Tuesday, July 31, 2007

"Oh baby, you just burned my balls"

65 yaşındaki bir adamın başlıktaki gibi bir cümleyi söylediğini duymak epey ilginç olsa da, bir o kadar eğlenceli.

G. ile konsere gitme, bende tarif edilemez bir heyecan olması, mekanın iğrençliği ve organizasyonun ucuzluğu, Isaac Hayes'in sesi, sesi ve yine sesi, şarkıların muhteşemliği, orkestranın etkileyiciliği, konser sonrası hiç ama hiç alışık gelmedik şekilde imza imza diye tutturmamdan dolayı tesadüfen yarınki konser olan Kool & The Gang'in elemanları ile tanışma, 50 küsür yaşındaki karşı cins Isaac Hayes hayranlarının hafiften küçümseyen müzikal-isaac sorularını yanıtlayınca yüzlerindeki ifade, after party'e kalıp Isaac'in kendisi ile tanışma, elini sıkma, bileti imzalatma...Aynen stranger in paradise halindeyim.

Hayran, taraftar potansiyelim bulunsa da groupie hallerim yoktur. Öyle imza filan diye kimsenin peşinden koşmadım şimdiye kadar, ki zamanında ölüp bittiğim Axl filan gelmiş, dönüp baktığımı hatırlamam (ölüp biterim o ayrı ama peşinden koşma durumum yoktur). Ancak bu sefer tutturdum imza alacağım diye. Gittik, bekledik, Kool & The Gang ile tanıştık ama asıl partide tanıştık Isaac Hayes ile ama ben heyecanlandım karşımdaki bu 65 yaşındaki adamı görünce, elini sıkınca, kalın sesi ile "hi, eyshiijohn, how you doin'" deyince, biletimi sol eli ile imzalayınca... Sanıyorum bu heyecanın, coşkunun sebebi saygı. Karşımda müziği, sanatı ile beni derinden etkilemiş bir insan var ve kendisine saygı duyuyorum. Önemlidir benim için sevdiğim insanlara saygı duymak. Saygı duymuyorsam o başka türlü bir sevgidir, geçer gider, unutulur, hatırlanmaz bile. Ancak karşımdakinin davranışlarına, hareketlerine, duruşuna saygı duyuyorsam ne olursa olsun kalıcıdır, bakidir.

P.S. Kalın sestir olay, bir kez daha söylüyorum. Kadında da, erkekte de.

P.S. (2) Hemen çıkışta burada olmayan M.'yi aradım "sesin çok şirin, çocuk gibi geliyor" dedi.

Monday, July 30, 2007

Koku, mutluluk, tebessüm

Bir telefon ve "eski bina resepsiyona gelmeniz gerekiyor" cümlesi, uzun ve karışık koridorları geçiş, çiçek gelişinin tahmini ama göndereninin yanlış tahmini, çocuğun getirdiği kağıda atılan kocaman imza ve muhteşem kokan lilyumlar.

Önce A. ailesinden sanmıştım ama sonra "sakın yapmayın şimdi herkes sizi tanıyor ayıp olur" dediğimi hatırladım ve muhteşem lilyumların içinden çıkan not ve...B., M., R.

Burada değiller ama buradalar. O halde tamam, sorun yok.

P.S. Rahatmış burası, msn, facebook hatta sözlük herkesin önünde açık (ama daha önceki yaşadıklarımızdan aldığımız derse göre kimselere bir şey söylemiyoruz, pek anlatmıyoruz).

Acele, kaçak, Isaac Hayes, heyecan

Aman yarabbim ne kadar zormuş kaçak blog girmek... Bir süre sonra sorun olmaz da ilk günden dakka bir gol bir olması-olacak gibi...

Konser...Isaac Hayes...Konser...Isaac Hayes...Nasıl bir mutluluktur bu? Tek mutsuzluğum M.'nin bu konserde burada olmaması. Ayrıca bu hafta L.C. hariç kimsenin burada olmaması... Nerde herkess???

Yaaaaaaaaa

Fantastik diyaloglar: gazozuna maç

Bundan iki hafta önce, FotoMaç, MotoMaç çarşaf çarşaf kamplardaki takımların başarılarını yazıyor, gazetelerin arka sayfaları yeni kadrolarla, yeni oyuncularla dolu.

anotherstar- vay, muhteşem başarılara imza atıyormuşsunuz gurbet ellerde. kalli de köpek gibi çalıştırıyormuş.
f.a. - ya geç ya geç, gazozuna maç bunlar. ama tabii bir kitleyi ayakta, teyakkuzda tutmak gerekiyor, bu insanlar besliyor sektörü. ama kalli yapar, geçen sefer de yaptı, şimdi de yapacak, inanıyorum ben.

dün...

anotherstar- maçınız varmış olimpiyat'ta, gidecek misin?
f.a.- yok kızım bir daha gitmem ben oraya, çok uzak, hem gazozuna maç bunlar
anotherstar- e yıldızınız gelmiş, goller atacakmış
f.a.- şimdi atmasına gerek yok, başlayınca atsın, bunlar hep gazozuna
anotherstar- haha pekiii, takım senin, susuyorum

Sunday, July 29, 2007

Size does matter


Hep denir ya boyut, uzunluk önemli değil. Palavra. Kesinlikle önemli şu hayatta, fani, küçük zevklerin büyük mutluluklar yaşattığı hayatta. O yüzden kimse kimseyi "size does not matter" gibi bir söylemle kendisini kandırmasın.

Buna mahkumum bir süre. Yapabileceğim bir şey yok, tutup da değiştiremeyeceğime göre oturup bekleyeceğim. Şu kadar zaman bekledim, biraz daha bekleyeceğim. Madem ki istediğim boy, o boy, o halde o boya uzayacağına kadar söylenmeden bekleyeceğim, kesmemek için içimdeki ile mücadele edip sadece duracağım (gerçekten şu küt saç uğruna-bir başka deyişle bob - nelere katlanıyorum. hayır gidip yarın kestireceğim çok da güzel olacak pek de güzel olacak ama daha da güzel olsun diye şimdi ucube gibi dolaşıyorum)

P.S. Bunun dışında fellas, siz ona buna bakmayın, size does matter. always.

Sadece... II



Sabah ne çok şey yazacağımı düşünürken, yorumları düşünüp gülümserken geçen dakikalar, saatler uzaklaştırdı beni bu sevdadan. Gazetelerde yazıyordu "sıcak hava insanı depresif yapıyor" diye. Kim bilir, belki de budur uzaklaşmamın sebebi.

whatever...
at the end of the day, a queen is a queen, a star is a star or anotherstar (ukalalıktan değil, self-help deniyormuş böyle şeylere. bu sefer de varsın böyle olsun)

Saturday, July 28, 2007

Dancing queen


Hiçbir zaman Abba hayranı olmadım. Biliyorum, benden bir önceki kuşak gençliğinin pop dinleyen kısmının grubu Abba'dır, güzel şarkıları da vardır ama işte o kadardır bana göre.
Gemiler gelip gidiyor, yaz mevsiminde olduğumuzu iyice belli ediyorlar. Haftasonları demirleyenlerde her daim eğlence var. Gündüz ayrı, gece ayrı. Geceleri daha çok bizim "her şey dahil 50 lira" işletmeleri tadında, piyanist şantör çalıyor söylüyor tahminimce, yolcular da yemekten sonra dans ediyor. Geceleri dürbünle bakılsa da gözükmüyor bir şey ama gündüzleri tamamdır, her şey gayet net, sanırsın lcd ekran. ("her şey dahil" yerlerden de zerre hazzetmem bu arada, adımımı atmam. pansiyonda kalırım daha iyi).
Az önce gemide Dancing Queen çalıyordu. Bir yandan da sahilde bir yerlerde havai fişekler patlıyordu. Birden içimde gün içerisindeki belki de ilk sparkle oluştu ve post most umrumda değilken elim kelimelere gitti.
Güzel histir Dancing Queen gibi olmak, hissetmek. Bunun muhteşem olmakla, çok iyi dans etmekle, en güzel, en yakışıklı, en alımlı, en akıllı, en, en, en olmakla bir ilgisi yok; sadece içindekini hissetmekle ilgisi var. Hissediyorsundur ya da hissetmiyorsundur. O, oradadır, ya da değildir ve hiç olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. Hani ecnebilerin sparkle dedikleridir bu.
whatever ...
Dancing queen, moody queen, mean queen, happy queen, sad queen, blue(s) queen, terrified queen, over-reacted queen, over-sized queen, over-excited queen, over, over queen ama neticede at the end "queen is queen".
P.S. Göründüğü kadar moody ve metaforlarla yüklü bir post değil aslında bu. yani bir sorun yok. elma yine elma. "sadece" ...
P.S. (2) m. - "sen merak etme karpuzu, ben keser, ayıklari dolaba koyarım tatilden dönünce". Ben gidemiyorummm onlarla. malum sebepten. pompéi'nin lavlar altında kalması yüzünden. benim için önemli bu haftada hemen hemen kimse yok burada (biri l.a.'da, biri barcelona'da, diğerleri bodrum'da, ben de elektrik santralında. hiç glamour değil).

P.S.(3) havai fişek demişken... hâlâ patlıyor ama neye, kime bilmiyorum. geçen yaz birkaç gece üst üste kotramsı bir şey yanaşıp arka arkaya patlatmıştı havai fişekleri bizim sokaktaki birine ve o ân kişilere, olaylara, durumlara nadiren gıpta ile baktığım ândır diye itiraf etmek durumundayım. fire work queen ? hiç sanmıyorum, hiç olmadım.

P.S.(4) Gecenin son raporunu vereyim de tam olsun. Dolunay var bu gece. Şu an tam tepedeve denizin üzerinde bembeyaz yansıyor. Gerçek bir dilek dileme zamanı. Sparklin' moment. Dolunay, denizde yansıma, havai fişekler. make a wish, dear...

Friday, July 27, 2007

Breathe ...Respire...7



Erik Satie, 1889, Gymnopédies, Lent et Douloureux

Biraz huzur, biraz dinginlik, biraz tebessüm, biraz her şeyden... ve sonra her şey yerini bulacak, taşlar yerine oturacak.

İlginç insandır, şaşalı eserler yapmayan büyük bestecidir Erik Satie, çok severim. Dinlemesi bambaşkadır. Tembelliğin ya da üşengeçliğin kimi zaman melodik yansımasıdır.

Thursday, July 26, 2007

... dayanılmaz hafifliği

Üşengeç insanlar bazı şeyleri çok isteseler de yapamazlar, daha da doğrusu yapmazlar çünkü sadece üşenirler, başka da bir açıklaması yoktur. Çoğu zaman bunu etrafa açıklamakta zorlanırlar çünkü tembelliğin keyfini anlatamak zordur (aynen "elmanın sadece elma olması" gibidir bu durum da)

Karpuz... Ne kadar çok sevsem de almak, taşımak, kesmek, ayıklamak inanılmaz zor geliyor, haliyle yiyemiyorum...


wish list:

- qq'un qui me coupera la pastèque en p't morceaux et mettra à la frige - merci

Pompei'nin son günleri


Villa dei misteri, m.ö. 2.yy, Pompei

Pompei 'nin son günleri yaşanıyor. Evet, bir dönemin sonu, yeni bir tanesinin başlangıcı gerçekleşmek üzere. Garip hissetmiyorum desem yalan olur ama güzel olacağını da biliyorum (biliyorum, biliyorum biraz zor olsa da kabullenmem ve tipik şımarıklığımı göstersem de biliyorum, biliyor, biliyorlar yani hep beraber biliyoruz).

Günlerim sayılı, bugün geçti kaldı 3 ...

* "kontrol edebildiğin bir caziben var" *

Hakkımda çok şey duymuşumdur bugüne değin. Kimine çok gülmüş, kimine çok şaşırmış, pek azına öfkelenmişimdir. Yukardaki cümle, yenilerden. Dün duydum ve ilginç gelmedi desem yalan olur. Eğlenceli ve garip bir cümle gibi geldi bana. Hemen düşünüldüğü üzere tacizkar, fiziksel veya erotik bir anlamı yok, ya da ben öyle almadım, almak istemedim. ( eğer olsaydı zaten konum olarak bayağı boktan olurdu). Ancak aura dedikleri şeymiş, yayıyormuşum etrafa. Galiba böyle bir şey bende var da, ben pek farkında değilim ya da pek ilgilenmiyorum. Yine de itiraf ediyorum bu cümle geçenlerde duyduğum cümle kadar beni güldürüp şaşırtmadı ( duyunca telefonu neredeyse elimden düşüyordum. şok. ).

Merak ettiğim şu: söylenenden anlaşılan cazibeyi kontrol edebilmek iyi bir şey. Peki ya edemeseydim? Ya da kontrol edememek nasıl bir şey? Ne oluyor kontrol etmediğinde? Aslında düşünürsen daha mı iyi, daha mı kötü? Pek bilebileceğim bir şey değil sanki, çünkü nasıl kontrol ettiğimi bilemediğim gibi nasıl kontrol edemediğimi de hiç bilemeyeceğim bu gidişle. Neyse iltifat olarak algılayıp geçiyoruz.

Pompei 'nin son günleri, Dolce Vita'nın sonu -şimdilik- yeniden merhaba emeğin gücü dünyası.

Of ya...Bir de denize girememezlik durumu var ki sanıyorum en çok delirten o. Ne güzel gözlüğümü takıp taaa çok uzaklara kadar gidecektim. Eğer M. ile gittiysem ve sahilde yalnızsak kesin merak edecek, "nereye kayboldun yine? gitme o kadar uzaklara diyecek (ti)" ama bu gidişle biraz zor. Tekne mekne de yalan olur. Artık kış aylarında Brezilya 'ya giderim ayağımda havaianaslarımla, nasıl olsa orada yaz mevsimi yaşanıyor olacak (yalnız brezilyalı erkekler hafif çirkin; yani talihsiz bir şekilde gisele/ alessandra'nın erkek versiyonu pek yok , çoğunluk bir nevi super mario jardel kıvamında)

*deniz, deniz, mavi, deniz, mavi, deniz*

Wednesday, July 25, 2007

"Git...me dur, ne olursun, gitme kal, yalan söyledim"

Sabah sabah, yine...

Hâlâ "niye gideyim?" diye soruyor, bunu alenen yapıyor ve de inatla gitmiyor.

"Oldu, gitme, kal, her şey böyle daha güzel, önümüz açık, hiç sorun yok".

Her şey başlıktaki şarkı sözleri gibi aşk meşk, tutku ilişkisi değil (ki öyle olsa daha kolay, daha doğal "gitme" demek. ne olacak ki, kimden utanacağım) ama artık sen git! Hatta arkana bakmadan git. Ben, biz, hepimiz bu ayrılığa hazırız. Aramızda yaşanacak yarım kalan bir şeyler yok, bitti her şey, bitti. Pazar günü her şey sonlandı. Biraz haysiyet kaldıysa-şüpheliyim- kop artık bizden kop, partinden kop, milyonlardan kop, kısacası kop. Git balık tut, güneşlen, Fatih Terim gibi binlerce dolara konferans ver ama git, ne olursan ol, giiit...

Italian for beginners

Bu geceden sonra yine farkettim ki ben italyanca öğrenmeli, konuşmalıymışım. Kesinlikle dilime çok yakışıyor. O vurgular, kelimelerin uzatılışı, son heceye baskın söylemler. Zamanında, oradayken, Alessandro, Carlo vs demişti de ben " perché ragazzo? eeeh boşver canım nasıl olsa en français anlaşıyoruz ne gerek var beni yorma(yın)" deyip kendimi ispanyolcaya vermiştim. Halbuki fransızcadan sonra nasıl kolay. Hata imiş öğrenmemem. İtalyanca öğrenmeliymişimm. Bu gece masada havada kelimeler uçtukça, ben anlayıp ama cevabını veremeyince bir kez daha gördüm ki şu bizim çocukları dinleseymişim çok iyi olacakmış. Hem de bana ne kadar yakışırmış. Certo, certo, certo...

L.C. duy sesimi, bana italyanca öğret, beni Roma'ya, Como'ya kampa gönder...

Tuesday, July 24, 2007

Sıcak sonuçlara beyaz çare



Kabus etkisi yaratan sıcaklarda hemen herkeste -komik ama- terlemeden dolayı kırmızılıklar yaratıyor. Hani bebeklerde olan cinsinden. Tabii eşşek kadar bir yaşta olunca epey komik oluyor ama yapacak bir şey yok. Çare talk pudrası... Hem güzel de kokuyor.

Evde Johnson&Johnson var ama istediğim Acqua di Parma.

P.S. Biliyorum yarın arayacaklar ve "Los Angeles bile bizim İstanbul kadar sıcak değil" diyecekler. Zaten sabah havaalanında E.'nin anne-babası "aaa olmadı ama seni de gönderseydik bir dahaki sefere sen de " dediler, yıkıldım zaten. Vize mize offf ya nasıl bir g. ağrısıdır bu işler(nasıl da verdim yeşil pasaportumu ben ya?).
P.S.(2) Eğer sevdiğim biri bir yere uçak ile gidiyorsa veya bir yerden dönüyorsa ve ben de müsaitsem, havaalanına gidip geçirmek/karşılamak büyük zevk. Bilmem çok eğlenceli buluyorum havaalanlarını. Hiç sıkılmam. Kimi zaman gidenlere/gelenlere atraksiyonlar yaparım. Eğlencelidir yani benim için. Bu sabah da erkenden atladım gittim, Sekvotka ve E. L.A.'ye doğru yolcu ettim. Şimdi maceraları bekliyorummm. L.A. Woman & Viva Las Vegas

Monday, July 23, 2007

10 yıl önce

Bugün E. ve Sekvotka beraber sıcak altında yürürken bizim " neden inatla güneş gözlüğü takmıyorsun" serzenişlerimize "bilmem 10 sene önce takardım. 10 sene önce saat de takardım. yine 10 sene önce iyi bilardo oynardım" diyen Sekvotka ile 10 sene öncesini düşündüm.

1997 yazı... Oradaki ilk yılımın, ilk yaz tatili. F.A. kaza geçirip ayağını kırmıştı. Hâlâ Yeşilköy'deydik. Nick Cave, Tindersticks, Björk, Tori Amos, PJ Harvey vardı. Sekvotka yine vardı.

2007 yazı... Hassktir. Şimdi farkettim, o zaman 20 yaşındaymışımm. 20. Gerçekten şoktayım. Her şey ne kadar muhteşemmiş. Gerçi şimdi de pek şikayetim yok ama 20 ya, 20 yaşındaymışım. Saydıklarım şimdi kutularda duruyor, pek çıkartıp dinlediğim yok, sıkılıyorum. Ama Sekvotka yine var. Hâlâ var (sıkılmıyorum) .

Paşam yarın L.A.'e gidiyor. Çok sevgili E. ile. Nasıl kızgınım ben gitmiyorum ve oraya E.'nin yanına bensiz gidiyor diye. Müthiş talimatlar verdim: her taraftan aranacağım-özellikle Las Vegas'ta kumar oynanırken- hediyelerle dönülecek, bir sürü lollipop getirilecek, japon krakeri getirilecek, vs..

Şort giymeyen, güneş gözlüğü takmayan, havaianas'lardan hazzetmeyen, beyaz gömleğinden vazgeçmeyen, gecenin 4'ünde açıp konuştuğum bu adamdan müthiş maceralar bekliyorum. Çok kıskansam da bu seyahati, yine de bekliyorum. Her şey çok güzel olacak...

10 yıl sonra -2017- kim öle kim kala değil mi bu dünyada? O yüzden ânı yaşamak lazım. İyisiyle kötüsüyle çünkü bazen bazı şeyler için çok geç olabiliyor. Hele hele tesadüf denilen fani hayatlarımızdaki küçük cinleri hiç ama hiç küçümsememek lazım.

"Le hasard, c'est Dieu qui se promène incognito" - Albert Einstein

Ense etkisi

Yani şu kadar zamandır yokuşları aşıp gidiyorum şu spor salonuna, ne ilginç bir insan, ne de hoş bir insan görmedim (bu arada şu kadar fiziksel aktivitenin bendeki etkilerini daha görebilmiş değilim ama hadi neyse) . Varsa yoksa sıkıcı tiplerle dolu bir salon işte.

Ta ki... Dövme ensede ne kadar güzel duruyor! Hele de dövme sahibinin güzel bir ensesi varsa, bir nevi adonis kası etkisi yaratabiliyor.

P.S. Barkod dövmesi epey çirkin de, Henry Rollins in vardı diye hatırlıyorum. Kendisi haza bir ayı olup, vücudunun birçok yerine olduğu gibi hiç de güzel olmayan ensesine yaptırmıştı. Ama müziği güzeldir, yani zamanında severdim, dinlerdim.

P.S.(2) Hezimetten bahsetmiyorum bile. Nasıl üzücü, nasıl bezdirici bir hal bu ülke gidişatı?

Sunday, July 22, 2007

Celebration V

Enfin ce fût la dernière. Bu yilki 4'lü doğum günleri kutlaması bitti. En son B.'nin doğum gününü dün gece sansasyonel şekilde kutladıktan sonra artık uzun bir süre rahatız.

Yine sıcak, yine güzel bir sürpriz, bu sefer tekne hadisesi, teknenin süslenmesi, balonlar, uçan balonlar, yine güzel bir pasta, tekneyi kaçıranları megafon ile sahilden toplama, kalabalık, eski dostlar, incognito, stevie wonder (as if you read my mind, another star), micheal jackson (don't stop 'till you get enough) , romeo, dansöz, ... kısacası çok da güzeldi, pek de güzeldi. B. de mutluydu, o halde görev başarıyla tamamlanmıştır. B.'nin megafonla yaptığı teşekkür konuşması da uzuuun süre hafızalardan silinecek gibi değil.

Unutmadan bir de tekneyi iade ettikten sonra Crystal hadisesi vardı, belki sonra ( djs from a'dam on the turntable, please take me down to the paradise city, take me to a'dam) ...

P.S. O kadar kalabalık olup bir kişide fotoğraf makinesi olmaz mı? Hemen her geceye götüren, zırt pırt onu bunu çeken ben, balonların ve çekilecek cdlerin hazırlığında atlamışım. Hepimize bravo valla.

P.S. (2) Mu. ile fantastik diyalog:
anotherstar- ya bana dövüşmeyi öğretsene
mu. - olur, öğreteyim, kavga mı edeceksin?
anotherstar- yani niyetim yok da eğer biri benimle ederse ben de vurabileyim ve boşa gitmesin
mu. - tamamdır bebek

P.S. (3) Günlerdir, hatta haftalardır süregelen hazırlıklar esnasında B. resmen içimizi tüketti, bezdirdi, neredeyde sıktı. M. deliriyordu, R. ve şahsım daha sakin kalarak durduk ama "Ya bir bırak, insanlar ne yapacaksa yapsın, tadını çıkar, bir her şeye karışma ya". "Güzel şeyler düşünüyoruz çabalıyoruz ama yapmamıza müsade et, nefes alalımm, sen de tadını çıkart" diye düşünmeden, dile getirmeden edemedik.

P.S. (4) Seçim filan derken A. ailesi olarak topluca gittik, oyumuzu verdik de sol işaret parmağım eşşşek kadar bir siyah boya lekesi ile süslenmiş duruyor. Ya nedir bu 3. dünya ülkesi uygulamaları? Bize benzer ülke olan Brezilya'da bile Amazon Yerlileri bilgisayarla oy veriyor, biz hâlâ elimize Hindistan'dan kimbilir kaç paraya ithal edilen boyaları sürüyoruz. Ayrıca merak ediyorum o Kenan Evren denilen şahsın eline neden boya sürülmemiş? Darbeciler zaten darbe yapıp lekelendikleri için mi hint boyasından muaf tutuluyorlar?

Saturday, July 21, 2007

(onunla) Bir gün

Gün programı bambaşka iken birden yön yine değişti. Dışarda buluşacakken "bana gel istersen bende otururuz" dememle her şey bambaşka bir hal aldı, bütün gün, bütün gece evden çıkılmadı. Komikti. Eğlenceliydi. Güzeldi.

İnanılmaz şımarıktı (aynı şekilde inanılmaz güzeldi, şirindi). Genelde şımarık sıfatını taşıyan ben olduğumdan, şaşırtıcıydı benim için. "Ne yiyeceğiz?"( * 3 kere-en az), "dondurma yok mu?", "aa şimdi ne içeceğim ben, evinde de hiçbir şey yokmuş senin", "hayıır, ben o filmi değil, bunu seyretmek istiyorummm", "aaa evi toplamana yardım etmeyeceğim herhalde, misafirim ben" cümleleri sürdü gitti. Bir de bunlara ek olarak sürekli saçımla oynaması, sevmesi, elimi tutması, öpmesi vardı ki , hiçbir şekilde engel olamadım, durduramadım (öyle ısrar da etmedim, hoşuma gitti çünkü) ...

Yemek zamanı:

anotherstar- nasıl olmuş, beğendin mi pilakiyi?
o- valla çok güzel, bravo. şekeri, yağı, her şeyi kıvamında
anotherstar- iyi sevindimm, yaz yemeği işte. bak zeytinyağ da çok güzel, bu taş baskı olan, bu ayvalık'tan olan. içine biber, balsamik koydum çok lezzetli oluyor.
o- evet evet kaç çeşit zeytinyağ var bakimm sende? paralar buraya gidiyor galiba
anotherstar- yok canım, bir şey değil bunlar.

İçecek zamanı:

anotherstar- sana café frappé yaptımm. şımarıklığına uygun diye düşündüm. renkli kamış da koydum tam oldu.
o - ver bakimm. hmmmm çok lezzetliymiş. hmmm valla öyle. nasıl yaptın ki?
anotherstar- bir şey değil, alet var, atıyorsun yapıyor, kolay.
o - e hadi o zaman bir tane daha yap
anotherstar- aa bir dinleneyim yahu. hem şekerli o, miden bulanır
o- bulanmazz, hadi bir tane daha...

Kahvaltı zamanı:

anotherstar- gazeteler geldi, ama istersen sofraya oturunca oku, hatta bana yardım et sofrayı hazırla ben de kahvaltıyı hazırlayayım, eggs benedict yapacağım.
o- yok, ben dergi okuyacağım, gazetelere bakacağım, misafirim ben. ama eggs benedict güzel fikirmiş bravo
anotherstar- e nasıl yetişeyim hepsine?
o- yaparsın, yaparsın, hem de çok lezzetli olur, eminim.

1 saat önce:

o- ee bugün ne yapacağız?
anotherstar- valla benim işlerim var, bence ayrılalım bugün.
o- yaa olmaz, hadi habitat'ya gidelim, sen sonra hallet işlerini
anotherstar- ya anne, valla bence sen artık evine dön, bak çok güzeldi her şey ama hava sıcak çıkmayalım bugün, akşam ben zaten dışarda olacağım, dinleneyim biraz, dünden beri saçımı süpürge ettim.
j.a.- ama üzüyorsun beni
anotherstar- hahahaha sen sevdin bu postu çocuğumun evine sereyim, kıpırdamayayım, yerimden kalkmayayım durumunu. valla bence sen bir evine git, özlemişssindir çiçeklerini, koltuklarını.
j.a. - yani habitat'a gitmiyor muyuz? bak benim başka zamanım yok, şansını kaybediyorsun, evine bir şeyler bakardık.
anotherstar- nooo.

J.A. günlerdir yanan ege ilçesindeydi, yeni geldi. F.A. şehir dışında. Bir anda böyle bir durum oldu. Herhalde Fransa'dan beri bende beraber kalmamıştık. İkimiz. Dediğim gibi, çok şımarıktı ama çok eğlenceli, çok komik, çok müthişti J.A .

Friday, July 20, 2007

Easy come, easy go II


Bilinç

Sabah dişlerimi fırçalarken suyu harcamamak için müthiş bir çaba sarfettiğimi farkettim. "Sular bitecek, susuz kalacağız, herkesin dikkat etmesi, özen göstermesi gereken bir durum bu, boşa harcanmamalı" filan diye elimi yıkarken/dişlerimi fırçalarken neredeyse elim ayağım birbirine karışıyor. Sonra kendi halime gülüyorum ve herkes bu kadar dikkat ediyor mudur diye düşünmeden edemiyorum. Herkes bu kadar dikkat ediyor mudur? Farkındalar mıdır bazı şeylerin, bazı tehlikelerin? Bilinçlice yaklaşıyorlar mıdır? Ya da en basiti bilinç nedir, neye yarar?

Bilinç denilen algı ve algılama (perception) ile bire bir ilintili. Aslında bilinç tek bir tanımlama ile açıklanabilecek bir olgu, bir durum değil. Felsefi, transcendantal, psikolojik, sosyolojik olarak tanımlanabilecek, tartışılabilecek bir olgu. Hiç bunlara girmeden, asıl ilgilendiğim, komik bir diş fırçalarken harcanan su örneği ile beni düşündüren "conscience du monde" ya da ingilicesi ile awareness diyeceğim (yabancı okullarda, üniversitelerde okumanın benim için en kötü tarafı bu işte: hiçbir kavramı tam olarak türkçe mealinde açıklayamamak).

Neyin ne kadar bilincindeyiz? Dikkat ediyor muyuz? Kuraklık tehlikesi altındaki dünyada yaptıklarımıza, yediklerimize, harcadıklarımıza, tükettiklerimize dikkat ediyor muyuz? En önemlisi, sonuçlarının bilincinde miyiz? Bence değiliz. Haliyle de hiçbir şekilde bilinçlice hareket etmiyoruz.

Cumhuriyet'in "tehlikenin farkında mısınız?" adı altında herkesce çok güzel ve başarılı bulunan bir reklamı var. Ben de çok beğeniyorum, etkileyici bir reklam. Ne var ki bahsedilen tehlikenin çoğunluğun düşündüğü, korkttuğu değil; aksine ona karşı duran cephede, iyice derinde yatan bir tehlike olduğunu düşünüyorum.

Ezberci ilkokul dikteleriyle, modern hayatlar çağdaş yaşam tarzı süren bizlere çocukluğumuzdan
itibaren sürekli olarak korkulunanın hep kara çarsaf, molla vs olduğu öğretildi, işlendi. Oysa bunlar artık bugün, bu yaşam tarzında çok mümkün değil. İçerde mutlaka bunu tercih eden, bunu uygulatmaya çalışan olacaktır ancak modern yaşamın hazzını almış bir toplumda bu mümkün olmayacaktır. İşte bu yüzden asıl tehlike, içerde, derinde yatan milliyetçiliktir. Asıl bu, ileriye gitmemizi engelleyen, yerinde saydırtmakla kalmayıp geriye götüreceğinin göstergesidir. Ve benim de asıl korktuğum budur. Bilince geri dönersek, ne yazık ki, bunun algılanacağı bir toplumsal bilincin bizde olmadığı kanaatindeyim.

Bütün dost meclislerinde, sohbetlerinde yaşanan seçim konuşmalarında "evet aslında bana çok uymuyor ama birlik bozulmasın diye onlara vereceğim oyumu" diyor. Neden? İşte yıllardır öğretilen korku, "başa gelirse bittik" söylemi. Ee zaten yıllardır baştalar, onlar tarafından yönetiliyoruz. Asla savunacağım bir politika, ideoloji değil. Ne var ki, hepsi aynı bokun soyu; kimse kimseden daha iyi değil. Sadece kötü ve daha kötü var. O yüzden bağımsıza oy vermek, sanılanın aksine, boşa giden bir oy olmayacaktır.

*Bitti*

P.S. Gerçekten pek fani, bir o kadar hafif konular yazacakken birden kendimi derin sularda buldum. Sanıyorum yine içimdekini tutamadım. Aslında su kullanımı, bilinçli tüketim, küresel ısınma, küreselleşme gibi daha suya sabuna dokunmayan şeylerden bahsetmek isterken böyle bir yöne gitti, ne yapalım, bu post da böyle olsun. Bir sonraki post'ta bahsederim ayakkabılardan, komik hayatımdan, diyaloglardan ...

P.S. (2) O kadar yazmışken bari bir özlü söz de yazayım tam olsun.

"Toute conscience est conscience de quelque chose contre laquelle elle bute, qui l’arrête pour ainsi dire". HUSSERL

Thursday, July 19, 2007

Uyku, part 4

Hafta başından beri süregelen manasız bir durum var, o da istediğim saatte kalkamamam. Benim gibi çalar saate ihtiyaç duymadan zınk diye istediği saatte kalkan biri için kabus bir durum. Hal böyle olunca her şey aksıyor, her şey birbirine giriyor, tüm bana ait düzenim bozuluyor, bu da beni sinirlendiriyor. Bir şekilde kendimce sebebini çözdüm, geçmesini bekliyorum. Bu sabah fena değildi, muhtemelen yarından itibaren daha yoluna girecek. Bu durumla beraber haliyle uykumun kalitesi de bir acayip, ne iyi ne kötü, ortada bir şey tadında sürünüyor. En komiği gördüğüm fantastik rüyalar. Bu sabahkinde yukardakinden daha çirkince ve sevimsizce olan küçük canavarlar dünyayı istila ediyormuş, hepimiz tehlike altındaymışız ve bize evlerin kapı altından zehirli oklar göndererek zarar veriyorlarmış, onlardan kaçıyormuşuz, bu arada ben los angeles'te yaşıyormuşum, herkes sörfçü, herkes adonis kaslıymış, mış, mış... Sabah sabah yine çok güldüm kendime. Gerçekten sınırsız bir hayal gücüm var. Bunun bir de uyanıkken olan hali var ki, resmen evlere şenlik. Şunu bir değerlendirsem ne güzel olacak (m., b., f.a., o hepsi çok mutlu olacak). Yani sırf masal anlatan olmayayım; çocuklara masallar/büyüklere masallar diye başlarmışımmmmm

P.S. L.C. dün sordu "doğru anlamış mıyım yazdığını, deniz istiyorsun değil mi, havuz değil" . "evet evet" dedim " aynen öyle, havuz mavuz hazzetmem, sevmem, deniz olsun, gözlüğümü takayım uzun uzun yüzeyim, açılayım, ufukta gözüken gölge olayım"

Bir şeyi çok istemek

Akşam G.'nin doğum gününü kutlamak için Sofyalı'daydık. Gerçi geçmiş doğum günü olduğu ve kendisi asıl doğum gününü haftasonu Alaçatı'da kutladığı için bu bir mini kutlama sayılsa da kutlama kutlamadır ( bu arada nedir bu alaçatı durumu? herkes oradaymış geçen haftasonu. kiminle konuşsam "alaçatı'daydım çok güzeldi, harikaydı, sen neden yoktun? güzel soru. bilmem biz buradaydık valla, hep beraber). Her şey güzeldi, sohbet, insanlar ama en güzeli -benim için- günlerdir istediğim bir şeyin karşıma çıkması hatta benim olmasıydı.

Günlerdir bizimkilerin başının etini yiyorum "bana Pag 'dan t-shirt alın, sizin eve yakın, beni getirmeyin oraya" diye ama kimse tınlamıyor. Ya da ben öyle hissediyorum. Hatta B.'ye söyledim, o da burun kıvırarak " eh olabilir bakarız" dedi de fena bozuldum ben de.

Oysa bu akşam yemekte:

p.- anotherstar, sen gel bakim bir buraya
anotherstar - aa noldu ya, geleyim de noldu?
p. - ya gel bir yanıma
anotherstar - pekiiii
p. - ben gelememiştim ya doğum gününe, hediyeni de verememiştim. aklımdan böyle bir şey geçiyordu ama emin olamıyordum, sonra b. de söyleyince içime sinerek alayım dedim. doğum günün kutlu olsunn şekerimm!
anotherstar - aa pır, şoktayımmm. gerçekten ama gerçekten günlerdir bunu söylüyordum, kimse takmıyordu beni, meğer bundanmış, ben de gitmeye üşeniyordum filan. inanmıyorum. emin ol çok sevindim. çok teşekkür ederiiiimmm. ulan, keşke başka bir şey dileseymişimm. yavrum tekrar teşekkürler..
p. yerim seni

* Bilmem, çok mutlu oldum işte. Gerçekten başka şey dileseymişim olacakmış. Ya da belki olur ilerde, sadece daha zamanları gelmemiştir. Güzel şey insanın dileklerinin, isteklerinin olması... İnsan bir gaza geliyor, mutlu oluyor, çoşku doluyor (tamam lan, yarından itibaren pek bir iyiyim, pek bir pozitifim herkese. hahahaha)

Wednesday, July 18, 2007

It's getting hot here II

la perla beachwear, 2006

Mümkünse bütün bir yazı böyle geçirmek istiyorum. Sokakta, evde, davette, arkadaşta kısacası yer yerde çünkü bu manasız mevsim tahammül edilecek gibi değil.
P.S. La Perla beachwear, underwear, hiç farketmez, hepsi güzel, hepsini istiyorummm.

Yaz mönüsü


Yemek, çeşitler aklımdan çıkmıyor ama tutuyorum kendimi. Sanıyorum cumartesine kadar da böyle gider bu, sonra zaten rahatız öbür buluşmaya kadar.

Yazın sadece zeytinyağlı yemek yenmesi taraftarıyım. Öyle et, kebap ağır geliyor sanki. Ya da bana fazla geliyor, bilmiyorum (mangal kültürüm zaten yok). Barbunya pilaki, bakla, enginar, hepsi hepsi olsun, hepsi dursun dolapta.

Arada alternatif zeytinyağlı mönüler de çıkmıyor değil. Biraz à l'italienne yaparsak bence yine bütün bir yaz (dolaptaki zeytinyağlılarla beraber) sadece birkaç damla aceto balsamico di modena damlatılmış olio d'oliva içine atılmış tane pepe nore eğer istenirse formaggio caprio/grana olabilir. İçecek olarak tercihimiz vino rosso 'dur, hele Bardolino olursa... Oldu olacak hazırlayan ben değil Alessandro olsun, hiç yorulmayayım, en asgari fiziksel aktivitelerde bulunayım ama kendisine teşekkürlerimi en derinden ileteyim.

P.S. X



* Konser öncesi Hafriyat "alternatif seçim afişleri" sergisi açılışı, afişleri beğenme, buzdolabının üzerine koymak için güzel bir oy pusulası alma ve yine aynı çağdaş sanat insanlarını görme hali, hatta uzaklaşma hali;

* Konser için F.A. ile buluşma, Spike Lee 'den ve filmlerinin müziklerinden (terence blanchard) bir kez daha etkilenme ve yine F.A.'nın bu konserde günlerdir süregelen melankolik ruh halinin gittiğini umma, "kızım ama sen de inatçısın" lafını duyma;

* Depremden sonraki en çok korkulunan olan yangının sokağın başında çıktığını taksiyle dönerken farketme ve "acaba yine bizim apartmanda mı" diye sorgulama, çıkan islerden-uzak bile olsa- rahatsız olma;

ve ve ve daha belki birçok şey, belki de hiçbir şey ama belki yarın ...


P.S. Karşı cinste sakal beğeniyorum (dün sekvotka'da sakalı görünce ona da söyledim, "kızlar pervane olur etrafında, yanımda durma yanlış anlarlar" dedim) . Galiba buradan yazmamıştım ama söyledim birilerine diye hatırlıyorum. Herkeste değil elbette ama bu beğenimin garip bir tarifi var kafamda (çoğu şeyde olduğu gibi. nedense hemen her şeyin bende garip bir tarifi var, sanki her şey "öyle ama tam öyle değil, bir de şu var, bu var). Kısaca, kendi ifade edemediğim bir beğeni çerçevesinde, çok beğeniyorum. Tabii bu tip Kaba Sakal olmasın mümkünse.

Tuesday, July 17, 2007

Breathe ...Respire... 6


C'est beau à regarder. C'est beau à sentir. Tout simplement, c'est beau ...

P.S. Il faut que j'aille qq parts pour nager . Ça me manque énormement, follement. Mais il faut que ce soit la mer, que la mer, pas une espèce de piscine.

Monday, July 16, 2007

PMS



Al Green bu şarkıyı 1972 yılında yapıyor, 2001'de de Mary J Blige bunun üzerinden PMS adlı şarkıyı yaratıyor.

Biz tabii bugün PMS olanını tercih ediyoruz...

*Simply Beautiful* - AL GREEN

if i gave you my love,
i tell you what i’d do
i’d expect a whole lotta love outta you

you gotta be good to me
i’m gonna be good to you
there’s a whole lotta things you and i
could do
hey hey

hey hey hey

simply beautiful simply beautiful simply
beautiful
simply beautiful simply beautiful simply
beauti..
simply beautiful
simply beautiful
simply beautiful
simply beautiful

what about the way you love me
and the way you squeeze me
hey
hey simply beautiful hey

and you get right down it
and the love is getting you through it

simply beautiful

* PMS* - MARY J BLIGE

I wanna talk to the ladies tonight
About situation I'm pretty sure y'all be able to relate to
Trust me

Today I'm not feelin pretty
See I'm feeling quite ugly
Havin one of this days
When I cant make up the ??
So don't even look at me
See I don't wanna hear your problem
Cause I'm having some of my own
I know it was not your fault
That I'm feelin down
I just wanna be left alone

Down I'm now in depression
I think the worst of everything
My low was back and seeking
And my close don't feel
Now aint that a bitch

Got an attitude and I aint talkin to you
Won't to you if the shoe fill
I don't care what you think about me
I don't need you cry around me
I don't nedd it, no no
PMS

Go through something in nights
Is the some at day
I don't need to understand
Where I'm coming from tonight
See I'm feelin messin
Told you, you would be able to late tonight
Hallo was back he say
PMS

And I don't know what I'm gonna do
I'm fulled stressed
I want y'all to hear what I'm sayin
PMS, PMS, PMS

Understand what I'm sayin tonight
Understand where I'm comin from
Feelin really bitch yeah
And I don't feel like be a nice to nobody
Don't feel like smilin no
Don't feel like smilin no no
See I already know that I'm talkin
PMS

And I don't need you to remind me
See cause PMS
Is takin no all right now
if you understand, understand where I'm comin from
Sing along, PMS
This is the worst part of everything
The worst part of being a woman is PMS
Give me a brake, give me a brake
Cause I don't wanna have to set it on tonight

P.S. Şu anda dünyayı yiyebilirim. Çizburger, lays, haagen dazs, eti brownie, yani kısaca dünyayı. Mümkünse kimse bir şey sormasın, bulaşmasın, olsun bitsin, ne de olsa gelecek ay yine buluşuyoruz.

Ex-Factor



1998 yılı...

Lauryn Hill ilk solo albümünü çıkartıyor ve Grammy'leri kapıyor. Hype'a kendini satmış boyunlarında jacob & co. kolyeleri ile şişko hip-hop müzisyenlerinin yanında 23 yaşında 2 grammy, efsanevi adam Bob Marley'in oğullarından Rohan ile yapığı 2 çocuk sahibi haliyle vakur vaziyette dolaşıyor acımasız müzik dünyasında.

2000 yılı...

Artık rock dinlemekten ve özellikle de arıza kadınlar dinlemekten sıkılmış ve bıkmış vaziyette kendimi soul, funk, r&b ve hip-hop'a vermeye başlamışım. Neden mutlu olmayayım ki diye düşünmeye başlamış, nihilist düşüncelerimi rafa kaldırmışım. Saçlarımı kazıtmayı bırakmış, yavaş yavaş uzamalarını seyretmiş, gittikçe eğlenceli ve bir o kadar da hafif vogue dünyasına dalmışım (ne güzel bir şeymiş meğer onca zaman reddedilenler).

Sürekli çalan albümdü müzik setinde. Yeni ev değiştirmiştim, şehrin merkezine daha yakındım, 2000'den 2002'ye kadar sürecek "muhteşem yıllar" serisi başlamıştı. Nedense fonda hep diğer old school hip-hop albümleri ile beraber "the miseducation of Lauryn Hill" var. Özellikle de 2000 yılında.

Herhalde halen de en sevdiğim şarkılardandır Ex-Factor. Dün gece çaldı sahnede. Nasıl güzel bir insandır bu kadın. Yani ben pek beğeniyorum. Mesela M. çok siyah bulurken, R. de benim gibi beğeniyor. Whatever.

* Kalın ses seviyorum. Kadında da, erkekte de. Dün gece Lauryn Hill'i seyrederken farkettim de gerçekten güzel bir durum kalın sese sahip olmak.

Aa Ex-Factor'un bir de damar sözleri vardır ki... hiç öyle şarkı sözlerine takılmayan ben bu şarkınınkilere tavımdır.

It could all be so simple
but you'd rather make it hard
loving you is like a battle
and we both end up with scars
tell me, who I have to be
to get some reciprocity
no one loves you more than me
and no one ever will
Is it just a silly game
that forces you to act this way
forces you to scream my name
then pretend that you can't stay
tell me, who i have to be
to get some reciprocity
see no one loves you more than me and no one ever will.
no matter how i think we grow
you always seem to let me know
It ain't workin'
It ain't workin'
and when I try to walk away
you hurt yourself to make me stay

this is crazy
this is crazy
I keep letting you back in
how can i explain myself
as painful as this thing has been
I just can't be with no one else
see i know what we have got to do
you let go and i'll let go too
cause no one's hurt me more than you
and no one ever will
no matter how I think we grow
you always seem to let me know
It ain't workin'
It ain't workin'
and when I try to walk away
you hurt yourself to make me stay
this is crazy
this is crazy
oh this is crazy
care for me, care for me
I know you care for me
there for me there for me
said you'd be there for me
cry for me cry for me
you said you'd die for me
give to me give to me
why don't you live for me

P.S. Ex ex'tir işte çok da sorgulamanın alemi yok. Aramız iyi de olsa ex ex'tir.

P.S. (2) Bu arada reggae'den zerre hazzetmem ama adam efsanedir, orası ayrı.

Sunday, July 15, 2007

Magic people VOODOO people


Gerçekten tam "never on sunday" konuları bunlar: karşı cins ve biz.
Kimi zaman çok basit, kimi zaman çok karışık olabilen mevzular bunlar. Bence iki taraf da birbirini anlamıyor ya, hadi neyse. Anlaşılıp anlaşılmamanın çok da önemli olduğunu düşünmüyorum çünkü ilişki dediğin şey böyle bir şey. O yüzden de sonuna kadar yaşanmalı bence. Yani aslında her şey yolunda da arada bir garip gelen durumlar, merak edilenler olmuyor değil.
Karşı cinsle bizim aramızdakinde-benim- çözemediğim denklemi söyleyebilirim; o da varolan yüksek güvenleri. Bu, illa kendilerine çok güveniyorlar veya kendileriyle barışıklar anlamına gelmiyor, ancak bizimle olan ilişkilerinde garip bir güven duygusuna, "ben istesem olur ama ben yapmıyorum" gibi çözemediğim bir duyguya sahipler.
Sabah sabah L.C. bana anlattığı da bunu yineler gibiydi. Yine bravo dedim karşı cinse.
Hayır, neden ben şimdi durup dururken voodoo bebeği yapayım gidenin ardından? İşim olmaz ya. Giden gitmiş işte. Demek ki kalmak istememiş. Kişisine, ilişkisine göre üzücüdür, çok üzücüdür hatta yüreği dağlatandır ama kötülüğünü isteyen bir durum yoktur ortada. Bir ağlarsın, üç ağlarsın ama oturup da kötülüğünü isteyecek kadar düşünüp voodoo bebeği yapmak ne demek ki? Ha, bunları yapan kızlar var mıdır? Kesinlikle. Ancak onlar zaten romanlardaki, filmlerdeki kötü rollerdedir, Fatal Attraction 'daki Glenn Close'dur yani 100'de 3-5 tanedir. Ne var ki, bu bile karşı cinsin gitme-ayrılık-uzaklaşma sonrasında bize dair "biliyorum, benden nefret ediyor, bana çok kızgın, benim için çok üzgün" gibi yüksek man-ego'su ile yaklaşmasına mani olamıyor.
Evet, aynen öyle, yıkılıyoruz, yerlerde sürünüyoruz, hepinizin voodoo bebeklerini yapıp, iğneler batırıyoruz (hatta hiç beklenmedik anda gelip vuran iktidarsızlıkların sebebi de o iğneler), intikam alıyoruz. Ya, evet, evet , böyle yaşıyoruz işte biz kızlar, başka bir şey yok ki hayatımızda. Hahahahahahaha... Ya valla hayat komik bir şey.
Hadi bugün pazar, akşama güzel konserler var, Lauryn Hill var, hava sıcak ama feci değil, Never On Sunday, her şey hafif, her şey light olsun, küslükler bitsin, sevgi sözleri telaffuz edilsin, bütün dünya buna inansa birlik olsa hayat bayram olsa...

Saturday, July 14, 2007

P.S. X


* Çok güzel, çok seksi, çok şık ama bu nasıl bir acıdır..? Tabanlarımdan bileklerime kadar acı hissi var. Karşı cinsin bizi anlamamasını artık anlıyorum çünkü bu acıya rağmen yine giyecek miyim? Sorusu bile komik!
* Oley, oley E. geldi L.A.'den. Oley, oley...
* Sağ gözüm. kanlı. hâlâ. Nedenini bilmiyorum. Doktorlar da bilmiyor. Ulan bir de çok acayip, ender görülen, fantastik bir hastalığın işaretiymiş mesela. Ne gülerimm.
* Steak tartare hayali suya düştü dün gece ( mönüden kaldırılmıştı). Çok güzel, iş başa düştü, off kalkıp gitmek lazım Dükkan'a, konuşmak, anlatmak vs lazım, Defne'ye merhaba demek lazım...
* Dünkü 1. yemekten sonra acaba fırın alsam mı diye düşünmeden edemedim. Ama nereye? nasıl? hangi boy? hangi marka? hangi amaç için? hangi özelliklere sahip? Galiba yine boşverdim şu sorulardan sonra.

Friday, July 13, 2007

İlla ki ...

Yani sabah sabah illa bir tepki vereceğim, çenemi tutamayacağım...

Zaten güne geç başlamışım, elektrikler kesilmiş, gözüm yine kan çanağı halinde, gazeteleri okuyorum, bir haber "victoria ve david'in erotik pozları" koca puntolarla eşşek gibi duruyor karşımda. Çok merak ettim bu iki robocop vari steril yaratık nasıl erotik oluyor diye? İşte böyle oluyormuş...

Hiç beğenmedim, çok feciler. Evet, David'in adonis kasları var ve deli gibi belli oluyor ama şunu görür, şunu söylerim ki şu kadar zaafım var şu olaya, yemin ediyorum dönüp bakmam onun adonis kaslarına. Nasıl bir yapay duruştur bu? Maket gibi sanki. Barbie ve Ken dünyasında yaşıyor gibiler. Öyle ki bunların birbirlerine dokunduğunu filan farzetmek dahi uçuk geliyor bana, hele erotik olduklarını düşünmek epey fantastik bir boyut benim için. Kadın zaten uzaylı gibi bir şey, M. de öyle bayılır ki kendisine ... Ayrıca böyle topçu olmaz olsun!

P.S. Hava güzel bence şimdi. Gri ama güzel gri. Coşku verici. Tek endişem akşam Nu'da yağmur yağarsa ne yaparız ama Sekvotka "merak etme, birazdan yağacak sonra açacak, akşama kalmayacak" dedi. Bekliyoruz.

Thursday, July 12, 2007

Fantastik diyaloglar

11'de randevu, dönüş yolunda kadim dostum Sekvotka ile konuşma, Levent'te düşünülen dönüş istikametinden sapma ve okulda nöbetçilik yapan Sekvotka'ya piknik sepeti şeklinde Merkez Şarküteri'den alınanları götürme, taksiden inip yürürken yere kapaklanmayla beraber bacakta zaten varolan morluğa yenilerini ekleme, saatlerce MSGSÜ'de kalma, gülme krizleri, bölüm başkanın alem masasını basması....

Sekvotka- sultanım gel seni facebook'a üye yapalım.
Anotherstar - ne book? o ne ya? ya nolur çıkartma yine başıma acayip web sitelerini, uğraşmayayım.
Sekvotka- yok bu çok güzel. herkes burada. göreceksin çok eğlenceli. hadi hadi.
Anotherstar- peki
Sekvotka- isim, soyad, email adresi, şifre
Anotherstar- dur dur aa napıyorsun iki saniyede? oldum mu şimdi üye? hay allahım
Sekvotka- ooh çok güzel oldu. bir de resim koyalım.
Anotherstar- aa ne resmi ya? ben koymam öyle resmimi filan, resimsiz olsun, gözükmeyeyim. istemem.
Sekvotka- dur ya iki saniye
Anotherstar- aa bu resimler bu bilgisayarda mı? valla resim koydu. e bravo sana.
Sekvotka- fena mı sultanım, benimle resmin var artık sitede hahahahah
Anotherstar- bravo ya bravo
Sekvotka- oldu oldu çok güzel oldu hahahaha

Ah Ale, yaktın beni!

Eminim şu resim yayınladığı bu sabahtan itibaren milyonuncu kere tıklanmıştır. Whatever.

Haliyle resmi herkes gibi ben de tıkladım, M. de tıklamış. Ayrı yerlerde, ayrı mekanlarda da olsak birbirimize göndermek istemişiz. Buraya kadar sorun yok, her şey yolunda.

Az önce M.'den Hurriyet uzerinden mail geliyor. Bende bir heyecan "evet, ben de şimdi sana göndermeyi düşünüyordum" cümlesinden sonra resim üzerine 1-2 yorum derken bir klik hareketi ile cevabı yolladım. Ve o anda koptu. Cevabı, nasıl olsa M.'den geldi diye ona gönderdiğimi düşünürken bir anda Hürriyet haber alma merkezi'ne gönderdim. Gönderdiğim adrese de bakmamışım aynen hürriyet'e göndermişim. Ya bu nasıl bir rezilliktir, of ya. Bok var, 14 yaşındaki ergen erkek çocuğu gibi hareketlerde bulunuyorum-bulunuyoruz. Allahtan yorumlarım çok sapık değildi ama ... hâlâ şoktayım ya (millet de bizim için "vaay, ooolum, kızlar da kızları beğeniyormuş" yorumlar yapacak, daha da sapık olacak. of ki of ).

Kahve...kahve...kahve...

P.S. Sekvotka okuyunca hiç şaşırmayacak bu duruma çünkü bilir ki benim böyle yanlış kişiye mail, mesaj yollama durumum vardır. Ufak çaplı rezillikler yaşanır. Ancak Türkiye genelinde ilk defa oluyor. Of ya.

Wednesday, July 11, 2007

"Fantastik" bir telefon konuşması

- alo, galatasaray, buyrun
anotherstar- alo, hmm, aaa, aloo, eee, bir dakika boğazıma bir şey takıldı galiba
- aloooo, buyrun, galatasaraay
anotherstar- ee merhaba ben kombine fiyatlarını öğrenmek istiyordum.
- tabii hanfendi, numaralı üst 3.küsür, kapalı üst 2.378, eski açık 978 ytl. bir de öğrencilere indirimimiz var. 4 taksit yapıyoruz.
anotherstar- 60 yaş üstüne indirim yok mu?
- hahaha hayır hanfendi yok, ama her şey galatasarayımız için değil mi?
anotherstar- yaa evet, öyle tabii.

* bu fantastik telefon konuşmasından 20 dakika önce F.A.'nın ofisi*

anotherstar- oo sizinkiler kombineleri satışa çıkartmışlar, alacak mısın bu yıl?
f.a. - evet istiyorum, gerçi o hala kızgınım takıma da, o hıyar yöneticilere de, taraftara da ama yine de istiyorum. acaba ne kadarmış?
anotherstar- bilmem, açıp sormak lazım
f.a. - e açıp bir sorsan sen mesela. ben çok meşgulum
anotherstar- pardon? ama nasıl yani? bi dakka bi dakka, ben galatasaray'ı mı arayacağım?
f.a. - ara kızım, nolcak? öğren şu fiyatları baban için.
anotherstar- derin bir iç çekiş ile gelen "pekiii"

Üzerinden saatler, Santralİstanbul açılış kokteyli, çeşitli sohbetler, tanıdıklar geçmesine rağmen halen kulağımda yankılanan ses gitmiyor : alo galatasaray buyrun. Hey yarabbim ya, zaten önüm arkam solum sağım galatasaray, bir bunun beynimde yankılanması eksikti.

La Isla Madonna- copines



Sıcak, Ikea'da bağırıp koşuşan çocuklar, arabada Efsane'yi şiddetli öldürme arzusu, eve sinir harbi içerisinde dönüş, biraz soluklandıktan sonra M.'den B.'nin ani sağlık durum değişikliği ile ilgili telefon, atlayıp Nişantaş'a gitme, evde yine biz olarak buluşma, B.'ye üzülmekle beraber çok ama çok kızma (yine de koltuktaki o yorgun, muzip, çocuk halini çok sevimli bulmak- ve bunu gördükçe daha çok kızmak), yukardaki klibi seyretmek, hayranlığı ve arzuyu dile getirmek (hepimiz istiyoruz kendisiyle beraber olmak), o elbiseye, şapkaya, saçlara, danslara öylecene bakakalmak, geçen seneki Adamik gecelerini hatırlamak... Madem öyle bu sefer de bu bize, 4'ümüze gitsin ama hasta ve yorgun olduğu için en çok B.'ye gitsin...

P.S. Madonna benim için SP'den beri R. ile bir şekilde özleşmiştir. Hele dünden beri "gördün mü nasıldı performansı ama?" gibi cümleleri duyduğum için daha da kalıcılaştı.

P.S.(2) Gerçekten sevgili/eski sevgili/koca/eski koca gibi sıfatlar taşıyan karşı cins ile araba kullanmak cinnet geçirme sebebi. Net.

Tuesday, July 10, 2007

Wish list..? you gotta be kiddin'


Sabah sabah gazetelere bakarken birden Alpay'ın bileğinde görünce günlerdir içimdeki dışa vurma istemini eyleme geçirmeye karar verdim.

Bir insan neden öyle bir saat takar? O nasıl bir çirkinlik, nasıl bir sakillik, aman yarabbim?Sanıyorum Türkiye'de satılmaya başladığında ilk müşterileri Hakan Şükür ve Tuncay'dı. Feci. Çirkinlikten bakamıyorum, o denli. Çirkin ve bir o kadar pahalı. Yani sınıf atlattırıcı. Hani ben kıro zevkleri olan bir insanım, altın Rolex filan beğeniyorum ama yok bunu bırak takmayı, yakınımda görmek dahi istemem.

Ne var ki, salt bizde değil, tüm dünya böyle bir yöne gidiyor. Görgüsüzlüğün ve kolay paranın sağladığı gösterişin matah sayıldığı bir zamandayız artık. Geriye de dönmeyecek. Yani o hep özlemle andığımız "eski günler" geri gelmeyecek, aksine daha da çirkinleşecek ve bizler çocuklarımızı bunlarla yetiştireceğiz (televizyon seyrettirmeme, fast food'dan uzak tutma çabaları yalan olacak).

Çok belirgin bir resimdi. Geçen yıl dünya kupasındaki (bence zidane'nın müthiş hareketi ile oldukça haysiyetli sayılabilecek ) vedadan sonra Chirac futbolculara, Elysée Sarayı'ında davet veriyor ve kapıda karşılayıp hepsinin tek tek elini sıkıyor. Ve görüntü şöyle devam ediyor: Zaten her daim takım elbise içerisindeki 70'ine merdiven dayamış Jacques Chirac ve Chanel tweed set ile Bernadette Chirac sanki evlerinde davet veriyorlar havasında kapıda duruyorlar, merdivenlerden çıkan takım elbiseli milli takım oyuncuları ve yanlarındaki paçoz görünümlü karılarını karşılıyorlar. Hem de ne paçozluk! Skinny jeans, üzerinde feci sayılabilecek bir bluz ve altta stiletto. Tabii eldeki fecahat ufak çantayı geçmemek lazım (el çantası ya da cludge). Gittiğin yer neticede cumhurbaşkanlığı köşkü ve bir nevi senin de dolaylı olarak içinde olduğun özel bir gruba verilen çok özel bir davet. O kadar paran var, asistanların var, git hangi markaya istiyorsan al zarif bir elbise öyle git. Ne var ki paçozluk denilen şey parayla pulla olmuyor, tahmin edildiği gibi kıyafetlerin, aksesuarların hepsi oldukça pahalı şeyler ve hepsinin toplamı bir servet ediyor ama yine de içteki, ruhtaki paçozluktan kurtulunamıyor.

Bizde de yok mu? Saymakla bitmez ama saymayacağım (yorulmak istemiyorum) ancak işte nouveaux riches'lerden manzaralar böyle....Türkü, fransızı, amerikalısı farketmez, hepsinin ortak bir dili var ve pek de güzel anlaşıyorlar. Bu konuda asıl dışarda kalan, dışardan bakan biziz (buna da değinmeden edemeyeceğim: şu louis vuitton çanta da bir başka dokunmayacağım, almayacağım, kullamayacağım nesnedir. her ne kadar gerçekten kaliteli tasarımlar yapsa da benden uzak dursun dediğim markadır. son günlerde yine gözüme batmasının sebebi televizyonlarda kampa giden futbolcuları görmem. nasıl bir şeydir bu, hepsinde var, boy boy, envahi çeşit? hepsi takmış boynuna yandan askılı, elde pasaport yürüyor. biri de aynaya bakıp halini görmüyor, yakışmadı diye düşünmüyor. ne o seviye atlandı çünkü. en çok kazananının kolunda bir de buna ek olarak jacob & co. nin feci çirkin tasarımlı saatleri var. çok güzel, puzzle tamamlandı).

Başlık wish list olsa da haliyle değil... Ya da bana uygun değil. Var kendimce mütevazi bir wish list'im ama buna bir de ek olarak ikinci sayılabilecek daha komik bir wish list'im var: şu manasız blog kendince hareketlerde bulunmasın ve başlık bölümüne zorlanmadan yazabileyim. 2) ilk defa Sekvotka'nın itmesi dışında bir siteye yazıldım ve gariplikler anında başladı, sistem çöktü, bilgisayarım kilitlendi, kullanamıyorum, sözde oylayacakmışım vs, palavra oldu bende. 3) araba kullanmak zorunda kalmasam etc ... Şu sıralar fazla şey istedim galiba, dileklerimin gerçekleşmesi durdu bir süredir.




Monday, July 9, 2007

Kim kimdir? Ne nedir?

Dün Papi'nin ölümünün 1. yılı idi. Duası vardı. Ben çok taraftar değilimdir bu tip şeylere ama yapılması çoğu insan için rahatlatıcıdır, o yüzden de itirazım olamaz, sadece saygı duyarım. Sıcak bir pazar gününde "dua" için İ.'lere gitsem de, duaya katılmadığımdan içerde beklemeye, hatta kütüphanede bulduğum eski bir ansiklopedi cildini okumaya başladım.

"Kim Kimdir" ansiklopedisi. Sanıyorum 5 ciltti, Kim Kimdir, Ne Nedir, vs diye giderdi ama bu ikisi Walt Disney çocuk ansiklopedisi ile beraber en çok okuduklarımdı. Sayfaları çevirdikçe, resimleri gördükçe sanki her şey tekrar tekrar gözümün önüne geldi. Çocukluğun, "çocuğa çocukken" verilenlerin ne denli önemli olduğunu bir kez daha farkettim. Yazılanlardan, o bilgilerden hiçbir şey kaybetmemiş, üzerine eklemişim. Hep aklımda kalmış o resimler, yazılar, cildin rengi, sayfa düzeni.

Önemli şey çocukluk (0-3 yaş daha da önemliymiş). Ne görüyorsan, ne işitiyorsan her şey aynen öyle kalıyor, bir ömür boyu iz bırakıyor( f.a. ben çocukken- o zamanlar plak vardı- klasik müzik eserlerini dinletir, onların öykülerini, hikayelerini anlatırdı, j.a. uyumama rağmen konserlere götürürdü, belki de bu yüzden bugün ilgi alanlarım daha çok bu yönde).

Biraz katı ve idealist bir düşünce gibi gelse de, çocuğa özel olduğu hissettirilmeyecekse yapılmamalı kanaatindeyim. Her insanın veya her çiftin çocuk sahibi olması gerektiğine de inanmıyorum. Kimi insanlar, kim bilir belki de çoğumuz böyle bir duruma, hayat değişikliğine hazır değiliz ve hiçbir zaman da olamayacağız. Ve bu tenkit edilecek bir seçim de olmamalı toplum içerisinde. Mış gibi yapmaktansa, yapmamayı tercih etmek takdir edilecek bir davranış olmalı.

Çocuk meraklısı olmayıp bu kadar "enfant" konuşmam hem, sanıyorum son günlerde bir şekilde bu tip konuları duyup konuşmama, hem de dün bir tanıdığımı karnı burnunda görmeme dayanıyor. İlginçti. Anladım ki, kendim veya şurada hep saydığım en yakın "bizim kızlardan" biri bu durumda olmadığı sürece bende bir heyecan oluşmayacak. Herkes kıza dokunuyor, karnını elliyor, onunla konuşuyor filan ama bende sıfır özel ilgi. Her zaman nasılsam öyleyim. Ancak komik olan, konuştukça ne kadar çok şey bildiğimi, hatta öğütlediğimi farkettim. Sanki 5 tane çocuk doğurmuşum, hepsini besleyip büyütüp sokaklara salmışım da konuşuyorum şunu yap bunu yapma diye (neyse ki sonra halimi farkettim de sustum).

Büyük konuşmamayı öğrendiğimi sanıyordum ama huy candan çıkmazmış. Dün yine büyük konuşup "ben çocuğuma mümkünse 3 yaşına kadar televizyon seyrettirmeyeceğim" dedim, bilmiyorum sonuç ne çıkacak, göreceğiz hep beraber. Bir de hep böyle konuşanlar aksini yapanın önde gideni olur ya, ah işte en büyük korkum şu sıralar desem...

P.S. Geçen gün B. & M. 'ye "bugün bir bebeği çok beğendim, cidden çok güzeldi" dedim ve 3'lü msn diyaloğunda olay koptu.
b. & m. - neee? şoktayım. sen çocuk beğendin ve sevdin? nasıl bir şeydi?
a.- bilmem ama cidden çok güzeldi. alışveriş arabasına oturtulmuş küçük kız çocuğu idi ve sürekli bana bakıyordu. bembeyaz, şirin yüzlü bir şeydi. anne ile baba hiç güzel değildi ama çocuk inanılmazdı, ilk defa bir şey hissettim. benim çocukluğuma benziyordu.
b. & m. - hahahahaha....hah anlaşıldı işte neden beğendiğin. kendini görmüşsün de ondan.
a. -yok valla ondan değil, çok şirindi.
b. & m. - hmm tabii ondan değildir. hahaha


Sunday, July 8, 2007

Breathe ...Respire...5


Sadece...
Gerçi kendisinin yukardaki hali en az beğendiğim hali. Kısacık kesilmiş kakülleri ile her zamanki o "classy" halinden çok eve gelmiş alman/hollandalı mürebbiye haline daha yakın olsa da yine de... Breakfast at Tiffany's derim ben.

Saturday, July 7, 2007

Anotherstar Harikalar Diyarında


Komik gelse de o meşhur listelerimde yeralan Scarface, Once Upon A Time In America , Ghost Dog gibi gerçekçi ve maskülen sayılabilecek filmler arasında Spirited Away yeralır. İnsanın hayal dünyasında, detaylar karşısında kendisini kaybettiği filmlerdendir.
Alkazar Sineması'nda Hayao Miyazaki fimleri festivali varmış. Spirited Away (tr. "ruhların kaçışı", fr. "le voyage de chihiro") salı günü gösterilecek sanıyorum ancak ben hiç görmediklerimi yakalamak istiyorum.
Hava sıcak, bunaltıcı, sinema salonu daha da bunaltıcı (hele Alkazar aman derim ) ama L.C. duy sesimi sinemaya götür beni...söz ayın 13'üne kadar mideme, kendime çok iyi bakacağım.

Friday, July 6, 2007

A'dam


Sadece... özlediğim için...(hem de öyle böyle değil)

Muddy Waters-muddy city, muddy street, muddy soul



Evet hava gerçekten güzel... Güzel bir sabah bu sabah.Daha yağmur yok ama gökyüzü gri, çok kapalı değil ama kapalı. Nedense seviyorum (yeter ki ıslanmayayım). Bu havada dinlenecek tek müzik caz ve blues'dur. Hasta olmasam müziğimi dinleyip viski içeceğim (hatta viski sever olarak M.'yi çağıracağım) ama ...

P.S. Her şey muddy/çamurlu olabilir, hatta çamur banyosu bile yapılabilir. Yeter ki ruhlar, hissiyatlar çamur gibi olmasın. Yoksa ne ki, çamur denilen şey suyun altında akar gider, hatta cildi yumuşacık da yapıverir.

P.S.(2) Neyin kokusunu hissediyorum, hangi duyguyu bana çağrıştırıyor diye düşünüyordum, ki hatırladım... A'dam. Yazın A'dam'da hava böyle olur. Güzeldir. Sabah çıkarsın tramvaya binersin (eğer gerçek bir A'damlı isen mutlaka bir gün boyunca biletini hiç basmadan gezmelisin), şehrin şehir olan yerlerinde, turistlerden uzakta dolaşırsın, kitapçılara müzik dükkanlarına girersin saatler geçer zaten, öğlen, görmene hiç gerek olmayan ama gördüğünde kaldığın yerden devam eden arkadaşlarınla yemeğe gidersin, yemekten sonra onun bisikletinin arkasına atlayıp ya ona gidersin ya da eve dönersin, yolda ondan bisikleti alırsın ama şehirde kullanmayı bilmediğin için türlü şaklabanlıklar ortaya çıkar hatta beraber düşersiniz, gülmekten yerden kalkamazsınız, yine yolda " patat yiyeceğim ben hem de mayonezli" diye tutturup zorla büfemsi dükkanlara istikameti çevirir, gitmişken bir de croquette alırsın ve devam eder gün/gece... Çok güzeldir A'dam (otu, boku, stringi ayrı, onlar başka alem. itirazım yok ama benim asıl sevdiğim yaşantısı, kokusu, insanları). Farkettim çok özlemişim.

Wednesday, July 4, 2007

Kid




Yakın bir arkadaşım ben ve M. 'yi abuk subuk kahkahalar içinde görünce "siz muhtemelen asla büyümeyeceksiniz, hep bir yönünüz çocuk kalacak. kimse sizin için 30 yaşında demez" demişti. Geçen gün havaalanında yukardaki Smarties'î alırken hatırladım bu lafı. Olay sırf hipoglisemiye rağmen gidip şuursuzca Smarties almak değil, gidip üzerinde prenses mickey, disney, misney olanı almak ve bunu kendine almak.

Galiba yapılacak bir şey yok. Kaç yaşıma gelirsem geleyim içimdeki çocuk hep varolacak, bir yerlerde mutlaka kendisini gösterecek (fine with me, ben bayağı hoşnutum bu durumdan).

* Genelde anglosaxonların telaffuzunda vardır iliskideki erkeğin kıza "kid" diye hitap etmesi durumu. Garip ama bir şekilde hoşuma gider benim bu durum. Ondan "keyfin yerinde mi, kid?" diye duymak. Evet, eğlenceli ve bir başka. Kiddo değil belki ama kid uygundur bana (eğer ilişkide erkek kıza kiddo diyorsa, ortada "come to daddy" durumu vardır ki hiç gerek yok, istemem).

P.S. Şu sıcakta İstanbul'da kaç kişinin burnu akıp hapşırıyordur, kendisini halsiz hissediyordur? Eh çok fazla olmasa gerek ama biri de benim. Nasıl beceriyorsam bu aksi durumları hayatımda bravo diyorum kendime.

Gece ve korku

"Paşam" telaffuzunu severim ama çok insan için kullanmam, hayatımdaki belli bir yerdeki karşı cinse hitabımdır. Ve bu hitabın ilk sahibi Sekvotka'dır. Sebebi de bir 10 yıl öncesinde gerçekleşen sohbete dayanır, o gün bugün de aynen devam eder.

Dün gece, midemin o kadar kötü olmasına, tarif edemediğim bir halsizliğim olmasına rağmen Cavit'te buluştuk. Genç paşalardan Yale 'de doktora yapan ama bir o kadar rezil ve seviyesiz insan olan A. da katılınca-benim için- ayrılık saati 1 buçuğa geliyordu. Yine komik, seviyesiz, gerçek bir dostluğun olduğu geceydi.

* sekvotka -sultanım bluzun çok güzel ama seni olduğundan fazla masum göstermiş, buna bir şey yapmak lazım.
anotherstar -hmm olabilir ne yapsak ki? terziye verir önünden hafif bir dekolte açtırtırım.
a. - yok yok biz açalım, kendimiz.
sekvotka - hahahahah. bak o olur, pek de güzel olur. ne dersin sultanım?
anotherstar -iyi de nasıl? şimdi toplum içinde sansasyonel bir olay olmasın.
a. 'nın elinde bıçak masanın üzerinden %100 pamuklu bluzun ön tarafını hafifçe kesmesiyle bu konuda geçti gitti.


* Midem hâlâ kötü. Günlerdir böyle. Hatta ocak ayından beri süregelen bir durum, geçmiyor işte. (sekvotka ile az önce konuştum, "ya iyiydi güzeldi de benim midem hâlâ kötü, boğazım yanıyor" dememle "senin reflün yine azmış, süründürür, hatırlatayım, dikkat et kendine" dedi).

* "Konuş, konuş, böylece seni dövmek için sebeplerim artar"- Yabancı fiksiyondan bir cümle ancak duyunca karşımda Tony Soprano varmış gibi hissettim... Neden bitti? Şimdi hızla tüketilen fenomenlerden olan çoluk çocuk dizilerine kaldım ve hiç hoşnut değilim.

**Korku**

Uzun zamandır bu kadar korkmamıştım. Saat 5 gibi korku içerisinde kalbim çarparak uyandım ve oluyor sandım. Rüya-kabus ve gerçek arasındaki gerçeği ayirdedemedim. Saniyeler o kadar uzun geldi ki ne yapacağımı şaşırdım ve kıvrıldım resmen yatağın bir tarafına. Gerçekten oluyor ya da oldu ve ben farkında değilmişim gibi hissettim. Sonra geçti ama nasıl bir korkudur bu deprem korkusu?

P.S. Benden sonra devam eden Sekvotka ve A. noktayı Etiler Casita'da koymuş. Yok, bir kez daha anladım ki ben asla sabaha kadar açık büfesi, mantıcısı, kebapçısı olan bir semte taşınmamalıyım, sonum olur resmen. İyidir yokuşlu Cihangir, çıkmaya, yürümeye filan üşeniyorum da kalıyorum evde. Ya 200 metre ötemde muhteşem çizburger yapan bir büfe olsa...

Tuesday, July 3, 2007

Bazen "elma" sadece elma demektir.

René Magritte, 1929, la trahison des images

René Magritte geçtiğimiz yüzyılın başında "ceci n'est pas une pipe" diye belirtmiş ancak kimi zaman gerçekten de "ceci est bien une pipe".

Çoğu zaman yazılmış veya telaffuz edilmiş kelimelerin, cümlelerin altında başka mânalar aramanın peşinde olan bizler boşuna yoruluyoruz. Bahsedilen ya da bahsedilmek istenen aslında hiç düşünüldüğü gibi romantik, duygusal, nostaljik konular olmayabilip, sadece ve sadece elmadan bahsedilebiliyor. Oysa biz hemen bir etiket yapıştırabiliyoruz.

O yüzden elma ile armudu karıştırmamak hatta karıştırmamaya meyilli olmak belki de en iyisi bu hayatta.

P.S. L.C., GMK ödülü kazanmış... Ayrıca söylediğine göre, ödülü boşverip gittiği tatilde sahilde voleybol oynayan gördüğü Nejat İşler (İçime İşler)'in adonis kası varmış ... Evet bu haber karşısında yerlerde sürünüyorum desem yalan olmayacaktır.

P.S.(2) Yine çok güldüm kendime: - bugün pazartesi mi?
a.- artık salı

Monday, July 2, 2007

Tatlı, tat, karşı konulmaz cazibe


Dün gece Asmalı Mescit'te, Yakup'ta başladı midemin yanması. İçemedim; bir dubleden sonra bıraktım. Hoşgeldin organizasyonu sahipleri R. M. ve K.'ye "herhalde günlerdir sebze yemememden kaynaklıdır" dedim.

Sabah da bir garipti. Önce her şey iyiyken bir anda sıkışmaya başladı hem midem, hem yüreğim. Daraldım nedensizce. M. ile konuştum, o da "ben de öyleyim" dedi, devam etti, sinir oldum, getirdiğim rus çikolatalarına vurdum kendimi. Şimdi ise, şekeri, reflüsü ve ülseri olan biri olarak saçma çikolata hareketimden sonra yerlerde sürünüyorum.

Neymiş insan dürtülerine, fevri düşüncelerine aldanıp kendisini tatlılara, o güzel tatlara, karşı koyulmaz cazibeye kendisini atmayacakmış, sonunda sürünebiliyormuş. Ne var ki, hedonist yapıda biri olarak, mantığın sesini dinliyor muyum? Hayıır! Sürüneceksem böyle sürüneyim, en azından ağzımda güzel bir tat kalır.

Sunday, July 1, 2007

You'll never walk alone



Asıl bombayı atladım...

Bize oralarda söylediğine göre, F.A. gelecek yıl, Bilgi'nin kardeş üniversitesinin bulunduğu Liverpool'a bir süreliğine gitmeye karar vermiş. Orada kendisini yazılarına verecek, ingilizcesini geliştirip, her hafta Liverpool maçına gidip, atkısını sallayıp "You'll never walk alone" u söyleyecekmiş. J.A. ile pek sevindik onun adına. Keşke yapsa, yapabilse çünkü hayat bazı şeyleri ertelemek için çok kısa... İnsanlar biraz mutlu olmalılar. Hayat denilen şeyde sadece sorumlulukların altında ezilmeden, yaşayabilecekleri mutlulukları yaşamalılar. Hem ben de giderim yanına, pub'da guiness'leri içip maça gideriz beraber (eh burada asla aynı tribünde olamadığımıza göre içimizde ukte kalmasın).

Komşunun vedası

80'li yılların sonu, Çiroz, Yeşilköy.

70'li yılların ortalarında yapılan sitelerin biraz daha sahile yakın olan kısmına Özal dönemi ile birlikte daha modern, daha yeni siteler yapılmış yeni sahiplerini bulmaya başlıyor. Yeni yeni ülkeye yatırım yapmaya başlayan yabancı firmaların çalışanları, savaştan kaçan ve sevgilisinin resmini salonuna floransanlı tablo haline dönüştüren lübnanlı zenginler, vs.

Ancak bu yeni ahaliden biri vardı ki çok sevilir, çok saygı duyulurdu. Evi, İlbey Sitesi'ne yakın tarafta giriş katındaydı. Salonunda geniş bir kütüphanesi vardı. Camları sürekli açık olur, öyle bizim aileler gibi perdeler kapalı olmazdı. Adamcağızın evinin önüne gidip türlü şaklabanlıklar yapıp, rahatsız etsek de hiç bize kızmaz hep el sallardı, gülümsemesini hiç eksik etmezdi.

Hiç sevmediğim, hazzetmediğim o takımın sevdiğim, saydığın insanıydı. Meğer bizim tatilde olduğumuz zamanda veda etmiş (üzüldüm). O takımlı değilim ya da çoook anladığım bir oyun değil, sadece seviyorum. O yüzden de şöyleydi, böyleydi deyip methiyeler dizip, istatistikler sıralayamam ama derinden üzüldüm.

Az önce F.A.'ya verdim bu haberi. Kendisi yıllar sonra ilk defa 10 saat uyuduğu için yokluğumuzda ne olup bittiği hakkında bir fikri yok.

a. - biliyor musun, derwall ölmüş
f.a. - hadi! ne zaman? aaa!
a. - ya biz yokken işte. hatırlıyor musun bizim orada otururdu, evinin önüne oynamaya giderdik.
f.a. - evet, ya bak üzüldüm şimdi. hep el sallardı değil mi? sen o zaman bile gs'lı olmadın, demek olamazmışsın.
a. - evet, demek ki kaderimde yokmuş.
f.a. - peki bizim bu hıyarlar bir şey yapacaklar mıymış peki?
a. - bilmem. aç senin çocuklara sor
f.a. - dur bakim ben bir soruşturayım.

P.S. Aynı sitede bir de Erdal Keser otururdu. Hiç sevmem kendisini. Havalı bir motorunun üzerinde dolanıp dururdu Yeşilköy - Florya hattında. Havalı diyorum çünkü o zamanlar çok alışık olmadığımız şekilde chopper motoruna kolonlar taktırmıştı, sokaklarda müzik dinleyerek gider, sitelerin basket sahalarında oturan gençlerine (kızlarına) hava atardı. Artık o takımı bir şekilde bıraksa da kendisini ekranlardan görmek zorunda kalmasak...