Saturday, June 22, 2013

Arada Yaşananlar

Modern hayatlarda isyan günlerinde olmak, direnmek, her gün iyileriyle beraber kötü haberlerin de gelmesine rağmen bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek, muzırca gülmek, hele hele Stockholm Sendromu'ndan muzdarip yağcılara iyice yayılarak gülmek,"kill them with kindness" lafını hep hatırlamak, kötüye gülerek cevap vermek, gülme ile direnmek, içimizdeki heyecanı öldürmeden yıldırılmasına izin vermeden nezaket ile cevap vermek yani her şey şeyin değiştiği şu günlerde gündeliğin huzurundan, olması gereken güven duygusunu bırakmadan ama direnişten de vazgeçmeden devam edilen günlerin getirdiği yaşananlar, kıpırtılar, fısıltılar, tiril tiril kanat çırpmalar ve that's life ...

filmi önceki cumaya sarış, 6 aylık yaşam raporu, "çok da güzel pek de güzel", haftalar sonra gelen cumartesi akşamı yemeği, karşılıklı giyinmiş olmak, sabahattin, masalardaki herkesin olayların gelişmesini telefonlardan, twitter'dan takip etmesi, dinlemesi ve nihayetinde yine hiç beklenmedik bir zamanda çoluk çocuğun, ailelerin, gençlerin, dinsizlerin, müminlerin yani birbirine benzemeyen ama birbirine bağlı herkesin bir arada olduğu anda yapılan müdahele ile patlayan olaylar, boğaza dizilenler ve daha fazla dayanamayıp barikata gitme ile biten cumartesi yemeği; sinir içinde geçen pazar günü ve sokakların daha da gerilmesi, her tarafın gaz ile çevrilmesi, kapının önüne koyulan su ve sirke, bütün sokağın açılan kapıları, roma açık şehir  filmi misali göstericilere açık hane, açık ev hali; başlayan hafta, yapılan yapılamayanlar, gidilenler gidilemeyenler, gelinenler gelinemeyenler; new york sonrası nihayet kavuşulan big k. sister e. ve en az kendisi kadar sevdiğim e., hala göremediğim kavuşamadığım gey kapılım z., şahane doğumgünü hediyelerim; cumanın gelişi, yol hazırlığı, öğle arası şahane buluşması z.ç. ve bir anda bisiklet alma fikrinin doğruluğu, insanın karşısına çıkan tesadüflerin fantastikliği, arada yazılanlar, halledilenler, ayarlamalar, takipler, duyulan heyecanlar, heyecan duymayandan uzaklaşmalar, gitmeler ve elbette her şekilde yaşananlardan uzaklaşmadan korkmadan takipte kalma destekleme desteklenilene inanma hali...hayatta her şey olur. cheers müktedir

p.s. bu arada hülya avşar'ın başbakanın karşısındaki ezik oturma hali, ajda pekkan'nın brigitte bardot'ya özenip yaptığı çevresever hayvansever ama insan sevmeyen yorumlar, melih gökçek'in kendisine suikast yapılacağı iddiası filan bayağı şaka gibi ... acıyarak bakarken gülmeye engel olunamayan hareketler resmen... ama yazık diye de düşünmeden edemiyor insan...



 

Thursday, June 20, 2013

"it was a very good year" ve The Sopranos

Frank Sinatra 'nın söylediği, Edwin Drake imzalı 1961 tarihli It was a very good year , The Sopranos'un ikinci sezonunun başlangıcıydı. Yani 2000 yılı yani şarkıyı ilk duyuşum da, heyecanla beklediğim dizinin ilk bölümüne, Fransa günlerine denk geliyor. Aynı şekilde çoktan depresif rock n' roll'dan nihilist ruh halinden ayrılıp payetli, soul dolu Studio 54 günlerine denk düştüğü gibi. Müzikal açıdan da ruhsal açıdan da. Şahane günlerin dizisi, şarkısı ve tabii şahane insanı Tony Soprano. Dizinin etrafında şekillendiği Tony Soprano karakterinin ilginçliği, karizması, naifliği, sertliği, sevecenliği, duygusallığı, otoritesi vs üzerine yazmayacağım da, sadece etrafımda tanıdığım ve erkeklerle olan ilişkilerinde şahsiyetlerinden vazgeçmeden kendi gibi varolan tüm kızların kendisini ayrı bir sevmeleri diyeceğim ve bitireceğim.

p.s. madem konu bir kez daha the sopranos'a geldi o halde bir kez daha söylemek lazım ki öyle lost'muş, prison break'miş vs abuk subuk dizileri seyredip de "ya müthiş bir dizi" gibi laflarla gelmesin insanlar. ya da geliyorlarsa bana gelmesin. biraz uzak duralım mümkünse...

p.s. (2) tony soprano 'nun sadece şahsiyetli kızların beğendiği değil, tüm erkeklerin beğendiği hatta rahatlıkla öykündüğü karakter olduğunu da -ne yazık ki- görmek lazım. en fantastik olanı da küçük dünyalardaki yaşamlarında kendilerini ağır abi olarak kabul edenlerin, gövde çaplarının benzeştiği tiplerin yine kendilerini tony soprano ile benzeştirmeleri filan. acıklı tabii insanın kendisini böyle duruma düşürmesi ama yapacak bir şey yok. 

whatever ...this one goes for James Gandolfini - Tony Soprano It was a very good year



- 3 : James Gandolfini



                                        R.I.P. James Gandolfini aka Tony Soprano

Çok erken, çok üzücü ...

Monday, June 17, 2013

Breathe-Respire, II

Her dingonun ahırında olması gereken...Biraz medeniyet, biraz kültür, biraz kitap, biraz müzik, biraz anlayış, biraz özen, biraz saygı, biraz özgürlük, biraz saflık, biraz itlik, biraz temizlik, biraz sessizlik, biraz huzur, biraz bireysellik, biraz birliktelik, biraz kardeşlik, biraz bağlılık, biraz aidiyet, biraz bağımsızlık, biraz saçmalık, biraz derli topluluk, biraz coşku, biraz sükunet ve breathe-respire ....


 

"Sayın Yetkililer, cehennemde yeriniz ayrılmıştır; ilginize teşekkür eder, bilgilerinize sunarız"

Gezi sürüyor, insanlar direnmeye devam ediyor, saçmalıklar yaşanmaya, canlar alınmaya, gözler çıkartılmaya, haksız tutuklanmalar yapılmaya, yerlerde sürüklemelere, saç baş yolmalara, hipokrat yemini etmişleri sahte (!) oldukları iddiası ile tutuklamalara, yalanlar söyleyip insanları kandırmalara, "milyonlara hitap etti" denilen yerin en fazla 295 bin kişi alabildiği bilimsel gerçeğini göstermemeye, buna karşılık tüm ülkedeki milyonların baskıya direnişini minyonların direnişi gibi küçümsenilmesi itibarsızlaştırılması, çocukken annelerinin "yalan söylersen burnun uzar" tembihini unutan koca koca yüksek yüksek adamların kameralar önünde utanmazca yalan söylemesi, çok "evlat sever" çok "baba" olan yine aynı koca koca yüksek adamların ileride çocuklarının yüzlerine bakamayacak kadar riyakar ve yalan söylemleri kullanması, sokakların apartmanların evlerin gazla, ıslık çalarak tehdit eden kolluk güçleri ile basılmasına karşın eve alınan birbirinden farklı ve birbirini tanımayan onlarca insanın hiç sorunsuzca güvende hissetmesi, güne uyanmanın gülümsemenin, nezaketin, mutluluğun, yılmamanın en güzel ve en rahatsız edici cevap olması hali devam ediyor... 

Ama bütün bunlar bir yana, şunu da söylemek lazım ki, tüm bu korkunçlukların altında imzası olanları cehennemde güzel günler bekliyor.  Dante 'ninkini ne kadar korkutucu kalır bilmiyorum ama şundan eminim, Dante 'nin Cehennem tasviri dahi bileti çoktan kesilmiş cehennemin yanında Havai plajları gibi kalacak ... Zaten bütün açıklamalarda, yorumlarda gayet gevrek gevrek konuşuyor, "günaydın günışığı" gibi başlıklar atıyorlardı. Biraz daha gevrek, biraz daha yanık olur, fena mı?


“Abandon all hope ye who enter here.”

“The hottest places in hell are reserved for those who, in times of great moral crisis, maintain their neutrality.”

Wednesday, June 12, 2013

"kuzucuklarım" arasındaki farkı bulun !

Bugün Gezi Parkı'nda direnişi başlatanlar, ellerinde iphone ile şaşırtıcı muhteşemlikte hareketlere imza atan Y kuşağı değil belki ama bizler 80lerde Adile Naşit 'in Uykudan Önce programında "iyi geceler kuzucuklarım" cümlesini duyup da yatağa gittik, hele hele ismimiz oradan söylendiğinde ise mutluluktan çıldırdık. Siyah yıllar, seksenler, Kenan Evren kabusu, tek kanallı devlet televizyonunda sürekli yayınlanan askeri tatbikatlar, adını unuttuğum ama çok sevdiğim iki kadın detektifin maceraları, herkesin sevdiği Beyaz Gölge'li günlerde saat sekiz civarı Adile Naşit'in kısacık Uykudan Önce'si başlar ve kendi tabiriyle bütün kuzucukları, televizyonun önünde iyice kuzucuk gibi olurdu.

Öyle börtü böcek isimleri üzerinden veya "aşkito", "aşkısı" tadındaki her türlü hitaptan hazzetmesem de "kuzucuk" başka. Cidden. Neticede çocukluğumdan kalan, Adile Naşit sayesinde güven duygusu hissettiren, dışardan asla zarar gelmeyecekmiş gibi rahatlatan bir ifade. Kuzu ya da zuzu en az aşkito kadar antipatik olsa da kuzucuk değil işte. Adile Naşit'in kuzucuklarına gösterdiği sevginin samimiyeti sebebiyle mutlaka böyle.

Dün ise İstanbul Gezi Parkı'ndaki direnişçi kuzucuklar başka bir iyi niyet mesajı ile güne uyandılar, belki bir nebze olsun güven duyup rahatladılar hatta ilerleyen saatlerde ebeveyn kuzucuklar beraberinde iyice küçük kuzucukları da alıp parka geldiler. Direnmek, karşı koymak, beraber olmak, farklılıklarla beraber yaşamanın mümkün olduğunu göstermek için. Ancak çok geçmedi ki meydandaki bütün kuzucuklar , korkunç kurt tarafından tuzağa düşürüldüklerini anladılar. Her şey bir anda savaş alanı haline dönüştü, sözde koruması için varolan kolluk güçleri hırsla karşılarında duran insanlara biber gazı, gaz bombasını gelişi güzel ve bol bol attı, insanlar korkudan ve panikten ezilme tehlikesi geçirdi, tekerlekli sandalyedeki insanlar polisin şiddeti karşısında kalabalıkta annelerini kaybeden küçük çocuklardan dahi daha savunmasız kaldılar, o küçük çocuklar o simsiyah kargaşada annelerini kaybedip ağladılar, birçok insanın kolu bacağı kırıldı, gözler hasar gördü, kimileri gözlerini kaybetti, değil sadece astımlılar alandaki kimse nefes alamadı vs vs vs.  Fiziksel hasarlar bir şekilde, bir gün, büyük ölçüde, hallolur ya da en azından onunla yaşamak gerçeği öğrenilir. Ama güven duygusunun yitirildiği  manevi hasarların etkisi ise kişinin üzerinde genelde pek geçmez, halledilmesi üzerine çalışılmadığı takdirde kişinin ömrü boyunca karşısına çıkan, vereceği her ciddi kararı saldığı korkularla olumsuz yönde etkileyecek derin arızalar yaratır.

Yine dün Gezi Parkı'ndaki kuzucuklar, sevgi postunu üstüne geçirmiş kurt tarafından ihanete uğradılar ve bir daha asla ama asla onların iyiliğini düşündüğünü söyleyen bir güce, devlet erkanına, müktedir olana hiçbir şekilde güvenmeyeceğini kendi gözleriyle gördü, içinde olarak yaşadı.

Bu ülke daha önce de kendi çocuklarını acımasızca öldürdü, yaydığı yalanlarla gencecik insanların yıllarını hapiste geçirmelerine sebebiyet verdi, kardeşi kardeşe düşürdü ve  yoluna devam etti. Bütün erk sahipleri gibi. Sistemin işlemesi ancak bu yolla mümkün olur. Ama işte dünyada nisbeten bunu insanı şekilde demokratik yollarla yapan var, burada yaşanıldığı gibi bunun tamamen aksini yaparak tek olarak hakimiyetini kuran da var.

Anarşizm 19. yüzyılda ilk şekillendiğinde devlete ve otoriteye karşı duran bir felsefi akım olsa da zamanla fiziksel şiddet içeren hale dönüşüp erk tarafından "tehlikeli" olarak kabul ediliyor. Oysa otoriteye karşı çıkmak, durabilmek insanın doğasında olan şey. Bizde zaten anarşik olmanın bedeli çok ağır olduğundan felsefesinin temeli bile konuşulmaz. Bugün artık modern toplum düzeninde anarşizmin felsefi anlamda uygulanıp yaşanabilmesi mümkün değil elbette ama yine de iktidar sahibi (ve sahiplerine) karşı mesafeli durabilir, varlığımızı tamamen ona ve kurduğu sisteme adamayabilir hayatta bir duruş, haysiyet ve şahsiyet sahibi olabiliriz. Büyük hareketlere gerek yok, arada bir Proudhon 'u hatırlamak kafi olabilir. Veya vicdanının sesini, o herhalde en kolayı.

proudhon- "“to be governed is to be kept in sight, inspected, spied upon, directed, law-driven, numbered, enrolled, indoctrinated, preached at, controlled, estimated, valued, censured, commanded, by creatures who have neither the right, nor the wisdom, nor the virtue to do so . . .”

 Bir vicdanın (!) sesi de işte dün böyle geldi. "Kuzu kuzu" derken kötü kurt postu altında.  Parktaki gençlere sevecenlikle yaklaşan, ıhlamur kokularından bahseden yöneticiden geldi bu ses. Tam da yaşananlardan yani devlete güvenen kuzucukların, yavrucukların, evlatcıkların kötülüklerden, nifak tohumlarından korunması için gerekli iyi niyetli tedbirlerin ortalığı savaş alanına çevirmesinden hemen önce. Peki ya sonra?

GEZİ PARKI ve TAKSİM'e KESİNLİKLE DOKUNULMAYACAK,SİZLERE ASLA DOKUNULMAYACAKTIR.Bu sabah ve bundan sonra polis kardeşlerinize emanetsiniz.

Sevgi kesinlikle para ile satın alınır da anlaşılan vicdan alışverişinde para geçmiyor. 

P.S. entelektüel bir telaşa gerek yok; proudhon 'nun kadınlara dair ne kadar korkunç bir tip olduğunun farkındayız.

Tuesday, June 11, 2013

Nefret

Bugün, yaptığı açıklamaları, kullandığı üslubu, söylediği yalanları, konuşurken yüzünün aldığı türlü çirkinlikteki şekil neticesinde bir insana duyulan nefret duygusunun o kadar da " büyük" bir duygu olmadığına bir kez daha ikna oldum. Doğru, nefret sert bir ifade, keskin bir ifade de sevgiden çok da farklı değil, abartmamak lazım. İnsan insanı nasıl seviyorsa insan insandan o kadar nefret edebilir ve bu da anlaşılır olmalı. Kötü çocuk olduğu için "nefret" fazla itibar görmese de bazı insanlardan, özellikle de yalancı, çıkarcı, kendisi uğruna tüm bir toplumu tehliye atan, kendisinden başka kimseye saygı göstermeyen, kendisi gibi olmayanı ezmek için elinden gelen her şeyi yapan, inancı kalkan yapıp riyakarlıklarını içinde saklayan tiplerden nefret edilmesi garipsenmemeli aksine doğal karşılanmalı.
Gerçekten de her şey buraya kadar fena değildi, gidiyordu bir şekilde. Ama artık nefret duyduğumsun. Ve gururla söylüyorum ki sana karşı barışçıl değilim...

La haine seyretmek istedim birden.

Wednesday, June 5, 2013

Dünyanın tüm çapulcuları, birleşin!

Yukardaki resim OccupyGezi 'nin ilk günlerinden ilk barikatları kurma resimlerinden.İşte birkaç çapulsuzun manasızca çapulsuz çapulsuz hareketlerde bulunduğu anlarda çekilmiş şahane resim ve anlattığı da çapulcu usulü imece ile direnç, tepki, birlik, ve daha birçok şey.

Gördüğümde resmi ilk anımsattığı bir başka çapulcu oldu. Italo Bombolini. Yani 1969 tarihli The Secret of Santa Vittorio 'nun efsane belediye başkanı, çapulsuz kahramanı. II. Dünya Savaşı'nın bitmesine az kalmışken ama İtalya Mussolini ile batmışken alman birlikleri İtalya'yı iyice işgal ediyor ve birliklerden biri de şarapları ile meşhur bir kasabaya yerleşiyor. İşte burada çapulsuzların şahane operasyonu gerçekleşiyor. Yani kasabanın şaraplarını almanlardan saklıyorlar. Elbette bundaki en büyük beceri Çapulsuzlar Kralı olarak anılacak Italo Bombolini. Üniformalı, jilet gibi giyinmiş, üniformasız haliyle de feci sıkıcı vaziyette disiplinli, otoriter, kurallara uyan, vatan millet sevgisini sadece tek bir ifade şekliyle olabileceğine inanan ve tabii ÇAPULCUlardan nefret eden, onları bakışlarıyla sözleriyle aşağılayan alman subay ise Bombolini ile yani çoğunlukla yarı sarhoş gezen, karısı ile arası bozuk olduğu için evinden yatağından atılmış olup da belediye binasında uyuyan, pis sakallı, üstündeki buruş buruş kıyafetlerle günlerini geçiren bir belediye başkanı ile karşılaşıyor ve elbette ondan bir bok olmayacağına kanaat getiriyor. Onu küçümseyip kendi egosu ile kasabada bu gülünç (!) insanı mükemmel alman ayağı ile ezdiğini sanarak aylarca tek otorite olduğuna kanaat getiriyor, genişliyor, yayılıyor, kendinde hak görüyor. Nihayetinde aylar geçip de Almanya yenilip de birlikler kasabadan ayrılırken kasasında kasabanın ganimetlerini alarak gittiğine inanıyor. Oysa götürdüğü sadece kendisine gösterildiği kadar şarap oluyor.  Diğer bütün şaraplar Bombolini çulsuzunun dahiyane düşüncesi ile dağlara saklanıyor. Birlikler gelmeden günlerce yemeden içmeden yaşlısı genci çocuğu sakatı demeden bütün kasaba halkı olarak elden ele geçirilerek binlerce şişe şarabı dağlara saklıyor ve geriye susmak ile çapulsuz Bombolini'nin oyununu oynaması kalıyor. Sonuç: Zafer ! Herkes için zafer de alman subay hariç. O ise gayet keklenmiş vaziyette Olimpos'taki Zeus olduğuna inanarak gidiyor. Arkasından herkesin patlattığı kahkahaları duymadan.

Çapulcu olmak şahane bir şey. Ister kurgu olsun, ister gerçek farketmez; çapulculuk şahane.





Monday, June 3, 2013

Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

" For whom the bell tolls..." 1940'ta Ernest Hemingway, 1936-1939 arası yaşanan İspanya İç Savaşı'nda geçen romanını yazıyor. Bugün de buralarda büyük olaylar, beklenmedik olaylar yaşanıyor, patlak veriyor. Bir kez daha gözükenin gerçeği tam olarak yansıtmadığına tanık oluyoruz. Hani her şey yolundaydı, hani herkes mutluydu, hani toplumsal refah en üst seviyedeydi ? Demek değilmiş. Eğer işin içine bakkal amcası, eğitimli üst düzey yöneticisi, evde oturan komşu teyzesi, heyecanlı ama aptal olmayan öğrencisi, inanıp da bir şeylere vesile olmak adına hareket etmiş sanayiicisi, bir de üstüne üstlük müminleri girdiyse, evet demek ki işler gözüktüğü gibi değilmiş, tehlike çanları çalmaya başlamış. Kim için? Çikletten çıkan sürprizi bulmaya gerek yok, kafayı kaldırıp şöyle bir etrafa bakmak kafi.

" jusqu'ici tout va bien " bebeğim, de ya sonrası ..? Ben olsam düşünmeye başlardım bir an önce, belli olmaz hayat kısa. Kalp var, şeker var, yüksek tansiyon var. Var da var; yani ismin bu kadar fantastik şekilde zikredildikten sonra beklenmedik şekilde gitmek var bu hayattan. quick, quick ...






Saturday, June 1, 2013

İstanbul ayakta!

Daha bitmedi. Bitmeyecek de. Ama bazıları için hiç bitmeyeceklerine inandıkları o güzel hikayenin sonu geldi. Hem de hiç beklenmedik şekilde, hiç beklenmedik kitleden.

Bu gece. Mahalle. Bizim sokak.