Gone...for one week...St.Petersburg...White Nights, les nuits blanches. On verra...
Dün M. ile konuşma:
m- şimdi sen gidiyor musun gerçekten 1 hafta?
a- evet
m- hiç olmadı bu!
a- canııımmm. deme öyle mesajlaşırız ararım ben. hem sadece 1 hafta
m- nasıl anlatsam? hani her şey güzeldir keyiflidir ama içinde bilmediğin, tarif edemediğin bir duygu vardır anlamazsın sonra "aa evet işte o yüzden garip hissediyorum" diye düşünürsün. öyle bir duygu bu.
İstanbul 40 derece, giysiler yapış yapış olmuş, 2 adım atıldığında ter içinde kalınmış ancak hiçbiri 4'lünün kutlamaları yapmasına engel olmamış bu masalda.
Bizde doğum günleri hem doğum günü günü hem de haftasonu olarak çifter çifter kutlanıyor. Nedeni ise belirsiz böyle başladı böyle devam ediyor. M.'nin kutlamaları bu sabaha karşı 4'de artık sonra erdi. Şimdi geriye bir B. kaldı, ondan sonra şubata kadar rahatız.
Dünkü o acayip sıcakta çıkıp, gidip melek kanadı almak, eve dönüp bayılmak, sonra akşamki yemeğe sıcağın da etkisiyle için kıyafet bulamamak, çıkmadan M. ile inatlaşıp tartışmak, Nişantaşı'nda şık elbisenin altındaki havaianaslarla kanatları sürpriz için mekana bırakmak, M.'nin inadı sonucu evinin önünden almak, tekrar Abdi İpekçi'ye dönmek, B. ve R.'nin -yine- geç kalmasına kızmak, Mezzaluna'da sıcaktan bayılmak, Touchdown'da pek bir eğlenmek, Sekvotka'nın gelip beni mutlu etmesi, aşağıya park etmiş vespaları kıskanmak, pastanın güzelliğine bayılmak, M.'nin gecesi diye devam niyetine NuTeras'a gitmek ve orada sıcak+çirkinlikten bayılmak, stilettoların acısına dayanamayıp çıkartmak,vs vs vs
Neticede güzeldi, eğlenceliydi, sıcak çok ama çok sıcaktı. Her şey iyiydi. M. yine mutluydu, o halde biz de yine mutluyduk.
Fly me to the moon, style bossa nova (fransızcada günlük konuşmada söylenir "style" bilmem ne diye, özlediğim birçok şeye "big up" niyetine böyle yazayım istedim)
1963 yılı...
Caz şarkıcısı Julie London'nın, Bart Howard'ın ünlü bestesi Fly me to the moon yorumu radyolarda çalınmaya başlıyor.
Julie London 'nın bossa nova tempolu Fly Me To The Moon yorumu herhalde kendimi bildim bileli yaptığım "en sevdiğim 5 şarkı, 10 şarkı, 100 kitap" gibi listelerimde en üst sıralarda yeralır. Her ne kadar Frank Sinatra yorumu muhteşem olsa da Julie London bence aşıyor onu.
Şarkı 1954 yılında "In other words" adı ile bittiğinde son anda yapılan bir isim değişikliği ile "Fly me to the moon" halini alıyor. Frank Sinatra 1961, Julie London ise 1963 okuyor ilk kez. O sevdiğim hafif tempolu huzur, tarif edilemez glamour dokunuşu ile dinlediğimde beni olduğum ortamdan soyutlayabiliyor, ruh halime dokunabiliyor. Ne diyeyim seviyorum, bossa nova'yı, glamour'u, hafif yaz gecelerini, çakır keyif eve gelip "retro style light" olmayı ... Aslında wish list'ten sonra bir de "love list" diye bir şey mi yapsam şöyle havalı havalı durur blogda. Durur durmasına da, zaten hiç dinmeyen nefret okları ne alemde olur bilinmez. Whatever. Turn the music on, darlin' !
P.S. Şimdi hatırladım rüyamda John Lennon'ı gördüm, working class hero'yu söylüyordu. Ne alaka? Ne bilirim, ne de severim kendisini. Anotherstar harikalar diyarinda başladı...
R. ile seyretmeye gittiğimiz, büyük öngörüsüzlükle bitmeden çıktığımız mucit yarışmasını İsko kazandı. Ho! Ho! Ho! Onu konuşuyorduk R. ile, meğer İsko R.'nin üvey babası olarak 17 yıldır hayatımızdaymış. Nasıl da geçmiş zaman... Ama çok mutluyuz, ailede mucit var... (bol balık projesi ile daha bol bol rakı-balık yapabileceğiz)
P.S. O, MKM nasıl acayip bir yer öyle. Hele çıkışı iyice garip, taksi yok, bir şey yok. Yani gece vakti orada kesseler kimse bilmeyecek. Neyse R. beni Levent Çarşı'daki durağa bıraktı da oradan rahat geldim. Ama Levent Çarşı iyidir, Yeşilköy gibidir.
P.S.(2) Valla bu da aslında celebration oldu, patlatsak şampanyaları
Dün M. 'nin doğum günüydü. Günler öncesinde başlanılan hummalı çalışmalar, ayarlamalar derken bir heyecan, bir coşku ile önce kalabalık bir sürpriz grup ile Cavit'te keyifli bir yemek sonrasında da -normal şartlarda hiçbirimizin öyle isteyerek gitmeyeceği- Cahide'de eğlenme. Şahsım için Cahide'de hazzettiğim bir mekan olmasa da o kadar alkole her yerde eğlenebilirdim-eğlenebilirdik. Nitekim öyle oldu.
M. ortak 4'lü hediyemizi çok beğendi. Benim Robinson Crusoe'lerimi de ... (arkası ilahi komedya ile devam edecek). Ancak anladığım kadarıyla onu en çok mutlu eden sabahki uykulu kalın sesimle yaptığımız ilk doğum günü konuşmasıymış. O halde her şey yolunda, M. mutlu, biz mutluyuz, yüzünü güldürdük, güzel bir gün yaşattık, şimdi beraberce gülebiliriz. Joyeux anniversaire, poulette...
Bu hiçbir şeymiş, çok daha sıcak günler gelecekmiş. Böylesini arıyorum ancak bir türlü beğenime uygun olanını bulamıyorum. Her tarafta "kız"versiyonları var ki, birçok şeyin kız versiyonunu sevmediğim gibi, kız şapkalarını da sevmiyorum:zarif ince kız saati yerine büyük erkek saatini, yuvarlak süslü çiçekli kız şapkası yerine erkekler için yapılan aaha keskin hatlı borsalinoyu,ya da önden pilili kız gömleği yerine erkek gömleğini hep tercih etmişimdir.
İlla gerçek bir panama borsalino olmasına gerek yok (olsa sevinirim de) benzer bir şey bulsam hemen alacağım.
Bugün, çok ama çok güzel bir vespası olan bir çocuğun giydiği t-shirt'ün üzerinde gördüm, sokakta kendi kendime güldüm: style wars... Ayrıca vespası beni benden aldı: krem rengi üzerine kırmızı çizgileri var. O t-shirt'e, o vespaya bakılırsa kesin reklamcı, tasarımcı, sanatçı bir şeydir bu çocuk, gay olma ihtimali de vardır. Merde!
Kadının elindeki, kimi erkeğe göre çirkin hatta ucuzluk göstergesi olan kırmızı oje, kiminde başka duygular yaratıyor (ben bugün bunu gördüm). Daha önce de sürdüğüm kırmızı oje ile komik olaylar başıma gelmişti ancak bugünkü ciddi garipti. Spor salonu, hava sıcak, zaten nefret ediyorum hareket etmekten vs derken daha önce bana Vespa'sı için "al istediğin zaman kullan diyen" çocuk geldi, "naber nasılsın" gibi kısa muhabbetten sonra tam bir diğer manasız spor aletine yönelmiş giderken "aa ne kadar güzel rengi var kırmızının" diyerek tuttu elimi çekti . Ben "allah allah noluyor? " filan diye düşünürken çocuk "bu nar çiçeği mi, çok güzel, sana da çok yakışmış, canım benim" deyip diğer tarafa yöneldi, ben de öylece gülerek kalakaldım. Hadi kırmızı oje olayını, etkisini anladık da sonda eklediği ve sevecen bir ses tonu ile söylediği "canım benim" ne demek, onu çözemedim. Galiba insanlara ilk intiba olarak verdiğim "küstah, ukala" gibi duyguların yanı sıra "korumalı, sevmeli" gibi duygular da var (hoş, bunlarla beraber bir duygu daha var (mış) ki, duyunca inanamadım resmen) . Ne diyeyim güldüm sadece.
* alt başlık: görgüsüzlük
Resmen inanamadım böyle bir şey olduğuna. Tamam, anladık Roberto Carlos geldi, iyi futbolcu, ayrıca sempatik, sıcak kanlı bir tip, Brezilyalı, Fenerbahçem'i güzel günler bekliyor ama nedir stadyumda imza attırmak ya? Bu kadar görgüsüzlük, bu kadar şebeklik yapılır mı adama? Sanki kasabaya sirk geldi de akşamki gösteriye izleyici toplamak için palyaço sokakları dolaşıyor. O kadar rahatsız oldum ki, bakamadım resimlere, haberlere...Stadyumda imza attırmak ya? Şoktayım resmen. Gerizekalı bu insanlar.
Uzun ama cidden uzun zamandır gittiğim en iyi konserdi. Seviyoruz Brooklyn'li bu 3 insanı. Hele hele Mixmaster Mike beni benden alan insandır. Plak çalan dj seviyorum, yapacak bir şey yok (zamanında tezimi yapmıştım dj meselesi üzerine, seviyorum).
İnanılmaz sıcak olmasına rağmen güzeldi, bira kuyruğu iğrençti, biranın karton bardaklarda olması daha da iğrençti ama güzel geceydi. 4'lü yine formundaydı.
P.S. Sabotage değildir Beastie Boys ama çok güzel şarkıdır.
P.S.(2) 4'lünün benden geri kalanı cuma gecesi Underworld'e gittiler, ben gitmedim. Anladığım kadarıyla cuma gecesi daha da müthişmiş ama ben Underworld hayranı olmadığım için ve benim için müzik daha ön planda olduğu için gitmemiştim. Gerçekten güzelmiş ama ne bileyim...dün geceden sonra memnunum tercihimden. Şimdi sıra Isaac Hayes'de.
Bütün gazetelerde, televizyon programlarında yazılmış mektuplar var. Bunlar çok heyecan verici, çok duygusal olsa da bir şekilde "fazla" geliyor... Abartılı, süslü hatta ticari kokuyor. Bu kadar göze sokmanın, ağıza düşürmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bugünü onunla doyasıya, keyifle yaşayabileni olduğu gibi, onsuz buruk ve özlemle geçireni de var. O halde ne bu manasız illa durumu?
Doğum günleri hariç bu tip kutlamalara pek taraftar değilimdir.; anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, yıldönümleri. F.A. da çok önemsemese de J.A. için mayıs ayının ikinci pazarı önemlidir, haliyle özel geçmesine çalışılır (dışardan dady's girl dursam da aslında aksidir, kahramanım j.a.'dır benim). Bir de işin sosyal baskı tarafı var. Bir şey yapsan problem, yapmasan problem, bazen az, bazen abartılı.
Ne var ki hiç düşünülmeyen kaybedildiğinde ne yapılacağı. İşte o zaman patlayacak bir tarafında bu kutlamalar, abartılı özel gün brunchları, anneler/babalar günü özel cep telefonları, formaları vs.
never on sunday
Ancak mektup güzel şey. Mektup yazmak, göndermek, birinden mektup almak. Sabah gazetede İsmet İnönü ve Erdal İnönü'nün 40'lı yılların sonlarındaki mektuplaşmalarını okuyunca aklıma ben de ilim irfan uğruna gittiğim yerden J.A. ve F.A. 'ya yazdıklarım geldi (biliyorum f.a. onları çalışma odasındaki masasının çekmecelerinde saklıyor).
İtalyan kökenli Mısır doğumlu Fransız şarkıcı Dalida bu muhteşem şarkıyı ilk defa okuyor.
Arkadaki sürekli konuşan erkek ise "beau comme alain" sözünün ithaf edildiği kişi Alain Delon. Gençliğinde ciddi yakışıklı olmasına rağmen laf aramızda Alain Delon az puşt değildir bu alemde, arkasında leşleri çoktur kendisinin. Dalida ise sarı kabarık saçları, taşıdığı parlak giysilere rağmen hüzünlü kadındır, intihar etmiştir '87'de. Bugün hâlâ evinin önüne çiçek bırakılır.
Güzel şarkıdır. Annelerimizin bugün hiçbirimizin giyemeyeceği kadar kısa mini etek veya şortlarla sokaklara çıktıkları, bazı duyguların daha saf olduğu zamanlar sanki. Ama sanki kadın-erkek ilişkileri temelde hiç değişmiyor, hep aynı laflar, hep aynı söylemler.
Sözleri de güzeldir. Buyrun buradan yakın.
alain: c'est étrange, je n'sais pas ce qui m'arrive ce soir je te regarde comme pour la première fois dalida: encore des mots toujours des mots, les mêmes mots alain: je n'sais plus comment te dire dalida: rien que des mots alain: mais tu es cette belle histoire d'amour que je ne cesserai jamais de lire dalida: des mots faciles,des mots fragiles c'était trop beau alain: tu es d'hier et de demain dalida: bien trop beau alain: de toujours ma seule vérité dalida: mais c'est fini le temps des rêves les souvenirs se fanent aussi quand on les oublie alain: tu es comme le vent qui fait chanter les violons et emporte au loin le parfum des roses
caramels, bonbons et chocolats par moments, je ne te comprends pas merci, pas pour moi mais tu peux bien les offrir à une autre qui aime le vent et le parfum des roses moi, les mots tendres enrobés de douceur se posent sur ma bouche mais jamais sur mon coeur
une parole encore paroles, paroles, paroles ecoute-moi paroles, paroles, paroles je t'en prie paroles, paroles, paroles je te jure paroles, paroles, paroles, paroles, paroles encore et encore des paroles que tu sèmes au vent
alain: voilà mon destin te parler, te parler comme la première fois. dalida: encore des mots toujours des mots les mêmes mots alain: comme j'aimerais que tu me comprennes dalida: rien que des mots alain: que tu m'écoutes au moins une fois dalida: des mots magiques, des mots tactiques qui sonnent faux alain: tu es mon rêve défendu dalida: oui tellement faux alain: mon seul tourment et mon unique espérance dalida: rien ne t'arrête quand tu commences si tu savais comme j'ai envie d'un peu de silence alain: tu es pour moi la seule musique qui fait danser les étoiles sur les dunes
caramels, bonbons et chocolats si tu n'existais pas déjà, je t'inventerais merci pas pour moi, mais tu peux bien les offrir à une autre qui aime les étoiles sur les dunes moi, les mots tendres enrobés de douceur se posent sur ma bouche mais jamais sur mon coeur encore un mot, juste une parole paroles, paroles, paroles
ecoute-moi paroles, paroles, paroles je t'en prie paroles, paroles, paroles, paroles, paroles et encore des paroles que tous ces mots que tu es belle
Sıcağı sevmem, güneşin tepemde olmasını sevmem, sevmem de sevmem ama bütün bu durumlar şehirde etkisini göstermeye başladı. Gitgide de artacak.
J.A. & F.A. geçen gün Bodrum'a gittiler (j.a.'nın söylemiyle iasos. o sevmez öyle bodrum vs içinde ev). Ben ise, pazar günkü Beastie Boys konseri yüzünden buradayım. Bravo değil mi? Ulan bir kötü geçsin o konser, yıkmazsam tüm mekanı.
P.S. Okullar tatil oldu bugün, çocuklar da M. 'yi bekliyor ama bizimkisi yine kırmış, güneşin altında daha da esmer olmaya gidiyor.
Derler ya içki şişede durduğu gibi durmuyor. İşte kanıtı...
Valla koskoca Fransa Cumhurbaşkanı, pek sevilen, pek takdir edilen N.Sarkozy, V. Putin ile görüşmesinden sonra sarhoş sarhoş geçmiş kameraların, gazetecilerin karşısına. İşin ilginci pek de sevimli.Gülerek hatta hafif cümleleri yutarak "geciktim, kusura bakmayın, ne yapmamı istersiniz, sorulara cevap mı vereyim, hadi öyle olsun" diye konuşan bir adam var karşımızda. Yani korkulacak bir şey yok, o da bizim gibi insanmış, allah bilir kaldığı luxueux otel odasının tuvaletinde hepimizin yaptığı gibi çıkarmıştır midesindekileri.
Of bence asıl kötü olan bizimkilerin içmememesi... Yani şimdi şöyle Tayyip veya kurmayları şaraptan anlayan, votkaları sekvotka olarak mideye atan, rakıyı adabıyla içen tipler olsalardı, Türkiye ve AB konularında, Sarko ile epey bir ilerleme kaydedilirdi diyorum ben. Otururlardı masaya, entrée ile başlayan güzel bir yemek (ilk beyaz şarap geliyor) sonra ana yemek ki muhtemelen bu güzel bir kırmızı et oluyor (haliyle kırmızı geliyor) ve sonrasında şampanya ile bitiyor gece. Bu arada Kasımpaşalı Tayyip ve banlieue'nün bir tık üstü Sarko tüm anlaşmazlıkları unutmuş kadehleri tokuşturuyorlar. Fena olmazdı değil mi?
Ne yazık ki gerçekler böyle değil. Ancak şunu söylemek zorundayım ki şu topraklarda rakı içmeyenden ne beklenir ki..?
R&B şarkıcısı Angie Stone'un eski kocası D'Angelo Voodoo adlı ikinci albümünü Virgin Records'dan çıkartıyor. Voodoo, ilk albümü Brown Sugar'dan daha çok ses getiren bir albümm oluyor. Ancak muhtemelen en çok ses getiren durum albüm kapağındaki D'Angelo'nun çıplak gövdesi. Daha doğrusu 7 dakikalık muhteşem şarkı "Untitled (how does it feel) 'in klibinde görülen bilmemkaç bin saatlik gym macerasının sonucu olan vücut.
Bu klipteki şarkıyı kısaltmışlar hatta oyle ki senkronizasyon sorunu net şekilde farkediliyor. Şarkının aslı 7 dakikayı biraz geçiyor. Yavaş başlayan gitgide yükselen ve finali ile de noktayı koyan, kesinlikle iç gıdıklayıcı bir şarkı.
Klip, zaten biz kızları "speechless" bırakıyor. O yüzden karşı cinsi nasıl bırakıyor bilemem. Evet, biraz aşırı yapılı, aşırı kaslı ama herkesin bir zayıf noktası vardır, hatta Achilles'in bile. Benimkisi ise adonis kası.
P.S. Albüm ciddi iyi bir r&b albümü. İçinde ayrıca Feel like makin' love gibi eski soul şarkılarının yorumları da bulunuyor.
P.S. (2) Şarkının ismi bu kadar mı ruh halime uyabilir? Halet-i ruhiyem? Ehvenişer desek de bitirsek.
Kırmızı gloss reklamını andıran resim biraz seksi de olsa amaç bu değil.
Dünden beri geçmeyen bir sıkıntı, daralma, yüreğimin sıkışması hakim. Ve bugün kendimi sürekli olarak dalmış bir vaziyette yukardaki hareketi yaptığımı farkettim. Kolay gülen, kolay şen kahkahalar atan ben, dünden beri pek bir sakin, pek bir durgunum.
Hani hayattaki küçük mucizeler demişken sabah sabah, işte şu an olmasını bekliyorum. Bilmiyorum, bir şey gelsin, bir şey olsun, kahkalarla güleyim, tutunayım. Sıkıldım. Yazmaktan da her şeyden de. Bitti.
Sabaha kadar kıvranma, vızlanmalara karşı cep boyutu ve hafifliğinden dolayı elde Tribün dergisi ile beyaz duvarlarda iz bırakma, "bittim ben ya, sabaha kadar uyku yok, kalktığımda da kıpkırmızı olurum" düşüncesi ile vazgeçmiş iken hiç ama hiç beklenmedik bir yerden (yatak odasındaki eski müzik setinin kaset bölümünün içinde) tek bir tabletin çıkması ve hayatın kurtulması. Sadece tek bir tane. İşte o an -saat 3'ü çoktan geçmiş- mucizelere inandım. Büyüklerini, fantastik ve sansasyonel olanlarını bilemem ama gündelikte böylesine heyecan verenleri oluyor. Oley...O halde diğerlerini, devamını bekliyoruz.
Anladığım, bildiğim, yaptığım ya da hanemde filan gördüğüm bir durum olsa belki her şey daha anlaşılır olacak ancak öyle değil. Elimde değil, bir şekilde çekici geliyor, hoşuma gidiyor. Siyah, kadife, adrenalin, kristal bardakta viski, kağıt, zar, her şeyin bir anda değişebilme ihtimali, yine siyah, glamour. Muhtemelen saydıklarımın gerçekle alakası olmayıp sadece fantastik boyutlardadır ancak I just can't help myself ... seviyorum, mümkünse yaşamak istiyorum.
* Ocean's 13... Ne kadar boş olması hiç önemli değil çünkü kesinlikle eğlendiren bir film. Eğlenceli, hayal ettiren, heyecanlandıran, cezbedici ve sonunla ne olursa olsun her şeyin iyi olacağını hissettiren bir film işte.
* Shakin' Sinatra's hand.
* Confessions on the dance floor: 1) filmin ilk sahnesi, yani brad pitt ve içimden akan sıcak su. 2) L.C. 'in "figo galatasaray'a geliyormuş demesi üzerine kanyon'daki çoluk çocuğun ortasında ağzımın açık kalması, "acaba görmek için f.a. korumasında ostadyuma gider miyim ?" düşüncesi ve yine akan sıcak su.
* Nasıl komik bir şeydir gözüme damla damlatmış ve kapatmış halde elde telefon vir vir konuşup yürürken kapının pervazına çarpmak?
P.S. Resim yani ilk orijinal Ocean's Eleven 1960 yılında çekiliyor. Tayfa, The Rat Pack yani Frank Sinatra, Sammy Davis Jr. ve Dean Martin'den oluşuyor ve kısaca haysiyet diyoruz biz buna.
P.S.(2) Scheisse, o merde! nasıl da unuttum...brad pitt'in bileği, altın rolex, aman allahım... evet biliyorum kıroyum.
Planlar tamamen değişmişken, M. ile meyhane demişken birden yine her şey değişti...R geldi (ne mutlu) hatta K. de geldi ki ve derim ki bunlar çift olarak tamamdır.
Asmalı Cavit gerçekten eski meyhane geleneğinde bir yer. Sahipleri düzgün, kibar, mezeleri inanılmaz lezzetli, rakı hatta kara kapaklı efe fevkalade. (hele hele yakup, sofyalı hatta göz ağrısı refik ile karşılaştırıldığında inanılmaz kalıyor).
cavit, otto ve kapalı şamdan hüsranından sonra home sweet home derim ben...
Öyle müthiş müzikal bir değeri olmadığı için tarih, prodüktör aranjör gibi bilgilere girmeyeceğim. Yalnız şarkı galiba yine "güvendim, aldattın" gibi klasik ilişki temalarından bahsediyor sanırsam
Sadece dün sabaha karşı M., R. ve şahsım televizyonda tesadüfen seyrederken neye uğradığımızı şaşırdık. Bu nasıl bir kliptir? Nasıl bir erotizm, seksilik akıyor bu klipte (gerçi r. bir ara "pornografik be bu" dese de ben ve m. erotik demekte kararlıyız)? Şoktayız desek yalan olmaz. Bunu seyredebilen karşı cinsi de tebrik ediyoruz içtenlikle.
Hadi bu da gün ortası, haftasonuna yaklaştım keyfi olsun...
Dün yorgunluktan süründüğüm hatta tükendiğim, gün ortasında (yine) gerildiğim hatta bir ara üzüldüğüm, yağmurdan feci ıslandığım günün sonunda M. ile onların mahallede buluştuk. Her şey çok sakin bir yemek programı iken R. 'nin de katılması ile şenlikli bir hale dönüştü. Son nokta ise Touchdown 'dur (ben yorgunluğumdan, gözümün seğirmesinden, biraz da keyiflisizliğimden kaynaklı huysuz da olsam yine de iyiydi, iyi geldi). Gecenin devamı dingin sulardaki zen kampındaki B.'nin evinde sanki SP günlerdeki gece kalmaları gibiydi.
M. bir şekilde yorgunluğumu + keyifsizliğimi gördükten sonra olaya müdahele edip "yeter, seni yarın akşam şamdan'a götürüyorum" dedi. "Peki" dedim; ne de olsa Şamdan kızı olan kendisi, ben sadece dancefloor'da dans edenim.
* Dün gece bir kez daha (touchdown'da) farkettim ki, insanın sevgilisi/karısı/kocası ile beraber içmesi hatta sarhoş olması inanılmaz güzel bir şey. Hani çiftler vardır, biri dağıtır öbürü de ya kızar, ya toparlar, ya surat yapar. Yanlış bir şeyler var demek orada. Uyumsuzluk sevmiyorum ben. Farklı olunsun, farklı bakış açıları ile değerlendirilsin, deli kavga edilsin ama temel değerler eş olsun, benzeş olsun (ve lütfen "ruh ikizi" gibi telaffuzu, yaşanması, bulması çok zor, çok değerli bir şey de pabucumun romantiği tuna kiremitçi gibi orada burada söylenmesin. yaşayanlara, bulanlara, itina ile elinde tutanlara ciddi ayıp oluyor).
* Çarşamba-cuma-cumartesi. Arka arkaya, birbirini takip eden haftalarda yaşadıklarımdan anladım ki benim günlerim bu günler. Çarşamba-cuma-cumartesi. Ho! Ho! Ho!
Galiba Dolce Vita günlerim, yaşamım sona eriyor. Önümüzdeki hafta göreceğiz ancak eğer olursa aynen eski stresli, yoğun mesaili yaşam bekler beni.
Yani herkes bir laf etti "anotherstar ve dolce vita hayatı" diye, hah buyrun işte patladı. Ne yazık ki şampanyamı içemeden patladı, ben de yarın içerim diyordum, o da patladı.
Neyse yaz yağmurlarını sevmiyorum, aslında yağmur sevmiyorum (ki genelde ben gri hava sevdiğim için yağmur da seviyorum sanılır ama sevmem). Sabahın köründe ne yazık ki elbise değil de pantalon giyip altına da NYC veya Londra'lı kızlar gibi gerçek ayakkabımı çantamda taşıyarak spor ayakkabımı giyip gittim. Ne diyeyim arkası yarın.
* Dün gece yine komikti. Meyhanede Tek Perdelik Alkollü Oyun. Saat 10'a geldiğinde B., M. ve + takım, rakının yanında meze olmamasında kaynaklı şekilde 2 kadehten sonra dönüyorduk. Gerçi ben sonra yine cin gibi oldum ama komik bir durumdu tiyatroda içki içmek.
* Gözüm hâlâ devam ediyor. Geçmeyecek galiba. Ağzı gözü oynayan arıza tiplerden olacağım bu gidişle.
Evden tam sushi ziyafetine çıkmaya hazırlanırken giderayak B. ile müthiş bir yanlış anlama ile müthiş bir kavga ettikten ve müthiş bir şekilde barıştıktan sonra aslında bazı şeyleri yanlış anlama hatta tabiri caizse (biraz kaba olacak bana da yakışmayacak ama) götümden anlama huyum olduğunu bir kez daha gördüm. Nedense var böyle bir yönüm. Tartıştığımız konuda eleştirilerim var ama benim de arada bir olayları götümden anlama, bardağı boş tarafından görme huylarım mevcut. Geçenlerde bir arkadaşım bu huyuma epey fantastik bir çözüm önerdi, bilemiyorum, haklı olabilir, deneyebiliriz de ancak o çözümü buradan telaffuz etmem mümkün değil. Velhasıl, Lapsus Clavis ile gerçekleştirdiğimiz sushi seansı pek güzel, pek çiğ idi. Gerçi kendisi gerek NYC 'de gerek sushinin anavatanı Nippon ülkesinde daha lezzetlilerini yemiş olsa da bizim vatanda bu kadarı ile idare ediyoruz. Gerçi Nişantaşı Sushico'da öğlenleri hakim olan zen havası insanı daraltsa da, her gün gidip yiyebilirim. Tek korkum bu kadar çiğ balık, çiğ et tüketince midede kurt olmuyor mu? Sormam lazım doktor civanıma. Ancak günün bombası, ne benim şuursuz olarak -yine- pileli etekle sokaklara çıkıp sürekli havalanan eteğimi düzeltmem, ne de Lapsus Clavis'in sürekli sırıtan halidir. Asıl bomba transparan etektir, ben bunu bilir bunu söylerim. İnsanların kıçını başına açmasına veya transparan giyinmelerine hiç itirazım yok hatta ben de kendimce yapayım ancak gördüğümüz epey bir exhibionist-teşhirci bir durumdu. Gerçekten Hande Ataizi'nin kıçı güzelmiş, biz bugün bunu gördük. Epey de inceymiş kendisi. T-shirt altına giydiği siyah transparan-ama gerçekten transparan- mini eteği ile kıçındaki donun markasını da, şeklini de, kıçının kıvrımlarını görmüş olduk. Daha bakardım ancak çekindim, utandım, sonra da sıkıldım valla. Tabii kadınlar benim gibi değil, çoğunluk bir kıskançlık, bir haset ile baktı kadıncağıza. Ne yazık ki yüzü için aynı şeyi söyleyemeceğim. L.C.'nin dediği gibi "yüzü de kıçıma benzemiş, o ne öyle ya" . Ne diyeyim allah sahibine bağışlasın. Ya da Sekvotka 'nın dediği gibi "3 kadeh votkadan sonra herkes çok güzel zaten".
Yes. Tamamdır. Uyudum, çok da güzel kalktım hiç sorunsuz. Sadece 2, 2,5 sularında sanıyorum cep telefonunun dijital saatin yanında durmasından kaynaklı Kara Şimsek Kit gibi dıııt dıııt ötmesi sonucu korkuyla kalktım ama tek vukuat budur.
Pek iyi geldi uykumu almak. Take a deep breath
P.S. Tek saçmalık 3 gündür sağ gözüm seğiriyor. Nedir bu ya? Geçmedi pazartesiden beri. Yine de istediğim gibi uyudum ya, whatever derim ben.
* Tam bir şekilde dinlenmiş vs olduğumu düşünürken yine bir son dakika gelişmesi ile cin gibi oldum, oturdum, dikildim ve bitirdim. Şimdi mümkünse gözlerime patates mi, çay mı ne boksa öyle bir şey koymak istiyorum. Sözde her şeyin hafif, lite olacağı, pır pır uçulan, tiril tiril giyinilen yaz gelse de ara ara insanın yüreği daralmıyor değil. Haliyle sinir oluyorum.
* Kızlar hep "yazın sıcakta yemek hiç yiyemem ben, hep zayıflarım" der. Gördüm ki ben onlardan değilim. Sıcak mıcak bahane, insan gece yarısı cheeseburger ister mi ( saat 3'de)? Yemin ediyorum evim şöyle biraz daha az yokuşlu, iniş çıkışsız ve 24 saat açık muhteşem bir büfesi olan bir semtte olsa hiç üşenmeden gidip alıp gelebilirdim (ne var ki geçenlerde gündüz vakti yediğim miss pizza, bilmiyorum ağır geldi. galiba artık bir süre pizza yemeyeceğim). Bir de yine bununla beraber karşı konulamaz bir şekilde steak tartare yemek istiyorum. Uzun zamandır hem de. Şu popüler kasap dükkanı Dükkan mı ne, oradan sipariş verip, yanında ince dilim patates kızartması ve kırmızı şarap olsun istiyorum (off orada da beni pek bir seven defne k. var ki, yanımda sekvotka olmadan gidersem martini bardağını üzerime fırlatırmış gibi geliyor). Bir ara Nupera Lokanta'da güzel yaparlardı, Beymen Brasserie'de fena değildi ama yok olmuyor işte, hep bir şeyler eksik kalıyor. Şöyle tiril tiril giyinip, çıkıp gidip güzelce yiyip oradan da Holly Golightly gibi olmak istiyorum. Ama olmuyor işte, galiba taşınmam lazım (holly golightly-audrey hepburn filan ancak hafif fevri ve küfreden olanı pek cazip bulunmuyormuş, ben bugün bunu gördüm).
* Bu kadar "yemek" diye söylendikten sonra öğle yemeğinde R. ile Kanyon'da olacağımı da söyleyeyim, bitsin. Kaç zamandır kalabalık, 4'lü olarak görüyorum ama ikili olmayı, konuşmayı özlemiştim. Ho ho ho!
* Morluk nasıl bir şeydir insan vücudunda? Cuma gecesinden sürekli rastlıyorum kendilerine, irili ufaklı. Geçmiyor da namussuzlar...
* Farkındayım bugün öyle her zamanki sansasyonelliğimle kendimi veremedim yazılarıma. Epey de boş yazdım, biliyorum nefret duyguları kabaracak yine ama bugün de böyle olsun. Ayrıca ültimatomu aldım, resmen korktum oturdum dayak yiyeceğim diye, artık "yazıları yazmam lazım" diye aklımdan geçiriyorum durmaksızın. Yazıcam valla hepsini güzel güzel, imzalayacağım altını, sonra da gelip kırmızı kurdelamı takacak yakama. Ve sahnelerdede şımarık ilkokul çocuğu Anotherstar.
Fiyasko. Boşuna çaba. FATIGUE. Gitmedi, gitmiyor. Bitmedi. Bitmiyor. Yine aynı şey.
P.S. Taktım şu yukardakinden ancak nafile.
Alt Başlık: broken espresso cup, bleeding finger, broken heart
Yorgunluki uykusuzluk ve halsizlik hali her şekilde kendini gösteriyor. Kocaman, sıradan ve kesinlikle hiçbir özelliği olmayan bir fincanı almak için uzanırken kullanmaktan en çok zevk aldığım, servis yapmaktan en çok hoşlandığım espresso fincanıma çarptım, yere düştü ve kırıldı. Öyle sakar biri değilimdir ama oldu işte. J.A.'nın bir yerlerden alıp getirdiği eski ince porselen bir fincandı. Muhtemelen birçok insana göre hiçbir şey ifade etmeyen bu durum benim için tatsız oldu. whatever. Olan oldu işte.
Çarşambadan beri süregelen sabahlara kadar dışarlarda kalma, uyumama ve içme eylemlerinin bir süreliğine askıya alınmasına, makrobiyotik beslenmeye, hiç bayılmadığım ancak bana iyi gelen spor salonuna geri dönmeyi diliyorum. Ama en çok, en çok dilediğim uyumak. Güzel kokan çarşaflarda, deliksiz bir uyku... Hatta manasız şekilde her halükarda (çok)erken kalkan bünyemin bu sefer mümkünse öğle vaktine kadar uyumaya devam etmesi dileğim.
* Hep denir "dünya küçük" diye ama yaşanılana kadar çok idrak edilen bir durum pek değildir. Gerçekten de dünya küçük, hatta avuç içi kadar bir yermiş. Uzun zamandır halime, hayata, tesadüflere bu kadar güldüğümü, şoktan şoka girdiğimi hatırlamıyorum.
* Ne var ki reality hurts... Hele hele senden 1 yaş küçük ve yaşasaydı 1 ay sonra doğum gününü kutlayacak birinin cenazesine gitmek insanın içini acıtan, hayata lanet ettiren bir durum. Bu günkü 4'lü buluşma hiç zevkli hiç keyifli değildi. R. gözleri kıpkırmızı olmuş dik durmaya çalışan vaziyetteydi. Onun, hepimizden daha çok yakınıydı ve hepimizden daha çok etkilenmişti. Nişantaşı nedense dar geldi bugün bana.
Dünya dönüyor sen ne dersen de...
* Ne demişler fala inanma, falsız kalma. M. & İ. ile hiç hesapta yokken girilen aktivite bizi bizden aldı ve herhalde arka arkaya yüzlerce kez "şoktayım" lafını etmemize sebep oldu. Komik, hatta aptalca sayılabilir ancak duyduklarım (ız), hayatım (larımız) , hayatımın (larımızın) aktörleri karşısında gerçekten şoktayım(yız).
Alicia Keys ikinci albümü The Diary of Alicia Keys'i çıkartıyor ve çok başarılı bulunan, Grammy'ler toplayan post-1st albüm sendromunu atlatıyor. Yine onun gibi ilk albümleri çok başarılı olan Nelly Furtado ve Norah Jones aynı başarıyı ikinci albümde değil, 2006 yılı sonralarında gelen üçüncü albümlerinde yakalıyorlar.
Şarkıdaki bir diğer besteci,Kanye West imzası var. Tam bir Soul havası veren klipte yeralan esas oğlan, Brooklyn doğumlu hip-hop müzisyeni yakışıklı çocuk Mos Def (seviyoruz kendisini, adonis kaslarını).
Şarkı güzel, albüm güzel, yine uykusuzluktan kırıldığım şu an sabah keyfi olsun...