Thursday, March 28, 2013

Blame it on Bowie !



Yalan değil müzisyenlerin ömürlerinin sonuna kadar sahnede kalmasına, müzik yapmalarına hoş bakmayanlardanım. Neden bir yazar, bir ressam veya tiyatrocu son nefesini verdiği günlere kadar sanatını icra edebiliyor da müzisyenler için bu hoş karşılanmıyor? Doğru, kesinlikle bir haksızlık söz konusu ancak buna sebep sanıyorum müzisyenlerin çok daha geniş kitlelere hitap etip  fazlasıyla göz önünde olmaları olabilir. Bir şekilde insan hayran olduğunun kendisi gibi yaşlandığını veya kendisinden daha kötü çöktüğünü ve buna rağmen yüksek egosu yüzünden kendisini kitleler önünde olmak adına gülünç hallere soktuğunu görmeyi istemiyor. Ya da ben istemiyorum. Tamam, The Rolling Stones'un babam yaşındaki hallerine rağmen hala dünya turnesinden bahsetmelerine  hatta Glastonbury 'e çıkmalarına tahammül de zorlanıyorum. Aynen (hayatımın erkeği) Axl 'e bugün bakmakta zorlandığım gibi.

Ama Bowie...Ah işte, herkesten ve her şeyden farklı olan David Bowie. 10 yıl sonra ilk kez albüm çıkartıyor ve insanı yerinden zıplatıyor.  Bazıları çılgınca Bowie hayranıdır (kendisi gibi 70lerde payetler ve apartman topuklarla gezen ve bugün ise hayattan bezmiş yaşlı kel ve şişman koca koca adamlardan bahsetmiyorum elbette). Bence Fuket Bowie 'yi çılgınca seven hayranlarından sayılabilir. Internete telefonla girildiği, Youtube'ın olmadığı 90lı yılların sonlarında Strasbourg-İstanbul arası mektuplaşmalarımızda bir ara sürekli David Bowie 'den bahsederdik, azap Low albümünü dinler, Heroes 'a bayılırdık. Ama asıl Bowie'ye bayılırdık; Fuket 'in Kuzen Larry'e benzettiği ama sonra yanlış insanı gördüğü anlaşılan Joel'i Joe diye kısaltıp hemen Bowie 'ye ithafla Joe the Lion diye düşünür, Bowie 'nin aşkından helikopterle tepesinden güller yağdırdığı Iman 'a sinir olurdu (k). Ben ise çılgınca mı bilmem ama David Bowie 'ye bayılanlardanım. En az Prince 'e bayıldığım kadar (ki bu başka bir aşk hikayesi). En az 1999'daki Hours albümünü almış, sadece ilk şarkıyı beğenip, eski albümlere geri dönmüştüm. Ama The Next Day ... Üzerine çok yazmaya gerek yok çünkü çok güzel bir album. Kendisini çılgınca seven hayranları yazabilir veya gazete köşelerindeki çılgınca kötü müzik yazılarından mesul Mehmet Tez gibiler üzerine tez yazmayı deneyebilirler ama ben girişmeyeceğim çünkü albüm zaten süslü püslü duygusal ifadelerle bir yazıyı gerektirmiyor. Ama gerekirse en kötü şarkı en son şarkı Heat. Ama melankolikler muhtemelen sevecektir, iyice soğuk Berlin günlerini Low günlerini anımsatan bir şarkı; ağır, soğuk hatta tedirgin edici. Ben rotamı çoktan depresif rock n' roll'dan dekandansın yaşandığı Studio 54 'e, Motown 'a, Stax 'e, Brooklyn 'nin hip hop çemberine çevirdiğim için ergen melankolisinden hiç mi hiç etkilenmiyorum. İlk iki şarkıyı da geçip The Stars Are Out ile başlar bence The Next Day. Sonra da çoşar insan. Ama en çok da You (will) Set The World On Fire ile...Sadece bu şarkıyı dinliyorum aldığım günden beri. Diğerleri de olur How Does the Grass Grow, Valentine's Day, Love is Lost filan olur hepsi olur da You will Set the World on Fire hepsine olur, bir tek son şarkı Heat olmaz. O da boncuk albümde, koskoca Bowie ya. Kapak ile filan da uğraşmamış Heroes 'un kapağının üzerini silip yeni albümün ismini yazmış. Nolcak ki kime hesap verecek, Sony'e mi? Günün sonunda "This is Bowie " her şeye yeterli zaten.

P.S. Blame it on Bowie çünkü sabahın köründe kendimi tutamayıp çok sevdiğini bildiğim sevdiğimiz insan kool şahsiyet K.'yı aradım "albüm çok güzelmiş" diye. Yapacak bir şey yok, Blame it on Bowie.  

P.S. (2) Mehmet'ciğim çok şanslısın ki hala gazetelerde müzik yazılarımı yazmakta tembellik ediyorum. O yüzden rahat ol, ruhunu sıkma, gerek yok, hafiflik en güzeli. Bu kadar az bilgiyle bile köşen olmuş, daha ne?

No comments: