Tuesday, June 30, 2009

This is the way


Burası NY'ta bir kıyafet dükkanı olsa da duvarların güzelliği beni çarpıyor. Evimin bir duvarının graffiti olmasını istiyorum. Zaten dört duvarla çevrili bir şey ev denilen şey ve bence bir duvar tamamen graffiti olabilir (veya uzun bir tuval üzerine graffiti tablo).
Gördükçe istiyorum hatta sahip olanları kıskanıyorum. Şöyle kool bir beautiful loser bulsam ne kadar şahane olur, hem duvarı boyar, hem beni. Araştırmam sorup soruşturmam lazım bu mevzuyu.

Sunday, June 28, 2009

Never on sunday: biraz "sörler mektebi", biraz müzik, biraz sinema




Sakin bir yaz günü derken, never on sunday derken, tembellik derken, o kadar söylemişken korkumu eve giren güvercin derken, A. Ailesi'nin hiçbir şekilde itibar etmeyip hatta F.A.'nın "aa Michael Jackson'nın ruhu sana ziyarete gelmiş" diye dalga geçmesi derken, kurtarıcım her şeyi bilen adam, sevdiğimiz insan kool şahsiyet K.'yı arayıp yardım istemem derken karşıma çıkan "The Sound Of Music"...

Epey epey küçükken en sevdiğim filmlerden biriydi Robert Wise'ın 1965 tarihli bu filmi. Müziklerini ayrı severdim. Evdeki plağını dinlerken sözlerine garip bir dil uydurarak eşlik ederdim. Cidden mutluluğumdu o plak. Aslında çok belirgin hatırladığım üç plak var: The Sound Of Music, Johann Strauss'un valsleri ve Diana Ross'un şu anda bende olan plağı. İlkokula kadar sürekli bunlar dinlerdim Dual pikabın üzerinde.

Sainte Pulchérie'nin son rahibeli günlerinin öğrencisiydim. Öğrencisiydik. 4'müz de (fantastik olanı). Hatta ve hatta kimi zaman burayı okuyup yorum bırakan E. ve Magda da. Garipti, zordu, disiplinliydi ama ben çok severdim SP'yi. O kadar yaramaz, haşarı, ikmallerde geçen tembel öğrencilerden olmama rağmen. Daha geçen gece yemekte Fransız ve Alman ekollerini karşılaştırdığımız sohbette konuştuk, belki ben pek ikna edemedim ama SP'nin bize verdiği başka bir bakış açısı, başka bir eğitim vardı. Sonrasında ben çok hissettim doğru şeyi yaptığımı, doğru bir okula gittiğimi. Hem de tüm tembelliğimle, haylazlığımla, disiplin cezalarımla.

whatever ...SP'de bazen -ki çok nadiren olurdu- boş derslerde sörler bize film seyrettirirlerdi. Gerçi iki film vardı: biri The Sound of Music, diğeri de Prenses Sissy. Aman Allahım, delirirdim sıkıntıdan. Hele o gerzek Sissy'de. Offf sıkıcı romantik kız filmi delirtirdi beni. Genelde hep arkaya oturmaya çalışırdım ama kimi zaman manasızca bazı sörlerce en öne oturtulduğum olduğu için iyice daralabiliyordum. Fakat bir şeyi hep hatırlarım ki çok önemli bence. Sörlerle konuştuğunda yalan söylemediğin sürece sorun yoktu. Belki katolik ahlakı, belki iyi insan olmanın ahlakı bilmiyorum ama yalan söylemediğin sürece ceza alsan da çok ağır veya çok kötü olmazdı. Beni, ki çok iyi bilirlerdi Sör Isabelle kaç kere J.A.'yı özel bir görüşme yapmak için çağırmıştı, yalan söylemediğim takdirde derse girmememe izin verirlerdi. Hem A. Ailesi'nin benzer tutumu hem de sörlerin bu hali sebebiyle ben "kıçım ağrıyor, başım ağrıyor", gibi beyaz yalanların dışında pek yalan söylemem.

whatever... Sound of Music'in plağını yıllarca dinlediğim için hiç farkında olmadan müzikler aklımda kalmış. Özellikle de My Favorite Things. Yıllar sonra John Coltrane'i keşfedip de onun yorumunu dinlediğimde önce afallamış nereden duymuş olabileceğimi düşünüp epey sonra hatırlamıştım çocukluk günlerinin plağını ve o müziği.
Garip bir huzur ve huzurdan gelen bir muzır hal var üzerimde. Tarifsiz. Belki de acınacak halimde epey gerzeğimdir de haberim yoktur.

P.S. elbette ki filmde captain von trapp müthiş yakışıklı, kool bir insandır.

Friday, June 26, 2009

Efsane

Gerçek bir efsanedir kendisi. Çok genç yaşta öldü. Bu sabah uyanınca öğrendim. Müzik dünyası için büyük kayıptır. Bu kadar genç yaşta. 50 ne ki? O kadar oksijen o kadar paranoyak hareketler değdi mi 50 yaşında ölmeye?

En sevdiğim şarkısıdır. Bütün gün bunu dinlerim artık.

Monday, June 22, 2009

I kissed a boy

Kendimle "çirkin beğenirim" diye dalga geçsem de ve mesela Sekvotka 'nın filan dalga geçmesine ses çıkarmasam da aslında pek yok öyle bir şey. Hani elbette insanın karşısına çıkan adamların her zaman tipi hayal edilene uymaz ama öyle "çirkin seven" kızlardan değilimdir (ama adım çıkmış bir kere çirkin sever diye, sevmediğime inandıramam kimseyi).
Fakat birkaç tane çirkin adam var ki yüreğim ağzıma gelir resmen. Misal Tricky. Hayatta bu kadar çirkin adam az bulunur herhalde ama bence müthiş seksi ve etkileyici. Ancak bu kadar beğenmemin en büyük sebebi herhalde yaptığı müziği sevmem ve saygı duymam (aman şu saygı meselesi bende ne kadar büyük bir olay).


Cumartesi geceki Tricky konseri çok güzeldi. Belki beklediklerimi istediklerimi çalmadı ama tamamdır benim için konser. Vücudu, adonis kasları ve ve ve ve sırtındaki kürek kemikleri ile yaptığı hareket beni tek kelimeyle bitirdi. 13 yaşındaki hayran gibi konuşsam da yapacak bir şey yok. Kalabalığın içine atlayıp, yanımıza geldi ben durakladım güldüm salak gibi o sarıldı çekti öptü ben bittim. Aynen söylerim I kissed a boy and I like it...
Backstage e geçmek için neler yaptım ama beceremedim. Kimleri aramadım ama kimselere ulaşamadım ama dert değil, I kissed a boy named Tricky.

Müziğinin güzelliğini zaten geçiyorum. For real belki geç dönem şarkılarındandır ama pek güzeldir.



Motto # 5


"float like a butterfly, sting like a bee"- muhammed ali
Hani bugüne kadar benim için söylenmiş çok sıfat duymuşumdur ama açıkcası "kelebeği" hiç duymamıştım. Az önce otoparktakiler söyledi "bugün kelebeke gibisiniz" diye. Kelebek. Bilmem ilginç geldi. Yani "Audrey Hepburn" olur, onun tam zıttı "otoparkçı kahyası/ kamyoncu" olur, "suratsız/huysuz/müşkülpesent" olur, "Anna Wintour" olur ama "kelebek" bilemedim şimdi.
Anlamadım acaba beyaz elbise, açık saç filan diye mi anlamadım ama peki. Genelde arı tadında olduğumu düşünsem de kelebek de olur tabii.
Muhammed Ali ise zaten efsane, geçiyorum.

Friday, June 19, 2009

Cuma eğlencesi, 12

Neredeyse 2 haftadır "cuma eğlencesini" yapmadığımı belki de yapamadığımı (geçen cuma sabahki fantastik olaydan sonra hele) fark ettim. Hafta arası bir ara içimden geldi ama sonra araya yoğun gece hayatı ve fantastik olayları eklenince "düşlemekten" başka bir şey yapmak aklıma gelmedi.

Bu kız manken/oyuncu öyle bir şey galiba ama fena değil. Üzerindeki elbise giyilmesi zor ama yakışana çok yakışabilecek bir Louis Vuitton elbise. Bence güzel ki birçok çirkin Marc Jacobs tasarımlı elbiseye tahammül edemiyorum. Fakat o ayakkabılar ne? Buradan çok belli olmuyor ama topuğu silah şeklindeki Chanel ayakkabılar sanıyorum ayağındakiler. Kabus bence. Tasarım filan da değil. Bildiğin saçmalık.
Gossip Girl dizisindeki eski kötü yeni iyi kız. Bence hoş. Gerçi burnu filan yapılı ama hoş yani. Elbise de basit ama güzel. O renk herkese her tene her tarza yakışmaz ama giyen giysin o renkte elbiseyi. Bir tek göğüs kısmı fazla bastırmış ama kötü değil. Tenine yakıştıran giyip çıksın.
Yeni it-girl olduğu idda edilen ingiliz manken Agyness Deyn belki ilk defa güzel geldi bana. It-girl olmak için fazla bön ifadeli ve fazla tarzsız ama burada-ayakkabıları hariç- kötü gelmedi. Ya nedir bu Dr. Martens gibi asker botu giymek bu elbisenin altına? Hayır tamam ben de yaptım, postal da giydim, Dr. Martens de giydim ama 15 yaşındaydım. Bu kadar "çaba sarfetmiyormuş gibi davranıp bu kadar çabalı davranmak" çok yorucu ve sıkıcı olsa gerek.
Bruce Willis ve Demi Moore çetesinin belki ed en güzel evlarından (ne yazık ki diğerleri ancak karizmatik olabilirler, güzel değil). Herhalde 17-18-19 yaşlarında filandır kendsi de şu giydiği Calvin Klein elbise ne kadar da yaşlı göstermiş. Elbisenin yakası ve üst kısmı zaten çirkin, alt kısmı da artık olsun o kadar elbise işte hem de CK yapmış bir boka benzememiş ama işte tasarım. Hani şu Donna Karan, Calvin Klein gibi markalar itibar görüyor ya "tasarım" diye, inanamıyorum ben.
Müthiş zengin, müthiş ikon, müthiş homeless chic tarzını yaşaItalicyan Olsen İkizleri'nden biri. Önündeki abidik yırtmaç dışında farklı kılan tarafını göremedim. Göremediğim gibi bana ilk gördüğüm anda verdiği hissiyat aynen şu oldu. Hani Hatay-Antakya (belki iskenderun'u da eklemek gerekir ama bilemedim, sanki orası biraz daha farklı gibi) veya Denizli'nin hiç bilinmeyen ama çok zengin aileleri vardır. Düğünleri nişanları filan dillere destandır, deliler gibi para akıtılır, herkes takıp takıştırıp gelir düğüne. Hah işte, şu kıyafetle Ashley Olsen kardeşini evlendiren abla görüntüsünde. Bir tek boynunda "5i 1 yerde" kolyesi ile "yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar" türküsünü söylemesi eksik.
Oy oy oy! Dünyanın en zengin velihatlarından biri ve üzerindeki zevksizlik abidesi Proenza Schouler elbisesi. Alt tarafın yeşilliği ve üst tarafın kanatlı hali ile pekin ördeği gibi giyinmiş duran bu kadın cidden dünyanın en zenginlerinden olup da bunun zevk denilen şeyin alınamayacağının göstergesi resmen. Bravo ya. Bu kadar kötü giyilebilinir?
Güzel ama ağır aptal mankenlerden Coco Rocha ve Michael Kors elbisesi. Elbise güzel kız da güzel. Gerçi kolun o halini sevmiyorum ama alsam giyerim. Kızın saçları en son epey açık kızıldı ki bence bayağı güzeldi. Bu hali fazla koyu olmuş ama beyaz tenli olduğu için yakışmış. Saç boya demişken benim de gidip boyatmam lazım ve üşeniyorum ve her ay daha da üşeniyorum (ayrıca bu kızıl saçın akıp da sarı haline gelmesi nedir? bu 1. sorum. ikinci sorum ise e.'nin geçen gece "sen sarışın olabilirmişsin" demesi? are you sure beybiii)
Son dönem popüler mankenlerden Anja Rubik, Kaufman Franco elbisesi ve onu taşımaya çalışan kokainman görüntülü zayıflığı. Saçları güzel elbise inanılmaz daaar ama güzel fakat ten renginin solaryum siyahlığı ve kokain sebebiyle zayıflamış gibi duran yüzü ve vücudu bayağı çirkin. Hiç tarzım değil.

Hana Soukupova, aluminyum folyo görüntüsü veren Altuzarra elbisesi ve buna rağmen inanılmaz güzelliği. İşte budur bence. Bu kadar spastik bir elbise içerisinde bu kadar güzel olunuyorsa iş demek ki başka bir yerde. Bacaklarının ve diz kapaklarının her daim insanı içini kıpırdatan güzelliğini geçtim kendisi bu gecenin en güzel insanıdır.

P.S. Konu ile ilgisi uzaktan yakından yok ama yazmadan edemeyeceğim. Bu ağır abi tadındaki erkeklerin "biz" diye konuşmaları nedir ya? Ne biz'i? Ben, ben. "Ben istiyorum, ben geleceğim, ben arayacağım, ben yazacağım" desene çocuğum. Biz deyince ben anlamıyorum kendinden mi bahsediyorsun bizden mi yoksa sen ve bir başkasından mı bahsediyorsun diye. Neyse zamanla değişir diye umutluyum.

Thursday, June 18, 2009

Fantastik bir gece

Uykusuzluk (ve serbest çağrışım olarak "buzsuz") hali, yorgunluk hali, eğlence hali, şok hali, rakı hali, keyif hali , dostluk hali, olayları anlatım hali, yorumlama hali, yine anlatım ve yine yorumlama hali, fotoğraf çekme hali, inanamama hali, heyecan hali, piç hali ...

e. ile buluşma, pre-doğum günü kutlaması, cavit, ayrılmış 2li masayı değiştirtmek, güzelce yemeğe başlamak, rakıya başlamak, anlatmaya başlamak, karşı tarafa gelen ile bir anda afallamak ama anlatmaya devam etmek, gelen telefonlar, geçen haftaya yorumlar, afallama halinin devamı ile "tamamdır " deyip gitmek, olayı bitirmek, gelmeye devam eden telefonlar, olayı bitirip döndükten sonra ne yazık ki tepki verememek, hele e.'nin hiç tepki verememesi, zaten sonrasında telefonların programa dahil olması ile tepkiyi sonraya saklamak ve ama en bombası piç hali derken uzun zamandır en çok eğlendiğim güldüğüm gecedir bu gece.


*
anotherstar - sence kaydetmeli miydim? yani hiç düşünmedim kaydetmem gerektiğini.
e.- bravo, bravo devam et sen böyle önün açık. pardon kaydetmeyip ne yapacaksın?

*
e.- tek bir şey söyleyeceğim. az piç değilsin. en az iki derken üç oldu. şaşkınım. ama tamamdır.



Wednesday, June 17, 2009

İster şahsiyet ister haysiyet






Adamımdır. Mike Patton. Belki çok çok eski günlerin insanıdır, belki eskisi kadar dinlemem ama bu kendisinin adamım olduğu gerçeğini değiştirmez. Şahsiyet ve haysiyetin birleştiği insanlardandır.
Müzikal açıdan ise sadece sanıldığı gibi öyle böğüre böğüre Faith No More tadında söylemez. Hip hop insanı, caz insanıdır, büyüktür. Ayrıca ...
Malum ve muhtelif sebeplerle benim bile zar zor hatırladığım bir 15 sene öncesinin 19 mayıs tatilinde Bodrum'a düzenlenen okul gezisi anım var, belki R. hatırlar; hatta manasız bir yorum bırakır. "gece, bir şişe tekila, c., bahçe kapısı üstü gibi bir yer, konuşma, faith no more, mike patton, midnight crisis, "o dediğin midlife crisis olmasın" ve o bahçe kapısı gibi üzerine tünenmiş yerden düşüş ".
Konsere geliyormuş. Yıllar geçmiş hiç önemli değil, en öndeyim. Ayrıca şu resimdeki aloha kolyesine hastayım. aloha mike! will you wear me over your neck?







Tuesday, June 16, 2009

Sokak

by scott caan

Resim güzel ,kaykay güzel, ayrıca resmi çeken kıro tipli Scott Caan başka güzel. Ünlü aktör babanın kendisi de ünlü aktör oğlu ama asıl eski bir roadie kendisi. Roadie'lere de tav bir insanım.

Bir oto-tespitte bulunursam nerede roadie, kaykaycı, graffitici, dj, tonmaister, gece insanı ... benimdir, seviyorum, kanım ısınıyor. Nedense de benzer alanda oldukları düşünülen yönetmen, fotoğrafçı takımı hiç ilgimi çekmiyor. Düşündüm, bir kanaate de vardım ama fazla Freudyen olduğunu düşünerek vazgeçtim yazmaktan. Ama anladım.

Monday, June 15, 2009

Bristol Müzesi'nde "the streets"









Sokak çocuğu müzeye girmiş. Banksy doğup büyüdüğü şehrin müzesi olan Bristol Müzesi'nde ilk sergisini açmış. 31 Ağustos'a kadar sürecekmiş. Hani gitmek isterim de İngiltere'nin Londra dışında kaç şehri 1-2 günden fazla çekilir tartışılır, buna birasız, patates kızartmasız, viskisiz yürek dayanmaz.
İşlerini sevsem de öyle pek Banksy'ci olduğumu söyleyemeyeceğim. Yeteneğine, çizgisine, tarzına edilecek lafım pek yok ama benim için fazla popüler, fazla mainstream artık. Hele hele türk moda-tasarım alemlerinde konuşulan bir isim olmaya başladıysa bana fazla gelir. Ama tabii yeteneği filan orası başka, onlarla derdim yok. Bilmem belki de artık sokak çocuğu olmadığını kabul etse daha çok sevebilirim. Neticede müzeye girmek bir nevi sokaktan eve girmek gibi bir şey. Hem de öyle tribute filan değil, bayağı kendisinin yaptığı one man show.
İşte bunlar da ikilemler. Ne yani şimdi adam sanatından para kazanmasın mı, iyi yaşamasın mı? Peki ama iyi yaşaması yaratıcılığını, tavrını etkiler mi? Etkilemediğini idda da etse parasını aldığı bir devlete, müzeye, sisteme tavır sergileyebilir mi? Sergilese bile bu tavır gerçek midir?
Ya hayat da böyle zor işte.

Düşmüş

via jpg magazine

"ütü yapmam lazım, paramı dikkatli harcamam lazım, her gece dışarda yememem lazım" diye söylendiğimde bana "vah yazık sana, düşmüş beyaz rus prensesi" diyenlere bu resmi gönderdiğim gibi buraya da koymak istedim. Hani Pamuk Prenses benden çok daha vahim şekilde düşmüş orasını geçiyorum da umarım benim düşüşüm de buna benzemez. Of kabus! Yukardakine benzer bir sahneyi düşünemiyorum bile.
Ancak daha bu kadar düşmediğime göre demek ki hâlâ kimilerine göre prenses, kimilerine göre sultan gibiyim. Tabii her şey görece bu hayatta.

Sabah keyfi, 4

Eğer hiç yüz vermiyorsa bence Batu da kıza aşık!

Sunday, June 14, 2009

Never on sunday: "karşı"

Karşı insanı olmasam da Moda, Kalamış, Fenerbahçe gibi bazı yerlerini semtlerini çocukluğumdan beri bilirim ama ne bileyim Bostancı ve üstü, çevreyolu tarafları filan bana epey uzaktır, gittiğim yerlerden değildir. Ne var ki sevdiğim insanlar ve hayatlarındaki büyük olaylar için geçebiliyorum karşıya. Misal bugün. e

benden hiç beklenmediği şekilde karşıya geçmem, a. ve baby girl d. 'yi ziyarete gitmem, yine beni pek tanımayanların beklemediği ama iyi bilenlerin beklediği gibi bebeği güzelce uyutmam, gazını çıkartmam, kucağımda sakinleştirmem, kısa bir ara magdalena'yı görmem ve "o bostancı sahili ne olmuş öyle?", tekrar kendi yakama geri dönmem derken never on sunday geçti gitti, baby girl d. all day long.

p.s. bebek ziyareti esnasında telefonla arayıp "ne yapıyorsun şu an" diye soranlara "bebekle ilgileniyorum" dediğimde insanların o kadar şaşırmalarını ve "sen bebek sevmezsin" demelerini açıkcası anlamıyorum. evet, bebek-çocuk filan sevmem ama benim yani benden olan ve benim sevdiğim insanlarınki bir sorunum yok ki. aksine onları seviyorum, sahipleniyorum, hediyeye filan boğuyorum. sevmediğim çocuk takımı ise elaleminki. bana ne bilmem kimin sümüklü zırlayan bebeğinden, ortalıkta koşan, etrafı kırıp döken şımarık veletinden. seven sevsin ama benden uzakta sevsin.


Friday, June 12, 2009

Ses hadisesi

Ses garip bir şey. Kiminin sesi güzel, kimininki çirkin, kimininki etkileyici, kimininki fazla baskın, kimininki ise fazla sıradan. Kader işte. Değiştirilemeyecek bir şey insanın sesi.

Geçenlerde çocukluğumdan beri görmediğim birini gördüm. Yeşilköy'den. Ben ilkokuldayken o Mimar Sinan'da sinema okuyordu ama severdi beni, her gördüğünde durup konuşur, sokakta oyun oynuyorsam mutlaka beş dakika oyun oynardı benimle. Kısacası severim kendisini ama yıllardır görmemiştim. Geçen gün otoparkta gördüm, tam da benim otoparkçılarla konuşurken birisi ismimi söyledi. Karşılıklı şaşırmalar filan derken "sesinden tanıdım" deyince çok güldüm.
Yine geçen gece telefondaki bir arkadaşımla "ses" ve "sesin gücünü " konuşunca, bir şey diyemedim. Ve yine dün, daha önce telefonda hiç konuşmadığım ve telefonumu bilmeyen birisini aramam gereken ama ulaşamam sonucunda onun beni bu sefer farklı bir numaradan araması ve direkt olarak "anotherstar" diye açması, benim şaşırmam, nasıl yani diye düşünmem, anlattığımda ise M.'nin " alo dediğinde sesinden tanımıştır" diye yorumlaması.
Bilmem belki de doğrudur. Belki de bazılarının sesi fazla tipik veya o kişiye özeldir, duyunca şaşırmazsın. Olabilir.

Tuesday, June 9, 2009

Wish list, 4






Kendisi de Z Boys üyesi olan Stacy Peralta, Dogtown and Zboys ve Riding Giants 'tan sonra deliler gibi izlemek hatta ve hatta dvdsini almak istediğim Güney Los Angeles çetelerinin gerçeğini anlatan Crips and Bloods: Made In America'yı çekip piyasaya sürmüş. Bütün diğer wish list'tekiler siliyorum; sadece ve sadece bunu istiyorum. Sadece bunu!



"Kültür" derken, "alt kültür" derken...

Uzunca bir süredir glamour yüklü, Audrey Hepburn ile otoparkçı mafyası arasında gidip gelen ama yine de beklenen "aykırı" klişesine uymayan bir görüntü sergilediğim, kaykay üzerine altın rolex'ten bahsettiğim, biraz şaka yollu biraz da gündeliğin konuşma diline kendimi kaptırarak ona buna varoş diyerek bu lafı vulgarize ettiğim için aksinin düşünülmesi çok mümkün olsa da aslında ben alt kültüre hayran bir insanım. Bugün bunu bir kez daha fark ettim. Meğer ne kadar çok şey biliyormuşum alt kültür üzerine, hiç hatırlamadığımı sandığım, yıllardır hiç aklıma gelmediği için bilmediğimi düşündüğüm o kadar çok alt kültür konusu varmış ki, bir anda çok heyecanlandım, her şeyi yazmak, her şeyi okumak, dinlemek seyretmek istedim.

"In sociology, antropology and cultural studies, a subculture is a group of people with a culture (whether distinct or hidden) which differentiates them from the larger culture to which they belong. If a particular subculture is characterized by a systematic opposition to the dominant culture, it may be described as a counterculture".

"une sous-culture est une culture (revendiquée ou cachée) partagée par un groupe d'individus, se différenciant ainsi des cultures plus larges auxquelles ils appartiennent. Lorsqu'une sous-culture se caractérise par une opposition systématique à la culture dominante, elle peut en plus être qualifiée de contre-culture. une sous-culture n'est pas forcément une contre-culture.

Evet, bir şekilde hayranım alt kültüre, alt kültürün sanatına, alt kültürün kültüre etkisine.
Dilime yapışan "varoş" kelimesi ise ne alt kültürün ifadesi, ne de alt kültürü aşağılama. Sadece kültürün içindeki kültürsüzlüğe bir söylem.
Frederic Trasher- The Gang, 1927
W.F. Whyte- Street Corner Society, 1943
J. Ferrel- Crimes of style, 1993

+++

++++

Saturday, June 6, 2009

Bir iş günü






Chanel 'de bir iş günü. Kimilerinin dediğine göre tekli dozlarda mutluluk, kimilerin buna cevabına göre ise just an illusion çünkü her şey yolunda, "tamamdır".

"tutunur". "tutunurum yani". peki ya "tutunur" derken?

İlgi, bağ derken



Bazen "neden" diye düşünülen bazı şeylerin bazı şeylerle hiç mi hiç ilgisi olmuyor. Hem de hiç.

Friday, June 5, 2009

Cuma eğlencesi, 11

Saatlerce uyuduktan, kafa izni aldıktan sonra bir cuma eğlencesi diyeceğim ama neredeyse günün aydınlık kısmı bitecek ben hala eğlence derdindeyim (hoş, kimilerine göre hep eğlence halindeyim ya, hadi neyse).

Biri genç diğeri ondan da epey genç iki popüler aktris. Hadi sağdaki Kate bilmem ne her ne kadar anoreksiyanın sınırlarında yürüse de üzerindeki hoş bir elbise. Çok kapalı ama hoş işte. Temiz, iyi, edepli aile kızı elbisesinden hallice. Soldaki ise daha dün çocuk filmi Harry Potter'da yaşını canlandırırken bugün sanki 20li yaşlarındaki bir genç kız gibi. Ki değil. Hal böyle olunca ortaya sorun çıkıyor veya zamanla çıkacaktır. Belki çok ünlü, çok zengin ve çok popüler ama hala neredeyse çocuk yaşında. Bu yaşlarda moda şovlarına davet edilmeler, ünlü tasarımcılar tarafından giydirilmeler, markalara sözcülük etmeler yapılırsa peki ilerde ne teklif edilecek? Kim bilir belki de hiçbir şey. Belki de ilerde bu kadar gündemde kalamayacak, bu kadar beğenilen olmayacak ve ruh sağlığı bozulacak, muhtemelen narsistik kişilik sorunu yaşayacak filan. Tabii bize ne, ne de olsa anası babası düşünecek de yine de üzücü. Ancak ve ancak o üzerindeki kıyafetin üzücülüğü kadar değil. Ya o ne ya? Bir yanda tül var, diğer yanda kesik kesik kumaşlar sarmış her tarafı. Bayağı kötü. Birileri giydiriyorsa ki giydiriyordur epey kötü giydiriyor.
Kim bu insanlar ve neden buradalar? Tek bir sebebi var; gayet basit bir görünüm içerisindeki klas halleri. Soyadları Ferragamo ve Ferragamo'nu bir davetinin sahipleri olarak poz vermişler. Yani para pul şan şöhret bir de iktidar onlarda ama bu fazlasıyla zorlanmamış klas duruş da onlarda. Takım elbise zaten her daim klasik ve klas. Kadının kıyafeti ise tipik avrupalı varlıklı, köklü (hadi asil diyelim) ailelerin kadınlarında rastlanan bir tarz. Şantuk ipekten bir pantalon (veya etek), üzerine beyaz gömlek, belki abartısız birkaç mücevher, belki kolda bir rolex/cartier/raymond weil saat. Ama o kadar. Daha fazlasına pek rastlanmaz çünkü bu varlıklı ve asil dünyada abartılı bir giyim tarzı rüküş olduğu kadar nouveaux riches görüntüsü de verir ve hiç asil durmaz (jamais).
İşte ingilizlerin her ay Vogue'da filan görülen ünlü simalarından. Bilmiyorum bana çok abartılı geliyor. Abartılı gelen görüntüden ziyade sarfedilen çaba. Farklı olmak, değişik olmak, her seferinde fotoğrafta aynı durmama çabası. Yorucu olsa gerek bu kadar çaba ile sanki çabasızmışcasına gibi hareket etmek. Bence kötü de anlamadığım tek bir nokta var; o da çantadan sarkan kocaman kulaklık. Bu ne pardon? Effortless koolness bu mudur yani? Bravo.Donna Karan ve kızı. Bayağı aynılar. Hele burada. Ben ne kendisini ne de markasını beğenenlerdenim. Bayağı sıradan bir tasarımcıdır. Belki alameti farikası da budur bilmiyorum ama kıyafetleri, ceketleri, ayakkabılar sıradan ayrıca da kötü kalitedir. Nedense türk kadını bayılır. Bir Donna Karan'a bir de de Calvin Klein'a (ki onu daha da sevmem). Ama burada kolyesi güzel. Biraz faytonları çeken atlara takılan cinsten uzun ve ağır ama güzel, ama takması herhalde oldukça ağırdır.Aynı parti, Chloe Sevigny, kötü ve gereksiz yere abartılmış bir şapka ama bu kadar ince olabilen birisine yakışacak kısalıkta bir kıyafet. Herkese olmaz ama olmuş gibi gibi. Fakat o şapka! Şu amerikalıların ingiliz asilzadelerine özenmeleri yok mu? Al işte olmamış, ridicule olmuş.
Çok basit ama çok güzel bir elbise. Hem beyaz, önünün açıklığı güzel, ayakkabılar tartışılır ama evet yaz elbisesi olarak isteyebilirim bir tane. Saçlarım da uzuyor zaten.

Aynı partiye giden Madonna ile biter bugün. Tabii kendisi görülen pasta böreklere dokunmadan hatta ve hatta partinin sponsoru Veuve-Clicquot şampanyasına itibar etmeden kendi içeceğini götürüyor. Kıyafeti de partinin "brit" havasına uygun değil. Her ne kadar kendisi kool insan Guy Ritchie ile evliyken İngiltere vadilerinde şato alıp Vogue'a very british very very cockney very green valley pozları vermiş olsa da görülen o ki Manhattan'ı dönmek içindeki amerikalıyı dışarı çıkartmış ve olduğu gibi gitmiş. Kot filan bir şeyler. Ayrıca o güneş gözlüğü kabus! Bizde pazarda, sokakta satıyorlar bu çirkin camlı çirkin çerçeveli Chanel, D&G taklitlerini. Onunki gerçek olsa da görüntüsü gayet sokakta satılanlardan.

Allez, bon fin vendredi!