Thursday, July 31, 2008
Motto # 18
molière
*
Kızları da alın askere gibi söylemler, istekler varsa bu da bizim isteğimiz. Erkekler sakal bıraksın!
Biliyoruz ki herkese yakışmıyor, biliyoruz ki kiminde dağ kaçkını gibi oluyor, biliyoruz ki zaten yakışıklı tiplerde kimi zaman fazla oluyor ama yakışana çok yakışıyor. Öyle kıl tüy meraklısı hiç değilimdir ama sakal nedense çok çekici geliyor bana. Yineliyorum herkeste değil ama yakışanda müthiş oluyor. Galiba çirkin erkeklere daha çok gidiyor sakal. Yani öyle bebek yüzlü, fazla düzgün tiplerden bence daha iyi duruyor.
Kabus sonrası sabah
Telefon, telefonu açan babası, kezban, kezbanın kıyafetleri... çok kötü. Görmek bile midemi bulandırdı.
Kabus sonrası en iyi şey önce su sonra da kahve.
Wednesday, July 30, 2008
Cennetin bahçesinde rahatsızlık veren popülarite
Çok sevdiğim semtlerin, mekanların, lokantaların, gizli kalmış balıkçıların, sahilde kimsenin bilmediği köşelerin, alanların, ortamların hatta ve hatta müziklerin çoluk çocuğun hakimiyetine geçmesine müthiş üzülüyorum. Paylaşmakta zorlanıyorum. İfadesi garip bir duygu çünkü öyle klasik "tek çocuk işte paylaşmayı bilmiyor ki" gibi gerzekçe bir yaklaşımı öngörenden daha farklı bu paylaşamama hissiyatı. Bu hissiyata sebebiyet veren en önemli unsur ise cehalet, hazmetmemişlik. Ayrıca bir de cehaletten gelen cesaret. "ay bunu bilmiyorum ama önemli değil, nasıl olsa yaparım, denerim, çıkarım, giyerim, yerim, içerim, yazarım, söylerim, yorumlarım" durumu.
İnsanların ne kadar cahil, ne kadar eğitimsiz, ne kadar sığ olduklarına tanık olup bir de cennetin bahçesini ele geçirdiklerini, sahiplerindiklerini gördükçe iyice tadım kaçıyor, popülariteye bir kez daha küfrediyorum. Bahçenin kapısında duranlara ise eğer bundan memnunlarsa o halde "hayırlı olsun yeni müşterileri, arkadaşları, hayranları "der, çıkarken de kapıyı arkamdan kapatırım.
Tuesday, July 29, 2008
Motto # 17
gerçeği 1934, filmi 1967
bonnie - we rob banks!
*
bonnie - you're good
clyde - I ain't good, I'm the best
bonnie - and modest!
Filme göre epey kool bir şahsiyet Ms. Bonnie Parker. Seviyoruz. Faye Dunaway bu filmde ayrı bir güzel, bir tarz.
Ateş
Sabaha karşı ateşlendim, izin aldım, yağmur yağıyor diye sevindim ama sıcak geri geldi. Kaçıp gitsem mi sıcaktan? Acaba bu haller mi beni hasta ediyor?
Sabah çıktı, sonra düştü, M. ile konuşurken bir anda fırladı şimdi normal. Tekrar baktım şimdi, normal.
açık balkon, arka taraf, tiril tiril, beyaz, fevkalade boyadığım mobilya, oksijen, ft, vogue...
Monday, July 28, 2008
Gri gökyüzü, gri yüz
Gitmek istiyorum. Haneme. Sevdiğim yere, esen yere, trabzana ayaklarımı koyduğum yere...
Amsterdam 'a da gitmek istiyorum. En basitinden özlediğim için.
Spleen oldu bugün, şiir sevmesem de spleen denilince akla gelen Baudelaire ile bitireyim. Hatta öyle ki yazdıktan sonra para cezası ödemeye mahkum olduğu şiirlerden biri olsun ve gideyim.
Elle était donc couchée et se laissait aimer
Et du haut du divan elle souriait d’aise
À mon amour profond et doux comme la mer,
Qui vers elle montait comme vers sa falaise
Sunday, July 27, 2008
Eski sesler
Tembellik ve üşengeçlik (hem de çıkıp girdikten sonra) sebebiyle 1982 tarihli Al Pacino'nun başrolünü oynadığı Author, Author filmini pek bir eğlenerek gülerek seyrettim. Al Pacino zaten Al Pacino, bir de eğlenceli olunca insan tamamdır eve alınacak insan diyor.
Peki ya bugünkü çocuklar hangi sesleri duyarak büyüyecekler? Bilgisayar klavyesi? Televizyon? Play Station? Veya patlama sesi? Her şey biraz olsun "normal" ilerken, az önceki satırları yazarken, patlamayı duydum, kanalı değiştirdim, haberleri seyrettim, üzüldüm, yaralandım. Kendim için olmasa da başkaları için. Herkes birilerinin çocuğudur, herkesin kaybı bir şekilde bir yerlerde birilerini üzecektir.
Gerçekten günümüz çocukları hangi seslerle büyüyecek, hangi insanlık-insanlık dışı manzaraları hatırlayacaklar? Çok ciddi bir karar bu çocuk kararı. Bazen insanları, verdikleri kararları, o kararı alırkenki bencilliklerini anlamıyorum.
Never on sunday tadında hafif bir yazı iken tamamen dış etkenler sebebiyle ciddiyete dönüşen yazıdır bu. Oysa her şey lacivert, summer breeze idi. İşte hayat. Reality hurts.
Gece XIII
p.s. jimmy choo diye 500 kere yazmamın sebebi beğendiğimden değil, sadece bir daha asla almayacak oluşum. bir ayakkabı bu kadar mı acıtabilir? hatta teni kesebilir? anladık çok fantezi, çok şık ama beş para etmez büyük markalara bir tanesini daha ekliyoruz.
p.s.(2) sezonu kapattık (mekan sahibiyim ya, dükkanı kapatıyorum), tatile girebiliriz.
Saturday, July 26, 2008
Gece XII
* uzun zamandır "elbise, topuklu ayakkabı ve kask" üçlemesi yapmamıştım. uzun zamandan sonra ilginç oldu.
* " size o da yakışır." pislere baştan söylemiştim davet edenin ben olduğumu. karşı cins takımına hele hele pis olurlarsa bunu masada kabul ettirmek zordur ama baştan söyleyince ses çıkarmıyorlar. hesap gelip bana yöneltilince çok sevdiğimiz cavit bey'in söyleyimi "anotherstar, size o da yakışır". galiba tüm seviyesiz kadim dostluklarıma, sohbetlerime rağmen ağır duruyorum.
* yan artık kapanıyor. üzülüyorum ama kapansın artık biraz, rica ederim. her hafta sanki dükkan bizimmişcesine kapatmalar, 6da eve dönmeler. insan yoruluyor. bünye bu. hem benimkisi narin olanlardan.
Friday, July 25, 2008
Cuma eğlencesi # 26
NYC'de Louis Vuitton bir davet vermiş, sergi açmış filan ama gelenler ortada. Hele kılıklar. Kızlar zaten güzel olmadığı gibi bir de elbiseleri de çirkin. Soldaki beyaz tenli filan (muhtemelen de mavi gözlüdür) ama tutunamaz (klasik erkek söylemi olan "üç votkadan sonra herkes güzel" derdim ama o pisliği talimde kaburgalarını kırıp da buralarda dolaşan sekvotka'ya bırakıyorum). Yeşil elbisenin kesimi klasik straplez elbise de olsa kumaşı perdelik kumaş gibi. Cidden. O ne yahu? Sanki 80li yıllar türk filmlerinde görülen Özal sonrası gelişen viski içip kızlarının diskoya gitmesine izin veren ailelerin evlerinin salonuna konulacakmış gibi. Aman derim. Beyaz olan, ki beyaz rengine bayılırım, feci kapalı, feci özelliksiz.
Yine aynı davet ve yine benzer çirkinlikte kılıklar. Hepsi kötü (belki ortadaki sarı etekli bir derece). Valla kıskançlığımdan değil ama kızlar da kötü. Yani yine ortadaki biraz farklı-çok esmer olsa da.
Yılların Slash'ı ve de son yılların parlayan insanlarından şarkıcı Fergie. Bu kız ya benimle yaşıt ya da benden 2 yaş küçük ama maşallah 45 yaşında duran bir insan. Herhalde yüzünde çok fazla botoks var çünkü kaşların şekli, yüzün gerginliği insanı korkutacak derecede. Bugün rockçı olmuş ama normalde kendisine "glamour lady" denilmesini istiyormuş (ki glamour yanından geçmez bu eski crack kullanıcısının. çok üzgünüm ama bir insan crack vs kullanıyorsa glamour olması epey zordur. olayın kendisi pis ve hijyen değil). Saçlarımı kazıtıp Hit Parader dergisine deli gibi para bayıldığın dönemlerde fantezimdi deri pantalon ama J.A.'nın "pişersin çocuğum onun içinde" lafını dinleyip öyle bir saçmalık yapmamıştım. Slash ise yıllardır aynı. Aynı saç, aynı şapka, aynı pantalon. İstikrar (ve iktidar) önemli şey ama biraz da değişebilir insan zaman içerisinde.
Amerika'nın yeni sweetheart çifti. Çocuğu-genç menç olmasına rağmen beğeniyorum hatta gayet de erkeksi buluyorum. Kız ise fazla girl next door bir tipe sahip. Kıyafeti gayet temiz ve güzel ama işte o kadar. Kendi de öyle. Temiz bir kız görünümünde. Ama köprücük kemiklerinin çıkmış hali çok güzel (benimkiler de çıkınca feci beğeniyorum). Bence J.T. Cameron Diaz ile daha bir havalı, daha bir piç, daha bir eğleniyor gözüküyordu.
40 yaşında güzelleşen erkeklerden eski gençlik filmlerinin sivilceli oyuncusu Patrick Demsey. Ben beğenmem de seveni hayranı çok. Mahallesinde bisiklete biniyor ama ecnebiler tabii bizim gibi değil her şeyi kuralına göre yapıyorlar, kaskını filan takmış. En antipatik bulduğum spor dallarından biridir bisiklet. Hiç sevmem, seyretmem. Ayrıca çok doping oluyor bunlarda. Bir fransız vardı, tour de france'i kazanmıştı ama dopingli çıkmıştı sonra da bütün tv kanallarına çıkıp özür dilemiş her seferinde de ağlamıştı.
Haftalar sönük geçmeye devam ediyor people cephesinde. Anna Wintour yok, Hana Soukupova yok, kimseler yok. Neredeler? Korkuyorum bütün bir yaz böyle geçecek veya Hana hamile kalacak diye. Straplez elbise demişken az önce kendime lacivert bir tane aldım, akşam onu giyeceğim sevdiğim pis ve piç karşı cins grubuyla rakı içmeye giderken.
İltifat
Her köşesinde açılan boktan kafe ve dükkanları ile mahalle veya cumhuriyet neredeyse sakinleri için feci bir hal alıyor. Bunlardan elle tutulacak olanlardan biri de mahallenin epey vasat ama bir o kadar popüler şarküterisi olan Antre'ye rakip olabilecek bir şarküteri. Akşam yemeğine geleceklere hafif yaz mönüsü niyetiyle müşkül pesent müşteri testime tabii tutmak için yeni şarküteriyi denemek istedim.
*
Güzel, çirkin, iyi kötü farketmez herkes bir şekilde birilerinden iltifat duymuştur, hoşuna gitmiştir, içini kıpırdatmıştır. Hoş bir şey tabii iltifat edilmek. Hele bir de sevdiği beğendiği insandan geliyorsa hayat bayram. Benim de aklımda kalan, birkaç ayrı insandan gelen, çok hoşuma giden, yüreğimi serinleten iltifatlar olsa da dün hayatımdaki en ilginç belki de en güzel iltifatını duydum.
*
Tüm küstah ve müşkül pesent tavırlarım içerisinde "444 var mı?" , "eski kaşar biberli mi?" , "hmmm keçi peyniri soignon getirmişsiniz, hiç fena değil" gibi laflar ederken karşımda şaşıran sonradan anlattığına göre Şişli'nin eski şarküterilerinde çıraklıktan yetişmiş olan satıcı "hanımefendi siz galiba eski İstanbullulardansınız, aileniz sizi çok iyi yetiştirmiş" diyerek belki de duyduğum en ilginç ve de en güzel iltifatlardan birini etmiş oldu. Bunun ardından elbette sohbetin arkası ısmarlanan espresso ile geldi geldi, konu yeşilköy'e, şişli'ye, gayri müslimlere ve gündeliğe katkılarına, yeni süpermarketlerdeki şarküteri çalışanlarına, "biberli eski kaşarı" nasıl içinde biber taneleri olan peynir sanmalarına, vergilerin yüksekliğine vs geldi.
Elimde torba ile ayrıldığımda ağzımda şekersiz espressonun acı lezzeti ile elbette tebessüm eder vaziyetteydim.
P.S. hemen püskürülmesine gerek yok; cümleyi aynen yazdım, ne ekledim ne de çıkardım.
Thursday, July 24, 2008
Bu ne güneş tutkusudur?
Sabah keyfi # 10
Benicio ile başlar,
Pezevenk Suratlı Totti ile bitiririm. Ben de biterim. Yarın zaten gelmeyeceğim. İyi günler derim.
Serin dönüş
Havanın serinlemesiyle kendime döndüm, keyifli uyandım. Kahvemden yudumu alarak keyifle yazıyorum. Hem de en sevdiğim fincanlar listesindeki yeni dönem en sevdiğim olan La Boqueria karikatürlü olandan (evet objelere, kıyafetlere dair listelerim var kafamda).
Hava serin. Çok hafif de olsa serinlik var ve o bile yetiyor. Serin dönüştür bu. Serin keyiftir bu. What a difference a day makes ...
P.S. fotoğrafa "espresso porn" diyorlarmış ki sabah sabah gülmekten neredeyse kahve fışkırdı narin macbook'uma (ki hard diski yeni değişti, itina ile yaklaşmalıyım).
Wednesday, July 23, 2008
Neredeyse 1 ay
Ben mutluyum da aynı renkleri seven taraftar pek bir mutsuzmuş, nasıl fikstürmüş bu vs. Ya cidden çok sıkıcı bir şey her şeye söylenmek. Of yani! Ota boka söyleniyor bu insanlar. 10. hafta GS ile maç varmış vs vs vs. Gerçekten vs hem de koskocaman VS. Eee yani? Zaten olacak olan bir şeyin ne davası yapılıyor ki? Hayat bu. whatever happens happens Gereksiz. Ayrıca Emre de imzayı atmış. Bu da başka bir gereksiz hareket. Gelse ne olur gelmese ne olur. Ama the color of money derim ben buna. Futbolcu dediğin bu kadar işte; parasını verirsin, satın alırsın, renklerine bağlarsın, benimsin dersin. Çoğunluğunun resmidir bu. Emre ya. Gelse kaç yazar gitse kaç yazar. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır. Varsın sarı-kırmızı olmasın, sarı-lacivert var nasıl olsa rakip sahada; biraz daha zengin, biraz daha gösterişe meraklı ama işin özünde hepsi aynı bokun soy. Hepsi kürkçü dükkanı işte.
Sabah
Sıcak bende hiç iyi etki yapmıyor. Huysuz ve suratsız oluyorum. Şişiyorum. Özellikle de ellerim ve ayaklarım şişiyor. Yuvarlanan hamile kadınlar gibi oluyorum. Mutsuz oluyorum, kendimi iyi hissetmiyorum. Benim aylarım değil temmuzdan itibaren eylüle kadar. Sevmiyorum, sevenlerden de hoşlanmıyorum. Sabah insanıyımdır, sabahları güzel olurum, keyifli olurum, yok bu sıcaklarda feci suratsız insan oluyorum, güne güzel başlamıyorum, sabah keyfi ise hiç yaşayamıyorum.
Su! Sadece su içmek istiyorum. Sadece su.
Gerçekten gece yarısına doğru
trabzan, ışıklar, karşı, topkapı, kuleli, boyalı ayaklar, lacivert ve round midnight...
Gerçekten gece yarısına doğru...
Tuesday, July 22, 2008
Şarabın yanına
Hot summer city IV
Monday, July 21, 2008
Hot summer city III
Bardaklar çok zor bulunan bir fransız cam markasının bardaklarıymış. Duralex. Bence şekilleri muhteşem. Özellikle de küçük olanın. Masa zaten tek kelimeyle muhteşem. Tam olarak sahip olmak istediğim masa (sırf bu yüzden uzun sayılabilecek kalın siyah ahşap bir masam var ama bunun gibisini bulamamıştım) . Rengi sevdiğim koyu ahşap renginde. Salonun tam ortasında uzunlamasına duracak; bir tarafında kitaplar, gazete ve dergiler olacak diğer tarafta ise yemek yenilebilecek, evde yaşayanlar ve gelenlerle masanın etrafında oturulup keyif yapılacak. Hayal ise adı üzerinde hayal.Summer dream. Küçük bardaklarda- beraber- içilen kırmızı şarap, biraz brie, biraz grana, biraz tartare, biraz camembert, biraz lisa ekdahl, biraz coltrane, biraz a.c.jobim & s.getz ve bayağı francis albert sinatra... Ayrıca camdan bakıldığında görülen lacivert ve çok derin sohbet de eklenebilir. İşte summer dreamin'.
P.S. isteyenlere büyük bardakta votka da verilebilir ama ben içmeyeyim mümkünse. sonrasında sürünmek istemiyorum.
Havuz kenarındaki topçu
Ronaldo tatilini Los Angeles'da geçiyormuş ve resimden de görüldüğü kadarıyla şu komik renge dönüşmüş. Esmer desen esmer değil, siyah değil, portakal değil. Garip bir renk. Kendisi Avrupa Şampiyonası'nda şampiyonanın en yakışıklı futbolcuları listesinde vardı bir başka yakışıklı Volkan ile beraber. İkisini de almayayım alana da hiç ama hiç mani olmayayım çünkü ben bu renge bakamam, gözlerim kamaşır, ayrıca bu renkli bir ile yanyana gelmek istemem. Ayrıca yok mu bunun hocası menajeri "çocuğum ne yapmışsın ne olmuşsun" diyeni?
P.S. elbette ki gözlerim yanındaki kadının ayaklarına veya ayaklarındakine takıldı. onlar sandalet mi? peki bu kadın güneşlenirken sandaletlerini çıkartmıyor mu?
Sokak # 5
Friday, July 18, 2008
Wish list # 6
Ne tiplerini, ne vücutlarını, ne mücevherlerini, ne de domestik yaşamlarını kıskanırım. Güzele güzel derim, çirkine çirkin, sıradana da sıradan deyip geçip giderim. Pek ilgilenmem açıkcası.
Şu dünyada kıskandığım yegane hemcinsim stencile resmi yapılanlardır. Sokakta stencil olarak karşıma çıkanlardır. Feci kıskanıyorum. İtiraf ediyorum. Hatta kıskançlığımdan çatlıyorum.
90'lardan reklam efsanesi
Cuma eğlencesi # 25
Ultra zengin, ultra şöhret sahibi ikizlerden Olsen'lerden birisi (hangisi tam çıkartamadım). Ancak elbisesini çok beğendim. Ve demek istiyorum ki benim de buna benzer bir tane var. Ve de hiç beklenmeyecek bir markadan: tbox. Evet inanması zor ama o garip marka acayip güzel kıyafetler yapabiliyor. O da siyah, aynı boylarda ama benimkinin yakası biraz daha duruyor sanki ama yine "kendiliğinden" dökülüyor" ve müthiş oluyor. Burada gündüz giymek biraz zor ama Strasbourg'da giydim. Gece giymek ayrıca zevkli, burada da orada da.
Aynı davetten kim olduğunu bilmediğim ama üzerinden elbisesi düşecekmiş gibi duran bir insan. Renk belki kötü değil ama herkese her tene her saç rengine uygun değil. Ayrıca elbisenin o sakil duruşu insanda çekip indirme hissi uyandırıyor (heyecana gerek yok, erotik bir söylem değil bu. sadece o kadar kötü duruyor ki sarsma ihtiyacı hissediyor insan). Kız da ayrıca çirkin.
Bu hafta budur. Davetler belki de sıcaktan sönük, güzel insan Hana Soukupova yok, Anna Wintour yok. Herkes The Hamptons'a gitti herhalde. Ben de herkes Bodrum'dayken bu vahadayım. İnsan brüt betona müze yapacağına, koca koca derslikler yapacağına bir havuz yapar ya. Dolaşırdım bütün gün bikini, pareo ile.
The way you look tonight
Müzikal bir gün bugün. Nasıl da sevdiğim şarkıdır 1936 tarihli "the way you look tonight". Aslında Swing Time filmi için besteleniyor ve en iyi müzik oscar'ını kazanıyor ancak kalbimdeki yerini Frank Sinatra sağlamlaştırmıştır.
Sefa pezevengi ağır adam Frankie 'ye (ve tabii bir de kendime)...
someday, when I'm awfully low
when the world is cold
I will feel a glow, just thinking of you
and the way you look tonight
oh but your lovely
with your smile so warm
and your cheeks so soft
there is nothing for me, but to love you
just the way you look tonight
with each word your tenderness grow
stearing my fear apartand that laugh
that wrinkles your nosetouches my foolish heartlovely, never never change
keep that breathless charm
won't you please arrange it
because I, I love you
just the way you look tonight
the way I looked that night in blue dress...the way you looked that night in that shirt...
Sabah keyfi # 9
Çoğumuz bu şarkıyı Pulp Fiction ile ilk kez duymuştur ki Quentin Tarantino müzik seçimi konusunda bir dehadır.
Sabahın erken ve huzurlu saatleri, one black coffee, one word ve de müzik tamamdır.
Az önce radyoda duyunca buraya da koymak istedim. Çok severim Al Green'i. Gerçi rahip mahip ama olsun iyi müzisyendir.
Yıl 1972,
Al Green Let's Stay Together albümünü yapıyor ve Hi Records'dan çıkıyor piyasaya.
I, I'm so in love with you
Whatever you want to do
Is all right with me
'Cause you make me feel so brand new
And I want to spend my life with you
Since, since we've been together
Loving you forever
Is what I need
Let me be the one you come running to
I'll never be untrue
Let's, let's stay together
Lovin' you whether, whether
Times are good or bad, happy or sad
Whether times are good or bad, happy or sad
Why, why some people break up
Then turn around and make up
I just can't see
You'd never do that to me (would you, baby)
Staying around you is all I see
(Here's what I want us to do)
Let's, we oughta stay together
Loving you whether, whether
Times are good or bad, happy or sad
Thursday, July 17, 2008
one for you, one for me
Müthiş güzel şarkılardandır. Çok insan yorumlamıştır ama benim için Aretha Franklin yorumu bambaşka ve apayrıdır. İnsan önce o çok romantik ucuz aşk şarkılarından olduğunu düşünür ama dinledikçe hem müziği hem de basit sözleri ile çekiverir insanı içine.
İnsan sevdiği insanın/insanların iyi olmasını, mutlu olmasını ister, bunu diler ve bundan mutluluk duyar. İşte bu da böyle bir şarkı. a little prayer for you... one for you, one for me.
I say a little prayer for you
from the moment me wake up
before I put on me
say a little prayer for you
while combing me hair now
and wond'ring what dress to wear now
me say a little prayer for you..
chorus:
forever, n' ever, you'll stay in my heart, and I'll love you
forever, n' ever, we never will part, oh I love you
together, forever, that's how it should be
without you
would only mean heartbreak for me...
me run for the bus dear, while riding me think of us dear,
me say a little prayer for you
at work me jus take time, and all thru me coffee break time
me say a little prayer for you...
chorus
my darling believe me
for me there is no one but you
say you love me too...
Wednesday, July 16, 2008
Yağmur havasına konfor
Yağmur havası
Eğer akşamki açılış olmasaydı kesin evde kalırdım, işe gelmemek için bahane bulur yağmurun laciverte akışını seyrederdim, kitap okurdum ki Sun Tzu tekniklerini de öğrendiğimde fevkalede bir insan olacağım. Hadi yemek de yapayım tam olsun fantezi.
Önümüzdeki günlerde bir "kırma" planı mutlaka yapmalıyım. Aslında pazartesi kıracaktım ama olmadı.
O halde;
müzik: kesinlikle soul, caz
yemek: makarna
kitap: sun tzu, marcel proust (yeniden okuyorum-hepsini, en baştan)
aktivite: tembellik ve muhtelif akrobatik hareketler
Fantastik diyaloglar V
sekvotka- sultanım naber ne yapıyorsun ben kaburgalarımı kırdım geliyorum bu hafta içerisinde
anotherstar- biliyorum geleyim mi? gelip alalım mı?
sekvotka- yok yok geliyorum sen ne yapıyorsun?
anotherstar- yaaaa. macbook um bozuldu çöktü ekranda soru işareti çıkıyor onu getirdim çok mutsuzum.
sekvotka- bravo diyorum sana! kim bilir hangi sitelere giriyorsun da oradan şu kadar güvenli sistemi çökertiyorsun bravo gerçekten.
Evet kadim dostumun iki kaburgası kırık, biri de incinmiş. Ancak kendisi maşalllah domuz gibi, o kırık kaburgalarla bana laf yetiştiriyor taa oralardan.
Tuesday, July 15, 2008
One and only
Galiba şu yeryüzünde mac bilgisayarı bozan, sistemini çökerten bir ben varım. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok ancak dün gece çalışan bu sabah çalışmadı, halen çalışmıyor ve beyaz fon üzerine bir tane klasör çıkıp üzerinde soru işareti yanıp sönüyor. Eğer virüs girmişse ki bu mac için imkansız bir şey, herhalde dünya üzerinde tek olacağım.
Bazı konularda ciddi talihsiz olduğum gibi bu teknoloji konusunda da talihsizim. Ama I'm the one and the only. Hem de birkaç farklı konuda, durumda. En azından "one & only" olmak gibi bir tesellim var.
Küçük dev adam
Bacak kadarken seyrettiğim ama unutmadığım filmlerdendir Little Big Man. Hatta çok iyi hatırlıyorum yaz mevsimiydi, okullar tatildeydi ve daha Çiroz'daki Marmara Sitesi'ndeydik. Zaten sadece trt 1, trt 2 vardı, mahallede, sitede koşturmanın, bisiklete binmenin, yakan top oynamanın, bir de kitap okumanın (afacan beşler, gizli yedililer) dışında yapılacak hiçbir şey yoktu. Ödev mödev yapmadığım için o faslı zaten geçiyorum.
Thomas Berger'ın kitabından 1970 yılında Arthur Penn (sean penn'nin babası oluyor kendisi) sinemaya uyarlanan film "Little Big Man".
P.S. # 8
Sahnedeki ışık gösterisi, 3 D, Daddy G, Horace Andy, Shara Nelson olmayan kadın vokaller (ama en az onun kadar güzel sesler) Teardrop, Angel, Unfinished Sympathy...
3D mi, Daddy G mi diye düşündüğümde çok az farkla 3 D 'dir (belki de büyük farkla 3 D'dir). Ne de olsa kendisi graffiti sanatçısı, sahnede kool dansların sahibi olup kalbimi çalandır. Kısa boylu ama olsun; küçük dev adamlar var bu dünyada. Little big man.
P.S. konser çıkışında, geceyarısına yakın bir saatte vespa sahibi olanlardan olmadığımız ve taksi bulmak için yığılanlardan olduğumuz için dönüşü maslak'tan seyrantepe'ye kadar mini bir ekmek kamyonun arkasında gidenlerden olup akıllıca bir manevra ile saatlerce taksi bekleyenlerden olmadık. ayrıca bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, ekmek kamyonun arkasında fantastik 4'lü hali. Evlere şenlik bir durum.
P.S. (2) sevdim ben bu cumartesi gecesi muharebesi lafını. kabul ediyorum biraz mübalağalı bir ifade ama güzel bence (hatta bayağı mübalağalı desem yeridir). duruma, geceye, yaşananlara, söylenenlere, hissedilenlere, açılan kalp damarlarına, ona, bana, bize tam uydu. savaş notları: cumartesi gecesi muharebesi iki tarafın çetin savaşından sonra iki gazi verdi ama ne büyük şans ki ölü yok. öldürmediler birbirlerini. ne de olsa nefret sevginin ikiz kardeşi dediler, bir süre dinlenmeye çekildiler.
robert 3d del naja, "peace at last",
Monday, July 14, 2008
Savaşmak mı, sevişmek mi ?
Cumartesi gecesi muharebesinden yaralı çıkmam üzerine hemen sayfalarını çevirmeye başladım. Ancak yine de barış yanlısı, pasifist bir insanım, savaşmak yerine sevişmek taraftarıyım.
Sun Tzu, Savaş Sanatı.
Sunday, July 13, 2008
Gecenin şarkısı
Gecenin anlam ve ehemmiyetini bildiren şarkıdır benim için. Love is a battlefield.
Bilen bilir Pat Benatar'ın 82-83 yıllarının şarkısıdır ama hala etkili, hala o kadar güzel şarkıdır.
Hiç beklemediğim gibi gelişen, damarları neredeyse kanatarak açan, yürekleri paralayan bir geceydi (giyindim, çıktım, konuştum gittim, eve geri döndüm). Gerçekten de öyle. Eğer yaşanılan gerçek ise, love is a battlefield. Hem de tam anlamıyla, hem de her zaman. Kelimenin tam anlamıyla bir savaş alanı. Kimin kazandığı ise meçhul. Bu tip anlarda keşke zamanında satranç oynamayı iyice öğrenseydim diye düşünmediğim olmuyor değil. Belli ki savaş sanatını bilmiyorum. Başucumda halen okumadığım Sun Tzu "Savaş Sanatı" duruyor.
Savaş sonrası dostluk kalıyor mu? Veya hiç dostluğun kazandığı oluyor mu? Olduğunu umuyorum, diliyorum.
when I'm losing control,
will you turn me away
or touch me deep inside
and if all this gets old, will it still feel the same
there's no way this will die
but if we get much closer I could lose control
and if your heart surrenders you'll need me to hold
love is a batttlefield, pat benatar, 1983
Saturday, July 12, 2008
Talihsizlik
Ne kadar talihsiz bir şey insanın beğendiği insanın arkadaşı tarafından beğenilmesi.
Büyük talihsizlik.
Friday, July 11, 2008
Büyük mesuliyet
Nereden geldi böylesine hafif konuların ardından diye düşünülürse açıkcası vicdanımdan başka bir şey değil. Cuma günü/gecesi olması sebebiyle yapılan hazırlıklar, denenilen kıyafetler, kurulan hayaller vs derken birden vicdanım mantığıma seslendi.
Geçen günkü ufak çaplı atlatılan reflü krizinden sonra patates haşlamaya gelen J.A.'nın üzüntülü halini gördükten, F.A.'nın telefondaki sesini duyduktan ve her ikisinin de "ama ben senin annenim/babanım" lafından çarpıldıktan sonra bütün cuma hazırlıklarımda biraz fazla sorumluluk sahibi olduğumu hissettim.
Çok büyük bir mesuliyet çocuk sahibi olmak. Ömür boyu bitmeyecek bir mesuliyet bu. İyi günü var, kötü günü var. İyi evlat var, kötü evlat var. Ama asıl varolan bir kere sahip olunca atsan atılamayan satsan satılamayan bir durum söz konusu olması.
Feci korkutucu bence. Ya da en azından bana göre. Korktuğum şey yeterince verememek, ilgilenememek, bana sunulanları sunamamak. Elbette verdiği duyguyu, tattırdığı mutluluk hissini tartışmıyorum ama herkes çocuk sahibi olmak durumunda değil, ayrıca olmamalı da. Ben istediğim şeyleri veremiyorsam, ailemin bana sunduklarından daha iyilerini kendi çocuğuma yaşatamıyorsam neden çocuk yapayım ki? Sırf kendimi tatmin etmek için mi? Zaten bencilce bir istek olan çocuk yapma isteğim (hemen püskürmenin alemi yok. psikolojik olarak tanımlanmış bir olgu bu.) kendi hırsıma yenilirse? Kendi küçük hesaplarım için bu durumu kullanırsam?
Üzerinde çok düşünülmesi gereken bir karar bu. Ya da bana göre öyle. Her şeyin tartılıp her şeyin hesaplanıp verilmesi gereken bir karar. Bir kez daha görülüyor ki bazı konularda hiç mi hiç sürpriz insanı değilim.
2 gündür J.A. & F.A. 'nın halen yaşadıkları mesuliyet halini düşünüyor ve açıkcası içim acıyor "ne kadar üzmüşüm" diye. İnsan hala bu yaşta eşşekk kadar olmuş evladına üzülür mü diye ama oluyormuş. Ömür boyu süren bir mesuliyetmiş evlat sahibi olmak. Büyümesi, ayrılması, evlenmesi, kendi çoluk çocuğa karışması hiçbir şeyi değiştirmiyormuş. Evlat her daim evlatmış.
Çıkmadan, giyinmeden, süslenmeden, geceye doğru yönelmeden önce ağır oldu ama iyidir arada bir vicdanın sesinin kendini duyurması.
Cuma eğlencesi # 24
Ve işte Tom Ford'tan Gucci tasarımcılığını alan ve satışları yükselten insan Frida Giannini. Ben bu elbiseyi de pek beğenmedim ama davet sahibi olduğundan çok ezmeyeyim. Ama bana gelsin bana ona kendi gardrobumdan daha güzelini veriririm. Hele elbisedeki göğüs bölgesindeki ayrık bir garip durmuş nedense. Yani biraz "ucuz ve basit" görünüme kaçardı da hadi yılların Gucci 'si olduğu ve ayrıyetten kendileri tasarımcı olduğu için geçiyorum. Ama başkasında yerin dibine sokardım.
P.S. Görüldüğü üzere oralarda öyle fön hadisesi pek yok. Doğal doğal çıkılıyor sokaklara, davetlere. Kadın Gucci'nin yegane tasarımcısı, isterse bütün Milano'yu ayağa kaldırır fön çektireceğim diye. Ayrıca öyle makyaj yapıcam diye dudağın üzerine kalem sürüp içini doldurma da yok.
... deyip Avrupa Komisyonu gibi feci sıkıcı bir konuda yazı yazmaya geçerim.
Summer Breeze
*Oysa hiç dışarı çıkalım hali bir yokken gerçekleşince hele bir de sürprizler halden hale girince bu kadar mı eğlenilir? Yalnız benim için votka-bir kez daha- bitmiştir. Kadim dostum Sekvotka kızacaka ama çoluk çocuk içkisini almayayım, alana da mani olmayayım.
* Geçenin komedisi bence 15 yaşındaki süslü püslü giyinmiş iki şehir kızının yanında benim dağlar kızı Heidi gibi kalmış olmam. O beyaz bluz, kırmızı etek ve kızıl saç rengi ile gerçekten İsviçre Alplerinde yaşayan birazdan süt sağmaya çıkacak kız gibiydim. Ama olsun benim de sevenlerim var.
* Temas. İstemediğin ve asla istemeyeceğin insanla ne kadar itici bir şey olsa da bambaşka şeyler hissettiğin ile ne kadar farklı. Gerçekten beğenmediğim karşı cins bana dokunmasın ya! Manasız bir dokunma, elleme hali (ben de hiç sevmem böyle vıcık vıcık hal) . Hayır, nasıl bir özgüvendir bu anlamadım ki kendisinin beğenilmediğini kabul etmeme durumu. Ancak dokunması gereken dokunsun, her türlü temasa geçsin hiç sorun değil. Cidden.
* Beni hiçbir şekilde hiçbir güç Hayal gibi gerizekalı bir mekana götüremez derken... Nasıl da kuzu kuzu gittim. Demek ki...
* Massive Attack öncesi evdeki Massive Attack dinletisi bazı eksikler olsa da hiç fena değildi. Üçüncü albümden sonrakiler bende yok, gerek de yok. Ama ilk üç albüm tamamdır, hele hele kendi playlistimi yaparsam 1) heat miser (ben üstüne tanımam da b.& m.'nin "bunun sözleri yok mu demesi beni bitirdi)
2) unfinished sympathy
3) angel
Bence Heat Miser 'ı çalmayacaklar ama olsun. İlk seferinde Açıkhava'da çalmışlardı.
Summer Breeze misali esip ne yazık ki bir anda çıkan işlerime doğru eserim. Ne talihsizlik!
Wednesday, July 9, 2008
Şehrin tepesi, terasları
whatever...
İngiliz bir adam blogunda İstanbul'dan bahsetmiş ve gittiği mekanlardan biri olarak Nu Teras'ı göstermiş. Tam da dün Nu Teras demişken cuk oturdu, tamamdır dedim.
Nu Teras mı? Yavrum, Nu Teras'a gideceğine bana gel aynısı, hatta daha da güzeli bende var. Ayrıca yazın her gece atılan havai fişekler de cabası. Uslu durursan cdlere plaklara da dokunabilir, dilediğini çalabilirsin! demek istiyorum.
P.S. Kime diye soran B.'ye çüş demek istiyorum. Bu kadar duyduğun dinlediğin yetmedi mi?
Nihayet buldum
Cinsiyet avantajları
Burası bir nevi etkinlik merkezi de olduğu için konferanslar, film gösterileri, sergiler filan yapılıyor. Hafta başından beri bir konferans var ve öğle saatlerinde yemekhane dolup taşıyor. Katılımcıların hemen hepsi kadın. Hem de genç hem de güzel. Yani şahane bir durum da benim işime yaramıyor. Tabii karşı cins coşmuş vaziyette. Ama bu coşma hali sadece bugüne ait değil ki adamlar nereye gitse coşuyorlar çünkü her taraf kadın dolu ve adam sayısı gitgide azalıyor. Abuk subuk tipler, şahsiyetsiz dünya çirkini adamlar kıymete biniyorsa bu yüzden valla.
Bu durumdan hoşnut kesime lezbiyenleri de eklemeyi unutmamalı çünkü ne de olsa onlar da karşı cins kadınlarda nereye bakıyorsa aynı yere bakıyorlar (her ikisi için de ümitsiz vakayım galiba. erkek olmak için zaten çok geç, lezbiyen olmak için de gisele resimlerden başka şeyleri beğenmek ve etkilenmek gerekiyor ki ben orada sıfırım).
Kısacası erkekler ve lezbiyenlerin beğeni konusunda önleri ufukları epey bir geniş. Okyanus misali, büyük balıktan küçüğüne kadar her cinsi mevcut. Ya biz? Dünya küçük herkes birbirinin tanıdığı yani ben sen bizim oğlan şeklinde yaşıyoruz. Bu konuda cidden talihsiziz.
Dream on # 3
Yine pek bir eğlenceli pek komik bir rüya derken başka isimler başka yüzler arasındaki uzun zamandır haber almadığım eski bir yüzü tekrar görüp bir de sabah hatırlayınca "herhalde haber gönderiyor iyi olduğunu söylüyor" diye düşündüm. Aklıma Red Kit ve kızılderililer geldi (ki red kit'e bayılırım. yapi kredi'den çıkmıştı, topluca alsam mı?). Haberleşme yöntemi olarak duman kullanmaları. Biz de bu yöntemi kullanıyoruz, hem daha bir Freud hem de hissiyat önemli şey babında. Böyle bir şarkı mı vardı, "rüyalarda bir şeyler". Bilmiyorum türkçe şarkı, bir Kalpsiz'i biliyorum, çok da seviyorum.
Red Kit bir yalnız kovboy...
Tuesday, July 8, 2008
Wish list # 5
Yüz boyama
Az önce kızın tekinde gördüm de "yazık güzelliğini kartlaştırmış" demeden edemedim. Gerçi desem de farketmez öldü gitti zaten yıllar önce. Beline kadar uzun saçları ile biraz kezban gözükse de beyaz tenli, mavi gözlü, renkleri güzel, hoş bir kızdı, kızılderilli babası vardı. Gazetede resmi vardı bugün, onların arasından stüdyo tipi çekimli olanı ve dudak kalemi dikkatimi çekti. Yazdım.
Dream on # 2
İlginç rüyalar serisi başladı, arkası yarın derim ben.
Monday, July 7, 2008
Motto # 16
the girl- When it gets hot like this, you know what I do? I keep my undies in the icebox!
Billy Wilder yönetmenliğinde Marilyn Monroe'nun efsanevi filmi. Yıl 1955. Marilyn Monroe "the girl"'i canlandırırken diğer başrolde ise Tom Ewell bulunuyor. Konu ise evliliğinin 7. yılında kaşınan adam ve aynı apartmanda yaşayan genç kadın ile yaşadığı ilişkinin komediye dönüşmüş hali.
Billy Wilder' ı da, asıl ismi Norma Jean Baker olan Marilyn Monroe'yu da severim.