Sunday, March 11, 2007

Hayat Dersi # 2: "Hayat insanın cesareti oranında daralır veya genişler"- Anais Nin

Garip bir gün olan dünden sonra az önce evime döndüm. Haftasonunu evde geçirmeyi pek düşünmesem de, halet-i ruhiyemin yönlendirmesi sonucu ortaya bu durum çıktı.

Evin bütün pencerelerini açtım. Soğuk olan hava iyice içeri girsin ve varolan o boğucu, sıkıcı hava dışarı çıksın diye. Her ne kadar bahar çocuğu da olsam yağmursuz soğuk havaları seviyorum (hele "kar" en sevdiğim şeylerden biri). Sabah uyandığımda pencereyi açıp serin havayı solumayı seviyorum, nedense kendimi iyi hissettiriyor.

Çok konuşmak ya da çok anlatmak istemedim dünkü sıkıntımı. Neticede hayatın çirkin yüzlerinden biri. Başetmeyi öğrenmeli insan. Aynı zamanda çıkmak da istedim. Haliyle sorgu sual durumları ile muhatap olmayacağım yer olan A. ailesinin ikametgahına geri döndüm. Her ne kadar eski odamı ben gider gitmez başka bir kullanım alanına çevirmiş de olsalar yayları sırtımı acıtan bir çek yat mevcut.

F.A. ile beraber sabahki mükellef kahvaltının üstüne bir de Sevgi Abla'nın yaptığı kurutulmuş biber ve patlıcan dolmasını yiyip saat 23'de NTV'de yayınlanan maçı seyrettik. Maçın inanılmaz keyifli olmasının dışında, başka bir şey daha vardı bana iyi gelen. O da, en azından günün son saatlerinde herhangi bir şey ilgimi, dikkatimi çekebildi, yüzümü güldürebildi.

Maçtan sonra F.A. yine bombasını patlattı: "ne gs maçı ya yarın? Bunu seyrettikten sonra gitmem ben maça filan".

Sırtıma batan yaylarların üzerinde geçen bir gecenin sabahında, erken saatlerde açtığım televizyonda gördüğüm Breakfast At Tiffany's bir anda gerçekten tebessümü yüzüme sabitledi. Günlerdir seyretmek istiyordum ama üşeniyordum. Hiç beklenmedik şekilde karşıma çıkınca o kadar mutlu oldum ki üzerimdeki- zaten gitmeye başlayan- gri bulutlar daha bir hızlı gitmeye devam etti.

Aslında acıklı bir filmdir Breakfast At Tiffany's. Büyük bir yalnızlığın, aidiyetsizliğin resmidir. Ne var ki Audrey Hepburn o kadar güzel ve o kadar klastır ki, insana eğlenceli bir film seyrettiği hissini verir. Aynı şekilde New York şehrinin 60lı yılların başındaki hali de insanı karşı konulmaz bir cazibe ile içine çeker (gerçi Truman Capote kitabını '58'de yayınlamıştır ama film '61 tarihlidir). Ve Pembe Panter serisinden bildiğimiz yönetmen Blake Edwards, filmdeki detayları ince bir zevk ve zeka ile birleştirip azar azar dozlarda verdiği spleen'e rağmen seyredilmesi en keyifli filmlerden birini ortaya çıkarmıştır.

Neticede sabah sürprizi inanılmaz güzel oldu. Günün devamında keyfimi iyice yaşayabilmek için, The Rat Pack dinleyerek ve seyrederek geçirmeyi düşünüyorum. Çıksam mı acaba diye düşünürken ama üşenmiyor da değilim hani. Yine güzelleşti her şey bir şekilde. Audrey Hepburn olayım ben bugün. Trench coat'umu giyip sokaklara çıkayım, yakasını kaldırıp soğuktan korunayım, elime de kahvemi alayım, onunla buluşayım.

P.S. Kadim dostum Sekvotka dünkü olayı öğrenip hemen beni aradığında, telefonda söylediği ilk cümle " mermileri saydırtayım mı topuğuna? " oldu. Yok, paşam, şimdilik istemiyorum, derler ki " intikam soğuk yenen yemektir".

No comments: