oynansın güzel güzel. Ne o kelimeler, acayip karmaşık cümleler, sanki atom fiziği dersindeyiz.

Tuesday, October 9, 2007

Tepki, tepkisel

Farkettim ve farkettirildim ki ben bu yeni yerde gayet hafif, gayet tiril tiril giyiniyorum. Bunun da sebebi öyle üşümeyen her daim incecik giyinen ingiliz kızlarına özenme filan olmayıp bilinçaltında şekillenen bir tepki.


Ofis dünyasındaki kadınlar bir alem olabiliyorlar. Yok bebek taklidi yapanlar, yok kaplan görüntüsü verenler vs... Hani kimin ne olduğu çok umrumda değil de ben bazen gün içerisinde bazı seslere bazı görüntülere dayanamıyorum. Çocuk taklidi yapanlar, "annem" diye hitap edenler ve sürekli üşüyen, her an yorgunluktan bayılacakmış gibi davrananlar benim sınırlarımı zorlayanlardan. Kötü olduklarını filan düşünmüyorum ama bana çok ters. Evet ofisler soğuk, evet çok eksik var, evet her şey aksıyor. Bunların hiçbirini inkar etmiyorum sadece sürekli ağlak bir görüntüye tahammül edemiyorum, âtıl geliyor. Yoksa ben de gayet üşüyen, her daim hastalanabilen, 3 kat giyinen bir insanım ve benim de soğuktan kıçım donuyor. Ancak ruhum, vücudum ve bilinçaltım, 18. yy Hogarth'ın resimlerinde rastlanan soğuk ve ayaz Londra sokaklarındaymışcasına sarınıp sarmalanmış şallı kadınlar görmeye, miyk miyk konuşmaya tepki veriyor ve tiril tiril dolaşıyorum bu soğuk bauhaus mimarisinde (miyk miyk zaten konuşmuyorum, o durum beni zaten aşıyor). Yakında zatürre olacağım orası ayrı.


william hogarth, beer street, 1751

Monday, October 8, 2007

Son (uç) nokta

Harvard'lı çocuğun bahçesinde -bana göre- son uç nokta gerçekleşti.

J.A. öyle internet, e-mail insanı olmadığı için onun e-maillerini vs ben kontrol ediyorum, onu haberdar ediyorum vs.

Bugün en son baktığımda kendisine bizim oyun alanının davetiyesi geldiğini görünce hemen sildim, ortadan kaldırdım (kendisine de söyledim. ilgilenmedi zaten).
Gerçekten bir de ailecek sanal ortamda olmamız, birbirimize sticky note, drink mrink göndermemiz eksik. Şahdık, şahbaz olurduk resmen. Bir de akvaryum hadisesi var ki, gerçekten almayayım, eklemeyeyim, ekleyene de mani olmayayım.
Ancak duydum ki belli bir yaşın üzerindeki karşı cins çok seviyormuş bu hadiseyi hatta "bana niye balık göndermedin" diye de söyleniyorlarmış.Valla ben duymadım, anlatanların yalancısıyım ama inanırım. Buyursunlar kendilerini Yenikapı'daki balık haline alalım, atalım hamsi kasalarının içine bol bol oynasınlar.Yani bu karşı cins de bazen amma cins olabiliyor azizim...

Okuma listesi

Neredeyse her yılın bir geleneği haline gelen Frankfurt Kitap Fuarı başlıyor ve F.A. da son hazırlıklarını yapmış frankfurter'in yurduna uçmaya saatleri sayıyor. Kendisine bu yıl da frankfurter, peynir, vs gibi gourmandise'in olduğu liste dışında bir de kitap listesi verdim bulabildiğini alsın diye.
Resimdeki efsanevi kitap listeden değil, okumuştum zamanında ama okumayanlar okusun derim. Öyle ağdalı bir edebiyat eseri veya romantik şiirlerden oluşmuyor. Amerikan popüler kültürünün en bilindik pimp'inin (yani bizdeki söylemi ile pezevenk oluyor) hayat hikayesi. Icerberg Slim. Bu mesleğin nasıl bir meslek olduğunu, nasıl yapılması gerektiğini, nelerin küçük noktalar olduğunu anlatır kitapta.

Artık hayatta olmayan Iceberg Slim işleri bırakttıktan sonra evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, ölümünden sonra da onlara afro-amerikan edebiyatının en gerçekçi yazarı sıfatını bırakmıştır. Amerikan Hip Hop müzik kültüründeki old skool mc ve djlerin aldığı "ice" ile başlayan isimler bu adamdan gelir. Hatta bir kısmı bittabi kendisi pezevenk olduğu için Los Angeles sokaklarında bir nevi saygı hikayesidir (mesela Ice-T'nin kendisi l.a. caddelerinde gayet alenen bu mesleği icra etmiş, sonra müzik vs diye mesleğini bırakmış, şimdilerde ise bir pornocu ile evlidir).

P.S. yazarken yine kendime güldüm... neler biliyorum, neler takip ediyorum diye? yani kim bilir masum, pür pak, mazbut, haminne, domestik, pencere kuşu, hatta sekvotka'nın tabiriyle "poor little anotherstar" halimi bilmeyen neler düşünür hakkımda? whatever...

Renkleri güzel, part II

Sevdim ben bu "renkleri güzel" lafını ( ne yazık ki benden değil, m.'den çıkma bir laf). Sık sık kullanıyorum, kullanıyoruz, her şeye "aaa ama olsun, renkleri güzel" diyoruz.

Sabah renkleri güzel ülke İsviçre'nin intihat klinikleri ile ilgili haberi gördükten sonra daha bir ikna oldum. Gerçekten gitsen de olur, gitmesen de bu ülkeye. Fecidir.

whatever...


* Dün J.A.'nın psikolojik tabiriyle in vivo bir gündü (gerçekten iyi bir çocuğum ben). Pazar günü kahvaltı/brunch/sinema vesileleri dışında cumhuriyetten çok da uzaklaşmayan bir yapıda olsam da sırf J.A. istiyor diye eski mahalle, çirkin plazalar mahallesi, kalabalık lucca mahallesi gibi bence pazar günü çıkmanın anlamsız olan yerlere gittim, gitmekle kalmayıp fevkalade direksiyon sallayışıma tecrübeler ekledim. Saat 10'a doğru beni azad eden J.A. dayanamayıp "valla haklısın yorulmakta bütün bu semtler, çılgın arabalar, alışverişte çıldırmış aileler bir nevi in vivo deneyimi oldu çocuğum sana. ama söylenme" dedi.

in vivo: en latin, "au sein du vivant"

Galiba hayatın kendisi de biraz in vivo yaşanmalı. Dolu dolu yaşamanın pek mahsuru yok şu ölümlü dünyada. Hem in vivo hem de "renkleri güzel" olmayan şekli ile...

Saturday, October 6, 2007

Renkli kutu

Aslında çok taraftar değilimdir. Çok büyük, çok havalı veya çok ince olmasına gerek olduğunu düşünmem. Düzgün, iyi bir de estetik olarak sınıfı geçsin, tamamdır bana. Yaşam düzenim ve mekanım biraz daha farklı olsa kesin başka bir yere koyarım, öyle ortaya eşşek kadar haliyle koymam(herkes bir şaşırır ben bunu söyleyince. tamam, iyi olsun güzel olsun ama alırken de hiç istemedim lcd olsun, plazma olsun diye) .

Fazlası durumunda insanı kısırlaştırdığını, sığlaştırdığını düşünüyorum. Sevmiyorum demem ama (benim için yine "ama"sı olan konulardan biri daha)... Seçim yapmak gerektiğini, öyle her şeye bakılmaması gerektiğini düşünüyorum.


Gazetede vardı bugün türk halkı ve dizi tutkusu diye. Tahmin ediyordum da okuyunca daha bir şaşırdım. İnsanlar ne kadar çok dizi seyrediyormuş, hele kadınlara inanamadım (ya da inanmak istemedim).Üzücü geldi çoğu evli, çocuklu ve daha da önemlisi bir şekilde çalışan kadınların evlerine döndüğünde "to do list at home" bitip görev tamamlanınca televizyon karşısında bu kadar vakit geçirmeleri ( a. ailesi ben gidince her şeyi atıp renkli kutuyu o odaya koydular böylece salon denilen yer okunulan, konuşulan, sohbet edilen, paylaşılan bir yer oldu. iyi de oldu).

Sanıyorum ben de F.A. gibi sadece film, maç ve Sopranos ile beraber birkaç polisiye dizi seyretmek istiyorum (hadi bir tutam da ecnebi people dünyası ekleyeyim tam olsun). İlerde progéniture veya offspring yapma olayına girdiğimde ortadan kaldırmayı düşünüyorum. Tam olarak değil elbette ama herhalde salondan alıp arkada bir yerlere kurarım, en az üç yıl da hayata yeni başlayana seyrettirmem diye düşünüyorum (madonna gibi diyeceğim ama hiç seyrettirmiyormuş çocuklara, o kadarını yapmam herhalde).

P.S. "M. diskoya götürdü dün beni" derdim... ama değil. Yemekti. Güzeldi. Uzundu. Güzeldi. Konuları, dedikoduları, ifadesi boldu, uzun sürdü, hatta sonu inançla bitti.
P.S.(2) Resmin konu ile ilgisi yok ama bugün bu pozu çok beğendiğimizi konuşuyorduk L.C. ile, koyayım dedim. Gerçekten kadın dediğin bir koltukta öyle oturmalı. Ayrıca Aquascutum muhteşem markadır, alırsın 30 yıl giyersin. Moda değildir, tarzdır.

Friday, October 5, 2007

Ve beklenen oldu!


Evet oldu. İlk kaza. Bence iyi de oldu, böylece çıkmış gitmiş oldu. Gözler. İnanırım ben. İnanmayan inanmasın, je m'en fous!


Polis, bekleme, komiklik, yaptıklarım, emniyetin birbirine girmesi, hepsi bayağı bir hikaye ama en bombası hatalı ben bulunsam da ceza almamam.

Thursday, October 4, 2007

Tasarim ve tasasi

Ne mühendislikten anlarım, ne tasarım yaparım sadece tasarımları beğenirim, beğendiğimi de alırım, o kadar.

Şu yukardaki gibi bir şey benim derdim, beni su içerisinde bırakan. Yani gayet çirkin, gayet erkek reklamcının steril banyosu gibi bir şey. Markası filan pahalı bir şey. Hadi güzellik, estetik görecelidir, kimse kimseninkini beğenmek durumunda değil ama kullanılabilirlik diye bir şey var değil mi? Amaç tasarımla beraber bir işlevsellik de kazandırmak değil mi?

Her şey tasarım ya burada, musluklar da tasarım fışkırtanlardan. Elimi uzattığım an çita misali çevik bir hareketle geri çekilmezsem altını ıslatmış küçük çocuk görüntüsü oluyor kıyafetlerimde. Yalnız ben değil tabii herkesin durumu aynı. O yüzden tuvaletlerde elini 1 metreden uzatarak yıkayan insan görüntüleri oluşuyor.

Peki bunu yapan tasarımcı ne düşünüyor tasarlarken? Düşünmüyor mu? İşi bu değil mi? Neden tasarımlar sürekli tasa yaratıyor da bir kolaylık bir işlevsellik yaratmıyor. Havalı tasarımcı olmak tasa yaratmaktan mı geçiyor? Soracağım tky yöneticilerine, hocalarına. Yani gün boyunca gayet tasasız, easy bir insandım bir anda o spastik videodaki elinde şekerle ağlayan şımarık ve sevimsiz oğlan çocuğu gibi oldum.

Gün ortası

Bisikletlerle dolu bir kampüs (ki itiraf ediyorum şurası ile ilgili yegane eğlenceli nokta bu : dünden beri herkesin kullanımına açık bisikletler var. görevlisinden, öğrencisine, misafirine herkes kullanıyor, işi bitince bırakıyor kenara, kullanmak isteyen de oradan alıyor. cidden çok eğlenceli. ben dün gece yarısı boş otoparkta kullandımmm), feci kötü yemeklerin olduğu bir kantin ve istenmeden duyulan ancak ses tonu sebebiyle duyulmaması imkansız olan harvard'lı çocuğun bahçesinin dedikoduları:

- ooolum kız resimleri koymuş
+ hadi len! sizin resimleri?
- yemin ediyorum hemen tag yapmış ama anında aradım kaldırttım "koyamazsın" dedim.
+ büyük zaten o, 80'li
- evet ama olsun nolcak sonra başkası olur
+ olur olur sayfasındaki kızları gördün mü???
- ooooolum görmez miyimmm?

Çok feci çok! Herkes her şeyi görüyor, biliyor, soruyor (misal:anotherstar&evlilik), hakkında dedikodu yapıyor (biz de yaptık mı, yaptık tabiiii, orası ayrı) , böyle gayet pavyon kılıklı plastik kantin masalarına düşürüyor (kim bilir bizimkiler hangi masalara düştü? pleksi olmasa bari)

C'est la vie (douce) darlin' her şey olabilir.

I'm easy like sunday morning...I'm easy like sunday morning...Easy... franchement, j'ai l'air super difficile mais , bon, (il y a toujours un "mais") il faut savoir se comporter with me.

Easy



Yıl 1977...

İki ayrı grubun müzisyenlerinin birleşimi olan The Commodores grubu beşinci albümlerini yine muhteşem plak şirketi Motown'dan çıkartıyor. Diğer albümlerine nazaran daha sakin, yumuşak, gayet easy bir albüm oluyor. Albümün bir anda patlayan ve bugün de patlamaya devam eden şarkısı Easy oluyor. Önceki albümlerin daha hardcore soul/funk bu albümün pek bir smoothy olması "olmamış, tutunamaz" duygusu vermemeli. İyidir ama diğerleri daha iyidir.

Easy güzel şarkıdır. Lionel Ritchie imzalıdır. Ne yazık ki kendisi sonra Hello gibi tahammül edilemez bir şarkı yapsa da Easy gayet hoş, easy, tiril tiril bir şarkıdır. Yıllar sonra 90ların ortasında Faith No More Angel Dust albümünde tekrar yorumlamıştır ve tav olunan insan Mike Patton'nın sesi ile farklı bir yöne gitmiştir. Hepsi güzeldir kısacası. Sözleri de eğlencelidir.

Easy

know It sounds funny
but I just can't stand the pain
girl I'm leaving you tomorrow
seems to me girl
you know I've done all I can
you see I begged, stole
and I borrowed
ooh, that's why I'm easy
I'm easy like sunday morning
that's why I'm easy
I'm easy like sunday morning
why in the world
would anybody put charms on me?
I've paid my dues to make it
everybody wants me to be
what they want me to be
I'm not happy when I try to fake it!
no!
ooh,that's why I'm easy
I'm easy like sunday morning
that's why I'm easy
I'm easy like sunday morning
I wanna be high, so high
wanna be free to know
the things i do are right
I wanna be free
just me, babe!
that's why i'm easy
I'm easy like sunday morning
that's why I'm easy
I'm easy like sunday morning
because I'm easy
easy like sunday morning
because i'm easy
easy like sunday morning

Hayatı easy alıyoruz, la vie douce yaşıyoruz o halde sorun yok. Yüreklerimiz de hafif, serin, kool, rahat, güvenli, inançlı o halde neden easy olmasın hayat?

P.S.I'm not happy when I try to fake it! Budur. C'est moi!

Wednesday, October 3, 2007

La vie douce


Bugün bir arkadaşla konuşuyordum "güzelim severek okuyoruz da biraz daha hafif şeylerden bahset" deyince la vie douce'a giriş yaptım...
Hoş aslında la vie douce'dan çıkmamıştım ama ekran öyle bir algı veriyor galiba. herkesin eserikleri, gel-gitleri olabiliyor bu hayatta artık o kadarı da o kadar olur cicim,(bir de insanlar yakın olup birbirlerine zevzekce laf etmeseler bak hayat nasıl şahane oluyor).
Kadim dostum Sekvotka'nın Los Angeles'ten getirdiği lollipoplardan bir tanesini açıp ağzıma attım şimdi (madem la vie douce yapıyoruz, "benden sonra tufan". değil mi ama ?) Yukardaki gibi yıldız (bir nevi anotherstar) şekilli değil ama güzel, gayet hoş, tadı çilekli sadece fazla şişkooo! Narin leblerimden resmen dışarı taşıyor, o derece. Valla paşam bravo! Ama teşekkür etmediğimi sanma, yenip bitse de hepsinin kalbimde renk renk yeri var.
La vie douce, tamamdır.

Monday, October 1, 2007

Yeni sezon

Sezon açıldı.
Tüm gün yazacağım yazacağım derken Harvard'lı çocuğun bize kazandırdığı oyun bahçesinde oynamaktan ve bitabiiiii çalışmaktan vaktim kalmadı.
Hastayım. Yine. Sezonu açtık. Kimseler hasta olmazken ben yine normalinden daha da kalın olan sesim, zaten deviasyon sebebiyle tıkalı olan ve nefes almama engel olan burnum ve daha da beyaz olan rengim ile sahnelerdeyim (o spastik bauhaus içinde de hasta olmuş olmam çok doğal çünkü güneş almıyor, içerisi gayet soğuk ve beton).

Ne gerek vardı ya..? Midem de bulanıyor...Of ki of