Sunday, October 31, 2010

wish list'e çizik

"ich bin ein berliner" tatilinden en sonunda yurda dönen J.A. biricik, tek evladının yakarışlarına, taleplerine dayanamayıp 3 kg eden Supreme 'i Berlin'nin doğusundaki graffiti-kaykay mağazasında bulup bavulunda taşımış. Bu kadar mı mutlu olabilirim? Diğer getirdikleri, kılık kıyafetler vs zerre umrumda değil, 'cos I have my Supreme book...

Motto # 6

oscar wilde - " when liberty comes with hands dabbled in blood it is hard to shake hands with her".

Friday, October 29, 2010

Her şey aynı Ve hiçbir şey aynı değil !

" Her şey aynı ve hiçbir şey aynı değil ". Ama gerçekten de durum böyle. Günlere yayılan 29 Ekim tatili keyifle eve kapattı beni. Keyifle ve zevkle ve huzurla. Belki zaten bir süredir üzerimdeki rahat ruh hali -turn it loose- bana olduğu kadar evin içine de nüfuz etti ve neredeyse aylardır yapmam gereken ama sırf yapmam gerektiği için yapmadığım, yapmaktan kaçındığım her şeyi yaptım. Bütün gereksiz ve anlamsız ufacık detayları çıkartıp temizleyip atılacakları atmak gibi ya da bir başka deyişle Sevgi Abla'nın dokunmasını istemediğim her türlü kutunun, kitabın, elbisenin, mücevherin, ayakkabının yerini değiştirip içini boşaltmak, eski defterlere bakıp gereksizleri artık her şeyi ile boş ve eski olanları atmak, vs vs vs.
Herhalde atmaya kıyamamışım olacağım ki saklamış hatta hp gidip de mac gelince değerli olduğunu düşündüklerimi cd'ye kaydetmişim. Belki de kıyamamaktan ziyade paranoyaklıktır sebebi. whatever.
Nihayetinde bugün temizlikle beraber atmadan önce cdlere bakıp içindekileri hatırladım; aralık 2006-mart 2007. Birden bugünün havasının soğukluğu, "kış hali", "kış duygusu", "kış renkleri", denizin rengi, evin bugünkü ısısı sanki cd'dekilere tam uydu ve her şey o günlere göre şekillendi. Amma anlatılmış, konuşulmuş, paylaşılmış, yaşanmış, gülünmüş, tartışılmış, karışılmış ve nihayetinde hayatın kendi gidişatında bu karışım yok olmuş.
Oysa her şey o gün ile bugün arasında hala aynı. Ama aslında hiçbir şey aynı değil. İsimler, yaşanılanlar, beraber yaşanılanlar, gidilen yerler, giyilenler, dinlenenler, okunanlar, görülenler, gözükenler, gözükmeyenler, saklanan numaralar, takip edilenler, varlığı bilinenler aynı gibi gözükse de hiçbiri aynı değil, aynı olmadıkları gibi aynı yerde, aynı hissiyatta, aynı yaşam düzeninde değiller. Bugün her şey bambaşka. Doğası gereği. Hiçbir şey bir saniye sonra aynı yaşanmaz, aynı suda iki kere yıkanılmaz ve her şey bir şekilde mutlaka ileriye veya geriye olmak üzere değişir. İşte bazen hayatta sahip olunan bazı güzelliklerin, sevgilerin, dostlukların, sevgililerin, keyiflerin, mutluluk anlarının o farklı ve özel tadı her daim damakta kalsın istenir, bunun için çaba sarfedilir ve sonunda büyük ölçüde de kalır. Ancak çoğunlukla bu bazı güzelliklerden geriye kalanlar kısa süreli heveslerdir, bitince biter, doldurulamaz olmadığı için de tabak boş kalır. that's life.

Thursday, October 28, 2010

OverSiZed & The Streets

oversize olsun, onunkileri giymiş de çıkmışım gibi duranlardan olsun, sokak çocuğu gibi olsun ama parlak da olsun, yırtık olsun ama dore de olsun, soluk gri xxl kapüşonlu sweatshirt olsun ama beyaz gömlek olsun ve onun giydiklerinden olsun, trençkot olsun ama yeşil parka da olsun, leopar olsun ama etiketsiz olsun, Dries Van Noten olsun, benim olsun.


dries van noten 2011

wish list # 5




Supreme 'in 5. ve 6. kitabı. Ayrıca her türlü Supreme etiketli kılık kıyafeti de istiyorum ve elbette bulamıyorum bizim sınırlarda. Amerika dışından da online alışveriş yapamıyorsun. Dover Street Market'ta var ama bir türlü bulamadım. whatever. Wish list'im budur, şu anda üzerimdeki "kings of the hood" gri xxxl sweatshirt ile pek uyumlu olarak.

Breathe- respire # 4


bitmeyen, durmaksızın yağan ve insanın yüreğini tüketen yağmurlar başladı. bugün tatil yarın tatil ve ben uzun zamandır ilk defa tatilde bir yere gitmiyorum (bu "gelişmeye" şaşırdığını tahmin ediyorum çünkü klişelerle üretebilen beyin hücrelerin bu sefer nasıl "dalga geçebileceğini" bilemeyecek ama hayat bu, neyin ne zaman olacağı belli olmuyor. bir de hayat bu kadar sıradan olanı şaşırttıkça şaşırtır.). hatta ilk defa bayramda ilginç olacak ama bir yere gitmiyorum (her ne kadar daha kesin karar vermemiş olmasam da sanıyorum 1 hafta boyunca "never on sunday" duygusu ile yaşamak her şeyden daha keyifli olacak). yukardaki resim benim için "breathe-respire"dir tam anlamıyla. bulunmak istediğim yerdir, oturmak istediğim koltuktur. başka hiçbir şey yapmak istemem. hiçbir şekilde. işte % 100 breathe-respire a la anotherstar budur.

Wednesday, October 27, 2010

Motto # 5


j.d. salinger- "if a girl looks swell when she meets you who gives a damn if she's late? nobody".

gece # 9


neredeyse 1 yıl olacaktı ki ucundan döndük ve kotardık yemek işini. forever a. , ethnomusiko olduğu kadar yönetmen de olan d., deux alsaciens ve harikulade bir risotto (ama cidden harikulade) , levrek sashimi, ve creme brulée- hem de minik gaz bilmemnesi ile yakılanlardan. aynen. gerçi pöti nurgaz tüp türk malı olarak yarıda kaldı ve o büyük lokantalarda gördüğümüz creme brulee'nin üzerinde havalı havalı ateş gezdirme hadisesi istediğimiz gibi olmasa da yine de oldu şöyle alevler kalktı üzerine serpilmiş şekerleri yaktı ve ben uzun zamandır ilk defa şekerimi oynatmayan beni yerlerde süründürmeyen bir tatlı yedim.-
geçen seneki gibi kürkleri çıkaramasak da biz'i çıkardık, tamamdır o halde.
mevzular mı? fantastik diyaloglardan başka ne olabilir ki zaten.
- "aaa seni bir hijyenik gördüm".
- " rica etsem benim de çakramı açar mısın?"

la perla ise ... evet, doğru, çekmecedekiler la perla. becerebilsem d.'nin doğum günü için de la perla alacağım kendisine. ben bir akmerkez'e gideyim bu aralar belki indirim vardır.


Monday, October 25, 2010

Hadi!

william shakespeare - "O! for a muse of fire, that would ascend the brightest heaven of invention".

Mükemmel sonuç, mükemmel teselli!


Hani gerçekten yazmayacaktım çünkü zaten sıkıcıydı, "müthiş bir mücadele" değildi. Ama maç sonrası beraberlik neticesiyle Kadıköy'de 10 yıldan sonra aldıkları tek puan sonrası coşan Galatasaraylıları sabah sabah görünce çüş demekten kendimi alamadım. Hayır, şunu merak ediyorum yendiler mi bu kadar seviniyorlar, 6'ya 8'e mi boğdular da üçlü çektirip tezahürat yapıyorlar? Olay ne bir anlasam? Ulan berabere kalındı, yenen olmadı, GS daha iyi oynadı ama kazanamadı, Fener her zamanki gibi manasız ukala tavrını korudu kıçını zor topladı ancak gol olmadı, yenilen olmadı, her iki taraf da tek puan aldı gitti. Eeee what the hell o zaman? Cehennem'den çıkış bu mu oldu sarı kırmızılılara? Bravo! Mükemmel gerçekten. Sabri zaten mükemme ötesi bir insan. Şahane bir tesellesi var GS'ın. GS kulübü de, taraftarı da hayatın anlamını da coşkusunu da yeniden buldular Fener'le berabere kalınca. Uuuu beybi!

Cidden sabah sabah hiç yazmayacaktım ama muhteşem gazete Sabah ve en az onun kadar yerlerde sürünen Hürriyet 'in manşete taşıdıklarını da gördükten sonra tutamadım kendimi!

P.S. ama tek bir mükemmel var ki, istisnasız, o da Hagi'dir. kinayeli filan değil aksine ciddiyim. Hagi'dir olay. aslında yalan değil, Hagi kadar takdir ettiğim bir başka insan da gecenin yıldızıdır; o da Tugay. bizde ise yıldız yok, karizma yok; öylesine atılan toplar, manasız bir güven. üzücü ama gerçek de bu değil mi? yoksa galatasaray için güzel şeyler yazacağıma reflü krizi geçireyim daha iyi...

Saturday, October 23, 2010

Sabah müziği

Bugünlerde süregelen ve bir süre daha bitmeyecek gibi duran "vampir" modası var. Bembeyaz tenler, kırmızı dudaklar, ısırarak öpme, boyundan ısırarak öpme yeni nesil vampir hareketleri. Böyle de bir klip yapmışlar. Derdim klipteki vampir hadisesinden ziyade arkadaki şarkı: Hardly Wait. Yaaa, evet! Aslen PJ Harvey 'in olup Strange Days filminde Juliette Lewis tarafından mükemmel şekilde yorumlanan Hardly Wait . Her türlü bilgiye ulaşımın yasak olduğu bu ülke sınırları içerisinde youtube dışında bir yerde de bulamadığım için biraz vampir, biraz beyaz ten, biraz boğaz ısırığı, biraz kan olsa da Juliette Lewis'in Hardly Wait'idir sabah müziği, hatta fantezisi. Her ne kadar benim için bu klip manasızlık içerisinde romantik olsa da yok işte başkası. Önemli olan şarkı, birbirinin gözüne bakan, dişlerini geçiren vampirler değil.

I can hardly wait
It's been so long
I've lost my taste
Say angel come
Say lick my face
Let fall your dreams
I'll play the part
I'll open this mouth wide
Eat your heart
I can hardly wait
Lips cracked, dry
Toungue blue burst
Say angel come
Say lick my thirst
It's been so long
I've lost my taste
Here Romeo
Make my world as great
In my glass coffin
I'm waiting



True Blood: I can hardly wait. from brutzelpretzel on Vimeo.

Friday, October 22, 2010

Cuma eğlencesi # 11

O kadar "plastik" bir resim ki bununla gülerek başlamak istedim: hala geyliğini aleni şekilde açıklamayan Calvin Klein ve "Ken" arkadaşı. İkisi de Mme Tussaud Müzesi'ndeki mumyalar gibiler. Hele Ken olan iyice plastik gözüküyor; duruşu, bembeyaz dişleri, alınmış kaşlarının yelkovan şekli, ellerinin açıklığı, saçlarının şekli, ten rengi ile resmen bir anda algımı zorladı "bunlar maket mi plastikten oyuncak adamlar mı" diye.Efsane insan, Strange Days filminde Hardly Wait 'i müthiş yorumlayan insan Juliette Lewis. Bir insanın gerçek konuşma sesi nasıl vıyık vıyık olup da şarkı söylerken kool ötesi olabilir? İşte o insan Juliette Lewis 'tir. 40larına gelen hatta belki de geçen kadınlardan. Ayrıca Brad Pitt'in de eski manitası. Beraber çevirdikleri Kalifornia diye garip ama bir o kadar güzel film vardır 90larda çekilmiş.Müthiş sıkıcı celebriti insanlarının önde gideni Hilary Swank ve bir o kadar sıkıcı Hervé Léger elbisesi. Şu vücudu bant gibi saran elbiseleri görmekten ben yoruldum insanlar alıp giymekten yorulmadı. Duranda çok güzel duruyor ama neticede herkeste var. Bu biraz daha farklı ama renkleri şekilleri filan... O kadar sıkıcı ki. Asıl bomba dolabımda vintage bir Hervé Léger var, yani BCBG markayı almadan önce. Hala omuzlarının daraltılması lazım ve üşendiğim için bir kere giymişliğim yok.Hana Soukupova, siyah smokin elbisesi ve sivri burunlu ayakkabıları. Hani beğeniyorum da bazen sıradanlaşıyor ama her zaman beğendiğim diz kapakları yine çok güzel. Tanımam etmem ama elbisesi güzel, saçlarının ayrımı güzel kendisi gayet hoş, tamamdır.Jacquetta Wheeler. Yani hiçbir zaman en beğendiğim modellerden olmadı hep bir ayrı hali vardı kendisinin. Ancak yaşlandıkça güzelleşmeyenlerden. Çirkinleşmiyor belki ama güzelleşmiyor da. Mulberry çanta yapmıştı adına ama asla da kabul etmemişti Jacquetta modelinin ona ithaf edilip edilmediğini (ama bence o dönem yapılan çantalardan bayswater daha güzel bir model jacquetta'dan). İşin doğrusu sadece James Gandolfini a.k.a. Tony Soprano için resmi koydum. İyi gözüküyor, keyifli gözüküyor. Demek ki rehab işe yaramış ve daha mutlu bir insan olmuş sakallı zaten olmuş. Diğerleri ile pek ilgilenmiyorum. Herhalde moda ikonu kabul edilip bir de üstüne üstlük zengin socialite denilenlerden oluyorsa insan dikkat çekmek farklı olduğunu göstermek için yapmayacağı şey kalmıyor, hatta J.A. 'nın deyimiyle "kıça sürülecek akıl kalmıyor". Ya bu ingiliz Daphne bir şey olan socialite giyinmiş takmış takıştırmış bir de kafaya kırmızı kulaklık takıp açılışa davete neyse artık o geceki olay, oraya öyle gelmiş. Of ama neden ya? Kafaya neden kırmızı kulaklık takıp gelir ki bir insan? Hem de her şeyine bu kadar dikkat eden mükemmel olmasına çalışan bir insan? Kafamda boya ile bekleyip sıkıntıdan patladığım kuaföre seanslarında dergileri karıştırırken galiba bizim tasarım harikası reklamcı-iç mimar-tasarımcı-mimar takımından birisini sergi açılışı gittiği bir gecede gazetecilere böyle poz verdiğini yani eşşek kadar bir kulaklığı aksesuvar olarak kullandığını hatırlıyorum. Herhalde çok koool olduğunu düşünüyordur ama kusura bakmasın değildi. Of bir de kim olduğunu hatırlasam.

Kate Moss Bryan Ferry- The jealous guy-. Kate Moss'un saçlarını beğendiğim Bryan Ferry'nin de belki de en güzel Jealous Guy yorumunu yaptığı için koydum.
Bayağı beğendiğim güzel kadınlardan biri ile bitiriyorum. Mad Men'nin güzel kadınlarından, skinny olmayan güzel kadınlardan. Gerçi rejime girmiş ama bence gereksiz, bilmiyorum, gayet güzel. Beyaz tenli kızıl saçlı gayet gideri var. Kızıl saç demişken etrafta bir kızıl artışı var. Bütün eski sarışınlar kızıl olmuşlar. Ya da gençler öyle olmuş, bilmiyorum ama her yerde bir sürü kızıl var. Ama çoğunda olmamış, ten rengi tutmamış, tarz olmamış olmamış işte. Fakat forever red haired women! red power!

Motto # 4



(first lines of irreversible, 2002 ) philippe- you want me to say it? time destroys everything.


Motto # 3


"la beauté n'est que la promesse du bonheur."- 1822, "de l'amour", stendhal,

p.s. ayrıca I love you stephanie. forever beautiful bir insan kendisi.

p.s. (2) yukardaki özlü sözü daha sonra adorno resmen "kırıyor" ve bambaşka bir hale getiriyor. ama o başka bir hikaye, bir 20. yy hikayesi.

Tuesday, October 19, 2010

Dream on # 5

O kadar entellektüel bir insanım ki rüyalarım bile entellektüel fantazmı içerisinde. Hayır, her türlü sapıklığı, wet dream 'i, etrafımdakileri -hadi ünlü "celebriti" tayfasını da buna ekliyorum-görmeyi anlıyorum da neden bir insan rüyasında şiir görür? Hem de bu insan birkaç şair hariç, şiir denen şeyden zerre hazzetmiyorsa ..?

Sabah uyandığımda dizelerini bilmesem de sayıkladığımdı. Hani belki eski günlerimden kalan bir şey olsa İrlanda- BelfastW.B.Yeats olurdu ama Arthur O' Shaughnnessy ve We Are The Music Makers. Tamam, anlamı güzel, daha önce de buradan yazmışlığım var ama yine de fantastik. Ha bir de Sarp Maden var onu unutmuşum. Müziği yeteneği tamam da ne kendisinin groupielerindenim ne de ismini sayıklayarak konserlerine gidenlerden, hayran sayfasına üye olanlardan. Özel bir beğenim de yok. whatever. Rüya dediğin şey fantastik işte, her zaman freudyen olmayabiliyor.

Ode

We are the music makers,
And we are the dreamers of dreams,
Wandering by lone sea-breakers,
And sitting by desolate streams;
World-losers and world-forsakers,
On whom the pale moon gleams:
Yet we are the movers and shakers
Of the world for ever, it seems.

arthur o' shaughnnessy, "music and moonlight", 1874

Monday, October 18, 2010

Wish list # 3






Neredeyse 2010 yılı bitecek ben topu topu üç wish list yapmışım ki geçmiş yıllarla karşılaştırıldığında pek bir az kalıyor. Daha önceleri pek bir talepkardım da şimdi şimdi duruldum mu, dünyevi arzu nesnelerinden uzaklaştım ve kendi iç güzelliğimi mi keşfettim, hayatın mütevazı yanını mı gördüm...(hiç sanmıyorum ne de olsa benden daha mütevazıları mevcut bu hayatta, o yüzden hiç gerek yok)?


Ancak bu olayı çok sevdim. Himalayan salt plate. Hemen edinme çabalarıma başlıyorum.



Eski bir masalın ana teması "tuz"



Tuz kadar sevmek diye bir şey var. Çok sevmeyi, "hayati" şekilde sevmeyi ifade ediyor. Çocukken duyduğum bir masaldan hatırlıyorum "babasını tuz kadar seven prenses" diye. Yemeklerine eser miktarda tuz serpen biri olmama rağmen yine de tuz önemli şey neticede. Vücudun ihtiyacı oluyor, istiyor. Dünden beri en çok istediğim şey, tuz ve çorba. Sadece bu ikisi.



P.S. dalga geçerek yorumlayacaklar için söyleyeyim şimdiden hiç yorulmasınlar; evet, tuzum da himalaya tuzu. brüksel'den almştım, aynen böyle küp küp, kendi rendesi var onunla rendeliyorsun. şimdi de himalaya tuz tezgahı getirteceğim, eti ve sashimi'yi onun onun üzerinde yapacağım.

whatever...

Sunday, October 17, 2010

(reflüde) Yeni bir safha

Oysa her şey sallanan "kedi merdiven"leri gibi akacak güzel ve keyifli olacaktı. Oldu da. Bir yere bir saate kadar her şey kedi merdivenleri gibi güzeldi. Ve sonrasında nasıl bir şey olduğunu bile anlamadan blackout. Midedeki her şey ama her şey çıktıktan sonra, asıl kabus safra ile başladı. 6'dan 12'ye kadar saat başı seansları ile tüketti beni. Yeni safhası ise şöyle: eskiden alkol sonrası reflü krizlerinde safraya geldiğimde yine süründürürdü ama nefessiz bırakmazdı. Artık nefessiz bırakıyor ve öleceğini hissediyorsun. Aynen beklenmedik anda reflü ile tanıştığında olduğu gibi. O kadar canım acıdı ki...En üzücü olan ise alkol düzeyi o kadar düşüktü ki önceki seferlerle karşılaştıramadım bile. Bu seferki başka bir şeydi. Bitti diye umuyorum. J.A. gelip de çorba getirdi ama midem hala bulanıyor. Yeni bir safhadayım artık reflü ile ilişkimde. Kabus geri geldi.

Saturday, October 16, 2010

"Take me out" derken önce Londra sonra da NYC derken

Kendini özleten şehirlerden Londra. Yetmiyor. Komik ama öyle. Londra'ya gidip gelmek orada keyif yapmak yetmiyor. Her ne kadar okuyup da saydıranlardan korkarak (en korktuklarım da "sen hep iyi ol" diyerek konuşanlar. güvenmiyorum, inanmıyorum) dilimi ısırarak son iki yılda Londra'ya fazlasıyla gittim desem de yine de yetmiyor diyeceğim. Yine gitmek istiyorum; 3 günlüğüne de olsa istiyorum. Take me out!!!! Sonra NY da olur. D'espresso'da espressomu içer mutlu mutlu dışarı bakarım. Ama önce Londra. Take me out!!! Ayrıca Franz Ferdinand da beni çıldırtıyor dans etmekten kendimi alamıyorum.

Take Me Out to London from Julien Herman on Vimeo.






Nihayet

Nihayetinde bulutlar bir sonbahar gününe göre mavileşti, gökyüzü yükseldi, beyaz siyahı sildi ve ferahlık kendini hissettirdi. Nihayetinde. Günlerdir durmayan sağanak yüreğimi sıktı. Evet biliyorum ki önümüz deep down sonbahar ve kış ve daha bahara çok var. Ama yine de aradaki mutluluklar insanı iyi hissettiriyor. Bu sabah gibi. Çok soğuk olsun kar olsun ama yağmur olmasın. Ayrıca şu saatleri ileri/geri alma hadisesi yaklaştıkça yüreğim iyice kararıyor düşünmek dahi istemiyorum. Ama bu sabah sanki biraz daha keyifli, biraz daha beyaz ve aydınlık. Şu elbise gibi olsun gökyüzü.

Thursday, October 14, 2010

"biz" erkekleri

Türkçede gündelik konuşmada ağır abi ifadesi "biz". Ya da benim duyduklarım kendilerinin ağır abi olduklarına kanaat getirip ifadeyi de öyle dile getiriyorlar. "biz sevdik; özledik, aşık olduk, üzüldük, kavga ettik, savunduk, bacımızı yengemizi vatanımızı iffetimizi koruduk, annemize küfredeni dövdük, aldatanı kestik, biçtik...".
Sabah ağladığı röportajını izlediğim Galatasaray'lı Arda da bizli konuşanlardan. Sağlık mağlık önemli mevzular, elbette insanın diyecek bir şeyi yok da kendisinin çirkin yüzünü görmek durumunda mıyız? Bol bol "şerefsiz" sıfatının kullanıldığı bizli öznelerle tekil duygular anlatmalar vs o kadar sıkıcı ki. Bütün "biz"li konuşan erkekler gibi. Fakat işin komiği sanıyorum bu bizli konuşan erkekler kendilerinin bizli konuştuklarından haberdar değiller. İnsana inandırıcı gelmiyor ama durmaksızın bizli konuşan, duygularını bizli ifade eden bir tanıdığıma bu durumu söylediğimde çok şaşırmış neredeyse "asıl kendisinin böyle tiplere gıcık olduğunu" söylemiş, dediğime de kendisinin biz de haline inanamamıştı.
Biz ne ya? Adam gibi söyle işte; ben yaptım, ben istiyorum, ben seviyorum, ben özledim, ben ameliyat oldum, ben aldattım, ben gidiyorum de bitsin gitsin bu iş. Bizin arkasına sığınmak nedir ki?

Wednesday, October 13, 2010

Sabah keyfi # 4


O zamanlar alarmlı saatin ayarlı olduğu RBS ile uyanır, bol içerisinde kahve içerken France Inter 'de haberleri dinlerdim. Rahattım, rahattık. Döndüğümden beri sayılı seferler dışında France Inter dinlemiyordum. Sabah bir yerlere gitme yükümlülüğümün olmadığı 2007'de dahi. Bu sabah nedense içimden geldi. Havanın kabus şekilde mutsuz edici olması dönüp baktığımda dönüşümden beri kış ayları yüreğimde nedense hep bir kıpırtı, bir kaygı, bir endişe yaratmış. Oysa bugün bu yok. Açıkcası fark etmem zaman aldı ama bir süredir 15 yaşındaki ruh halim devam etse de epey büyüdüğümü gördüm. Manasız kalp çarpıntılarım (eğlenceli beyaz dizi tadındakiler değil, angoisse yüklü olanlar), spleen'i biraz daha geçen üzüntülerim, hiç beklenmedik insanlara, ortamlara, ilişkilere dair güvensizliklerim geçip gitmiş (hatta geçen gün konuşurken r.'ye söylüyordum). Zamanın her şeyin ilacı olduğu bir gerçek olsa da insanın da geçen bu zaman içerisinde kendisine yatırım yapması, kendi gerçekleri üzerinde çalışması geçen zamanın daha verimli olmasını, sonucunda bir şeylere ulaşmayı sağlıyor. Hadi bugün 33'üçüz de ya yine bugün 40 olup 44 olup "mış gibi" yaşasaydık ? Oooo poor little people! Yaaa işte sabah sabah hayat dersi de böyle olur!

Resim için de this is Krutenau! Üşenmezsem şu aşağıdaki resimde son evimi de gösterirdim ama üşendim. le matin, d'abord rbs et puis france inter et puis la fac et puis la ville.

Monday, October 11, 2010

Gecikmiş P.S.

- gerçekten de unutmuşum dünün anlam ve önemininin. meğer 10.10.10'muş ama gel gör ki günün 10 numara halini unutmuşum. nikah daireleri dolmuş taşmış, o gün yapılan her şey 10 numara olacakmış ama pek de ben farkına varmamışım. o kadar ki evlenmeyi kaçırmışım, özel anlamlı hareketlerde bulunmayı unutmuşum. hem de böyle bir gün 100 yılda bir geliyormuş da bana uğramamış herhalde. nasıl da sıradan bir hayatım var böyle?

- oysa 10.10.10'da çalışırken beyni herhalde kullandığı maddeden küçülmüş konferans takipçisi, daha önce arayıp ismini vermediği ve bu yüzden de izleyemeyeceği için her türlü dangalak "basındanım ben ama ismimi vermeyi unutmuşlar" gibi numarayı deneyip işe yaramayınca "çok kötüsünüz ama" dedi. ben de büyük bir zevkle hatta kahkahalar atarak "evet çok kötüyüm ben. sırayı işgal etmeseniz de gerçek basını alsak içeri" dedim. ne diyeyim ki?

- bugün ciddi suratsız ve kılım. cumartesi-pazar çalışmış olmak, istediklerimi yapamamış olmak, bugün yine her şeyin bir şekilde bir sebeple bana kalmış olması filan sanıyorum gün bitsin gideyim istiyorum. cidden. şampanya bile patlatılsa etkili olmayabilir.

- yine de, her şey bir yana dün beni çok ama çok şaşırtan biri ile tanıştım, uzun zamandır ilk defa birinden etkilendim. yüz yüze değil. taraf'ta "reddetmişim dünyayı" başlığı ile röportajı çıkan enver aydemir çok uzun zamandır beni etkileyen yegane insanlardan sanıyorum. okurken "helal be"den başka bir şey düşünemedim zaten.
garip bir ülke işte burası; bir böyle cesur dürüst düşündüğünü söyleyen inanan insanlar var, bir de sinem kobal gibi "sevgilisi kızar diye oynadığı rol gereği öpüşmeyen, koklatmayan ikiyüzlü" insanlar var. ya peki çok merak ediyorum, yaptığı işe oyunculuk diyor sevgilisi ile -evlenmeden- fink atıyor, çıkıp geziyor, tatile gidiyor da sevişmiyor mu öpüşmüyor mu bunlar kardeşim de dizi çekiminde kendini ahlaksız (!) göstertmiyor? bu ne ikiyüzlülük? cidden boşa kürek çekmek bunların hepsi. şu gerçek ki ikiyüzlü bir milletiz. bütün hayatımız da sahip olmadığımız bir tabloya sahip olma çabası içerisinde geçiyor. nasıl mı? zaten her türlü haltı yiyip de "iyi aile evladını" oynamak, neredeyse zorla geçinirken sırf gözüksün diye lüks tüketim yaptırtmak, bütün hayatı aynı mahallede yaşadığı ev-baba ocağı-süpermarket-ikea-koçtaş-üst komşunun salonu-alışveriş merkezi- avm sineması- avm fast food alanları-anaokul ilköğretim lise kapısı gibi sınırlı bir boyutta geçerken sanki bir yere gidiyormuş veya bir başka sosyal hayatı varmış gibi porsche diye tutturmak, adama sövüp sayıp durmadan saydırıp da işi düştüğünde "abicim bir rakı içsek" demek gibi işlerle meşguliyet. o kadar sıkıldım ki. ama evet bugün ayrıca kılım. keyifsizim. ve evet, kime ne? oysa italya'nın herhangi bir şehrinin merkezindeki güzel havada masaları dışarı atmış bir "bar" resmi koymuştum, kahvemi içmiştim. böyle işte!

Sunday, October 10, 2010

İrlandalı-içimizdeki!

Şu resmin başlığını "never on sunday" koyup keyfe yola çıkmak istesem de ekmeğimin peşinde bir pazar günü bekler beni. Rantiye olamayacağım bu gidişle. Allah'tan yağmur bitti, hunter'larımı çıkardım. Dün " naber irlandalı?" diye bence büyük bir hakimiyet timsali kadınlardan D.Ü.A. söyledi. "irlandalıdan ziyade içimizdeki irlandalı olayım; hain değil de olmayanından özgürlük için savaşanından bağımsız, inatçı ve dikbaşlı olanından" dedim. İrlandalı'nın çalışma günüdür bugün. Ekmeğinin peşinde olmak böyle bir şey herhalde de manasız yani. Sekvotka'nın dediği gibi "ooo poor little anotherstar". Giyinsem bari, çıksam beri, keşke beyaz için siyah çamaşır giydiğimde de bakan olmasa...

Friday, October 8, 2010

Alpha "frankie" motto

frankie ballenbacher- you want a cigarette?
zack mazursky - no I don't smoke
frankie - fuck that, it's good for you.




frankie- jesus, first you give me mouth, now you're giving me fucking tears. do me a favor susan, have a period or something.

Justin
dedim, Alpha da olsun istedim. Meğer Justin, Alpha Dog da Frankie imiş. Unutmuşum.
Justin Timberlake'in Alpha Dog 'daki karakterinin isminin Frankie olduğunu unutmuşum. Unutmayan detay düşkünü fil hafızamın unutmayı dahi umursamadığı dahi birçok şey gibi gayet güzelce unutmuşum. Hem de umursamadan. Ooo frankie, long gone day!

Cuma eğlencesi # 10

Yağmurlu, kabus vaziyette insanı müşkül durumda bulunan sağanak cuma, aslında geçen cumadan beri bekleyen ama bir türlü yapılamayan fakat oldukça özlenen cuma eğlencesi derken "artık yapılsın, yazılsın"ve Hunter'lar içerisindeki ayağım da nefes alsın mümkünse( çok mutsuzum; ofisin burberry&louis vuitton reklam panosu halinde dolaşan mongol beyinli kızı da hunter'ı keşfetmiş hemen geçirmiş ayağına. demek ki benim ayağımdan çıkartma vaktim gelmiş).
Güzel insanla başlayayım; Gisele Bündchen. Her daim beğendiğim, ailecek beğendiğimiz kadınlardan. Çocuğunu doğurmuş 6 ay sonra tekrar podyumlara eskisinden de zayıf, skinny, olarak dönmüş mankenlerden. Yani evet her daim güzel de özellikle evliliği, evlendiği adamın önceki ilişkisinden olan çocuğa hissettiği manasız "anaç" tavır , kendisinin bu adam ile yaptığı çocuk ve bu mevzulardaki abuk subuk açıklamalarından sonra sıkıcı hatta sıkıcı ötesi gelmeye başladı. Ama güzel mi güzel. Zaten belki Gisele gibi kadınlar için böylesi tamamdır, daha ilerisi zeka meka gerek olmayabilir. Güzel işte; kendisi de elbisesi de ama sanki eskisinden epey zayıf bu da biraz daha "zayıflık takıntılı" ve benim tahammülümü zorlayan kadınlardan gibi gösteriyor ve sıkıcı kılıyor güzeller güzeli Gisele'i. Bir de bu yağmurlu günde düşündüm de Gisele hiç hunter giymiş midir, ayakları şişmiş midir plastik çizmelerin içinde (sanmam. herhalde osurmayan, geğirmeyen, sıçmayan insanlardandır kendisi) ?
I heart Justin! Ama gerçekten. Beğeniyorum. Sarışın ama it ve sakallı halini, kılık kıyafetini, yeteneğini filan tamamdır eni konu beğeniyorum. Facebook 'u kuran Harvard 'lı nörd ve yeni zenginlerin en zengini çocuğun hayatını anlatan filmde oynamış ve premier'ine katılmış (kendisinin oyunculuğu filan gayet iyi aslında. o alpha dog'da nasıl da iyiydi,) yanına da güzeller güzeli Liv Tyler ile hangi ameliyatları geçirip bu kadar diri gözüktüğünü merak ettiğim Courtney Love 'ı alıp poz vermiş. Vermesin de ne yapsın? Ama cidden Courtney Love nasıl bu kadar taş gibi gözüküyor şaşkınlık içerisindeyim.


Bir başka Courtney Love resmi koymaktan kendimi alamadım. Kendisi sahnede şarkı söylerken alttaki resimde hayranları sahnede onu seyrediyor bakıyor; my dear Karl, 90'ların top modellerinden Kristin bir şey ve yeni nesil tasarımcılardan biri hayran hayran bakıyorlar ki Karl Lagerfeld 'in hayranlığı herhalde Courtney Love 'in inceliğinedir diye düşünüyorum. Mamafih incelik, ameliyatlar filan da şu kol hadisesi çok kötü, bütün kadınların korkulu rüyası. Kolları zayıflığa rağmen kat kat olmuş ,bir garip olmuş ve herhalde "kötü açı meselesi" dedikleri bu olsa gerek.

Pek beğendiğim iki insan ama burada genel estetik açısından pek de şahane sayılmazlar. Soldaki Gisele kadar kusursuz domez tipinde olmasa da en şahsiyetli yüzlerden ifadelerden birine sahip olan Mariacarla Boscono ve Carine Roitfeld. İkisi de kaşlarına bir şeyler yapmışlar pek anlamadım ama whatever, ikisi de kool ve tarz sahibi şahsiyetler. İnsanlar Burberry -Louis Vuitton damgalı dolaşacaklarına biraz kendilerine ait tarzları olsun, şahsiyetli olsunlar, varsın kaşlar garip olsun.
Kız idare eder ama elindeki konyağın rengi her şeyi alt eder. Viski ile aynı aileden değiller ama aynı şekilde yıllanıyorlar. Muhteşem bir renk bence. Aynen evdekiler gibi; baktıkça insanı bakası geliyor o renge (ki geçen pazar geberdik bakacağız diye). Kısacası kırmızı rujun tenine saçına yakışmadığı Astrud bilmemnenin bu sayfada olması konyağın renk kontenjanındandır, kırmızı rujuna değil.

İşte kısacık şortlarla kısacık elbiseleri böyle bacaklara sahip kızlar giymeli! Sağdaki geçtiğimiz yılın it-girl yani geçen senenin Agyness Deyn'i, gelecek yıl da tahtını başkasına verecek olan Alexa Chung-hayır hiçbiri kate moss olabilecek tarz duygusuna sahip değiller-. Ama evet, giyinsin böyle şortları gayet de yakışıyor ama o kadar.


Efsane olma yolundaki italyan Anna bir şey. Herkesin peşinde olduğu Vogue editörlerinden. Biraz fazla milf görünüşlü olabiliyor bazen ama gayet başarılı bir kostüm giymiş Vogue partisinde. Gitsem kesin böyle bir şey giyerdim; elbette herkes baksın, herkes başını döndürsün ve incelesin bence mahsuru yok. Maskeli balo yahu bu, penguen mi olup gideceğim; kartal olurum şahin olurum tüyümü kanadımı takar baloya giderim, aynen Anna bilmem ne gibi Kartallar Yüksek Uçar tadında poz veririm!


Sempatik görünümlü gülümseyen ve cici kız pozlarındaki kızlar leopar deseni giymemeli. Olmuyor. Charlie Chaplin'nin torunu, rantiye herhalde, sürekli partilerde filan. Ama yani haksız da sayılmaz ne olabilirsin ki öyle bir dedeye? Celebriti olacağına en güzeli ya rantiye ol socialite filan ya da küçük kasabada öğretmen filan. Rantiye demişken de şaşırdığım ifadedir Melis Alphan'nın Ayşe Arman'a verdiği röportajda "rantiyeliğini" bu kadar ifade etmesi. Bilmem ben utanabilirdim söyleyemezdim herhalde. Ama işte İzmirlilik başka kültür, açık yüce insanlar onlar, bizim gibi değiller. Biz İstanbul'da bir İzmirli gibi olamıyoruz misal. Hep bir İstanbullu kuşkusu, mesafesi, snobizmi. şayze! bize!

Tanımam etmem ama ilk defa esmer bir kıza kırmızı rujun yakıştığını gördüm, sayfama koydum, işte budur. Herkes kırmızı ruj sürmesin esmerler iki kez baksın aynaya eğer böylelerse evet yoksa no fuckin' way!

Resim güzel, kadın güzel, elbisesi, adam güzel, duruşu güzel ve hepsi birden poz güzel. Güzelliği manidarlığından geliyor. Benim için. Bir de beni bilenlere. Gerçekten de içim bir titredi deyip yağmurun daha da titreteceği bir hava çıkarım ben. Bu gece değil (sabah işe gideceğim) ama yarın geceden itibaren tekrar Gossip Girl hayatımız devam eder- nefret edenleri şimdiden hate training'lere alalım çünkü yaşadıkları o zavallı hayatın sorumluları kendileri ama nefretlerin ucundaki bizleriz. bence mahsuru yok, hayat devam ediyor.