Bütün içtenliğim ve coşkumla isterdim ki daha böyle boş boş yazmaya devam edeyim, sadece keyiften ve hazdan konuşayım. Ancak insan bu ülkede vicdanı sızlamadan, içi cız etmeden, olanı biteni merak etmeden yaşayamıyor.
İsterdim ki Strasbourg'un tüm hafifliği, tatilin ve yaşananların tüm güzelliğinin etkisi üzerimden kalkmasın ve yaşamın öte kıyısındaki gerçeğin soğukluğu yüzümü yaralamasın.
"Ortalama insan", "sıradan insan" tipolojisinden nefret etsem de gün gelip ortalama bir zekaya sahip, ortalama hayatlar yaşayan, ortalama kaygıları olan bu insanlara özenmiyor değilim.
Hayat sıradan bir insan olunca, aptal olunca o kadar güzel ki...
Gelir gelmez akıl almaz kapatma davalarının, demokrasiden çok uzak yerlerden gelen emirle gerçekleştirilen gözaltıların, katliam yıldönümlerinin ve de her türlü siyasi pisliğin olduğu bir yerde daha ne kadar hazdan, zevkten, oldu olacak şampanyadan bahsedebilirim ki? Ne içim ne de vicdanım kaldırır bu durumu. Elim gitmez, yüreğim tıkanır. İşte böyle anlarda böyle durumlarda o kadar özeniyorum ki kendi konvansiyonel yaşam üçgeninde sürüp giden sıradan hayatlara, bir plazma televizyon, bir araba, bir yüzük, bir alyans ile mutlu olup dünyanın geri kalanı ile ilgilenmeyenlere. Sıradanlık iğrenç bir şey olduğu kadar sıradan olana o denli mutlu veren bir şey çünkü akıllı olmak, aykırı olmak, farklı olmak dertten, sorgulamadan, dünyevi kaygıdan, toplumsal vicdandan, daha iyisini talepten başka bir şey getirmez insana.
Her daim değil belki ama kimi zaman keşke sadece baktığıyla yetinen, verilenle mutlu olan, sorgulamadan durabilen, tül perdeyi farketmeyenlerden olsaydım. Çok geç; böyle başlayan böyle gider.
No comments:
Post a Comment