Wednesday, April 30, 2008
Sonuç:"gece hayatı sizden mahrum kalacak, mademoiselle"
Dün gece, bir anda karar verilen çıkma programı, buluşma, "touchdown, koridor" , mutluluk, keyif, eğlence derken...
Reflü, şeker, alerji vs sahibi bir bünye olarak reflünün sonucu ufak çaplı bir süründürmenin akabinde farkettiğim "boğazda yumru" hissi ile apar topar gidilen hastane, doktorun önce franjit deyip sonrasında test sonuçlarını görünce "testlerin tamamını yapmadım ama sanki bir ihtimal mononukleoz var gibi gözüküyor. rapor yazıyorum pazartesiye kadar adımını atmayacaksın evden". Ben şok hali içerisindeyim. O havalı isimli hastalık halk arasındaki öpücük hastalığı oluyor ve feci bir şey. Geçmesi sadece ve sadece dinlenme ile oluyor, ilaç filan bir yere kadar ama asıl karaciğer ve dalak çom zayıflıyor, içki yok, çok yorulmak yok, of yani yok da yok. Bu manasız hastalıktan 3 ay bile yatılıyormuş ki ben bu ihtimali düşünemiyorum bile. Herhalde pencereyi açıp denize uçarmışım gibi geliyor.
Neden bu tip garip şeyler beni buluyor ki? 30 yaşında rapor almak ne demek ya? Okuldayken muhteşem bir şey de çalışırken sıkıcı yani. Of ya 5 gün. "adımını dışarıya atmayacaksın" dedi. 5 gün. Bittim tükendim ben yemin ediyorum.
P.S. Başlıktaki cümleyi kıçımdan sallamadım, doktor da bizim okuldan çıktı, karşılıklı francophonie dayanışması yapınca söylediği laf da böyle oldu.
Tuesday, April 29, 2008
Yaz elbisesi
Samimi duygular
Pazar günü telefonda çok eğlenceli, çok samimi konuşmaların ardından gecesi samimiyet sorgusuna dönüştü. Üzücü bir şey bence insanın sonsuz samimiyet hissettiği ve teklifsizlik içerisinde yaşadığı birine karşı bu duyguları sorgulamaya gitmesi.
*
O gece de maşallah benim samimiyetim sorgulandı da sorgulandı. Galiba bu maç bilmem ne mevzularında kızların samimiyetle sevinip aynı samimiyetle üzülebileceklerine ihtimal verilmiyor karşı cins tarafından. Nedense hep bir "hadi lan ne kadar üzülebilir? ilgisi dağılır zaten" veya kız kısmının zaten erkek ile şekillendiği düşünüldüğü için artık erkekle beraber ne kadar olursa ne kadar yaşanırsa diye bekleniyor. Ben zaten yıkılmışım, çökmüşüm oturduğum yere, telefonlar mesajlar susmak bilmemiş bir de üstüne üstlük mutsuzluktan çıkmayan neredeyse çocuk sesimle "mutsuzum şu an" dememe "hadi lenn oradan" denilmiş, yine bir samimiyet sorgusuna girilmiş. Yani elalemden, ondan bundan beklerdim böyle laflar da, lafı edenden beklemezdim. Nerede teklifsizlik, nerede samimiyet, nerede büyük tanışıklık?
whatever...
Kısacası pazar gecesi üzerime kabus gibi çöktü. Yenilgi, yenilgi ile gelen mutsuzluk, huysuzluk, samimiyet sorgusu, bölünen uyku ve uykusuzluk hali. Bari Şamdan'a gitseydim... Gerçi galibiyet sarhoşu halinde telefonda ciyak ciyak bağıran M. "gitsek mi? hadi gidelim, galibiyet eğlencesi diye düşünme sen, eğleniriz" demişti de ben yüreğim daralır o bağıran anıran taraftarlar, o deri koltuklar filan üstüme gelir diye itibar etmedim teklife. Etseymişim.
P.S. Asıl bomba laflar elbette F.A.'dan ertesi gün geldi.
anotherstar- ya baba, ben gerçekten üzüldüm. içim acıdı resmen.
f.a.- acımasın. oynamadınız çünkü. ben biliyordum sizi yeneceğimizi, herkese de söyledim futbol okumaktır bu.
anotherstar- aaaa. ne yapayım içim acıdı diyorum.
f.a.-yaa böyledir bu işler. bizim yıllardır acıyordu, gülüyordunuz. asıl ben kutlama yemeği vereceğim haftaya orhan abi ile konuştum, gelirsin sen de..
anotherstar- ha ha tabii gelirim sizin kutlama yemeğinize
f.a.- gel kızım gel bu yol doğru yol değil, camia ile kucaklaşırsın.
Monday, April 28, 2008
Sesin gücü
Ennio Morricone insanı coşku ve hüzün arasında gel-gitler yaşatan müzik insanıdır. Belki de en güzel örneği 1966 tarihli "İyi kötü ve çirkin" filminin o çok bilindik hafızalara kazınmış jenerik müziğinden sonra en çok bilinen kısmı olan "Ecstasy of gold"dur. Orijinal bestede ve özellikle buradaki sopranonun sesi insanın içini titretir. Yükselen coşku ve heyecan derken hemen ardından gelen düşüş bir arada hissedilir. Müzikte insan sesinin güçlü etkisi. Nefret eden nefret eder ama opera denilen şey işte bu yüzden sözlerini zerre anlamayanları bile ağlatabilecek güçtedir.
Smokin içerisinde bir Ennio Morricone 2006 yılında Münih Radyo Orkestra ve Korosunu yönetiyor. İnsanın içini titreten sesli soprano ise Susanna Rigacci. Hatta konserin dvdsi çıkmış "Ennio conducts Ennio" adı altında. Dinleyecekler sesini açsın. Hem de sonuna kadar. Böylece müziği içinde hissedebilir insan.
En attendant
Sunday, April 27, 2008
Kıysından es geçmek
En güzel tesadüf kurgulu film Amores Perros'tur. 2000 tarihli. Gayet acıklı ve şiddet içerir ama çok güzeldir. Yaz tatiline geldiğimde F.A. ile seyretmiştim. Kaç yıl olmuş.
Bir de türk oyuncular ingilizce konuşmasın filmlerde. O aksan, o vurgu, o telaffuz olmuyor. Olması da gerekmiyor belki ama yapmasınlar işte.
Neyse never on sunday. Hele bugün....Günün sonu çok güzel olacak bana. Bu arada dünden beri arayan arayana, laf eden edene. Teker teker gelin lan, zaten şurada tek kişiyim yapayalnızım o renklere karşı. Darbe oldu taraftarları coştu valla.
Saturday, April 26, 2008
Gerçek mi fantazi mi?
Kelimelerin önemine, ağırlıklarına çok inanırım ben. Sırf bu yüzden hissetmediğimi, yaşamadığımı, düşünmediğimi telaffuz etmemeye çalışırım aynı şekilde karşımda edildiğinde de inanırım, benim gibi olduğunu düşünürüm.
Ama burası dediğim gibi biraz oyun bahçesi gibi; kaydırak var salıncak var, şekerleme ve dondurma var, büyükler için de kahve var. İçerdeyken elimde dondurma ile kaydıraktan kayıp her türlü şekilde ona buna sallıyorum, istediğimi söylüyorum, sevdiklerimle salıncağa biniyorum. Cümleler bitip de her şeyi söyleyip son noktayı koyunca da kalkıp kahve içiyorum, oyun bahçesindeki büyük oluyorum ama içimdeki gitmediği için laf edenlere gülerek dil çıkartıyorum.
Epey fantastik ifadeli bir fantazi oldu ama gerçek budur, fellas.
P.S. Nescafé ve türevleri asla ve asla gerçek kahve değildir. İçilmez içene de kahve sever denilmez. Bilmek isteyenlere duyurulur.
Friday, April 25, 2008
Part II
Dayanamadım yıllar sonraki bir Pink Floyd konserinden live versiyonunu koydum. Roger Waters yok bu konserde. 80li yıllarda gruptan ayrılıyor. Seveni müzisyenler hariç azdır. Genelde herkes önce Syd Barrett'ı sonra da David Gilmore'u sever. Hele David Gilmore'un eski hali bayağı bir etkileyici de uyuşturucu alkol görülebileceği gibi bayağı çökertmiş kendisini.
whatever... Pink Floyd insanı değilimdir, hele hele The Wall albümü de filmi de çocukluğumun kabusudur (çocuklara böyle filmler seyrettirmemek lazım). Ama gelsinler koşa koşa giderim konsere hatta eminim J.A. & F.A. da gelir, çıkışta da köfte ekmek yeriz.
Özlemi dile getirmişken
Son dakika cuma eğlencesi raporu
Bizim yüzümüzden mi? Değil ama çok konuştuk, çok anlattık herkese eğlencemizi, haftamızı, coşkumuzu. Cuma eğlencesi tam eğlence olacaktı ki bu akşam yalan oldu... Yani bir şekilde yine çıkılır da bizim istediğimiz şekli ile değil. Aman!
Cuma eğlencesi # 17
Yine aynı geceden ve yine YSL. Güzel ama kırmızı-bordo elbise kadar güzel değil açıkcası. Ama rengi güzel ki şu anda boynumda o renk bir fular var. Kız ise ismini bilmediğim ünlülerden, oyuncu filan ama pek beğenmiyorum ben. Fazla koyu renkli, fazla patlak dudak patlak gözlü hatta fazla pornocu kılıklı. Ama beğeneni çok biliyorum.
Güzelden sonra biraz çirkin oldu galiba. Ne kendisini ne de müziğini severim. Atlayan zıplayan rock ile hip-hop arası garip gruplardan Limp Bizkit'in solisti bu adam. Eskiden gayet yapılı, Tony Soprano'dan hallice bir haldeyken zayıfladı, adonis kasları yaptı ve hatta bunları klibinde gösterdi ama müzik işini pek yapamadı. Gerçi 11 Eylül sonrası bir albüm için galiba wish you were here'ı güzel yorumlamışlıkları vardır ama şarkı güzel zaten ne yapsan oluyor. Neyse seks kaseti ile yakalanmış kendisi yakın zamanlarda. Bilmiyorum nasıl olduğunu seyretmedim, niyetim de yok (baştan söyleyeyim de). Bu adam zamanında ona buna çok bok atardı, yok Eminem yok Britney yok çoluk çocuk diye de kendisi de çocukla çocuk olurdu-kendisi biraz yaşlı bile sayılır. Neyse önüme çıktı bu resim bugün, bok atacağım bir şeyler olsun diye de koymak istedim; beğenimden filan değil.
Kahve hali
Gerçekten kahve kokusuyla uyanmak istiyorum. Ayrıca evet "good things happen over coffee" . İnanıyorum ben buna. Elimde kahve, tiril tiril elbisem üzerimde, ona anlata anlata yürüyorum.
Thursday, April 24, 2008
Fani
Summer breeze olsun...
Isley Brothers soul müzik tarihinin en önemli ve yine şarkıları hip hop djlerince en çok sample olarak kullanılmış gruplardandır. Bu şarkı ise gruba ait değil bir seals & crofs cover'ı. Isley Brothers şarkıyı 1973 yılında 3+3 albümünde piyasaya sürüyor. Ben severim, iyi hissettirir, bahar ama daha çok yazı hissettirir.
see the curtains hangin' in the window
in the evening on a friday night
a little light-a-shinin' through the window
lets me know everything's all right
Düşünce ve düşünce ile sürükleme
Şahsi kadın mevzusu
Ne balon ne şekerleme hani 23 nisan
Wednesday, April 23, 2008
İngilizler
Neyse ingilizler demişken beğeniyorum Joe Cole'u. East London'lu kendisi. Yani biraz varoş oluyor; bizimkiler gibi. Galiba topçu takımı biraz böyle-genele vurulduğunda. Ama nedense bizde böyleleri pek çıkmıyor, hep bir ayı, hep bir çirkin hakim.
Bayramımı kutlamaya çıkacağım birazdan, ingilizlerin şerefine Cantona tişörtümü de giyerim eteğimin üzerine. Yalnız sanki biraz dar! İngiliz kızlarının göğüs kısmı pek yok galiba. Keşke m isteseydim.
Eski insanlar eski zamanlar
Dün, aslında sevdiğimiz ama dün ayrı bir şekilde kalabalık olan mekanda bir çift gördüm ki...bu kadar mı sinir olabilirim, olabiliriz. Genelde huysuz olan benimdir ama bu sefer hemfikiriz ikimiz de. Kız zaten büyük kokainman mankenlerden, çocuk da eskinin tıfıl baleti bugünün maço erkeği. Çocuğu çok eskiden tanırım. Herhalde 15 yıl önce. Benim elimde şişe ile dolaştığım günlerden. Daha o zaman böyle erkeksi değildi, tıfıl bir oğlan çocuğu idi. Hadi o tıfıllık vs başka insan büyür gelişir ama o zamanlar böyle "maço" ve "sadece pozdan oluşan sert erkek" tavırlı değil aksine iyi ve eğlenceli bir tipti. Kız zaten o zamanlar buralarda, alemlerde mekanlarda değil, doğup büyüdüğü küçük şehirde ilk gençliğini geçiriyordu. Kız sonra buralara gelince kendisini kaybetti, keşfedilince de feci çirkef bir tavırla alemlerde boy göstermeye başladı.
Dışardan "girerim ben buna" vs gibi dursam da toplum içerisinde öyle kolay kolay olay çıkartmam, kavga etmem, skandal yaratmam kısacası ilgilenmem olaylarla. Dün de benzer bir şey oldu. Olayı geçiyorum-gereksiz- ama ayrı ayrı çirkin beraber de çirkin insanlar vardır. İşte bu ikisi onlardan. Kız gerçek anlamıyla çirkin değil elbette ama çirkin işte. Çocuk hele...Ve beraber nasıl çirkinler ve daha da çirkinleşiyorlar. İşte gece alemlerinin çirkin yüzlerinden birkaç sima daha.
whatever... ben tanıdığım bu çocuğa selam vermem-gereksiz çünkü. Ama tanıyıp da selam vermediğim insan pek yoktur, nadirdir, böyle bir hareket yapanı da ayrı gereksiz bulurum.
P.S. Her şeyden ayrı bugün benim bayramım. 23 nisan.....çok güzel.....
Tuesday, April 22, 2008
Gün ortası
Burası ilginç yer, kimi zaman gün ortasında içkili toplantı, gün ortasından geceye uzayan ofislerden lokantalarda devam eden toplantılar filan...
Dediğim gibi Miller bira değildir, sevmem, seveni de sevmem valla.
Lakap
Sabah konuşmaları
Diğer dedikoduları da yazardım ancak çok yoğun bir insan olarak toplantıya gitmem lazım.
P.S. Ben ve med cezir ruh hali? Hiç de öyle değil....
Monday, April 21, 2008
Sabaha kadar
Sabaha kadar yapılanlar muhtelif. İş, ders, seks, hesap, kavga, güvenlik, keyif, müzik, deniz, yüzmek vs...
Bilmem kaçbin dönümlük arazide ufak gruba verilmiş kutlama yemeği sonrası eve dönüşte havanın güzelliği ve hafifliği sebebiyle nedense sabaha kadar sözde çalışmaları hatırladım; ertesi gün sınav varmışcasına bahar aylarında pencere açık okuduğumu, tekrar not aldığımı, radyoda f.i.p. dinlediğimi vs.
Tembel bir öğrenci olduğum ve hiçbir zaman günü gününe çalışanlardan veya çalışıp da çalışmıyormuş gibi yapanlardan olmadığım için yumurta kapıya dayandığında gece çalışırdım.,
Güzel şeydir gece çalışmak. Gecenin zaten kendisi güzel ama nedense bahar-yaz geceleri esen meltem ile daha bir başka. Bir de alışkanlık galiba gece çalışma huyu. J.A. değil belki ama F.A. hiçbir zaman 08:00-17:00 arası çalışan bir insan olmadığı için ondan gördüm herhalde. Kendisi gece de çalışır, pazar da çalışır, hele hele İletişim zamanı sabaha kadar işte kalınır ve çalışılır. Muhtemelen böyle gördüğüm için de gece çalışmak bana garip gelmez aksine doğrusu buymuş gibi gelir.
Dışardaki havanın bana pencereler açık halde içeriyi anımsatması ilginç ama duyularla hatırlamak böyle bir şey olsa gerek. Hava çok güzel, çok hafif, çok tiril tiril. Uzun zamandır da ne gece çalıştım, ne de pencereler açık evde notları okuma sonrası sınava gittim. Ancak erken gelen bahar havası birden eskiyi anımsattı, biraz burayı ama daha çok orayı (çünkü burada hiç ders çalışmazdım. orada ise biraz da olsa çalıştım, tez filan yazdım). Galiba en çok baharda özlüyorum orayı. Merde...
Siyah
Viskide de black label daha bir haysiyetlidir (blend viski için elbette). Onu da seviyoruz, seveni seviyoruz.
Hissiyat
Günlerdir aklımdaydı, technics 1210 için onu aramayı düşünüyordum ama üşengeçlik filan kalmıştı öyle. Az önce telefon çaldı, kocaman bir Boogie Boy yazısı (yeni telefonda eşşek gibi kocaman görüyorum arayanları, mesajlar da öyle ama o çok iyi bir şey değil tabii). Fotoğraf çekmeye gelmiş, mekan bakıyormuş...Hemen uçtum yanına pembe satin babetlerimle. Keşke başka bir şey isteseymişim, dileseymişim. Neyse hem technics 1210 talebimi söyledim, hem de hasret giderdim.
* " plus on prête attention aux coincidences plus elles se produisent ".
v. nabokov
Bugün, bu hafta
Bugün, bu hafta ayrıca güzel çünkü burası tatil 1 hafta boyunca. Bize tatil değil ama ben kendime tatil yapmaya çalışacağım elbette, kim tutar beni ofiste, tatilse herkese tatil (gerçekten bir gün kapının önüne koyacaklar).
Bu hafta yine çok güzel çünkü B. & R. iş seyahatlerine gittiği için M. ile müthiş programlar yaptık: rakı olur, disko olur, beyaz lalelerle ev olur, kahvaltı olur, olur da olur, her şey olur bu hafta...
Çok da güzel pek de güzel...
Sunday, April 20, 2008
Never on sunday # 4
1976 yılı...Vibrafon sanatçısı Roy Ayers "Everybody loves the sunshine" adlı albümü artık İngiltere dışında yeni sanatçıya albüm basmayan 70lerde Polydor'dan albümü çıkartıyor. Bence albümün her şarkısı bu kadar etkileyici değil ama soul müzik tarihinin önemli albümlerinden. şarkı da-everybody loves the sunshine- herhalde James Brown'nın The Boss adlı şarkısından sonra en çok sample olarak kullanılan şarkı olarak geçer. Bugüne uygun şarkıdır Everybody loves the sunshine. Kısaca never on sunday- kaldığımız yerden.
Son veda
Dün Pippa'nın cenazesi kendi şehrinde yapılmış, yeşiller içerisinde, ona uygun onun istediği şekilde, şerefine kadehler kaldırılarak. Ben de öyle isterdim, arkamdan güzelce eğlenilsin, kadehler kaldırılsın, güzel müzikler dinlensin çalınsın. Biz öyle yapmıştık, yıllar önce ailecek çok sevdğimiz, J.A. & F.A.'nın 30 yıllık arkadaşına veda ettiğimizde Bence çok güzeldi, çok sevilen birinin hiç istenmeyen vedasını kabullenmek zordu ama veda ediş biçimi ona uygundu, onun isteyeceği şekildeydi. Sanırım bu biraz da insanın hayatı nasıl gördüğü nasıl yaşadığı ile ilgili. Hayata duyulan bağ, tutku ile ilgili.
whatever...Bugün pazar; bunlar da ağır değir aksine hayata duyulan bağ ile ilgili konular. Amaç üzüntü hüzün olmadığına göre her şey bir şekilde hafif-ama gerçek.
Saturday, April 19, 2008
P.S. # 5
whatever...
Söylenerek değil çok gülerek kalktım bu sabah. Muhtemelen halsizliğim devam edecek ve ne yapacağımı bilemiyorum ama komik rüyalarla uyandım (o kadar uyumak istemişim ki sabaha karşı gelen çirkin ama karizmatik erkek b.'nin "gelip alayım seni" telefonunu bile "uyuyacağım ben" diyerek kapatmışım).
Bir de kalkıp spora gitsem...
Bir de herkes beni çok iyi tanıyormuş gibi karakter ve yaşam tahlillerinde bulunmasa... Gerçekten çok sıkılıyorum bu beni çok iyi tanıyormuş, tüm hayatımı biliyormuş gibi düşünen, yorumlayan insanların hareketlerinden.
whatever*2 hava güzel sanki, bir de spora gitsem müthiş olacak.
Friday, April 18, 2008
Cuma eğlencesi # 16
Çirkin bir kadın ama tarzı olan bir kadın (müzisyenliğini, yeteneğini zaten geçiyorum). Barcelona'da aynen böyle giyinen kızlar vardı sokaklarda geceleri. Çocuk kendisinin ve hapiste olan kocasının değil bir arkadaşınınmış ama bu kadın o adamdan, öyle arıza bir ilişkiden çocuk yapar mı? Bence yapar. Kadınların vardır böyle halleri; çocuk doğurarak adama dair her türlü kontrolü ele geçireceğini düşünür ama çocuğa yazık olur mu olmaz mı pek ilgilenmez açıkcası. Hep söylerim kadınların böyle tehlikeli halleri vardır. Farkedilmez ama vardır. Övünülecek bir şey midir? bence hayır ama hırs, intikam, cehalet başka şeyler tabii.
Fantastik 4'lünün benden geri kalanı pek beğenir ama bence "çocuk" tipli bir şeydir bu adam. Ne erkeksi bir hal, ne şöyle haysiyetli ağır bir duruş hiçbir şey yoktur, bebek yüzlü işte. Kısacası beğenmem. Koymamın sebebi resmin gereksizliği. Bir insan kim olursa olsun neden eli ayağı tutabiliyorken, yaşlı ve sakat değilken güneşten neden şemsiyesini başkasına taşıtır, hem de arkadasından gelecek şekilde. Bir Puff Daddy gibi bir görgüsüz yapar, görmüştüm vakti zamanında ama ondan bekliyoruz böyle ucuz ve "paramla satın alırım" hareketlerini. Ancak NY doğumlu, oyuncu bir aileden gelmiş, hali vakti yerinde, puff daddy gibi yokluk içerisinde büyümemiş, yale male gibi ivy league okullarına gitmiş bir insan neden yaptırtır ki böyle bir hareketi? Neyi ispattır bu? Bırak o kahveyi de şemsiyeni taşı diyesi geliyor insanın. Büyük hayal kırıklığıdır şu hareket.
New York'ta Gap gece yapmış herkes gitmiş Anna Wintour gitmiş olay olmuş. Gap gibi orta orta bir markanın gecesinde koskoca Anna Wintour. Chanel tweed set ve kürkü ile her zamanki haliyle dolanıyor diyelim ama o çizmeler olmamış. Anladık hayvanları öldürüp boğazına sardığı kürkün rengi ile uyum istemiş ve o rengi seçmiş ama çizmenin şekli, topuğun boyu rengi filan bir şekilde fazla durmuş. Ama yine Anna Wintour Anna Wintour'dur.
Bu hafta herkes geri dönmüş alemlere. Hana Soukupova da. Burada çok güzel değil. Saçı başı sıradan. Öncelikle gögsü yok o yüzden böyle elbiseler göğüs kısmını boş gösteriyor şişirmiyor düz duruyor. Ayrıca muhteşem bacaklarını kapamış. Benim elbiselerime benziyor. Diz kapağına kadar. Bacaklarım kendisininki gibi muhteşem olsa herhalde kıçıma kadar açarım. Ama herkes kendinde güzel olanı açmalı bence. Ve yine bir ayakkabı sorunu var kendisinin, ayrıca bir tanesinin bantı sıkışmış. Sıradan ama kendisi güzel kontenjanından olduğu için geçer sınıfı yoksa giyinip sonra da poz filan vermesin.
Sabah keyfi # 5
1963 yılına gitmek istedim bu sabah.Hem de Ipanema plajına.
Caz çağı
1800'lerin sonunda kardeşler arasıdaki para mevzuları sebebiyle iki ayrı otel olarak açılıyor ama sonra birleşiyor. 1930'da Schultz-Weaver isimli mimarlar otele art-deco dokunuşu yapıyorlar ve tarihi güzelliğine kavuşuyor. Caz çağında ise belki de en glamour günlerini yaşıyor. Tres luxe, tres elegant (aksanları unuttuğum düşünülmesin, sadece bu bilgisayarda nerede olduğunu bulamıyorum)
Caz çağı...nasıl da uygun bana.
Thursday, April 17, 2008
Motto # 14
Gerçekten en sevdiğim yazarlardandır. F.S.Fitzgerald. Sırf onun yüzünden eğer üniversiteye okyanusun oraya gitmeyi düşünseydim Princeton'a gitmeyi düşünürdüm. Acıklıdır ama güzeldir. Jazz Age de öyle. Hepsi aslında. Çocuğum olsa okuma yazmayı söküp biraz bir şeylerden anlamaya başlayınca önüne koyacağımdır. W. Faulkner, O. Henry, M. Proust ile beraber. Ya çocukken okuma alışkanlığı elde edersin ya da eksikliğini dahi duymazsın.
Motto # 13
"carb" meselesi
Wednesday, April 16, 2008
Graffiti
Eski şarkılarla hep beraber
Tuesday, April 15, 2008
Sabah keyfi # 4
Sabah sabah yaşamak istediğim sahne (portakal suyu hariç, sabah içemem midem bulanır). Bahar güzeldir Fransa'da. Özellikle de sabahın erken saatleri. Bütün kafeler doludur, çoğunlukla da bizdeki gibi illa ki 2 ve + olarak değil tek kişi masaları işgal eder; işe giderken, okula giderken, evinden çıkıp mahallesindeki kafeye uğramış insanlardır. Kahvesini içerek croissant'ını yer ve gazetesini okur. Unutmadan, sigarayı da eklemek lazım. Ya cebinden paketi çıkarır ya da kendisi tütün sarar.
Gerçekten sabahın erken saatleri çok güzeldir bazı yerlerde. Burada da güzel ama burada kimse sabah erken dükkan açmıyor. Hele bizim mahallede, hiçbir şekilde 10dan önce güleryüzlü garson, açık mekan veya sıcak taze poğaça bulmak mümkün değil. O yüzden sabahın erken saatleri sonradan gelişmiş -patlamış- kafe kültürü açısından kabus.
whatever... Kahve, croissant ve le monde. Bu sabah isteğim olsun.
Monday, April 14, 2008
Günümüz ingiliz işçi sınıfı
1997 yılında çekmiş olduğu Nil by Mouth adlı filmin kendi hayatından kareler taşıdığını söylemiş Gary Oldman. Filmde de çok çalışan çok yorulan fabrika işçisi bir anne, sürünen çocuklar, alkolik ve işsiz bir baba, sosyal konutlarda yaşanan hayatlar Gary Oldman'nın güney Londra'da alkolik bir baba ve evi geçindirmeye çalışan bir anne ve kardeşlerle geçen hayatından çok da farklı değil. Belki bu yüzden de çok iyi bir film. Çok gerçek. Abartısı veya süsü yok. Aynen olduğu gibi. Oralarda working class hero yok, her şey siyah, her şey kasvetli. İngilizlerin dediği gibi reality hurts. Seyrettiğimde çok beğenmiştim. Uzun zaman oldu. DVDsini bulsam alacağım. Bir de korsan almamak gibi bir takıntım var ki hiçbir şey bulup da alamıyorum.
Haftasonunda İngiltere'deyiz
Yeni reklam serisiymiş. Enjoy England. Bizim için haftasonu şöyle bir gidip gelmek çok kolay değil; vizesi var, uçağı, havaalanı var, vergisi var ama komşuları için İngiltere'ye gitmek epey kolay. Hele Paris'ten, pıt hızlı trene biniliyor, denizin altından geçilip london'a varılıyor.
Dediğim gibi sömürge durumu ve İrlanda olayı hariç ingilizleri severim. Müziğini, futbolunu, edebiyatını (ama dünya kupasında filan asla ingiltere'yi tutmam. aynen almanya'yı tutmadığım gibi) . Yemekleri tartışılır da çok da dert değil, multi-kulti yer orası her millet her milletin yemeği de mevcut, o yüzden yenilir illa ki bir şeyler. Ancak ingiliz orta sınıf altı, işçi sınıfının vahim bir durumda olduğunu kabul etmek gerekir. Ortada öyle Working Class Hero durumu pek yoktur. İlla ki bir yerlerden, bir şekilde çıkar ama genel olarak Gary Oldman'nın yönettiği Nil by Mouth filmi gibidir.
Ancak reklamın dediği gibi Enjoy England.
Sunday, April 13, 2008
Şarkı isteme saati # 2
Beni vuran şarkılardandır. Belki artık eskisi kadar sık dinlemiyorum, belki artık elimde şarap şişesi evin içinde dolaşmıyorum ama etkisi her daim olduğum yere çivileyendir.
Kadim dostum yarın gidiyor. Son bir kez göreceğimi sanıp göremedim, sokak ortasında sarılıp öptüğümle kaldım. Belki çok uzun değil, kısa dönem ama yine de uzun geldi bana, bize. Daha öncesinde uzakta ve uzak kaldık ama insan yaşlandıkça dostlarını kaybetmek, onlardan uzakta olmayı istemiyor, sahip olduklarına daha çok tutunmak istiyor. Zor şey dostluk denilen şey. Kimi zaman kavgalı, kimi zaman duyarsız, kimi zaman tepkisel olunsa da bu insani bir şey, herkesin kendi hayatı kendi dertleri kendi bencillikleri oluyor. Ancak önemli olan zaten sahip olunan "dostluk" için çaba sarfetmek, özen göstermek. Gerisi geliyor zaten.
whatever...
Yarın sabah gidecek olan Sekvotka'yadır bu şarkı. Daha fazlasını yazmaya gerek yok, biliyoruz işte. Ama içimden geldi.
Uğur ve uğurlu insan
Cuma geceki rakı masasından sonra F.A. dünkü maça beni de götürmek istediğini söyledi. O takım, o stat filan ben pek rahat değilim, heyecanlı hiç değilim elbette ama karşımda çok heyecanlı, çok coşkulu bir F.A. olduğu için de bir şey demedim, olur ama yanımda kim olursa olsun, nerede olursam olayım hayatta alkışlamam, hayatta tebrik etmem, karşı takımı tutarım dedim.
Dün öğlene kadar gidiyorum diye düşünüyor, ona buna söyleyip bir de "hehehe bakarsın uğursuz gelir, yenilmelerini sağlarım" diyordum. Demek ki erken konuşmamak lazımmış. Öğleden sonra maçtan 2 saat önce F.A. beni arayıp "ya sen gelme şimdi, kaybederiz filan, başka maça gelirsin" deyip beni ekti. Söylediğine göre sonra çok üzülmüş ama daha sonra gidermişiz, ben sevmezmişim zaten öyle şeref tribününde filan oturmayı, sinir olurmuşum yanımdaki ayılara... Hani doğrudur da yenmiş olmalarına filan sinir olduğum için şimdi her şey bir yana inattan gitmek istiyorum. Gidip uğursuzluk getirmeyi istiyorum... (yazıyorum da böyle umarsızca keşke kimi zaman yazdığım kadar kötü biri olsam. ben giderim farklı kazanırlar filan ben iyice yıkılırım).
Bu arada takıma da maşallah; kıçlarını kaldırmayanların, milyon dolarlar alıp oynamayanların hepsi aslan kesildi adamı göndermeyi başarınca. Demek derin topçu gücü böyle oluyormuş. Hadi bakalım.
Neyse pazar pazar eleştirilerime başlamadan bitireyim. Never on sunday diyeyim. Hani bahar havası gelmişti, sıcaklık artacaktı, tiril tiril olacaktık? Neyse yine de never on sunday...
Gece X
Fantastik anlar:
* Asmalı Cavit'e J.A. ile çeşitli kereler gitmiş olsam da F.A. hiç becerememişti programını ayarlamayı ama gün meğer dünmüş. Dükkan sanki benimmiş gibi sahibinden garsonuna herkesle tanıştırma faslından sonra en ilginç olay insanların gelip F.A. 'ya " ne kadar şanslısınız baba-kız rakı içiyorsunuz" demesiydi. Gerçekten neyin bu kadar ilginç geldiğini anlamadım.
* Meğer herkes beni kadim dostum Sekvotka ile beraber sanıyormuş ki...bu bence en fantastik anlardan biriydi benim için. Yani çok samimiyiz, çok yakınız, çok seviyesiziz de ama bu arkadaşlık olamaz mı? Kadın erkek illa "ilişki" mi yaşayacak? Belki çoğunlukla öyle ama arada bir çıkıyor istisnalar. Bizimki de bayağı şahane bir istisna. Ama kısmetimi kapatıyor mu? Muhtemelen, karşılıklı kapatıyoruz. Gidiyor. Askere. Pazartesi. Üzgünüm. Hem de çok.
Friday, April 11, 2008
Panayır yeri
Bir yanda bugün başlayan festivalin kurulumu, soundcheck için gelen müzisyenler, eyüp belediyesinin varoş break dansçıları, sucuk ekmek tezgahları, bir yanda ülkeyi ziyarete gelmiş komisyon başkanı portekizli politikacı, haliyle peşinden gelen polis, koruma, vs ordusu, bir yanda kozmetik markası ödül töreni hazırlığı derken burası bitmiş vaziyette.
Yemin ediyorum asıl kaçmam gereken gün buymuş ama o kadar çok kaçtım ki şu ana kadar bugün hiç kaçamam. Talihsizlik... Ve bugün cuma!
Eklemeyi unutmuşum: Portekizli adam geldi, korumalar ve polislerin yanı sıra bir de televizyon kanalları ve protestolar da geldi. Demokratik bir yerdeyiz valla, adam içerde konferansta çocuklar dışarda protestoda. no pasaran diye de yazmışlar.
Cuma eğlencesi # 15
Bugün Anna Wintour yok (ki sabah gidip anna wintour olmuşum. gerçekten kapının önüne koyacaklar beni. gerçekten atacaklar bir gün ), Hana Soukupova geceleri çıkmamış; o da yok, o halde güzel çift ile bitireyim.
Adam zaten irlanda kökenli, Queens'li muhteşem insan. Edward Burns. Yönetmendir, filmlerinde de oynar, sesi kısıktır, kısık kısık konuşur, karısı da malum top modeller zamanı 90lardan top model. Kadın da güzel adam da güzel, nadirdir böyle güzel çift. Bazıları güzeldir ama ruhsuzdur, bazılarında biri güzelken diğer dünya çirkinidir, bazıları beraber güzeldir. Bunlar ayrı ayrı da beraber de güzel.
Yenilebilir, dikkat!
My sweet black friend
Ama bugün gayet formumdayım, gün devam eder.
Thursday, April 10, 2008
Geldi!
Nisan geldi ama ben hastalıktan kurtulamadım, süründüm. Ancak hem bugün daha iyiyim, toparlandım sayılır (ama gerçekten sayılır-daha fazlası değil) hem de gemiler geldi. Artık havanın ısındığının, baharı geldiğinin habercisi olan "aşk gemisi" geldi....Işıklarını yakmış, öylecene duruyor. Daha tabii hava çok sıcak olmadığı için güvertede eğlenceler yapılmıyor ama gelmiş olması bile gelmiş olması dahi eğlenceli ve tiril tiril geçecek bahar günlerinin habercisi.
Nayır! Nolamaz
Kız zaten güzel, beğeniyoruz. Saçları uzamış -ki kısa saçlı bence daha güzeldi-filan ama o adam nedir? Hadi olabilir, çirkin beğeniyor olabilir ( şu sekvotka'ya birini beğendiremedim beğendiklerim içerisinde, ona yanarım ben), iç güzelliğine önem veriyor olabilir vs ama bu ne uyumsuzluk? Ya zaten kötü o facia beyaz gözlüklerle daha da kötü olmuş. Kızın gözünde gözlük olmasa diyeceğim ki dalgasına kızınkini takmış, komiklik yapıyor...Ama öyle değil ciddi ciddi takmış.
Lütfen sakalın yakışmadığı erkekler sakal bırakmasın (misal şu eskinin iyi çocuğu bugünün racon kurtlar vadisi kabadayısı) bir de eğer işleri moda filan değilse böyle fantazi aksesuarlar kullanmasınlar.
Ama sakal yakışanlar bıraksın...Çok beğeniyoruz.
Kılık kıyafet
Eşofman altının gündelik bir kıyafet gibi giyilip ortalık yere çıkılmasına karşıyım. Bizim de var, biz de giyiyoruz. Hem de yandan 3 çizgili, hem de en havalı olanlarından ama sokağa bununla çıkmıyoruz. Gittiğimiz yer spor salonu. Oraya kadar gidilmesi bir şey değil, dönüşte alışveriş yaparken giymek, pazar sabahı gazete ekmek sucuk peşinde koşarken sorun değil ama eşofman altının üzerine takıp takıştırıp insan içine çıkmak, arabaya binip bir yerlere gitmek, günü öylecene geçirmek ayrı bir şey.
İşte buradakilerin hepsi böyle: altta bir eşofman altı, üzerinde tişört. Eğer kız ise, üzerinde bir askılı, küpe, kolye, bilezik, elde bavul gibi bir çanta, kafada da iğrenç bir kasket. Ancak çoğunlukla erkekler tercih ediyor bu tarzı. Bence erkek -saydığım durumlar hariç- sokaklara eşofman altı ile çıkmamalı.
P.S. Hemen belirteyim; spora giderken giydiğim ayrı, spor yaparken giydiğim ayrı. Yani her tarafa aynı şeyi giymiyorum, amaçlarını karıştırmıyorum. Ama ikisi de 3 çizgili.
Nedense
Barcelona'da ne akvaryuma ne de hayvanat bahçesine gidemedim. Sabah haberi görünce aklıma geldi. "Bir sonraki sefere" diyeceğim çünkü galiba ben çok sevmişim bu şehri, yani bir daha giderim.
P.S. Bizde bir Gülhane Parkı var ki...Of ki of.
Wednesday, April 9, 2008
Sol taraftaki acı
Of neyse tatsız ve bir an önce bitsin istiyorum ben bu eziyet.
K. demişken...Cidden severim kendisini. R.'nin hayatını paylaştığı adam olduğu için değil, içimden geldiği için. Bazen beni "moda sayfalarına çeviriyorsun blogu sinir oluyorum" diye eleştirdiği olsa severim kendisini.
Esnerken bile acır mı yahu?
Eski vukuat
Sevmeme sebebim de çok basit: sömürge ve irlanda meselesi. Yoksa gayet iyiler.
Yassak
Ayrıca şu yasaklılar listesini görebilmeyi isterdim. Zamanında da Diana Ross'un Heathrow Havaalanı'nda olay çıkartmışlığı ve sonra tutuklanması vukuatı vardır "benim üstümü nasıl aramaya cüret edersin?" diye. Anlaşılıyor ki ingilizler bu celebrity havalarını pek takmıyorlar, iyi da yapıyorlar.
"Onlar" ve "biz"
Maçın sonucuna üzüldüm haliyle ama asıl bu insanların hallerine, konuşmalarına, laflarına, bir de üstüne üstlük itibar görmelerine üzüldüm. İsimlerini bilmiyorum, bilsem şuradan ismini yazarak söylenirdim ama haftasonu tiplerini gördüm gazetelerden birinin ekinde. Hele jöleli saçlarını arka taramış parlak koyu gri takımlar giyen adama resmen "hasta oldum". Galiba İlker Yasin ile anlatan da o. Feci bir tip. Aynı şekilde feci konuşmalar, feci laflar, feci cümleler. Sürekli şehitler, sürekli "onlar", sürekli "biz", sürekli takıma bir acıma hali. Bütün maçı piç etti. F.A. sesini kısmış öyle seyretmiş.
Zevzek herifler...Bunların bir alternatifi yok mu? Bağımsız, bu kadar cahil olmayanları yok mu? İşte üzücü bir manzara daha.
P.S. Okumayacağım diyorum yine de girdiğim sitede karşıma dana gibi çıkınca gözüm takılıyor, okuyorum. Bu Ercan Saatçi gerizekalı. Hem de katıksız olanlarından. Bir de bu adama para veriyorlar, itibar ediyorlar.
Tuesday, April 8, 2008
Wish list
Dergi kapağı
Ne modayı, ne Vogue'u, ne de bazı kavramları (mesela futbol) çok ciddiye almamak lazım. Her ay Vogue alıyorum, buradan da sallayıp duruyorum ama çoğunlukla eğlence olarak görüyorum. Bu konulara fazla ehemmiyet vermemek gerekir. Eğlence olsun, komik olsun, dozunda yaşansın.
Renk kompleksi
*
Güneye inildikça toplumlarda bir başka bir ruh hali, başka bir ifade şekli oluşmaya başlar. İtalya'nın güneyine "işe yaramaz ve tembel", Fransa'nın güneyi "sayfiye ve kokoş", Amerika'nın güneyine "ırkçı", Meksika'nın güneyine "ayrılıkçı zapatistler", Amerika kıtasının toptan şekilde güneyine "Meksika'dan sonrasını atacaksın" denir. Belki bunlara fark oluşturan az sayıdaki örnekten biri İngiltere'dir çünkü hem başkent, hem de dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Londra ülkenin güneyindedir.
Yine güneye inildikçe sorgular artmaya başlar: aidiyet duygusu sorgulanır, kuzey ile aradaki zenginlik farkı sorgulanır, modernite ve modern yaşam sorgulanır. Sorgulananlardan biri de güzellik kavramıdır.
Güzellik denilen şey, bugün artık tek bir kavram içeriyor. Uzun, ince, genç (yaşlansa bile kırışıklıklar belli olmayacak, kilo alınmayacak, genç kalmanın mutlaka çaresi bulunacak) çoğunlukla beyaz ırka mensup (ama yine de bazı diğer ırklar varolabilir) tercihen mavi/yeşil gözlü, sarı saçlı insanlar. Bu görüntü bütün moda dergilerinin, reklam kampanyalarının dayattığı bizim de tükettiğimiz "yegane" güzel kavramıdır. Biz de türk milleti olarak renk kompleksi yaşayan bir milletiz. Belki ilk bakışta göze çarptığı şekilde zenci veya çinli, japon vs. değiliz ama ten rengimiz beyaz ırkın olması gerektiği kadar beyaz değil. Hatta bayağı koyu sayılır. Saçlarımız genelde siyah, koyu kahverengi, kalın telli ve kabarık, en kötüsü de kıvırcık. Hele hele en acıklısı göz rengimiz yine siyah ve kahverengi arasında değişiyor. Yani bir şekilde sunulan güzel kavramına karşı sınıfta kalıyoruz. O halde açılmaya gidiyoruz. Aynen yunanlıların, ispanyolların, italyanların, lübnanlıların yaptığı gibi önce saçlarımızdan başlayarak kendimizi bırakıp olması gereken güzele doğru ilerlemeye çalışıyoruz. Kiminde oluyor, kiminde olmuyor, kiminde olmasa da mutlaka oluyor çünkü sarışın olmak önemli bir şey. Neticede ortaya bütün saydığım güney akdeniz ülkelerinde birbirine benzeyen insanlar, çoğunlukla da kadınlar çıkıyor (güzellik kavramı kadınları daha çok hedef aldığı, erkeklerin çirkin olmaya hakları olduğu için).
Yine de türk insanında bu tiplemeye doğuştan sahip insanlar var. Beyaz ten, mavi/yeşil ve kumral veya sarışın saç rengi. Buraya kadar hiçbir şeye itirazım yok. Herkes ne istiyorsa onu yapar, onu dener, onu giyer vs.
İtirazım olan şey insanların renk kompleksi içerisinde olup "türk'e benziyor muyum" veya "brad pitt benim türk olduğuma inanmadı" gibi aslında kendilerini küçültücü laflar sarfmeleri ve bunu bir iltifatmışcasına ifade etmeleri.
Hiçbir şekilde sinemadan anladığını düşünmediğim hatta külliyen cahil ve sığ oldugunu düşündüğüm, zekasının ise yazdıklarından, hareketlerinden limité (fransızcadaki güzel bir ifadedir: birisi için un peu limité denir. işte tam budur-limitli) olduğunu gördüğüm, gazetede bir köşesinin olmasını bile yadırgadığım Ömür Gedik'e Claudia Cardinale "aa sarışın yeşil gözlü ve bu kadar modern. hiç türke benzemiyorsunuz" demiş ve bizimkisi alenen ifade etmese de bir gururla bundan bahsetmiş. Daha önce de Deniz Akkaya yaptığı röportaj sonrasında Brad Pitt'in kendisine hiç türke benzemediğini söylemesinei büyük bir gurur ifadesi ile haber etmişti gazetelere.
Oysa bu ifadeler şuursuzluk ve pasif ırkçılık göstergesidir. Algıdaki kısır ve çizilmiş düşüncelerdir. 6 yıl oralarda hatta siyah ve beyazın kimi zaman kendisini çok etkili gösterdiği yerde yaşadım ve bu "aaa hiç türke benzemiyorsun" lafını çok duydum. Bunun söylenmiş olması bir gurur değil aksine üzücü bir şeydir. Ne yazik ki lafı eden bunu bir iltifatcasına söylüyor ve tepki verince de şaşırıyordu çünkü o "koyu tenli, barbar görünüşlü, zarafetten uzak" milletten gelen birine "onlara benzemediğini, kendisine benzediğini söylerek iltifat ediyordu" . Ne kadar ayıp! Ne kadar kaba! Şu türkler de hiç anlamıyor iltifattan...
P.S. Merak ediyorum bu ömür gedik denilen kadın, buraya nasıl geldi? Bu kadar cahil bu kadar sığ bir insan nasıl ulaşabiliyor, ahkam kesebilecek bir konuma getirilebiliyor? Bilen varsa aydınlatsın beni...